SUAT
TAŞPINAR
Kaynak: http://www.moskovalife.ru/
Türkiye’de bazen bana, sanki buralarda Gulag mahkumuymuşum
gibi acıyan gözlerle bakıp sorarlar: “Demek Rusya’da yaşıyorsun! Vah vah…
Nesini seviyorsun Rusya’nın? Çok soğuktur oralar… Neden dönmüyorsun bu cennet vatana?”
Hatta bir parkta otururken tanıştığım ak sakallı bir
dedenin, “Temiz yüzlü bir insana benziyorsun gerçi… Nasıl düştün Rusyalara?”
dediği de oldu! “Kötü yola düşmüş sermaye” imişim gibi biraz acıyan, biraz
ayıplayan bir bakış vardı dedenin gözlerinde.
Tabii meseleye nereden, hangi açıdan baktığınıza bağlı
olarak “manzara” farklılık gösterir.
Yabancısı olduğumuz bir memlekete dair
yargılarımız, biraz da körün fili tuttuğu yeriyle tarif etmesine benzer.
Bana bu “zor” soruyu soran, iyiliğim için “oralardan bir an
evvel kaçıp kurtulmamı” salık veren “sokaktaki adam”ın kafasında Rusya’ya dair
“fabrika ayarları” aşağı yukarı şu kelime ve kavramlardan oluşur:
Kara kış… Ayı… Deri yüzen mafya… Sonsuz fuhuş… Kara kış…
Ölesiye votka… Eski “Allahsız komünist”ler… Kara kış…
Ayaküstü tanıştığım birisi bu soruyu teklifsizce, damdan
düşer gibi sorduğunda bir şekilde geçiştiririm.
Anlatacaklarımın anlaşılmayacağına dair bir kanaat oldu mu
bendeki anlatma iştahı kesilir. “N’apalım kader, kısmet…” derim… “Yaaa,
sormayın, artık dönmek lazım memlekete…” derim… “Haaa” derim… “Hı-hııı” derim….
Ama bu memlekette yaşarken, kimileyin bu soruyu kendime
sorduğum olur:
Ya Rusya’da güzel bir şeyler yüreğimin teline usulca
dokunduğunda…
Ya da kötü bir şey sinirlerimin tellerini gerdiği
zamanlarda…
Mesela Vladimir Menşov’un Sovyet devri yadigarı “Lubov i
Golubi” (Aşk ve Güvercinler) filmini belki ellinci sefer aynı keyifle izlerken,
Lyudmila Gurçenko meşhur sahnede “Fuuu! Drevniye!” diye bağırdığı zamanlarda…
Mesela trafikte efendice kırmızı ışığın yanmasını
beklerken, sıranın en arkasından gelen biri, hiç sıkılmadan, pişkin suratıyla
önüme direksiyon kırdığı zamanlarda…
Mesela Gorki Park’ta huzurlu bir akşam yürüyüşünde, yediden
yetmişe her kuşağın kendi dünyasına dalmış hallerini izlediğim, Avrupa’dakileri
cebinden çıkaracak güzelim parktan yükselen pozitif havayı içime çektiğim
zamanlarda…
Mesela devlete bir işim düştüğünde, her zaman değilse de
çoğunlukla “kendi küçük iktidarıyla karşısındaki ezmeye programlanmış” bir
ademoğlunun “işini yaparak” değil “işi yokuşa sürerek” daha fazla kazanma
derdinde olduğunu gördüğüm zamanlarda…
Mesela bu ülkenin, bu şehrin bana bunca yıl içinde hem iş,
hem aş, hem aşk, hem aile verdiğini bilmenin ruhuma üflediği minnet duygusu
ayaklandığı zamanlarda…
Mesela kaç haftadadır güneş yüzü görmedik diye çetele
tuttuğum ve bunalımın en dibine sürüklendiğim koyu gri sonbaharlarda…
Mesela beyazın bir başka şehre bu kadar yakışmayacağına
kalıbımı bastığım, bu beyaz örtüyle Moskova’nın bir masal şehrine dönüşmesinin
keyfini çıkardığım zamanlarda…
Mesela bunca yıldır yaşadığım Rusya’nın meselelerine dair
muhabbete kıyısından girip fikrimi beyan edecek olduğumda kimi Ruslar “Sen
yabancısın, haddini bil, anlamazsın bizi” muamelesini kimileyin alenen,
kimileyin imayla yaptığında…
Mesela, bir akşam kızıllığında arabanın nostalji
radyosundan Maya Kristalinskaya kristal sesiyle Pahmutova’nın “Nejnost”
şarkısını terennüm edip içimi “şefkat” ile doldurduğunda…
Mesela kriz ile birlikte biraz “normalleşip” ehven-i şer
haline gelse de, hala pahalılıktan imanımızın gevrediği, cüzdanı boşaltmadan
doğru dürüst bir mekanda yemek yiyemediğimiz tüm zamanlarda…
Mesela Gogol Bulvarında bir yaz ikindisinde cıgaramı
tellendirirken, hayatla barışık dünyanın en güzel kızları, hiç kasıntı yapmadan,
dişiliğini dünya aleme ilan ederek, ahenkle dans eder gibi önümden sıra sıra
geçtiklerinde…
Mesela apartmandan çıkarken içeri giren bir kadına
centilmenlik hesabına kapıyı tutup da, sanki “vazifem”miş gibi asık suratla
yanımdan geçip gittiği, bir kelime teşekkürü bile çok gördüğü, insanlıktan
umudumu kesmeye meylettiğim zamanlarda…
Şu koca dünyada nereye gidersem gideyim, her dönüşümde,
evimin kapısından içeri girdiğim an “Her yer güzel ama en iyisi insanın evi”
cümlesini kurduğum yerin Moskova olduğunun ayırdına vardığım zamanlarda…
Neden Moskova’da olduğumu, neden bu şehre demir attığımı
bir kez daha sorarım kendime…
Yüzümde kimileyin keyifli bir tebessüm, kimileyin öfkeli
bir çaresizlik olur. Ama bilirim ki gülü seven dikenine katlanır… Bilirim ki
sitem de sevgiden doğar… Bilirim ki “arkamdan gelecek” bir şehirden kaçmak
değil, onunla kucaklaşmak gerekir….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder