Moskova

Moskova

27 Şubat 2012 Pazartesi

Erkekler günü ve Rus erkekleri üzerine


Rus kadınları üzerine çok yorum yapıldı. Hakan Aksay bu kez 23 Şubat çerçevesinde Rus erkeklerini mercek altına alıyor.

Hakan Aksay
Kaynak: http://www.rusya.ru/


Dün e-postama Rusya’dan iletiler düştü. Bir kısmı çok eski kadın dostlarımdan. Bazıları “zaten yoktular” şiirinin içinden gülümseyenlerden.

İçerikteki süsleri ve orijinal şakaları çıkarırsak, geriye kalan ortak bir mesaj:

- Bayramın kutlu olsun!

Bir an uzun yıllar öncesine gittim. Üniversite yıllarına. Yine bir karakış. Ama o gün farklı. Ortalık bayram yeri. Yanıma bir grup güzel sarışın yaklaşıyor. Neredeyse koro halinde bağrışıyorlar:

- Bayramın kutlu olsun!

Cevap verirken, daha doğrusu o lanet olası karşı sorumu sorarken yüzümde bön bir ifade olduğundan bugün bile eminim:

- Ne bayramı?..

- Bugün 23 Şubat!

- Eee? (Aynı bönlükle.)

Kızlar benimle paylaşmak istedikleri gülücükleri alay hamuruyla yoğurup kendi aralarında acımasız paslaşmalara çeviriyorlar. Ben nedenini bile anlamadan eziliyorum, yok oluyorum, kadınlar karşısındaki – ileriki yıllarda acısını çıkaracağım - acemi yenilgilerime bir yenisi ekleniyor.

* * *

Sonra muhtemel ki zamanında kadınlardan bu tür yaralar almış olan erkeklere başvuruyorum usulca. Sovyet delikanlılara. Onlar da gülüyor. Ama içten, dostça ve kısa süreli. Ve gerçeği anlatıyorlar:

- Bugün erkekler günü. Aslında ordu günü. Sovyet ordusu ilk başarısını Almanlar karşısında 23 Şubat 1918’de kazandığı için 23 Şubat 1922’de bu tarih “Vatan kurtarıcıları günü” ilan edildi. Eh, 8 Mart’ı dünyada en görkemli tarzda kutlayan ülke olduğumuzdan ve biz erkekler bunu içten içe kıskandığımızdan dolayı, zamanla 23 Şubat resmî adı konmamış bir “erkekler bayramı”na dönüştü. Artık biz 8 martlarda, iki hafta kadar önce aldığımız hediyelerle orantılı bir bütçeyle hediye alıyoruz…

Son cümle (yarı)şaka tabii…

* * *

Böylece ben bir daha 23 şubatlarda ne şaşırdım, ne de kutlamaları kabul etmekte tekledim. Dahası, bu tarihi günde beni kutlamayan kız arkadaşlarıma çıkışma küstahlığını bile gösterdiğim oldu. Bir kısmı özür dilerken, diğerleri şaşırıyordu:

- Sen ne Sovyet erkeğisin, ne de bizim orduda görev aldın. Seni niye kutlayalım?..

Çoğu kez benim cevap vermeme gerek bile kalmıyor, çevredekiler bu büyük bayramın yüzü suyu hürmetine ülkedeki bütün erkeklerin kutlanması gerektiğini benden daha iyi savunuyordu. Kimisi yıllar içinde benim de neredeyse gerçek bir Sovyet (veya Rus) erkeğine benzediğimi söyleyerek sözde iltifat edip daha güçlü destek veriyordu. Sonraki yıllarda (yanımızda Rus erkekleri olmadığında) bu tür “kuşkulu övgüler”i uygun bir yöntemle geri çevirmeyi öğrendim.

* * *

Geçenlerde İstanbul’daki Rusya Başkonsolosluğu’nda iki yıldır çalıştığını söyleyen, açık renkli teni ve gözleri olan Türk polisine sordum:

- Siz burada çalışa çalışa Ruslar’a daha çok benzediniz galiba?

Önce güldü. Kabul etti. Sonra ciddileşerek çerçeveyi daralttı:

- Fiziksel olarak belki. Ama huy olarak asla Rus erkeklerine benzemem!..

Aklıma internette yabancı kadınlar arasında yapılan “Rus erkeği denince ne düşünüyorsunuz?” sorulu anket geldi:

- Cevapların yüzde 25’i “sarhoşluk”,“votka”… Bir o kadarı“mafya”… Sonra “ayı” veya“Rus ayısı”… Ardından“sakal”, “şapka” vb.

* * *

Erkekleri kadınlarla kıyaslayanların bir kısmı “bilimsel” gidiyor. En başta erkeklerin bağışıklık sorununu ve onunla bağlı hastalıkların kadınlara göre üç kat fazla olduğunu vurguluyor. (Nedeni de güya, vücuttaki kayıpları karşılayamayan “Y” kromozomuymuş.) Mide hastalıkları erkeklerde kadınlara göre 2 kat daha fazlaymış. Stres ve kalp rahatsızlıkları ise 3 kat. Söylenenlere bakılırsa, bu ve benzeri nedenlerle erkekler genellikle kadınlardan daha az yaşıyormuş.

Bazı kaynaklar, “Rus erkekleri sorunsal”ına tarihi yaklaşımdan yana. Hangi ülkede son 100 yıl içinde savaş, iç savaş, devrim, devletin dağılması, açlık, ekonomik ve sosyal kriz gibi olgular daha sık yaşandı ki? Elbette bu nedenlerle milyonlarca erkek öldü; üstelik bunlar genellikle erkeklerin en nitelikli olanlarıydı; en zor dönemlerde hayatta kalanlar zayıf, sarhoş, hain vb. özellikte olanlardı. Eh, kalan genetik mirası siz düşünün artık…

* * *

Bugün Uluslararası Sağlık Örgütü’ne (USÖ) göre Rusya yurttaşlarının yüzde 25’inin psikolojik desteğe ihtiyacı var. Bunların çoğu erkek. Söz konusu oran ABD’de yüzde 15.

Yine aynı örgüte göre, Ruslar’ın yüzde 20’sinin ölüm nedeni alkolle ilgili. Bunların da yüzde 92’si erkek. Ben USÖ’nün yalancısıyım, ama 18-25 yaşlarındaki Rus erkeklerinin yaklaşık yüzde 70’inde şu veya bu düzeyde alkol bağımlılığı olduğu yolunda bir veri de var.

Bununla bağlı birçok sorun var tabii. Başta gelenlerinden biri cinsel alanda. Rusya Sağlık Birliği’ne bakılırsa ülkedeki 30 yaş sonrası erkeklerin yaklaşık yüzde 40’ında “cinsel güç eksikliği” gündeme geliyor. Yüzde 15’ten fazlasında iktidarsızlık başlıyor.

İki gün önce Rusya’da üroloji biliminin bir numaralı ismi kabul edilen Prof. Dmitriy Puşkarbir demeç verdi. Ve 25-75 yaş arası 1225 kişinin katılımıyla yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, akciğer kanseri ve deri kanserinden hemen sonra prostat kanseri ile başı belada olan Rusya erkeklerinin yüzde 90’ının “yatakta sorunları olduğunu” söyledi.

* * *

İngiliz OnePoll.com Ajansı’nın 20 ülkede 15 bin kadınla gerçekleştirilip 2009 sonbaharında Daily Mail Gazetesi’ne yayımladığı anket sonuçları da oldukça ilginçti. Buna göre “dünyanın en iyi seks yapan erkekleri” sıralamasında İspanyollar, Brezilyalılar ve İtalyanlar ilk sıralarda gelirken, en kötüler listesinde Almanlar (“kötü korkuyorlar”), İngilizler (“çok tembeller”) ve İsveçliler (“aşırı derecede hızlılar”) ilk üçü paylaşıyordu; Türkler dokuzuncu (“aşırı terliler”), Ruslar ise onuncuydu (“fazla kıllılar”).

Tanıdığım hiçbir Rus erkeği bu tür anket ve araştırmaları sevmiyor. Son ankete bakarak onlara katılan Türkler de olabilir belki.

Her neyse! Ben bütün bunları araştırmacılara, uzmanlara ve en başta da kadınlara, Rus kadınlarına bırakayım. Ve bir an önce bu yazıyı bitirip dün geri dönemediğim kutlama iletileri için teşekkür cevapları göndereyim.

Sibirya’da buzlar 9 bin km


Mehmet Y. Yılmaz/ Hürriyet

Rusya’nın Pasifik Okyanusu kıyısındaki liman kenti Vladivostok’tan Moskova’ya uzanan 9289 kilometrelik tren hattı gezginlerin yeni gözdesi.

Yerel trenlerin yanı sıra turistlere yönelik çok konforlu, yataklı özel ekspreslerin sefere başlaması Trans Sibirya hattına ilgiyi artırdı. Çöllerden, uçsuz bucaksız ormanlardan, Baykal gibi büyüleyici güzellikteki göllerden geçen rota için en uygun dönem mayıs - ağustos arası. Sıcaklığın eksi 40 dereceye kadar düştüğü aylarda, kış masalı yaşamak isteyenler için turlar düzenleniyor. Hürriyet yazarı Mehmet Y. Yılmaz, ocak soğuğunda 14 günde bu rotayı geçti. Karlar altındaki Sibirya’yı konforlu bir trende keşfetmenin mutluluğunu yazdı.


Sibirya denilince aklıma önce karlarla kaplı tundralar, üzerleri beyaz çarşafla örtülmüş gibi çam ağaçları ve donmuş göller, nehirler geliyordu.
Sanırım bunun nedeni Doktor Jivago’yu defalarca seyretmiş olmamdı. İlk seyrettiğimde kaç yaşımda olduğumu hatırlayamıyorum, sanıyorum ortaokuldaydım.
Filme hâkim olan atmosfer ve coğrafyanın büyüleyici etkisi altında kamış olmalıyım.
Aradan yıllar geçti ve geçtiğimiz sene “Trans Sibirya Ekspresi” isimli bir polisiye gerilim filmi seyrettim.
İçimdeki Sibirya aşkının yeniden canlanması için demek ki böyle bir uyarıcı gerekiyormuş.

BUNALTICI BİR YAZ GÜNÜ KARAR VERDİK

Arkadaşım Mustafa Oğuz ile geçtiğimiz yaz sonunda Bebek’te maceralı bir yolculuk arayışı içindeyken aklıma Sibirya’nın soğuğu geldi. O sıcakta böyle olmasında şaşılacak bir durum yok.
Ve Trans Sibirya Ekspresi ile bu yolculuğu yapmaya karar verdik.
Uzunca bir araştırma dönemi geçirdik.
Okuduğumuz her rehber bu yolculuk için en iyi ayların mayıs - ağustos arası olacağını yazıyordu.
Ama biz kararlıydık. Soğuğa, kar altındaki Sibirya’ya gitmek istiyorduk ve öyle de yaptık.
Yol boyunca tanışma ve konuşma olanağı bulduğumuz her Rus bize biraz da deli gözüyle baktı.
Onlara göre de en iyi zaman bahar ve yaz aylarıydı. Sibirya’nın olağanüstü doğasının canlandığı, nehirlerin, göllerin “ayak sokulabilir” hale geldiği dönemin “en iyisi” olduğunu söylüyorlardı.
Irkutsk’da tanıştığım lokantacı İgor’un “açılımı” ise farklıydı: “Kızlar yazın daha güzel giyiniyorlar!”
Sonda söyleyeceğim şeyi başta söyleyeyim: Bu yolculuğu kışın yaptığım için çok mutluyum.
“Sibirya soğuğu” kavramının ne olduğunu başka türlü öğrenemezdim.

SİBİRYA SOĞUĞUNDAN SONRA MOSKOVA’DA KAZAKLA GEZDİK

Benim geçtiğim tarihte kentlerdeki hava sıcaklıkları sıfırın altında 40 ile sıfırın altında 20 derece civarında değişiyordu.
Soğuğa karşı dayanıklı özel giysilerim vardı. Dünya kadar para verip almıştım. Hepsinin etiketlerinde “- 32 dereceye dayanıklı” yazıyordu. Şunu söylemeliyim ki bu en fazla bir saat işe yarıyor. Sonra keskin soğuğun sırtınızda gezindiğini hissediyorsunuz. Ardından elleriniz eldivenin içinde, ayaklarınız bot ve termal çoraplarınızın içinde yavaşça uyuşmaya başlıyor.
Açıkta kalan tek yerim yüzümdü, bir maske ile korumaya çalıştım ama 15 dakikalık molalarda bile yüzümün soğuktan kızarmasına engel olamadım. Birisi sanki eline bir jilet almış, yüzümü ince ince kesiyor gibiydi.
Özellikle Ulan Ude ve Ulan Bator gibi ısının sıfırın altında 30’lar civarında seyrettiği ve aşırı rüzgârlı yerlerde kendi aklıma kızdığımı da söylemeliyim. Ama her güzel ve her kötü şey gibi o da çabuk geçiyor, sıcak bir yere girdiğinizde o acıyı unutuyorsunuz.
Ama insan sonunda soğuğa da alışıyor.
14 günün sonunda Moskova’da trenden indiğimizde hava sıcaklığı sıfırın altında iki dereceydi. Daha beterini görmüş insanlar olarak Moskova’da eldiven takmadığımızı, şapkaya ihtiyaç duymadığımızı ve öğlen saatlerinde kazakla sokaklarda dolaştığımızı da belirteyim.
Sibirya’dan sonra Moskova’nın soğuğu tropikal iklim gibi geliyor insana.

DÜNYANIN EN BÜYÜK KRİSTALİNDE MOTO SAFARİ

Bu yolculuğu kışın yapmak demek, buzlarla kaplı tren peronlarında düşmemeye çalışmak için özel canbazlık yetenekleri geliştirmek anlamına da geliyor. Merdivenler, yollar, kaldırımlar; her yer buz içinde ve o buzun üstünde, sanki normal bir yoldaymış gibi nasıl otomobil kullanabildiklerine şaşırıyorsunuz.
12 bin kilometrelik yolculuk boyunca sadece bir kez bindiğim otobüs Moğolistan’da buzdan kaydı ve kara saplandı.
Bu yolculuğu kışın yapmamış olsaydım, dünyanın en büyük kristalinin üzerinde motosiklete binmek ve buz üzerinde isli balık yiyip, votka içmek olanağını da bulamayacaktım.
Baykal Gölü ki dünyanın en derin gölüdür ve hacmi itibariyle de ikinciliği elinde bulunduruyor.
Port Baykal’da trenden indim ve her biri sekiz kişi taşıyan hovercraftlardan birine bindim.
Gölün üzerinde yaklaşık yarım saatlik bir yol aldık. Teknenin kaptanı aracı buz üzerinde kaydırmak, kendi etrafında sekiz dokuz kez çevirmek gibi gösteriler yapmayı da ihmal etmedi.
Göl, tümüyle donmuştu. Rüzgâr üzerinde kar tutunmasına olanak vermediği için tam bir kristalin üzerinde yürüyor gibiydim.
Kar motosikletiyle çıktığım tur deneyimi de eşsizdi. Buzda manevra yapmak, durabilmek için karın toplandığı yerleri yakalamanız gerekiyor ki bu da çok rastlanan bir şey değil.
Bölgede sürekli deprem yaşanıyor. Hem bu yüzden, hem de suyun dip hareketinden kaynaklanan nedenlerle kalınlığı bir metreyi bulan buz kırılıyor ve tepeleri bıçak gibi keskin yığıntılar yaratıyor. Onların arasından motosikletle geçmeye çalışmak, o soğukta bile insanın sırtının terlemesine neden oluyor.
Donmuş gölde açılan bir delikten sarkıtılmış bir ağ ile bir tür alabalık tuttular. Bizim mangallara benzeyen ama her tarafı kapalı olduğu için içinde balıkların füme edildiği bir “soba” yakmışlardı .
Tuttukları balıkları burada füme ettiler ve Baykal Gölü’nün sularından yapılmış votka eşliğinde hepsini silip, süpürdük.
Biliyorsunuz votkaya esas tadını veren, kullanılan suyun niteliği. Baykal Votka, bugüne kadar denediğim birçok pahalı markaya kafa tutacak yumuşaklıkta bir içime sahipti.

KAR, ORMANIN YEŞİLİNİ ÖRTEMİYOR

Hayalimdeki Sibirya manzarasına uymayan tek şey çam ormanlarının yemyeşil ayakta durmasıydı.
O kadar kara rağmen ağaçların üzerinde kar birikmiyor çünkü rüzgâr onları öyle bir savuruyor ki bütün kar evlerin ya da kayaların kuytularında toplanıyor.
Sonuç olarak şunu söylemeliyim: Kar ve buz görmeye o kadar alıştım ki İstanbul’a döndüğümde “toprak rengini” görmek içimde bir hayal kırıklığı bile yarattı.
Bu gezide gittiğim kentlerle ilgili notlarımı Atlas Dergisi’nin nisan sayısında okuyabilirsiniz.

VİSKİMİZİN BUZU VAGON ARASINDAN

Trans Sibirya Ekspresi’nde bazen üç gün boyunca trenden hiç inmeden yolculuk yapmak gerekiyor. Büyük şehirler arasındaki yolculuk 24 saatten az sürmüyor. Bunun doğal sonucu trenin içinde gezme isteğinin uyanması oluyor.
Vagonların arası, klasik trenlerde olduğu gibi bir körükle dışarıdaki havadan korunuyor. Ama süratle giden trende, keskin bir rüzgârla yağan kara karşı koruma sağladığı da söylenemez.
Vagon araları, zaman zaman insanda kayak yapmak, kartopu oynamak, kardan adam yapmak isteğini uyandıracak kadar kar tutuyor. Bir yandan sallanan hareket halindeki bir trendesiniz, diğer yandan geçmeniz gereken yer buz! Canbazlık yetenekleri burada da devreye giriyor.
Kompartımandan çıkmadan içki içmek istediğimizde bunları kullandık. Ya şişeyi o biriken karın içine gömüp soğuttuk ya da kenarlarda biriken temiz karı buz niyetine bardağa attık.
Kompartımanların olduğu bölüm elbette sıcak! Ama bizdeki trenler gibi “ayarlanamayan” bir sıcaklık da değil.
Eskiden Ankara - İstanbul arasındaki yataklı trenlerde kışın yolculuk yapmış olanlar, ne demek istediğimi kolayca anlayacaklardır.

26 Şubat 2012 Pazar

Sibirya'nın merkezi: Novosibirsk












Uçsuz bucaksız karlı steplerle dolu, karayoluyla ulaşmanın imkânsız olduğu Sibirya ve merkezindeki Novosibirsk kenti... Yerli halkın deyişiyle yılın dokuz ayının kış olduğu, kalan üç ayında da yazın beklendiği bu 'buzdan kent'i gördük ve rehberimize göre 'dünyayı da görmüş' sayıldık!

EFKAN BUCAK
Radikal


Sanırım yazıma, babama teşekkür ederek başlamam gerekiyor. Lise yıllarında beni zorla gönderdiği Kafkas Kültür Derneği’nde aldığım Rusça dersleri sayesinde Kiril Alfabesi’ni okuyabilmem Sibirya Özerk Yönetimi’nin başkenti Novosibirsk’te epey işime yaradı!
Fenerbahçe ve Grundig’in davetlisi olarak, Lokomotiv Novosibirsk ile Fenerbahçe Grundig arasında oynanacak Avrupa Erkekler Voleybol Şampiyonlar Ligi maçını takip etmek üzere, geçen ay iki gün Novosibirsk’teydik. Rusça ‘Yeni Sibirya’ anlamına gelen Novosibirsk, Sibirya’nın güneyinde kalan, Kazakistan ve Çin sınırlarına yakın bir kent ve 1.5 milyonluk nüfusuyla Moskova ve St. Petersburg’un ardından üçüncü sırada. Voleybol takımları Avrupa kupalarına katılsa dahi Novosibirsk Asya’nın göbeğinde ve Türkiye’den de beş saat ileride. Bu nedenle giderken neredeyse bir gününüzü yolda geçiriyorsunuz!

Bir Türk için ‘soğuk’ kelimesi Novosibirsk’te başka bir anlam kazanıyor. Havalimanından çıkıp otobüslerimize yürürken akşam saatlerinde -15 derece olan havayı burun deliklerime çektiğimde burnumdaki kılların bile donduğunu hissettim. Aynı şekilde soğuktan beni koruyacağını düşündüğüm sakallarım da 1 dakika içinde dondu ki sanırım bu nedenle Rusya’da erkekler tıraşlı geziyor zira caddelerde dolaşırken gördüğüm kadarıyla kentte sakallı tek erkek bendim! Novosibirskliler kışı ortalama -20 dereceyle geçiriyorlar. Gündüz -14 en iyi sıcaklık, bizim bulunduğumuz zaman gece -20’yi gördü ve hatta bu dönüşte uçağımızı bozdu. Karasal iklim olduğundan yazlarıysa sıcaklık 20 derece. Bize kent turu yaptıran rehberimiz Bayan Olga, ikisi arasında tercih yapılması gerektiğinde soğuğu tercih ettiğini söylüyor ve ekliyor: “Rusya’da hava sıcakken kafalar çalışmıyor, herkes kedi gibi mayışıyor.” Hava sıcaklığıyla ilgili Novosibirsk’te güzel bir söz var, onu da ekleyeyim: “Burada yılın 9 ayı kıştır, kalan 3 ayda yazı beklersin.”

Taksi bulmak bir dert
Soğuk, Rusya için kötü değil, hatta hayati önem taşıyor zira bu topraklar aslında kumlu ve bataklık halinde. Global ısınma nedeniyle topraktaki buzlar eriyince bazı binaların temelleri de sarsılmaya başlamış. Bu nedenle burada insanlar havanın hep soğuk, toprağın donmuş olmasını istiyorlar.
Sıcaklık mevzuunu kapayıp havalimanına geri dönelim. Uluslararası Tolmachevo Havalimanı kentin epey dışında. Eğer özel bir organizasyonla gitmiyorsanız ya taksiye bineceksiniz ya da minibüse. Novosibirsk’te toplu taşıma ucuz ancak araçların hali içler acısı. Tramvay, troleybüs ve minibüs kullanılıyor. Minibüslerini görünce bizim beğenmediğimiz İkitelli-Topkapı minibüslerinin aslında ne büyük nimet olduğunu anlıyorsunuz zira Novosibirsk’te Ford Transit’ten bozma minibüslerle ulaşım sağlanıyor. Taksi bulmak da ayrı bir dert. Otelden taksi istediğinizde misal, en erken 5 dakikada gelebiliyor, o da şanslıysanız. Bununla beraber özel otomobiller lüks ve trafik gerçekten de yoğun! Bir de metroları var ve istasyon sayısı İstanbul Metrosu’ndan az olan bir metro görünce insanın morali düzeliyor!
Ancak buranın esas olayı tren. Zaten Novosibirsk, Rusya’nın batısı ve doğusunu birleştiren, dünyanın en uzun demiryolu hattı olan Trans-Sibirya vesilesiyle kurulmuş. Lokomotif şeklinde hoş bir tren garları var ve buradan günde 450 tren hareket ediyor. Tren buranın can damarı zira karayoluyla ulaşım, özellikle kış şartlarında, olası değil.

‘Artık 90’larda değiliz, caddelerde rahat rahat yürüyebilirsiniz!’
Köklü bir tarihi olmayan Novosibirsk’te haliyle gezilip görülecek fazla da bir yer yok. Kent kurulurken endüstri bölgeleri ve kent arasında çok büyük boşluklar bırakıldığından şimdilerde o boşluklar doldurulmaya çalışılıyor. Bu nedenle Novosibirsk bir Moskova gibi düzenli değil.
Caddeleri gezmeye çıktığınızda Novosibirsk ne yazık ki size fazla bir şey vaat edemiyor. Belli başlı görülecek yerlere gelince… Dünyanın en büyük ikinci opera binasına sahipler (Birincisi Venezüella’da) ve burada her gece farklı bir eser sergileniyor. Aziz Nikola, yani Noel Baba Kilisesi görülebilir (Aziz Nicolaus sonra Aziz Claus’a dönüşmüş, yani Santa Claus). Ayrıca tur rehberimiz bizi kentteki camiye de götürdü. Novosibirsk’te nüfusun yüzde 3’ü Müslüman. Bunlar da genelde buraya çalışmaya gelen Tacik ve Özbekler. Bir de hayvanat bahçesi var ancak kentin biraz dışında.

Kente çıkıp vitrinlere bakma şansınız da pek yok zira ‘vitrin’ aşırı soğuklar nedeniyle çok az yerde var. Mağazaların pencereleri ufak ve camların arkasında da perde vb. var genelde. Buralara demir bir kapıdan giriyorsunuz, girdiğiniz holde esas kapı var. Bu nedenle tabelaları okuyabilmek önemli.
Rusya’da ruble kullanılıyor. Hayat ne pahalı ne de ucuz. 50 euro karşılığı 2 bin küsur ruble elinize geçiyor, bu da bol keseden harcayabileceğiniz bir para değil. Misal güzel bir hediyelik eşya için 800-1000 ruble vermeniz gerekiyor. Hediyelik eşya olarak Novosibirsk’in spesiyalitesi tahta oymacılığı.
Açıkçası Novosibirsk’e biraz çekinerek gittim zira Doğu Bloku ülkelerinde sokaklarda güvenlik sorunları olduğunu duymuştum. Akşam kenti gezmeye çıkarken oteldeki resepsiyon görevlisi, otelin bulunduğu bölge için “Caddelerde yürümek güvenli mi?” şeklindeki soruma alaycı bir şekilde sırıtarak “Elbette, 90’larda değiliz artık” yanıtını verdi. Gerçekten de caddelerde kimse dönüp size bakmıyor ve akşam geç saatlerde kadınlar bile tek başlarına rahatlıkla gezebiliyor.

Yemek konusunda ne yazık ki çok fazla bir şey yazamayacağım zira spor muhabirleri yemek konusunda biraz muhafazakârdır ve yurtdışında da fast-food yer. Ben de gördüğüm ilk Kentucky’ye girdim. Bir mönü 129 ruble tuttu. Bu arada ekleyeyim, Novosibirsk’te İngilizce hak getire, kimse bilmiyor. Bu nedenle ya Rusça ya da ‘Tarzanca’ anlaşacaksınız. Ancak bunda ayıplanacak bir nokta yok zira İspanya veya Portekiz’e gitseniz de aynı sorunla karşılaşıyorsunuz.
Burada her 6 kişiden 1’i üniversite öğrencisi, kentte de, sıkı durun, 48 üniversite var. Novosibirsk’te eğitim seviyesi çok yüksek ve bu büyük bir sorun zira herkes çok akıllı, çok eğitimli olunca inşaatta çalışacak, çöp toplayacak insan yok! Bu nedenle yurtdışından Tacik, Kazak, Özbek işçiler getiriliyor. Eğitim seviyesini düşürmeyi planlıyorlarmış. Boşuna dememişler her şeyin fazlası zarar diye.

24 Şubat 2012 Cuma

Maslenitsa Bayramı başladı



Moskova’da havalar bildiğiniz gibi…Yeni bir şey yok. Kar, buz, sasulka…Kış mevsiminin en soğuk günleri geldi, geçiyor.

Moskova’da yaşayıp da hava durumu haberlerine ilgisiz kalmak mümkün değil. Neyse ki ben, artık alışanlar sınıfına girdim. Bahara az kaldı diye avunuyorum. Benim kriterim Moskova’da fıskiyelerin açılması. Bu sene de büyük bir ihtimalle,her sene olduğu gibi Nisan sonunda açılacaktır.

Ve baharla birlikte hayat yeniden canlanacak.

Kış bütün haşmetiyle devam ediyor, ancak Maslenitsa Bayramı 20 Şubat günü başladı.

Maslenitsa (Масленица) Bayramı, dünya ve Avrupa'nın en ünlü bayramları listesinde yer alıyor. Rusların Hıristiyanlık öncesi dönemden bu yana kutladıkları Sirnaya Nedelya (Peynirli Hafta) denilen Maslenitsa, kışın neşeli bir şekilde uğurlanması ve baharın sevinçle karşılanması anlamına geliyor.

Ruslar baharın gelmesi ve güneşin doğmasını hayatın yeniden başlaması olarak yorumluyor. Bu yüzden eski Ruslar güneşe benzeyen yuvarlak hamurlu yiyecekleri tüketiyorlardı.

Rusların Hıristiyanlığı kabul etmesinin ardından Maslenitsa giderek bir Ortodoks bayramına dönüştü. Maslenitsa, kilise takvimine göre, Rusların Velikiy Post dedikleri "Büyük Oruç"a bir hafta kala kutlanmaya başlıyor. Dolayısıyla her yıl Maslenitsa'nın tarihi de Büyük Oruç'un tarihine göre değişiyor. Oruca 1 hafta kala Ortodoks Ruslar kaymaklı yağ, balık ve sütlü ürünleri tüketebiliyor. Maslenitsa günlerinde insanlar birbirilerini ziyaret ediyor ve blinniler ikram ediliyor. Atlarla dolaşmak, sokaklarda tur atmak, damatların kayınvalidelerini davet etmeleri gibi ilginç gelenekler de var.

17 Şubat 2012 Cuma

Rusya’da başkanlık









Mehmet U. Soyer
Kaynak: http://www.bcmsaka.com/soyer_blog/tr/?p=1018


Yıllar önce şirketlerimden birini satın alan firma bana Türkiye’deki operasyonu yönetmenin yanında Rusya’daki şirketin yönetim kurulu başkanlığını teklif etti. Ortağım Çiğdem ile beraber yurtdışında bir dizi toplantıya katıldık. Toplantıların birinden sonra her zaman yaptığımız gibi bir kahveye oturduk ve toplantıyı gözden geçirdik. “Ben iyi hisler içinde değilim ” dedim. Aldığım cevap “Ben de!” idi.

Daha sonra o güne kadar yaptığımız tüm toplantı notlarını ve toplantılarda adamların tavırlarını hatırladığımız kadarı ile yan yana koyduk. Bazı kelimelerin altını çizdik. 3 saatin sonunda aradığımız şifreleri bulduk.

Bir hafta sonra son bir toplantı istedik ve bir sunumla onlara ne yapmak istediklerini anladığımızı anlattık. Sunum sonrasında toplantıdaki en üst düzey yönetici, bize uygulamak istedikleri oyun ortaya çıktığı için sinirlenip küfrederek toplantı odasını terk etti. Kelimelerin arkasında yatan anlamı doğru yorumlamıştık.

İş ilişkilerinde anlaşma kelimelerden geçmek zorunda. Bir projemizde müşterimizin potansiyel ortağının pazarlık uğruna kullandığı bir sözü kişisel alarak evlenmekten vaz geçtiğini hatırlıyorum. Ne söylediğimiz kadar kelimelerin karşı tarafça nasıl algılandığı da önemli.

Rusya işini sorarsanız, istediğim şartlarla iki sene yönetim kurulu başkanlığı yaptım. Kelimeler ile ilgili bir şarkı dinlemek isterseniz buraya tıklamanız yeterli.

15 Şubat 2012 Çarşamba

Tolstoy, son 200 yılın en büyük romancısı


ABD’li ve İngiliz 125 ünlü yazar arasında yapılan ankette en çok sevdikleri kitaplar soruldu. 19’ncu ve 20’nci yüzyılda yayımlanmış toplam 544 roman, öykü, piyes ve şiir arasından yazarlar 20’nci yüzyıl için Vladimir Nabokov’un “Lolita” romanını, 19’ncu yüzyıl için ise Lev Tolstoy’un “Anna Karenina”sını seçti.

Tolstoy aynı zamanda, son 200 yılın en büyük romancısı seçildi. Sıralamalar şöyle oluştu:

19.yüzyıl

1-Anna Karenina – Lev Tolstoy

2-Madam Bovary- Gustave Flobert

3-Savaş ve Barış- Lev Tolstoy

4-Hucleberyy Finn’in Maceraları- Mark Twain

5-Anton Çehov’un öyküleri


20.yüzyıl:

1-Lolita- Vladimir Nabokov

2-Muhteşem Gatsby- F. Scott Fitzgerald

3-Kayıp Zamanın Peşinde-Marcel Proust

4-Ulysses-James Joyce

5-Dublinliler-James Joyce


En büyük yazarlar

1-Lev Tolstoy

2-William Shakespeare

3-James Joyce

4-Vladimir Nabokov

5-Fyodor Dostoyevski

6-William Faulkner

7-Charles Dickens

8-Anton Çehov

9-Gustave Flaubert

10-Jane Austin

13 Şubat 2012 Pazartesi

'Savaş ve Barış' patlaması














Tolstoy'un 'Savaş ve Barış'ı, yazıldığı 19. yüzyıl başlarından bugüne değin kötü çevirilere de direndi, kötü okurlara da... Şu anda piyasada tam on dört tane 'Savaş ve Barış' var

CELÂL ÜSTER
Radikal Kitap


Ferit Edgü ve Samih Rifat'la ara sıra (yoksa sık sık mı?) Refik'te yediğimiz öğle yemeklerinin sohbet konularından biri de çeviridir. Kötü çevirinin kitabı ne kadar okunmaz kıldığından yakınılır, çevirinin ustaları ve usta işi çeviriler anılır, iyi çevirmen denen "yaratığın" soyunun tükenmekte olduğundan dem vurulur. Geçenlerde, gene çeviriden söz edilirken, Edgü'nün, "Tuhaf bir şey ama, yapıt eskimese de çeviri eskiyor," dediğini anımsıyorum.
Bu söz, son altmış-yetmiş yılda dilin hızla eskidiği ve yenilendiği Türkçe çeviriler için daha da geçerli olsa gerek. Örneğin, Hasan Âli Ediz'in, Nihal Yalaza Taluy'un 19. yüzyıl Rus edebiyatının büyük ustalarından, Tolstoy'dan, Dostoyevski'den yaptıkları çevirileri bugün yeniden yayımlamaya kalktığımızda, en azından dili bir ölçüde yenileme gereği duyuyoruz. Ama çevirinin eskimesi, yalnızca dilin eskimesiyle bağıntılı bir şey değil galiba. Kendimden örnek vereyim. Juan Rulfo'nun Kızgın Ova adlı kitabındaki kısa öyküleri 1970'te, demek otuz beş yıl önce çevirmiştim. Geçen bahar, Yapı Kredi Yayınları'nca yapılacak yeni basımı için gözden geçirirken, çevirinin nerdeyse tümden yenilenmesi gerektiğini fark ettim. Dilinde bir eskime olmamasına karşın, çevirinin kendisi eskimişti. Sonunda, yaptığım, bir "yeniden gözden geçirme" olmaktan çıktı, handiyse bir "yeniden çevirme"ye dönüştü.
Peki, eskiyen, dil değilse neydi? Bana kalırsa, çevirmenin o yazara yaklaşımı eskiyebiliyor, zamanla yazarın üslûbunu kavrayışı derinleşebiliyor. Aradan geçen zaman içinde o yazar üstüne yazılan incelemeler, yayımlanan belgeler, yaşamöyküleri de alabildiğine etkiliyor yazarın ya da yapıtının algılanışını. Yalnız bunlar mı? Aradaki süreçte tekmil okurların yaptıkları okumaların toplamı da bir yapıtın alımlanışını değişikliğe uğratabiliyor. Bir yapıtın algılanışı ya da alımlanışındaki tüm bu değişiklikler, o yapıtın yeniden yapılan çevirisine de yansıyabiliyor.
Bizde, özellikle klasik yapıtların yeni yeni çevirilerine pek sık rastlandığı söylenemez. Kuşku yok ki, Roza Hakmen'in Don Quijote ve Kayıp Zamanın İzinde, Rekin Teksoy'un İlâhî Komedya çevirilerini, son yıllarda asıllarından yapılmış bu eksiksiz çevirileri anmadan geçmek haksızlık olur. Ama bunlar eski çevirilerden sonra yeni yorumlarla yapılmış çeviriler değil. Daha önce ikinci dilden ya da eksik çevrilmiş yapıtların, az önce de dediğim gibi asıllarından yapılmış, eksiksiz, ustalıklı çevirileri.
Evet, bizde örneğin klasiklerin belirli aralıklarla yapılmış yeni yeni çevirileri pek yok, ama Batı dillerinde özellikle son dönemde pek çok yeni çeviriye rastladığımı söylemeliyim. Bunlardan biri de, Savaş ve Barış'ın kısa bir süre önce Penguin Classics'ten çıkan Anthony Briggs çevirisi. Ben, Tolstoy'un başyapıtını, ilk kez yıllar yıllar önce Constance Garnett'ın çevirisinden okumuştum. Bunun dışında Rosemary Edmonds çevirisi de vardır. Louise ve Aylmer Maude'un zamanında yaptıkları Savaş ve Barış çevirisini ise Tolstoy'un onayladığı söylenir. Tüm bunları bir araya getirip karşılaştırmak, Tolstoy'un Savaş ve Barış'ının yalnızca farklı çevirmenlerce değil, aynı zamanda farklı dönemlerde yapılmış çevirilerindeki yaklaşım, algılama, dil, üslûp ayrımlarını gözlemlemek ne kadar ilginç olurdu!
Aslında bir de, Huntington Smith diye birinin 19. yüzyıl sonlarında yapmış olduğu bir "çeviri"den söz edilir, ama buna olsa olsa biraz eğlenmek için değinilebilir. Huntington Smith denen kişioğlu, Savaş ve Barış'ı Fransızcasından çevirmiş. Ne ki, Fransızcadan çevirmekle kalmamış, romanı bir güzel kısaltmış. Kısaltmakla da yetinmemiş, romanı "öyküler" ve "denemeler" diye iki bölüme ayırmış. İki bölüme ayırmak da yetmemiş, tutmuş, yeni bir ad vermiş romana: Savaşın Fizyolojisi.


Çeviride yorum ustalığı
Bir beş yüz sayfalık romanı "öyküler" ve "denemeler" diye iki bölüme ayırmak da nereden çıktı, demeyin. İzin verirseniz, biraz anlatayım. Her okuyanın bildiği gibi, Tolstoy, Savaş ve Barış'ta, dönemin Rus toplumundaki yaşama, Napoléon ordularıyla savaşıma yer verirken beş soylu ailenin öyküsünü anlatır. Bu uçsuz bucaksız romanda, soylularla köylüleri, subaylarla erleri, Rus çarıyla Fransız imparatorunu, kent yaşamıyla kır yaşamını, gerçekçi, kılı kırk yaran savaş betimlemelerini dev bir panorama içinde görülmemiş bir ustalıkla harman eder.
Tolstoy'un yapıtının, dönemine göre iki yeni özelliğinden biri, yalnızca savaş betimlemelerinde değil, insan ve davranış betimlemelerinde de karşımıza çıkan ayrıntıcılıktır. Bazen, romanda varlığını hep duyuran ironinin bir parçası olup çıkan bir ayrıntı düşkünlüğü: "Çadırdan, önlüğü kana bulanmış bir doktor çıktı; purosunu, elinin kanı bulaşmasın diye başparmağıyla küçük parmağının arasında tutuyordu..."
Bir örnek daha vermek gerekirse: "Sonra birden, odadan korkunç bir çığlık geldi Nataşa'nın çığlığı olamazdı, onun böyle bağırması olanaksızdı. Prens Andrey kapıya koştu. Çığlık kesildi, Prens Andrey bu kez farklı bir ses duydu, bir bebek ağlaması. Bir an, 'Bir bebeğin orada ne işi var ki?' diye düşünmekten alamadı kendini..." İşte, Tolstoy, karısının doğum yapmakta olduğu odanın kapısı önünde bekleyen Andrey'in şaşkınlığını, böylesi bir akıl sürçmesi ayrıntısıyla dile getirir.
Savaş ve Barış'ta karşımıza çıkan ikinci bir özellik de, yazarın zaman zaman anlatının arasına girerek okuyucuya tarihsel denemeler sunmasıdır. Tolstoy'un, tarih felsefesini ve savaşla savaşın mimarları konusundaki görüşlerini ortaya koyduğu bu bölümler, romanın en çok eleştiri çeken yerleri olmuştur. Bu denemelerden Flaubert ve Henry James de hoşlanmamışlar, bu "denemeler"in romanla uzaktan yakından bir ilgisi bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Kuşkusuz, tartışmaya açık bir durum. Üstüne çok şey yazılıp çizilebilir, yazılıp çizilmiştir de. Ama bizim Huntington Smith, Flaubert'le Henry James'in eleştirilerini dikkate almış olacak ki, romanın "öykülü" bölümleriyle "denemeli" bölümlerini birbirinden ayırmış. Besbelli, okuyucunun kafası karışmasın demiş; isteyen öyküyü okur, isteyen denemeyi!.. Çeviride yorum ustalığı diye buna derim ben: Önce iyicene kısaltacaksın, sonra farklı yazılmış bölümleri birbirinden güzelce sıyıracaksın, sonra da, "Savaş ve Barış adı da nereden çıktı?" diyeceksin. "Bu romana Savaşın Fizyolojisi adı yakışır!"

Tolstoy'u okumak
Bizde de, bir vakitler, kimi çevirmenler çevirdikleri kitabın "Türk okurunu ilgilendirmediğini düşündükleri" yerlerini es geçerler, çevirmezlerdi. Araştırılsa, kimbilir böyle kaç roman çevirisi, kaç politik çeviri bulunur?
Neyse, konudan çok fazla uzaklaşmadan Savaş ve Barış'ın İngilizcedeki yeni çevirisine dönelim. Politics (Politika) adlı bir romanı da bulunan Adam Thirlwell, ekim ayı başında The Guardian'ın kitap ekinde çıkan yazısında, Anthony Briggs'in yeni Savaş ve Barış çevirisini eleştiriyor. Briggs, kitabın başında, çevirisiyle ilgili bir not düşmüş. Demiş ki: "Tolstoy, Rusların kolay okudukları bir yazardır, Tolstoy'u çevirmek de nisbeten kolaydır. Üslûp sivriliklerine, şaşırtı ve şaşırtmacalara pek sık rastlanmaz. Özellikle diyaloglar, bireylere uygun özellikler taşısa da, her zaman doğaldır. Tolstoy'u çevirirken dikkat edilmesi gereken en önemli şey, aynı kolay okumayı sağlayabilmek ve zengin ama gerçekçi diyalogları aynı rahatlıkta verebilmektir..." Thirlwell, Briggs'in yaklaşımını tam da bu noktada eleştiriyor ve Tolstoy'un "ihanete uğradığını" söylüyor.
Thirlwell, Tolstoy'un "kolay okunan bir yazar olduğu" görüşüne karşı çıkarken, tanık kürsüsüne Vladimir Nabokov'u, Çehov'u ve James Joyce'u çağırıyor.
Nabokov, öğrencilerine, "basitliğin palavra olduğunu" anlatırmış hep. "Hiçbir büyük yazarın basit olmadığını" söyler, Tolstoy'un üslûbunun "yaratıcı tekrarlamalar"dan oluştuğunu gösterir, "Tolstoy el yordamıyla araştıra araştıra ilerler, duraklayıp bakınır, sözcüklerle oynar, Tolstoy'ca eğlenir..." dermiş.
Çehov, "Tolstoy'un diline dikkat ettiniz mi?" diye sormuş bir sohbette. "Birbiri üstüne yığılan büyük dönemler, tümceler. Ama bunun rastlantıyla olduğunu ya da bir kusur olduğunu sanmayın. Sanattır bu, üstelik ancak zorlu bir uğraşın sonunda gelir..."
James Joyce, yirmi üç yaşında, belki Dublinliler'in ilk öykülerini kaleme aldığı sıralar, erkek kardeşine yazdığı bir mektupta, "Tolstoy'a gelince, sana hiç katılmıyorum," demiş. "Tolstoy müthiş bir yazar. Asla sıkıcı değil, asla budala değil, asla yorulmuyor, asla bilgiçlik taslamıyor, asla teatral değil..."
Thirlwell, üç büyük yazarın söylediklerinden yola çıkarak bir çeviri eleştirisine girişiyor; Tolstoy'u "kolay okuyan" Briggs'in, Savaş ve Barış'ın ayrıntılarındaki incelikleri, ironiyi yakalayamadığını, o yüzden Tolstoy'un bu çeviride ihanete uğradığını anlatmaya çalışıyor.
İzninizle, burada ben de konumuza biraz ihanet edeyim, yapma etme, ne işimiz var oralarda deseniz de, otuz beş yıl kadar önceye, Mamak Askerî Cezaevi'ne götüreyim sizi. O sıra Ön Hücreler denen koğuştaydım. Elimizdeki kitapların hepsini okumuştum. Duyduğuma göre, Savaş ve Barış'ın dört ciltlik Türkçe çevirisi 5. Koğuştaydı. 5. Koğuşun penceresi, bizim koğuşun havalandırmasına bakıyordu, ama oradakilerle konuşmamız yasaktı. Gene de, havalandırmada volta atarken pencerenin önüne her gidişimizde orada duran arkadaşla gizlice, kısa kesik konuşabiliyorduk. Yarım saatlik havalandırma boyunca, karşı duvarla 5. Koğuşun penceresi arasında gidip gelirken, Savaş ve Barış'ı bana göndermeye razı etmeye çalışmıştım oradaki arkadaşı. Nuh diyor, peygamber demiyordu. Ona kalırsa, o bitmek tükenmek bilmeyen, sıkıcı romanı okuyacağıma, oturup elimizdeki politik kitapları okumalıydım; edebiyat "yumuşatırdı" insanı, oysa bizim savaşabilmemiz için yumuşamamamız gerekiyordu. Sonunda romanı bir biçimde edindim, böylece Savaş ve Barış'ın Türkçesini ilk kez orada okudum. 5. Koğuşun penceresindeki arkadaş gibi düşünenlerin çoğu sonradan ya yumuşayıp pelteleştiler ya da o kadar katılaştılar ki taş kesildiler.
Ne ki, Tolstoy'un Savaş ve Barış'ı, yazıldığı 19. yüzyıl başlarından bugüne değin kötü çevirilere de direndi, kötü okurlara da. Savaşı ve barışı anlattığı için değil, savaşta ve barışta yaşamın farklı kesimlerinden insanları doğumları, çocuklukları, olgunlukları, aşkları, tekmil ruh halleri, evlilikleri, ölümleriyle ustaca betimleyebildiği, anlatabildiği için.

Bizde tam on dört çevirisi var
Bu arada, Savaş ve Barış'ın İngilizcedeki yeni çevirisini görünce bizdeki çevirileri merak ettim ve Idéefixe'ten bir bakayım dedim. Ve aklım durdu. Şu anda piyasada tam on dört Savaş ve Barış var. Yayınevlerini sayayım: Übl Yayıncılık, Karınca Kitabevi, Karanfil Yayınları, İskele Yayıncılık, Sentez Yayınları, Mavi Yelken Yayıncılık, Bordo Siyah Yayınları, Oda Yayınları, Kastaş Yayınları, Morpa Kültür Yayınları, Timaş Yayınları, Akvaryum Yayınevi, Engin Yayıncılık ve İletişim Yayınları. Bunlardan İletişim'deki Leyla Soykut çevirisiyle Engin Yayıncılık'taki Mete Ergin çevirisinin yapıtın Rusça aslından yapıldığını biliyoruz. Kastaş'tan çıkan Vahdet Gültekin çevirisi ise İngilizceden yapılmış olsa gerek. Öteki çevirmenlerin adlarını ilk kez duyuyorum ve neceden, nasıl çevirdiklerini bilmiyorum. Yalnız, bu araştırmayı yaparken, Attila Tokatlı'nın da 1980'lerin başında bir Savaş ve Barış çevirisinin (herhalde Fransızcadan) yayımlanmış olduğunu öğrendim. Yirmiye yakın Savaş ve Barış çevirisi içinde, en azından Leyla Soykut ve Mete Ergin çevirilerinin asıllarından yapılmış güvenilir çeviriler olduğunu söyleyebiliriz.
Bu şu yaptığıma araştırma bile denmez. Bence konunun uzmanları (örneğin, bir Rus Dili ve Edebiyatı uzmanı) bu çevirilerin tümünü incelemeli, sapla samanı birbirinden ayırmalı. Savaş ve Barış sürekli okunuyor ki, bunca yayınevi üstüne atlamış. Ama okurlar ne kadar sağlıklı çevirilerle karşı karşıyalar? Bunun ortaya çıkarılması gerekir diye düşünüyorum.
Gördünüz mü? Savaş ve Barış'ın İngiltere'de Penguin Classics'ten çıkan yeni çevirisinden kalktık, nereye geldik!