Moskova

Moskova

30 Ekim 2017 Pazartesi

Peterburg'un mistik mekanları, simgeleri (1)





Rusya'nın 'kuzey başkenti' olarak bilinen Peterburg, muhteşem Rus kültürel mirası, saray ve kanallarının yanı sıra çok sayıda mistik, umut ve şans vaat eden mekanlarıyla da büyülüyor.

İşte bir örnek:

'Çijik-Pıjik'

Nehrin kenarındaki cömert bir yaratık olarak bilinen 'Çijik-Pıjik' isimli sevimli bir kuş heykeli.

İnanca göre dileğinizin gerçekleşmesinin şartı, madeni parayla gagasına vurabilmekten ve paranın heykelciğin kaidesinde kalabilmesinden geçiyor-Ki bunu yapabilmek bayağı beceri istiyor. Hiç de kolay değil.

28 Ekim 2017 Cumartesi

Türkan Şoray’lı Ferhat ile Şirin/Bir Aşk Masalı Hangi Ülkede 25 Milyon Seyirci Topladı?


Hakan Sonok


Rus sineması inanılmaz devlet desteğiyle ve dünya çapında büyük yeteneklere sahip olmasıyla her dönemde mucize sayılabilecek filmlere imza atmıştır.

Bu filmlerin ülkenin en güçlü şekilde propagandasını ve tanıtımını yaptığı da tartışılmaz bir gerçektir.


Nazi Almanyasının Rusyaya Saldıracağını Öngören Film: Alexander Nevsky

Sovyet yönetmenler Sergei Eisentein ile Dmitri Vasilyev’in “Alexander Nevsky” adlı filminin ilk gösterimi 25 Kasım 1938’de Moskova’da gerçekleştirildi. Film Rusya’ya 700 yıl önceki (13. yüzyıldaki) Alman saldırısını anlatıyordu; bununla da kalmıyor adeta ikibuçuk yıl sonra Haziran 1941’de üç milyon Alman askerinin Sovyetler Birliği’ni istilâya kalkışmasını haber veriyordu!


Eisentein “Korkunç İvan 2. Bölüm”ün Gösterim Yasağının Kalktığını Göremedi

Yönetmen Sergei Eisentein’ın “Korkunç İvan 2. Bölüm” adlı filmiyse 1946’da çekilmesine rağmen sakıncalı bulunarak 1958’e kadar Sovyet halkına sunulmayacaktı. Yönetmeni 1948’de öldüğünden filminin yasağının kalktığını da göremeyecekti.


Gözü Dönmüş İstilâcılar Rus Halkına Büyük Acılar Yaşattı

Napoleon ve Hitler’i, “Rusya’nın Derinliği”, “Amansız Kışı” (Rusya’nın dondurucu, öldürücü soğuğu Napoleon’a eksi 35 derece, Nazilere eksi 32 derece olarak korkunç yüzünü gösterdi) ve “Dişiyle Tırnağıyla Bile Mücadele Eden Rus Halkı” durdurmuş, bozguna uğratmıştır. Bu iki diktatör dünyaya egemen olabilmenin yolunun Rusya’ya diz çöktürmekten geçtiğini kavramışlardı. İlki başkent Moskova’ya girdi, Ruslar tarafından yakılan şehri elde tutamadı, diğeri Moskova önlerine kadar geldi, Moskova’ya 24 kilometre kadar yaklaştı…

Kuduruk Hitler, Napoleon’un istilâ silsilesini aşmaya (Rusya’yı ele geçirmeye ve halkını esir etmeye) kalkışmış ve bu korkunç çatışma 27 milyon Sovyet vatandaşının ölümüne neden olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin adeta akıttığı/yağdırdığı yardım malzemeleri, araç gereç, silâh, cephane Rus halkının ve ordusunun ayakta kalmasına, Almanları yenmesine büyük ölçüde yardımcı olmuştur.

“Enemy at the Gates-Kapıdaki Düşman”(2001; yönetmen Jean-Jacques Annaud; yapım bütçesi: 68 milyon dolar) filminde anlatıldığı gibi Ruslar en azından İkinci Dünya Savaşı’nın başında Almanların önüne sürdükleri askerlerin bir bölümüne silâh sağlayamamış, bu da korkunç sayıda Sovyet askerinin ölümüne, yaralanmasına, sakat kalmasına yol açmış, silâhsız olanlar çatışmada hayatta kalabilmişlerse ancak ölen askerlerin silâhını kapabilirlerse savaşa dahil olabilmişlerdir.


Rus Halkının Sinema Aşkı Dillere Destandır!

Bugün yapılsa 700 milyon doların bile yetmeyeceği Sergei Bondarchuk’un ölümsüz yazar Tolstoy’dan satır satır uyarladığı “War and Peace-Savaş ve Barış” (1967) ölümsüz Rus filmlerinden biridir. O dönemde bu filme 100 milyon dolar harcanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde yabancı film Oscar’ını kazanan “Savaş ve Barış”ı Sovyetler Birliği’nde 135 milyon 300 bin kişi seyretmiştir.

Bondarchuk yaşadığı dönemde 3 milyon 500 bin kişinin ölümüne yol açan Napoleon’un 1812’deki Rusya istilâsını ve bozgununu anlattığı “Savaş ve Barış”tan sonra Napoleon’un 18 Haziran 1815’teki son savaşını da “Waterloo”da (1970) anlattı. Rus versiyonu 4 saati bulan bu filmin bütçesi de 25 ilâ 35 milyon dolar arasındadır. Bu film 1972’de “Waterloo Savaşı” adıyla ve kısa versiyonuyla Türkiye sinemalarına geldi.

Sergei Bondarchuk’un bir başka filmi “They Fought for Their Country-Vatanları İçin Öldüler”dir (1975’in filmi Türkiye’de 1978’de gösterilmiştir). Alman istilâcılara karşı Sovyet halkının kahramanca direnişini konu alan bu filmin Sovyetler Birliği’ndeki seyirci sayısı 40 milyon 600 bine ulaşmıştır.

İkinci Dünya Savaşı acıları, vahşeti, sıkıntıları ve zaferi Sovyetlerde 66 milyon kişiyi sinema salonlarına çeken “The Dawns Here Are Quiet-Sakindi Oranın Şafakları” (Yönetmen: Stanislav Rostolsky; 1972’nin filmi Türkiye’de 1977’de gösterildi) ve 56 milyon 100 bin kişiye ulaşan “The Great Battle-Tankların Savaşı”nın da (1969’un filmi Türkiye’ye 1974’te geldi) konusudur.


İç Savaşın Acıları

Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmeleriyle sonuçlanan İç Savaş’ın toplam ölü sayısı da en az on milyon kişi olarak hesaplanmıştır. Kızılların yendiği ve öldürdüğü (1920’de) Beyaz Ordu’nun komutanının (Alexander Kolchak) hikâyesi de 22 milyon dolar harcanan ve dünya hasılatı 78 milyon doları bulan “Admiral-Amiral”(2008; yönetmen: Andrey Kravchuk; başrolde Konstantin Habenski) adlı muhteşem filme kaynak olmuştur.

Sergei Bondarchuk’da “Ten Days That Shook the World-Dünyayı Sarsan On Gün”de (1983) Çarlık yönetiminin yıkılmasını konu almıştır.

Bolşeviklerce katledilen Çarlık Ailesini konu alan Rusların 18 milyon dolarlık büyük prodüksiyonu “The Romanovs: An Imperial Family” (2000; yönetmen: Gleb Panfilov) ise Amerikalıların aynı konudaki “Nicholas and Alexandra”sından (1971) hiç de aşağı kalmaz.


Rus-Japon Ortak Yapımı: Dersu Uzala

Rusya’ya yabancı film Oscar’ını kazandıran “Dersu Uzala” (1975; Rus-Japon ortak yapımı) ise Japonya’nın çıkardığı en müthiş, en büyük yaratıcı yönetmen olan Akira Kurosawa’nın imzasını taşır. 4 milyon dolara malolan filmi sadece Sovyetler Birliği’nde 20 milyon 400 bin kişi seyretmiştir. Bu film Türkiye’ye ancak 1978’de gelebilmiştir.


Larisa Shepitko’nun Erken Ölümü Sinema Dünyası İçin Büyük Bir Kayıptı

Yukarıda Sovyet Rus sinemasının temel konusunun Nazilerle dişe diş mücadele olduğunu belirtmiştik. Bunlardan biri de Berlin Film Festivali’nde büyük ödül Altın Ayı’ya (1964’te Metin Erksan’ın “Susuz Yaz” adlı filmi de aynı ödülü kazanmıştı) layık bulunan “The Ascent”dir (1977). Filmin kadın yönetmeni Larisa Shepitko (6 Ocak 1938 doğumlu) ne yazık ki 2 Haziran 1979’da trafik kazasında öldüğünde 41 yaşını tamamlamamıştı. Geride 8 yaşındaki oğlu Anton’u (1971 doğumlu) ve kendi gibi yönetmen olan eşi Elem Klimov’u (1933-2003) bıraktı.


Shepitko’nun Kocası Elem Klimov’un Filmleri de Uzun Yıllar Yasaklıydı

Ülkesindeki Yeniden Yapılanma (Perestroika) döneminden yararlanarak, Mayıs 1986’da Sovyet Film Yönetmenleri Sendikası’nın Genel Sekreteri seçilen Elem Klimov, Sovyet Komünist Partisi’nin katı, bağnaz sansürcülerinden çok çeken, pek çok filmi uzun yıllar yasaklı kalan yönetmenlerden biriydi.

Elem Klimov, Larisa Shepitko’yu konu alan 25 dakika uzunluğundaki “Larisa” (1980) adlı belgesel yanı sıra Son Rus İmparatoriçesini (Çariçesini) etkisi altına alan gizemli adam Rasputin üzerine “Agoniya”ya da (Agony: The Life and Death of Rasputin; 1981) imza atmıştır.

“Elveda Matyora-Farewell to Matyora/Proschanie” (1983) Shepitko’nun başlayıp kazada ölünce bitiremediği, kocası Elem Klimov’un devraldığı, tamamladığı ve Shepitko’nun senaryo yazarlarından biri olduğu filmdir. Sovyetler Birliği’nde 1 milyon 300 bin kişi tarafından seyredilmiştir. Film baraj suları altında kalan bir yerleşim yerinin ve oradan istemeye istemeye, göç etmek zorunda kalan insanların göz yaşartıcı hikâyesini konu alır.


Oscar Ödülüne Aday Olsun Diye Yollanan “Gel ve Gör”ün Aday Olamaması Skandaldı!

Elem Klimov’un bir sonraki filmi “Come and See-Gel ve Gör”ün Sovyetler Birliği’ndeki seyirci sayısı 28 milyon 900 bini bulur. “Gel ve Gör” Hitler felâketini en çarpıcı ve sarsıcı şekilde anlatan filmlerden biridir. “Gel ve Gör”, yabancı film Oscarına aday olabilmesi için ülkesi tarafından Los Angeles’a gönderilmiş ve skandal sayılabilecek bir seçimle Oscar adaylığı kazanamamıştır. Bu film Türkiye sinemalarına 1997’de gelebilmiştir.


Rusya’nın Süperstarı: Innokenti Smoktunovsky

Sovyetlerin en ünlü erkek yıldızı Innokenti Smoktunovsky’dir (1925-1994). Onun Hamlet’i canlandırdığı “Gamlet” (1964) Sovyetler Birliği sinemalarında 21 milyon 100 bin kişiye ulaşırken, besteci Çaykovski’yi canlandırdığı “Çaykovski” (1970) 23 milyon 700 bin kişiyi bulmuştur.


Çaykovski Biseksüel miydi, Heteroseksüel miydi?

Rus filmi “Çaykovski” İngiliz yönetmen Ken Russell’ın “The Music Lovers-Yalnız Kalpler”ine (1970) Rusya’nın yanıtıdır. “Women in Love-Aşık Kadınlar”la yönetmen dalında Oscar adayı olan ve Glenda Jackson’a ilk Oscar ödülünü kazandıran Ken Russell, Richard Chamberlain’ın Çaykovski’yi, Glenda Jackson’ın Çaykovski’nin karısını canlandırdığı “The Music Lovers-Yalnız Kalpler”de Çaykovski’nin eşcinsel olduğunu, karısının cinsel isteklerini karşılayamadığını ve bu nedenle kadının akıl hastanesine düştüğünü iddia edince Ruslar çok kızmış, çok alınmıştır. Rus Devleti’nin resmi görüşüne ve onu dile getiren sözcülerine göre “Çaykovski eşcinsel, biseksüel değildir; sapına kadar heteroseksüeldir.”


Oscar Ödüllü “Aşk Gözyaşlarına İnanmıyor”

Yabancı film Oscar’ıyla ödüllendirilen “Moscow Does Not Believe in Tears” (1980’in filmi Türkiye’de 1987’de “Aşk Gözyaşlarına İnanmıyor” adıyla gösterildi) 84 milyon 400 bin kişiyi Sovyetler Birliği’nde sinemalara çekmeyi başarmıştır.


“Andrei Rublev” Beş Yıllığına Rafa Kaldırıldı!

Dünyanın en iyi, en değerli yönetmenlerinden biri olan Andrey Tarkovski’nin “Andrey Rublev”i Komünist Partisi bürokratlarını rahatsız ettiğinden Sovyetler Birliği’nde yaygın dağıtıma ilk gösteriminden (1966) beş yıl sonra 1971’de girebilmiştir. Bu büyüleyici filmin Sovyetler Birliği’ndeki seyirci sayısı 2 milyon 980 bin olarak açıklanmıştır.


Türkan Şoray’lı “Ferhat ile Şirin/Bir Aşk Masalı” 25 milyon 400 bin kişiyi sinema salonlarına çekmişti

Yapımcı Sabah Duru ile eşi Yılmaz Duru’nun elinden çıkan, Sovyetler Birliği’ne yerleşmek zorunda kalan Nazım Hikmet’in tiyatro için yazdığı eserden uyarlanan Türk-Rus ortak yapımı “Ferhat ile Şirin/Bir Aşk Masalı”da (1978) Sovyetlerde 25 milyon 400 bin kişiyi sinema salonlarına çekmeyi başarmıştır. Çekimleri öncesinde Moskova’daki Mos Film Stüdyoları’nda Topkapı Sarayı’nın dekoru oluşturulan bu filmde başrollerde Türkan Şoray, Faruk Peker, Yılmaz Duru, Alla Sigolava, Armen Cigarhanyan, Anatoli Papanof, Vsevolod Sanayev, Adil İskenderov’da vardır. Bu halk masalı daha önce Fuzuli ve Nizami tarafından da yorumlanmıştı. Filmin yönetmeni de Azeri Ejder İbrahimof’tur.

Türkan Şoray “Sinemam ve Ben” kitabında bu filmin çekimlerinde ne yazık ki atların öldüğünü söyler ve öğrendiği Rusça kelimeleri sıralar: “Sıpa siba” (Teşekkür ederim), “Siyonka” (Çekim), “Haroşo” (Çok Güzel).


Bazı Önemli Rus filmleri:

* Dostoyevski uyarlaması “The Brothers Karamazov-Karamazov Kardeşler” (1969) Sovyetler Birliği’nde 28 milyon 300 bin kişiyi sinema salonlarına çekti.
* “Vor/The Thief-Hırsız” (1997; Türkiye’de 1999’da gösterildi) Yabancı Film Oscar’ına aday Gösterildi. Maliyeti iki milyon dolardı.
* “The Turkish Gambit-Türk Hamlesi” (2005). Boris Akunin’in Türkiye’de Altın Kitaplar Yayınevi tarafından basılan romanının uyarlaması. Maliyeti üçbuçuk ilâ dört milyon dolar arasındadır. Sadece Rusya sinemalarında 18 milyon dolar hasılat toplamıştır.


Rusları, Rusyayı, Rus tarihini Konu Alan Diğer Ülke Filmlerinden Bazıları:

* “Doktor Jivago” (1965) David Lean
* “Testimony” (1988) Tony Palmer
* Tolstoy’dan uyarlama ”Anna Karenina”(1935) Clarence Brown
* “Peter the Great-Büyük Petro” (1986) Marvin J. Chomsky ile Lawrence Schiller
* “Stalin” (1992) Ivan Passer
* “Nicholas and Alexandra” (1971) Franklin J. Schaffner
* “The Last Station-Aşkın Son Mevsimi”(2009) Michael Hoffman
* “Reds” (1981) Warren Beatty
* “The Assassination of Trotsky-Meksika’da Cinayet” (1972) Joseph Losey
* “The Fixer-Kiev’deki Adam” (1968) John Frankenheimer
* Nikolai Gogol’den uyarlanan “Taras Bulba” (1962) J. Lee Thompson
* “Rasputin: Dark Servant of Destiny” (1996) Uli Edel
* “Fiddler on the Roof-Damdaki Kemancı” (1971) Norman Jewison
* Tolstoy uyarlaması “War and Peace-Savaş ve Barış” (1956) King Vidor
* “The Russians Are Coming” (1966) Norman Jewison
* “Enemy at the Gates-Kapıdaki Düşman” (2001) Jean-Jacques Annaud
* “The Hunt For Red October-Kızıl Ekim” (1990) John McTiernan
* “Nijinsky” (1980) Herbert Ross
* “Anastasia” (1956) Anatole Litvak
* “The Music Lovers-Yalnız Kalpler” (1970) Ken Russell


(09 Nisan 2013)
Hakan Sonok

24 Ekim 2017 Salı

“Baskının, çaresizliği değil, anlatma inadını doğurduğunu düşünüyorum


Melek Aydoğan



Rusçadan pek çok kitap çeviren Günay Çetao Kızılırmak: Bugüne gelebilmiş eserlere baktığımızda, edebiyatın kendi yolunu yürüdüğüne ve büyük bedellerle de olsa kendi özgürlük alanını koruduğuna inanıyorum


Vladimir Nabokov Rus Edebiyatı Dersleri’nde “Rus romanında Rusya'yı aramayalım; bireysel dehayı arayalım. Başyapıta bakalım, çerçevesine değil; çerçeveye bakan diğer insanların yüzlerine de değil.” diyor. Günay Çetao Kızılırmak ile devrimin 100’üncü yıl dönümünde Sovyet Edebiyatı’nı ve “bireysel deha” Andrey Platonov’u konuşurken, Nabokov’un görüşünü benimsemeyi seçtim. Çevirmen Günay Çetao Kızılırmak, diasporalı Çerkeslerden. 1994’te ailesiyle birlikte Adigey Cumhuriyeti’ne döndü ve Adigey Devlet Üniversitesi Rus Filolojisi Bölümü’nü bitirdi. Rusçadan Türkçeye pek çok kitap çeviren Kızılırmak, Çevengur çevirisiyle Dünya Kitap Yılın Çeviri Kitabı Ödülü’nü aldı. Mutlu Moskova, Kadın Yok Savaşın Yüzünde, Üç Ölüm, Underground, çevirilerinden bazıları.

SSCB’de devrimden önce ve sonrasında birçok eser sansürlendi, yasaklandı, toplatıldı. Sadece proletaryanın kazanımlarını yücelten, ortak ideallerin getireceği mutlu gelecekten bahseden, komünizm ütopyasına olan inancı sorgulamayan metinler yayımlanabiliyordu. Kabaca söyleyecek olursam, edebî eserler birer politik metin olarak da kullanılıyordu. Bu, edebiyatın işlevlerinden biriydi. Yakılan, yok edilen birçok eseri de düşünürsek sizce devrim, edebiyatı hangi yönde körleştirdi?

Maalesef Sovyetler Birliği’nde birçok edebiyatçının devlet memuru gibi çalıştığını söylemek zorundayız. Devlet sahiden de sanata önem veriyor, çeşitli sergiler, etkinlikler, sanat gezileri düzenletiyor, rejime bağlı yazar ve şairlere çeşitli kolaylık ve olanaklar sağlıyordu. Ne var ki, yasak ve dayatmalara bir şekilde boyun eğmeyen yazarlar edebiyat çevrelerinde kendilerine yer edinemedikleri gibi, meslektaşlarının karalama kampanyalarına maruz kalıyor, kitap yayımlatamıyor, daha kötüsü çeşitli gizli ve aleni kovuşturmalara uğruyorlardı. Maksim Gorki, Aleksey Tolstoy, Mihail Şolohov gibi rejimle arası iyi olan ve muhakkak önemli eserler de vermiş yazarların, Mayakovski gibi devrimi ve kazanımlarını edebiyatının merkezine koymuş has şairlerin varlığı inkâr edilemez. Ama bunların da her birinin yaşam öykülerine baktığımızda, birçok bedel ödemek zorunda kaldıklarını görebiliyoruz. Tsvetayeva, Ahmatova, Mandelştam gibi şairlerin, Platonov, Pasternak, Bulgakov gibi yazarlarınsa yaşam hikâyeleri romanlara konu olabilir. Bu tür bir baskının varlığı, bir yandan “resmî” edebiyatı daracık sınırların içine çeker, toplumcu gerçekçiliği tek meşru sanatsal yöntemi ilan ederken, diğer taraftan dürüstçe yazmayı/ üretmeyi her koşulda sürdürenlere ve ancak kısmen yayımlanmayı başarabilenlere de –çok trajik ama– geniş bir tahlil ve tecrübe imkânı sağlıyordu. Baskının, çaresizliği değil, anlatma inadını doğurduğunu düşünüyorum. Bu nedenle bugüne gelebilmiş eserlere baktığımızda, edebiyatın –hiç değilse bir kısım yazar ve şairin eserlerinde– kendi yolunu yürüdüğüne ve büyük bedellerle de olsa kendi özgürlük alanını koruduğuna inanıyorum. Bu, her zaman her yerde böyle olmuş ve olacaktır umudu ve iyimserliğindeyim.

SSCB’deki siyasî sistemin yasakladığı yazarlardan biri olan Andrey Platonov’un çok sayıda öykü ve romanını Türkçeye çevirdiniz. “Platonov’un sürekli dar bir siyasî çerçeveden ele alınmasına da gönlüm razı değil” diyorsunuz bir yazınızda. Platonov’u çağdaşı diğer yazarlardan ayıran nedir?

Platonov’u, eserleri Stalin baskısı yüzünden yayımlanmamış ve ancak 80’lerde arşivlerden çıkmış bir yazar olarak tanımlamak ve edebiyatını sadece bu açıdan değerlendirmek haksızlık olur. Çağının şahidi olduğu muhakkak, ama çok yetenekli yazarların tümünde olduğu gibi, anlattıkları, derdi hep insana, insanca hâllere, tutkulara, vazgeçişlere, vazgeçmeyişlere yöneliktir. İnsanlar komünizmi kurmaya çalıştılar çünkü artık insanca yaşamak istiyorlardı, der. İnsanlık dışı bir düzeni ortadan kaldırmaya çalışırken çok kan döktüler, birbirlerine çok haksızlık ettiler, bir şey yapmaları gerektiğini biliyorlardı ama nasıl yapacaklarını bilmiyorlardı ve bir türlü öğrenemiyorlar, der. İnsanın kendine yenilişini çok güzel anlatır. Uzun bir yola gözü kapalı çıkan kişinin bir süre sonra bozkırın ortasında susuz, sevgisiz, yalnız kalışını anlatır. Bunlar herkesin, tüm insanların her zaman yaşadığı ve yaşayacağı şeyler. Ve aslında dönüp dönüp, insanın en kötü durumda bile ayağa kalkabileceğini eklemekten geri durmaz. Platonov’u birçok çağdaşından farklı kılan, derinlerde uzun süre nefessiz kalmayı başarabilmesi olabilir. Dünyanın dönüşünü bir baş dönmesi gibi yaşadığını sanıyorum. İçine sığmaya çabaladığı proleter edebiyatından istemeden de olsa kopmuştur, daha en baştan, hem içerik hem biçim yönünden. Bunun acısını da çok çekmiş, o eksene dönmeye çok çabalamıştır, ama elinden gelmez, sanki başka bir şey yazmaya, başka türlü yazmaya yazgılı/ lanetli gibidir. Bunları mektuplarından ve çağdaşlarının anlattıklarından öğreniyoruz. Trajik olanı doğal, doğal olanı trajik algılamamıza neden olan kendine has bir söyleyiş tarzı vardır– birdenbire ölümü en kolay ve kabullenilir, bir çocuğun can sıkıntısını ise büyük bir afet gibi hissederiz Platonov’u okurken.

Platonov’un eserlerinin kendi anadilinde yasaklanma ve sonra yeniden yayımlanma sürecinden bahsedebilir misiniz?

Aslında bu süreç Platonov’un bütün yaşamını kapsıyor ve tüm ayrıntılarıyla anlatmak zor. Bu konuda yazılmış çok detaylı biyografileri ve kendi mektupları var. Bunlar zamanla Türkçeye de çevrilecektir. Kısaca anlatmak gerekirse, Platonov mühendislik kariyerini bırakıp tamamen edebiyatçı olarak yola devam etme kararı aldıktan sonra, uzunca bir dönem proletaryanın içinden gelmiş, devrimin yetiştirdiği bir genç yazar olarak görüldü, özellikle de ilk yayıncısı Litvin-Molotov’un ondaki büyük cevheri hemen keşfetmesi ve çok önemsemesi sayesinde yazdıklarını yayımlatabildi ve epeyce ün kazandı. SSCB Yazarlar Birliği Başkanı Maksim Gorki ondaki yeteneği fark etti ve teşvik edilmesi gerektiğini söyledi. 1929’da Rusya Proleter Yazarlar Derneği’ne mensup yazarlar, “Çe-Çe-O”, “Kuşkuya Düşen Makar” ve “Devlet Sakini” adlı hikâyelerini sert bir dille eleştirince Platonov için zor zamanlar başladı. Stalin’in Kuşkuya Kapılan Makar ve Fayda adlı eserleri okuduğu, yayımcısı yazar Fadeyev’i azarlayarak Platonov’u yeren bir karşı makale yazmaya ve yayımlamaya mecbur bıraktığı söyleniyor. Bundan sonra Platonov çok zor bir duruma düştü. Düze çıkmak için, belki de gerçekten kendine kızarak, o güne kadar tüm yazdıklarını inkâr etmek zorunda kaldı. Bu, durumunu düzeltmedi. Sayısız mektupla yardımlarını istediği Gorki ve Fadeyev’den destek alamadı. Stalin’e bir sürü mektup göndererek affını diledi ama cevap alamadı. Geçimini edebiyattan sağladığı için ne yapıp edip bir öykü, bir oyun, bir makale yayımlatmaya çalışıyordu. Başardığı da oldu, özellikle II. Dünya Savaşı döneminde cephede yazdığı öyküleri yayımlama olanağı buldu. Çocuklar için yazdığı öykülerin bazıları yayımlandı. Fakat okura ulaşan her eserinden sonra eleştirmenlerin hedefi hâline geliyor ve buna samimiyetle şaşırıyordu, samimiyetle çünkü gerçekten de devrim ya da proletarya karşıtı bir şey yazdığını düşünmüyordu. Buna inanmak zor gelebilir ama böyle olduğunu mektuplarında yazdıklarından anlayabiliyorum. Son yıllarında, ağır hastayken, Şolohov ve Fadeyev’in yardımıyla bazı masal/ hikâyelerini yayımlattığı söyleniyor. Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü’nün yan binalarından birine yine bu yazarların çabalarıyla yerleşmiş ve bir defasında penceresinin önünü süpürürken görüldüğü için enstitüde kapıcılık yaptığı söylentisi yayılmış. Bu doğru değil ama çok zor geçindiği doğru. Çevengur, Çukur ve Can’ın yayımlandığını göremedi. 60’lı yıllarda bazı eserleri yayımlanmaya başladı ama başyapıtları Rusya’da ancak 80’lerin sonlarında gün yüzü görebildi.

Kısa bir süre önce Platonov’un Çukur romanı sizin çevirinizle yayımlandı ve okur tarafından da sevinçle karşılandı. Platonov’dan altı kitap çevirmiş biri olarak, onun Türkiye’de bu kadar çok sevilmesini hangi sebeplere bağlıyorsunuz?

Aslında Platonov’un “zor yazar” gibi bir imajı vardır okurlar arasında, biraz öyledir de, fakat klasik anlatı tarzının dışındaki “akmayan” metinlere aşina okur için Platonov okumanın büyük bir zorluğu olmadığı gibi, zevk de verdiğini sanıyorum. Türkiye’de de aslında beğenileri bu yönde gelişmiş okurların Platonov’u sevdiklerini zannediyorum. Bunun dışında, Platonov’un devrim, sosyalizm, Sovyetler Birliği tecrübesi gibi bizde her zaman ilgi duyulan meselelerle hesaplaşma macerası, Türkiyeli okurlarda karşılığını buluyor olmalı. Tüm kusurlarını ve zaaflarını gördüğü insanı nihayetinde bağışlıyor olması da belki bizi rahatlatıyor, çok sert bir siyasî çekişmenin ortasında yaşayageldiğimiz için. Bir de, en çok sevilenlerin, fazla eleştiri barındırmayan eserleri olduğuna dair bir tespitim var, Can gibi, Dönüş gibi ve bunda üzülecek bir şey yok, hepimizin devrime dair aydınlık bir şeyler okumaya ihtiyacı var çünkü. Bununla birlikte, Platonov çelişkiler, sancılar, hayal kırıklığı, kesintisiz arayış ve sorgulama demek ve bunun da belirli bir yaşın üzerindeki, benzer sancıları duyan okurlarca fark edilip önemsendiğini zannediyorum.

Her çevirinin zorlukları, sorunları ve ilginç yanları var. Platonov’u çevirirken en çok hangi durumlarda zorlandınız?

Aslında her kitapta, her cümlede zorlandım, her kitapta, “bu en zoru” diye düşündüm, ama Çukur’a vardığımda, en zorunun Çukurolduğunu anladım ve bu beni nedense rahatlattı. Zorluğun birinci nedeni tahmin edersiniz ki üslubu. Bürokratik terimlere, sloganlara kasıtlı olarak fazlasıyla yer veriyor, tabii onları kendince uyarlayarak. Aynı anda hem ciddi hem alaycı, hem bilgin hem çocuk; ters köşeleri çok fazla– kelimeleri, ifadeleri çarpıtabiliyor, çocuklarınkilere benzer dil hataları yapıyor, bilerek tabii. Hikâyenin arka planında tuhaf bir atmosfer oluyor hep, tamamen sözcük seçimleri ve onları bir araya getirme tarzıyla kuruyor onu. Fazla yalınlaştırmaktan ya da fazla edebîleştirmekten çekiniyorsunuz, tam da onun yazdığı şekilde çevirme gayreti gerginlik yaratıyor. Başka çevirilerde zaman zaman yorumlamaya gidebilirsiniz, okuyana eziyet çektirmemek için kestirme yollara sapabilirsiniz, Platonov’da bu imkân sınırlı, fazla uzaklaşmayı göze alamıyorsunuz, öte yandan karmakarışık bir çeviri de olsun istemiyorsunuz. İkinci zorluksa, eserlerin, Sovyetler Birliği’ndeki yaşama ait çok fazla kayıp ayrıntıyı barındırmasıyla ilgili. Metindeki bazı gariplikleri hep Platonov’un hayal gücüne bağlarken, kimi okuduklarımdan sonra işin öyle olmadığını, gerçekten de özellikle 30’lu yıllarda SSCB’de hayal gücünü zorlayacak şeyler yaşandığını öğrendim. Rus çevirmen Viktor Golışev bir söyleşisinde, ki orada Platonov’un İngilizce çevirilerini de değerlendiriyordu, çevirmenlerin şunları-şunları atlamış olması doğal, diyordu, çünkü bunları biz bile yabancı bir kavram gibi okuyoruz artık. Yine de internet çağında peşine düştükçe hemen hemen her şeyin izine ulaşılabiliyor. Epeyce gayretle.

Platonov Sovyet Edebiyatı’nda ilk olarak şiirleriyle görünüyor fakat Türkçeye şiirleri henüz çevrilmedi. Siz de şiir yazıyorsunuz. Platonov’un şiirlerini çevirmeyi düşünüyor musunuz?

Platonov yola şair olarak çıkmış, hatta bir dönem çalıştığı dergilere şiir gönderen gençlere kısa ve epeyce sert değerlendirme yazıları bile yazmış. Fakat ilk dönemine ait bu şiirler, Platonov’un özgün bir yazar olacağının ipuçlarını barındırsalar da bana kalırsa çok iyi değiller. Şiirin olmaması gerektiği kadar ideolojikler, diyelim.

Andrey Platonov dışında Tolstoy, Nikolai Leskov, Svetlana Aleksiyeviç gibi yazarlardan da eserler çevirdiniz. Svetlana Aleksiyeviç’e “yeni bir edebî tür” yarattığı vurgulanarak 2015 yılında Nobel Edebiyat Ödülü verildi. Türkiyeli okura daha önce çok da tanımadığı Aleksiyeviç’i çevirmek nasıl bir tecrübeydi?

Aleksiyeviç çevirisini aldığımda kızıma hamileydim ve çevirdiğim kitap savaşın vahşetleriyle ilgili tanıklıklardan oluşuyordu. Uzun zamandır kitap çevirmemiştim ve edebiyata hasrettim, biraz da bu yüzden çok etkilenerek çevirdim. Daha önce çevrilmemiş bir yazarı çevirmek zaten çok güzel bir his. Antikomünist olarak damgalanmasından ve dışlanmasından biraz endişelendim, edebiyat ödülünü hak etmediğinin düşünülmesinden de– ki bunların hepsi tartışmaya açık elbette. Aslında bunlar çevirmenin kaygıları olmamalı ama insan ister istemez çevirdiği yazarı sahipleniyor. Aleksiyeviç kendinden ibaret değil, binlerce insanın sesini yüklenmiş, onu böyle okumak anlamlı olur.  

Rus klasiklerinin çoğu Türkçeye çevrildi fakat Çağdaş Rus Edebiyatı için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Çağdaş Rus Edebiyatı’nda tematik ya da türsel olarak eğilimler ne yönde? Türkçeye çevirinin azlığı ile ilgili bir gözleminiz var mı?

Çağdaş Rus edebiyatıyla ilgili derin bir analiz yapamam ama hapishane yaşantısı, savaş, Sovyetlerin yıkılışı ve genel olarak Rusya tarihiyle hesaplaşma konularına rastlıyorum. Roman daha çok okunuyor galiba. Türkçeye az çevriliyor, bunun bir nedeni de Rusça kitap çevirmenlerinin sayıca çok olmamasıdır. Bir yayınevi Rusça bir eser için çevirmen arayışına girdiğinde çok kolay bulamayabiliyor.

Çevirinin işlevlerinden birinin, bir dildeki düşünceyi bir başka dilde hareket ettirmek olduğunu söyleyebiliriz. Bunu gözeterek, Rusçadan Türkçeye çevrilmeli diye düşündüğünüz ya da çevirmek istediğiniz bir kitap/ yazar var mı?

Doğrusu çeviriyle uğraşmaktan çok fazla okuyamıyorum ama okuyabildiğim ve “çevirsem” dediklerimin hepsi çevrildi. Bir dönem sadece okuyup keşfetmek istiyorum.


22 Ekim 2017 Pazar

Şarkı dinlemek tehlikelidir bazen


Hakan Aksay



Bazı şarkılar insanın canını yakar.

Bazen bir müzik, bazen bir koku, bazen bir söz, bazen de bir görüntü aniden insanın içini sızlatır.

Çünkü o müzik, o koku, o söz, o görüntü size artık hiçbir zaman ulaşamayacağınız geçmişi hatırlatır.

Hatırlarken bir süre bambaşka bir dünyadan denenmiş mutluluklar devşirirsiniz.

Ama anıların yakıtı hayal gücüdür.

O tükendiğinde hayaller gerçeğe dönüşür.

Hislerinizin size yaşattığı yolculuk keskin bir frenle duruverir.

Onca uzaktan nasıl bu kadar çabuk döndüğünüze şaşarsınız.

Şaşar ve üzülürsünüz.

O uzağa dokunamazsınız, onu tutamazsınız, onun içinde eskisi gibi yaşayamazsınız.

*          *          *         
Bu yıl hayatımın önemli bir bölümü yollarda geçiyor.

Yollarda sıkılmamanın en kolay yolu, içinde bulunduğunuz ortamı ve karşılaştığınız kişileri hafiften bir edebiyat kovasına batırıp çıkardıktan sonra izlemek, yaşamak, var olan özelliklere ve izlenimlere kendi uydurduklarınızı ekleyip hikâyeler yazmak. En azından aklınızda, yüreğinizde.

Yolda bazen okumak, bazen de yazmak iyi geliyor (mesela, bu cümleleri uçakta yazıyorum).

Son aylarda yollarda en sık yaptığım şey müzik dinlemek. Yalnızca kolay ve keyifli olduğu için değil. Aynı zamanda “koruyucu” etkisinden dolayı.

Sizi çevrenizdeki “gürültü”den, durmadan tekrar eden sığ monolog ve diyaloglardan koruyor.  

*          *          *
Birkaç gün önce havaalanından eve giderken kullandığım müzik sisteminden yeni şarkılar bulma denemelerim bir anda beni çok uzaklara savurdu.

Arama bölümüne Rusça bir şarkı adı yazıp bir deneme yaptım. Baktım oldu. Bu akıllı sistem Rusça da biliyormuş. Devamında ona sorduğum şarkılarla ta 80’li yıllara kadar gittim.

Çoğu hâlâ hayatta ve – eskisi kadar olmasa da – popüler olan şarkıcıları yeniden keşfettim: Valeriy Leontyev, Layma Vaykule,Sofya Rotaru, Valentina Talızina...

Ama ille de Alla Pugaçova. Sovyet/Rus pop müziğinin bu efsanevi ismini, dünya ilk  kez 1975’te Bulgaristan’daki Altın Orfe Yarışması’nda birinci olan Arlekino şarkısıyla duymuştu. Bizde de Esin Afşar bu şarkıyı Sanatçının Kaderi (Alkışlarla) adıyla Türkçe söylemişti.

80’li yıllarda yüreğimizde yer eden şarkıların belki yarısı Pugaçova’nın seslendirdikleriydi.

Tek tek indirmeye başladım bu şarkıları.

Ama artık eski hızım kalmamıştı. Adını veya ilk dizelerini hatırlayarak indirdiğim her bir şarkı, bana öyle şeyler hatırlatıyordu ki...

Bir gülüyor, bir ağlıyordum. Kim bilir çevremdekiler ne düşünüyordular o sıralarda; neyse, ne düşünürlerse düşünsünlerdi. 

 *         *          *
Leningrad Üniversite’sinin ilk yılları... Rusça ile başım biraz dertte. Ama yavaş yavaş alışıyorum. İnsanlara da, yeni hayatıma da...

Hafta sonları yaşadığımız öğrenci yurdunun beşinci ve dokuzuncu katlarındaki “okuma” (kimine göre “televizyon izleme”) salonlarında “diskotekler” düzenleniyor.

Rus kızlar müzikten şaşılacak kadar büyük keyif alarak ve neredeyse her bir notanın hakkını vererek çılgınca dans ediyorlar. Onlara - aynı olmasa da yakın tempoda ya da abartılı bir coşkuyla - eşlik eden birkaç delikanlı da eksik olmuyor.

Ama erkeklerin çoğu, kenarda bekleyen “beleşçiler” durumunda. Daha “kurt” geçinenler, ne zaman “slow” çalınacağını sabırsızlıkla bekliyor ve istedikleri sakinlikte bir melodi başladığında derhal gözüne kestirdikleri “kurbanları”na doğru atak yapıyorlar.

Biz daha çömeziz. Bakışıp “kesişerek” bir başarı kazanılabileceğini umuyoruz. Ya da kızlardan birinin aniden yanımıza yaklaşıp bizimle ilgilenmesini, bizi dansa kaldırmasını.

Tabii bu geceler genellikle “Şu tam ortadaki ne kızdı ama!” gibi zavallı erkek muhabbetleriyle sona eriyor.

Ve Pugaçova şarkı söylüyor: “Hayat geriye döndürülemez, zaman durdurulamaz”...

*          *          *         
Yine Pugaçova’nın şarkısıydı: “Bekle ve hatırla beni”.

Gerçekten de çok uzun süre hatırlayacağım bir ilişkim olmuştu. Evlilik bile gündeme gelmişti ilk kez. Ama O’nun o zamana kadar bana çok iyi davranan annesi ve babası tedirgin olmuştu. Çok insancıl birine benzeyen babasının endişesi farklı gibiydi. Bir gün benimle görüşmek istedi.

“Seni çok sevdim. Hayatını, mücadeleni saygıyla karşılıyorum. Ama kızımla evlenemezsin. Onu Sovyetler’den götüremezsin. Bu benim için de hiç iyi olmaz.”

Boris Amca KGB’de çalışıyordu ve benim yüzümden uyarı almıştı.

Pugaçova bu kez “Affet ve İnan” diye hüzünlü bir parçayı seslendiriyordu......

*          *          *
Yolum uzundu. Galiba hayatım da pek kısa sayılmazdı. Böyle birçok şarkı dinledim.
Neşeli, hüzünlü, düşündürücü, coşkulu...

Eve yaklaşmıştım. Telefonumun şarjı da iyice azalmıştı. Ama son bir şarkıya yeterdi.

Yine Pugaçova’dan: “Bensiz”...




“Eğer bensiz kalırsan, sevgilim, dünya sana bir ada gibi küçük gelir.
Eğer bensiz kalırsan, sevgilim, uçuşun tek kanatlı gibidir.
Sen kendini bir ara bakalım, sevgilim; işin zor gerçi.
Eğer bulursan, sevgilim, tekrar birlikte söyleriz ezgimizi.”

Bir sürü anı canlandı gözümün önünde yine. Ve sarı kalın örgülü saçlarıyla bir Sibiryalı kızın hayali şahlandı birdenbire. Adını hatırlayamadım. Ne o anda, ne de sonra. Belki Yulya idi. Ya da başka bir şey...

Daha yeni tanışmamıza rağmen pembe panjurlu evimizin ve irili ufaklı çocuklarımızın hayalini kurmaya başlamıştı. Bense hayatımın başka bir dönemindeydim o zaman.

Oralardan ayrılmaya hazırlanıyordum. Onu kırmak istemiyor, ama ciddi konuşmalarını şaka ile geçiştirmeye çalışıyordum.

Kısa sürede benim “sağlam ayakkabı” olmadığım kanısına vardı. O sırada başlarda “yenge edebiyatı” ile abartılı ilgi gösteren bir hemşerimin onu izlerken gizlediğini sandığı yanık bakışları Yulya’nın önüne yeni bir seçenek sürüyordu. Bense buna karşı hiçbir hamle yapmıyordum.

Galiba en çok kendisinden bu kadar çabuk vazgeçmeme ve onu kıskanmamama kızmıştı.

Hemşerim bir gün içkiyi fazla kaçırdı ve bana gözyaşları içinde “Biliyor musun, aslında ben alçak bir adamım” dedi. Devamını getirecek mi diye susup baktım.

Getirmedi. Çünkü yeterince sarhoş olmadığı için yeterince dürüst davranamıyordu. Son kadehi yuvarlayıp kalktım.

Teybimizde Pugaçova’nın popüler şarkısı “Bensiz” çalıyordu.

Ne oldu aralarında acaba?

Aşk var mıydı? Yoksa sadece intikam mı? Ya da alçaklık mı? Kim bilir...

Adı neydi acaba o kızın? Yulya olabilirdi. Ama emin değilim.

Bugün görsem ondan özür diler miyim?

Bunları düşünürken eve geldim.

 *         *          *
Yol boyunca epeyce şarkı dinlemiş, yıllar öncesine dönmüştüm. Ağlamış ve gülmüştüm.

Yine aynı şeyi düşündüm: Bazı şarkılar insanın canını yakıyor.

Bazen bir müzik, bazen bir koku, bazen bir söz, bazen de bir görüntü aniden insanın içini sızlatıyor.

Çünkü o müzik, o koku, o söz, o görüntü size artık hiçbir zaman ulaşamayacağınız geçmişi hatırlatıyor.

Ne demiş akıllı bir adam:

Anılar – tatlı da olsalar, acı da – insana hüzün verir.

DOSTOYEVSKİ MUTLULUĞU ÜÇÜNCÜSÜNDE YAKALAYABİLDİ


Necati Güngör


Mutsuz bir evlilik ve onu kumarbazlığa kışkırtan bir başka beraberlikten sonra Dostoyevski'nin sıkıntılı yaşam koşulları sürüyordu… Genç yaşta ölen abisinin ailesine bakmak durumunda kalmıştı. Sara hastalığının ötesinde yoksulluk ve kumarbazlık iki büyük illet olarak yakasını bırakmıyordu. Parasal yükümlülükleri yüzünden yayıncılarla yıkıcı sözleşmeler imzaladı ve onlar tarafından “Suç ve Ceza” (1866) ve “Kumarbaz” (1867) gibi yapıtları olağanüstü bir hızla yazmaya zorlandı. “Kumarbaz” romanı üzerinde çalışırken Anna Grigorievna Snitkina adında bir sekreter tuttu ve aynı yıl onunla evlendi.

Snitkina çalışmaya başlayalı henüz bir ay olmuştu.

Genç kıza evlenme önerisinde bulunmadan önce çok ikircim yaşamıştı. Çünkü işlerini akıllıca toparlayan kız yaşça çok küçüktü kendisinden. Böyle bir öneriden önce kızı testten geçirdi.

"Yeni bir roman düşünüyorum" dedi kıza. "Romanın kahramanları yaşlı bir adamla genç bir kız. Adam kızı seviyor ama, ona açılmaktan korkuyor. Reddedilme korkusu... Sence kıza açılmalı mı adam, evlenme önerisinde bulunmalı mı?"

Sekreter kız konuyu beğenmişti. "Gerçek aşk görünüşe hapsolmaz. Adam tereddüt etmemeli, kız ona olumlu yanıt verir mutlaka..." deyince, koca yazar kıza açılmak üzere kendinde cesaret bulmuştu.

Evlendiklerinde Dostoyevski kırk altı, Snitkina yirmi yaşındaydı. Huzurlu bir evlilikleri oldu. O kadar ki, üstadın, evlilik yüzüğünü kumarda rehin bırakmasını bile sorun etmedi kadın. Parasını kendi ödeyip yüzüğü kurtardı.


Bu arada Dostoyevski’nin romanları da tutunmuş, para kazanmaya başlamıştı.

21 Ekim 2017 Cumartesi

Sevgisizlik Bulaşıcıdır

Nuran Durmaz



Dönüş, Sürgün, Elena ve Leviathan filmlerinden tanıdığımız Andrey Zvyagintsev’in Sevgisiz (Nelyubov) adlı filmi Cannes Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne layık görülmüştü. Film Ekimi kapsamında gösterilen Nelyubov’da, günümüz Rusya’sında yaşanan bir kayıp hikâyesi anlatılıyor. Zvyagintsev, çoğunlukla yaptığı gibi, bu filminde de toplumsal felaketlerin izini bireysel yaşantıların derinlerinde sürüyor. Adını tam olarak koyduğu gibi, sevgisizlik üzerinden bir toplum eleştirisi getiriyor.

Soğuk bir film, Sevgisiz. Daha açılış sahnesinden, size soğuk bir hikâye anlatacağım diyor yönetmen, hazırlayın kendinizi. Filmin başında gördüğümüz okul binasının soğukluğu, zilin çalmasıyla fırlayarak kendilerini o sevimsiz binadan dışarı atan çocukların sesleriyle bir an olsun kırılır. Ormanda dolaşırken bulduğu bir şeridi bir sopanın ucuna bağlayıp ağaç dalına fırlatır çocuk. Orada artık kimsenin gözüne çarpmayacaktır o şerit. Önemine dikkat çekilmesi gereken alanları işaretlemek için kullanılan o şeride kimse dönüp bakmayacaktır. Tıpkı çocuğa kimsenin bakmadığı gibi. En çok gözönünde olması, en fazla özen gösterilmesi gereken çocuk an gelir yok olur. Seyirci olarak bizde bile iz bırakmadan kaybolup gider. Filmin başlarında çok az görürüz kendisini. Sonrasında, boşanma aşamasındaki çiftin kavgaları, yeni sevgilileriyle kendilerine yeni hayat kurma çabaları arasında gittikçe artan gerilim sürerken, peki çocuk nerede, ona ne oldu dediğimizde, aslında çocuğun çoktan beri, belki doğduğundan beri kayıp olduğunu anlarız. Arama timlerinin çocuğu bulup bulamamasının hiçbir önemi yoktur artık. Onu sevgiyle sahiplenecek kimse bulunmadığı sürece çocuk zaten kayıptır ve felaketten felakete sürüklenmektedir.

İşten atılmamak ve kredi borçlarını ödeyebilmek için her şeyi yapmaya hazır görünen baba, aşırı dindar işvereninin, ailesi olmayanları kapı dışarı ettiğini bildiğinden, iyi bir aile babası gibi görünmenin her türlü sahtekâr yolunu araştırır da, oğluna babalık yapmayı hiç düşünmez. Bir üst sınıftan sevgilisiyle kendine yepyeni bir hayat kurmanın peşindeki anne ise boşandıktan sonra oğlunu yetimhaneye bırakma fikrinden en ufak rahatsızlık duymaz. Zvyagintsev, belli ki konunun altını iyice çizmek istemiş ve sevgisizliği en uç noktada yaşayan karakterler yaratmıştır. Gittikçe babasına benzediğini düşündüğü oğluna hiç yakınlık duymayan kadının nasıl bu kadar katı olabildiğini anlamamız için anneanneyi kısacık bir sahnede görmemiz yeterli olur. Sevgisizlik, toplumda hastalık yapan bulaşıcı bir virüs gibi yayılmıştır ve yayılmaya devam etmektedir.

Bir ara, 2012 yılının sonuna doğru çılgınca büyüyen, dünyanın sonu mu geliyor tartışmalarına kulak misafiri oluruz. Gerçekten dünyanın sonu mu gelmektedir? Filmi izlerken bundan hiç şüphemiz kalmaz. Dünyanın sonu çoktan gelmiştir. İnsanların bencil ihtiyaçlarından başka bir şey düşünmediği; sadece statü, para ve kişisel taleplerine odaklandığı bir dünyada, kimsenin kimseyi sevmeyi beceremediği bir dünyada hayat var denebilir mi?

Dünyada neden bu kadar çok kötülük var? Leviathan filminde de bu sorunun üzerinde fazlasıyla duran yönetmen, bu filmde de aynı sorunu dert ediyor. Bu yönden bakıldığında, yönetmenin büyük Rus edebiyatı geleneğini takip ettiği söylenebilir. Diğer yandan, Rus edebiyatında örneklerini gördüğümüz karakterler çoğunlukla karmaşık ruh hallerine, zaman zaman belli ölçülerde iyi yönlerini de görebildiğimiz farklı kişilik özelliklerine sahiplerdir. Dostoyevski’den örnek verecek olursak, Raskolnikov gibi genç bir öğrenci veya Karamazov gibi bir toprak sahibi, derinine indikçe kazmaya devam etmek isteyeceğiniz zenginlikte karakterlerdir. Filmdeki ana karakterlerin ise, hakkında konuşmak dahi istemeyeceğiniz kadar sığ insanlar olduklarını görüyoruz. İnsanlar bu kadar mı sığlaştı, yoksa filmi eleştirebileceğimiz bir zayıflık mıdır karakterlerin bu kadar sığ olmaları? Bana göre, her ikisi de geçerli. Evet, günümüzde insanların büyükbir kısmının gittikçe daha da basit düzeyde yaşamaya yöneldikleri söylenebilir. Diğer taraftan, karakterleri biraz daha derinden görebileceğimiz, belki içlerindeki iyiliğin de bir ölçüde var olduğunu, tamamen yok olmadığını hissedebileceğimiz farklı yönleri de ortaya konulmuş olsaydı, film daha da üst perdeden bir anlatıma ulaşabilirdi demek de mümkündür.




Toplum normlarını pek çok farklı açıdan eleştirmesi de, filmi başarılı kılan yönlerden biri. Boris’in patronuna şirin görünmek için evlenip çocuk sahibi olmak istemesi; Zhenya’nın annesinden kurtulabilmek için evlenip çocuğunu doğurmayı seçmesi; toplumun insanları çocuklu aile yapılarına itelediğini gösterir. Ama ne var ki, artık yaşadığımız dünyanın koşulları aile kurumunu destekler nitelikte değil. Boşanma oranları tüm dünyada hızla artarken neden toplumlar hâlâ insanları evlenip çocuk yapmaya teşvik eder? Çoğu insan anne veya baba olmanın sorumluluğunu almaya hazır değilken, almak istemezken, neden çocuk sahibi olmak bu kadar desteklenir? Zorunluluk sonucu dünyaya gelen çocukların sevgisiz büyüme ihtimali ve bunun beraberinde getirdiği toplumsal felaketleri altını çize çize, tekrar tekrar söylüyor film bize. Sevgisizlik, toplumları içten içe çürüten büyük bir hastalıktır. Ve bu hastalık çocuk yaşta, hatta bebekken kapılır, asla iyileşmediği gibi, hızla yayılır.

Yönetmen, Leviathan filminde kapsamlı şekilde ele aldığı devlet kurumlarının çürümüşlüğü konusuna bu filmde de değinmeden geçmiyor. Kayıp çocuğun bulunması için en ufak bir girişimde dahi bulunmadıklarını görürüz polislerin. Olay doğrudan gönüllü toplum kuruluşuna yönlendirilir. Filmde tek iyi ve doğru işleyen yapı ise bu gönüllü organizasyonudur. Belki insanlığa dair tek bir umut varsa, bu umudun gönüllü girişimlerden geçtiğini düşünebiliriz. Filmin hemen her sahnesinde toplumsal çürümenin izleri görülür. Alkolizm, hedonizm, cep telefonuna bağımlılık ve selfie çılgınlığı bir yanda; Ukrayna’da yaşandığı üzere toplumsal travmalar diğer yanda… Evet, günümüz dünyasının bir özetidir gördüklerimiz.

Başında olduğu gibi sonunda da oldukça soğuk bir sahneyle biter film. Rusya soğuğu, kar soğuğu, sevgisizliğin soğuğu… Baştan bir sonraki sahne çocukların neşeli sesleriyle şenlenmiştir, sondan bir önceki sahne ise bize aynı duyguyu tekrar hatırlatır. Çocukların kahkahaları hayatımızdaki soğukluğu kırabilir. Eğer onlara dönüp bakabilir, yeni umutlar yeşertmeyi başarabilirsek.
(ND/AS)


Nuran Durmaz

Orta Doğu Teknik Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldu. İlk romanı Kayıp Düşler Peşinde 2013 yılında, ikinci romanı Salyangozun Yolculuğu 2016 yılında yayımlandı. Halen yönetim danışmanlığı alanında çalışıyor ve İstanbul’da yaşıyor.

20 Ekim 2017 Cuma

Gorbaçov mu, Gorbaçev mi?



"DİL YARESİ" MEVZULARI: 

Seksenli yıllardı. Glasnost (Açıklık) ve Perestroyka (Yeniden yapılanma) süreci devam ediyordu. Türk basın-yayın organları da tabii ki tüm dünya gibi bu konulara geniş yer vermekteydi. Ancak ilginç bir durum gözleniyordu. Gazetenin biri Gorbaçev yazarken bir diğeri Gorbaçov, bir üçüncüsü Gorbachev yazıyordu. Konu bir makaleye dahi konu olmuştu. Makalenin sahibi ‘Gorbaçov mu, Gorbaçev mi?’ diye soruyordu.

İlk Türk inşaatçıların Rusya’ya gelmeye başladığı 1989 yılından bu yana tam 28 yıl geçti. Rusya ve Türkiye arasında aşktan, evliliklerden, gaz boru hatlarına, nükleer santrallere, turizmden bankacılığa birçok alanda sıkı ilişkiler kuruldu. Bu yazıda aslında çoktan çözülmüş olması gereken bir konudan bahsedeceğiz.

Soru şöyle: Ruslar ve Türkler birbirlerinin özel isimlerini doğru yazabiliyor mu?

Bize sorarsanız bu konuda kocaman bir soru işareti  var.

Türkçe isimlerin Rusça’ya çevrilmesinde olduğu gibi Rusça isimlerin Türkçe’ye çevrilmesinde de farklı kullanımların olduğu anlaşılıyor.

Velhasıl 28 önce sorulan ‘Gorbaçev mi Gorbaçov mu?’ sorusu hala aktüel.

Facebook’ta sohbet niteliğindeki paylaşımların yanı sıra bazen ciddi konular da ‘ekran’a yatırılıyor. Bir süredir devam eden ve özünü yukarıda bahsettiğimiz konunun oluşturduğu bir tartışma dikkatimizi çekti.

Her şey ‘mürekkep yalamış’ bir A.Ü. D.T.C.F. Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü mezununun ‘Bugüne kadar Savaş ve Barış’ı, Suç ve Ceza’yı, Babalar ve Oğullar’ı İngilizce ya da Fransızca çevirisinden okumuşuz’ demesiyle başladı diyebiliriz.

Rusça isimlerin yazılışı konusu ondan önce de birçok kişinin kafasını kurcalamıştı ancak ilk defa konu edebiyat alanına taşınıyordu.

Çünkü Rusça orijinalinden edebi eserleri çevirme yolunda çevirmenin karşısına bu sorun çıkacaktı. Kendisinden önce yapılmış çevirilerin kaynağı Rusça orijinali olmadığı için özel isimlerin yazılımı konusunda da artık yerleşmiş, değiştirilmesi önceki, saygın çevirmenlerin çalışmalarına saygısızlık olarak algılanabilecek örnekler söz konusuydu.

Mesela, Çarlık Rusyası’nın başkenti Peterburg bu eserlerde Petersburg olarak geçmişti hep. Şimdi bunu Peterburg olarak yazmak (ki doğrusu budur!) Rusça orijinalden edebi çeviri yapma işinde daha başından başarısız kabul edilme riski taşıyordu.

Çevirmenin Rusça orijinalinden çevirisi ile Dostoyevskiy’in birkaç satırı görsel olarak Facebook’a düşünce o ‘eski konu’ yeniden alevleniverdi.

Çünkü yine A.Ü. D.T.C.F. Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu başka bir çevirmen şöyle bir soru yöneltmişti: ‘Peterburg’a ne dersin?’ Bu, Rusça ve Türkçe isimlerin yazılışı konusunda hassas bir çevirmendi. İşi Moskova’daki T.C. Konsolosluğu’nun Rusça isimlerin İngilizce transkripsiyonla yazılması talebine karşı çıkmaya ve bu nedenle ‘sorunlu isimler’ söz konusu olduğunda çeviri yapmamaya kadar götüren bir radikaldi. Yukarıdaki sorusunun nedeni de buydu zaten.

Velhasıl bu sorunun ardından paylaşıma katılan diğer insanlar (Rusça bildikleri belli olan) Rusça isimlerin nasıl yazılacağı konusunda akademik olmasa da kayda değer bir görüş alışverişine başladılar. Ortaya bir sürü sorunlu isim döküldü tabii bu arada.

Bu isimleri burada nasıl yazacağımız konusunda bile tereddütlüydük ve örnekleri bu yazıya taşımamaya karar verdik. Ne de olsa dilbilim otoritesi değiliz.

Dolayısıyla üzerinde ciddi akademik bir çalışma yapılması gereken böylesi bir konuda her biri Rusça bilen kişilerin tartışmasına da taraf olmak istemeyiz doğrusu. Velhasıl biz sorunun olduğunu belirtmekle yetinelim ve çözümü için dilbilim uzmanlarının çalışma yapması gerektiği hususuna dikkat çekelim. Ne de olsa 28 yıla aşkın Rusya Türkiye ilişkileri böyle bir katkıyı hak ediyor.

TürkRus.Com editörleri

15 Ekim 2017 Pazar

Kazan günlüğü: Bir ayağı doğuda bir ayağı batıda


İlber Ortaylı



Bugünkü Tataristan, eski Sovyet coğrafyasının istisnasız en eşitlikçi, en müreffeh olarak yaşayan kısmıdır. Fert başına milli gelir 12 bin doların üstünde. Petrol kaynakları ve sanayi altyapısı çok iyi kullanıldığı için şehirlerde bir düzen, temizlik ve zenginlik var. Bu bolluğun arkasında uzun ve bizi çok yakından ilgilendiren bir tarih var.

KAZAN Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nün (eski Sovyet Rusya’sında ‘enstitü’ denir) davetlisi olarak bu hafta başı Tataristan’daydım. Kazan Üniversitesi eski bir kurum ve Rusya İmparatorluğu’nun tarih itibariyle üçüncü en eski üniversitesi. 18’inci asırdan beri hizmet veriyor.


Aklınıza gelen tüm büyük adamlar ya buranın mezunu ya da burada okumuşlar. Tolstoy, buradaki Şark Dilleri Bölümü’nü bitirmeden terk etti; Lenin, ağabeyinin suikasta karışması dolayısıyla önce hukuk fakültesinden atıldı, bilahare müracaat ederek açıktan imtihanla bitirdi. Protestanlığa geçerek Alexander adını alan Ebu Musa Kazım Bey bu üniversitenin ünlü Türkologlarından.

TÜRK DÜNYASININ EN ÇOK SANATÇI YETİŞTİREN HALKI

Kazan aynı zamanda Rusya Müslümanlarının önemli bir dini ilimler merkezi. Türk dili ve araştırmaları tarihi de onun için burada inkişaf etmiş. Çünkü insanlar hem Rusya İmparatorluğu’nun coğrafyasını tanıyorlar, hem de Arapça, Farsça gibi dilleri icabında ta Kahire’deki El-Ezher’e gidip öğreniyorlar.


İstanbul’da okuyan Kazanlı münevverin sayısı hiç az değil. Müzik bakımından hem Doğu hem de Batı müziğini benimseyen bir halk. Galiba sadece Türk dünyasının değil bütün Doğu dünyasının Batı müziğiyle en çok temasta olan, sanatçı yetiştiren halkı Kazanlı Tatarlar. Bunda tabii Rus kültür dünyasıyla yakın ilişkinin de rolü var.

TARİHİN ÖNEMLİ FİGÜRLERİNİN ANAYURDU

Kazan hem Rusya’nın zenginlik ve kültürünü, hem Doğu’nun ilmini ve Müslümanlığını barındıran bir ülkeydi. Bütün Rusya’nın en müteşebbis zenginleri buradan çıkmıştır. Mesela Yusuf Akçura’nın ailesi Akçurinler bütün Rusya çapında hatta Amerika’da bile şubeleri olan bir ticarethane sahibiydiler. Türk inkılabının yakından tanıdığı Sadri Maksudi’nin damat girdiği aile de böyle. Zeki Velidi Togan ki Başkurdistan Cumhuriyeti’ni kurdu, tarihi coğrafya ilminin en önemli isimlerindendir. Rusya’da Arap harfli ilk matbaa bu bölgede çıktığı gibi Türkoloji ilmi de burada önemli ilerlemeler kaydetti.

YENİ ZENGİNLİK  KAYNAĞI TARIM

Bugünkü Tataristan, eski Sovyet coğrafyasının istisnasız en eşitlikçi, en müreffeh olarak yaşayan kısmıdır. Fert başına milli gelir 12 bin doların üstünde. Petrol kaynakları ve sanayi altyapısı çok iyi kullanıldığı için şehirlerde bir düzen, temizlik ve zenginlik var. Perestroika devrindeki Cumhurbaşkanı Mintimer Şeymiyev, fevkalade zeki bir politikacı. Nur Sultan Nazarbayev’le birlikte, bu coğrafyada makul ve ustalıklı hareketle kalkınmayı sağlayan iki devlet adamından biri. En önemli özelliği de Tataristan’da tarıma önem vermesi, bunu teşvik etmesi. Sovyet döneminde herkesin ihmal ettiği, sorular dolu sektör şimdi Tataristan’da bir zenginlik ve rahatlık kaynağı. Kazan halkı, eski reisicumhurları Mintimer Şeymiyev’i seviyor. Şimdiki cumhurbaşkanı Rüstem Minnehanov ise tam bir işadamı. Dolayısıyla her türlü yatırım ve özellikle de Türk yatırımları devam ediyor.

TÜRK ÖĞRENCİ MUTLU

Tarihin akışı içinde Sovyetler Birliği’nin perestroika ile kabuk değiştirip kendini feshetmesi gibi mühim bir olayın 1980’lerin sonuna rastlaması Türkiye açısından bir bakıma isabetli oldu. 1960’ların ve hatta 1970’lerin Türkiye’si iktisadi ve içtimai bakımdan Sovyet dünyasını etkileyecek bir ülke değildi; çok fakirdi, kırsal ağırlıklıydı. Burjuvazi henüz tamamıyla laf ebesiydi. Eski Sovyet dünyasından doğanların hayatına intibak edecek, oralarda çalışacak gençler bile ancak 1980’lerden sonra yetişti. Bugün her eski Sovyet cumhuriyetinde, oraların dilini bilen, tarih ve coğrafyasını araştıran, sokaktaki insanla, yöneticiyle üniversitedeki akademisyeniyle ve aydınlarıyla temas edebilen insanlarımız var.
Dışişleri bu yeni dünyaya uydu. Moskova Büyükelçiliğimiz Rusça bilen memurlarla tanınırdı. Kazan Başkonsolosumuz Turhan Dilmaç da hem yerli dili Kazan Tatarcasını hem Rusçayı biliyor. Bunun cumhuriyet yöneticilerinden sokaktakilere kadar ona duyulan sempatiyi ne kadar arttırdığını görmek lazım.
Kazan Üniversitesi Türk öğrenci dolu. Uyumları mükemmel görünüyor. Türk dünyasının hatta İslam dünyasının Batı’ya en açık ve teşkilatlı bölgesinde bulunmak, Türk öğrenciler açısından bir kazanç olmalı. Bunu verdiğim konferansta da gözlemledim. Konulara uyumları mükemmel.
Oraları gezip görmek isteyenler için de bir tavsiyem var: Herhalde bahar ayları ve yaz için Kazan şehri ve iki yüz elli km ötesindeki Bolgar Hanlığı’nın kayınları, nefis orman ve Volga boyları görülecek yerler arasında.

700 YILDIR TARİHİN MERKEZİNDE

-13’üncü asırdan beri Altın Orda Devleti’nin önemli merkezlerinden. Altın Orda’nın mirasçılarından olan Kazan Hanlığı’nı, Çar Müthiş İvan (Grozni) 1552’de alıp ilhak edince, Müslüman nüfus üstünde de baskı uyguladı. Bir kısım halk Hıristiyan oldu. Hıristiyanlığa dönen Kazan soylu ailelerinden biri de Yusupovlardır. Çar hanedanı Romanovların damadı Prens Feliks Yusupov, Birinci Cihan Harbi başladıktan sonra Rasputin’i öldüren üçlünün içindeydi. Rusya’yı kurtaracağını düşünüyordu. Gerçi suikastla bir memleket kurtarılmaz. Bazıları da “Rasputin’in bedduası tuttu, Rusya bu yüzden felakete sürüklendi” derler. 

- Türk halklarının Tatar ırkıyla bir ilgisi var mı? Şu sıralar Kazan Tataristan’ın tarihçileri “Biz Tatar değil, Bolgar’ız” diyorlar. Bolgar Hanlığı, Kazan’ın 250 kilometre güneyinde yer alıyor. Rusya Müslümanlarının ilk Müslüman devleti onlar (tahminen 930 yıllarında bu dini kabul ettiler). 7’nci asırda bugünkü Bulgaristan’a akın yapan ve Asparuk’un liderliğinde oraya yerleşen, bu Slav coğrafyasındaki memlekete Bolgar adını verenler de onlar. Tezin birincisi doğru; Rusya’nın Türk halklarının Tatar ırkıyla ve diliyle alakaları yok; onlar Kıpçak, Tatarlar ise Moğolistan’da yaşayan bir büyük kabile. 13’üncü asırda Rusya’nın istilasını Kıpçaklarla birlikte yaptılar. 19’uncu asırda bu bölgede eğitim hayli gelişti, siyasete de karıştılar. Sadri Maksudi Arsal, 1905 devriminden sonra kurulan Duma’ya mebus olarak girdi. Rus ihtilaline aktif olarak katıldılar. Bolşevik devrimine de Kazanlı Seyyid Sultan Galiyev önderliğinde iştirak ettiler. Galiyev’in stratejisi ve teorileri çok Türkçü bulunduğu için sonraları Stalin tarafından harcandı.

BİR DEV KİTAP TÜRKÇEDE

BU isimde bir kitap, daha doğrusu bir el kitabı Rusça olarak çıkmıştı. Volga boyunun tarihi için önemli müracaat kitabıydı. O bölgede yaşayan, bugünkü Kazan Tatar halkının öncüsü olan yerleşimler ta Volga Macarlarına, Bulgarlarına varana kadar taş devri buluntularından itibaren ele alınıp anlatılıyordu. Atlas Tartarica, Rus Şarkiyat ilminin ve hassaten bu dalda Kazanlı Tatar bilginlerinin önemli çalışmalarını içeren bir el kitabıydı. Bugün Rusçası neredeyse sahaflar ve kitap pazarlarında bile zor bulunuyor. Kazan Başkonsolosumuz Turhan Dilmaç, Bilimler Akademisi’nde profesör Rafail Hakimov’a bunun Türkçeye tercüme edilip basılmasını teklif etti. Bu önemli baskıyı özel sektörde Tataristan yatırım grubunu oluşturan, özellikle Kastamonu Entegre Grubu üstlendi ve Türk Dünyası Belediyeler Birliği işbirliğiyle Türkçe Atlas ortaya çıktı. Tercümeyi yapan, bu konularda çalışan Mimar Sinan Üniversitesi’nden Doç. Dr. İlyas Kemaloğlu’dur. Volga boyu tarihindeki halklar ve Tataristan’ın, modern tarih içinde önemli bir kaynak olduğunu belirtmek gerekir. Ümit edilir ki satışa çıksın ve yararlanmak isteyenlere ulaşsın.

BAZI KURUMLARIN TARİH SORMAMALARI, SORMALARINDAN İYİDİR


ÜÇ gün önce, üniversiteye giriş sınavlarından tarih sorularının çıkarıldığını öğrendim. Lise öğrencileri ve öğretmenleri büyük hüzün duyuyorlar. Bendeniz o kadar hüzünlü değilim. Bazı kurum ve kişilerin tarihi sormamaları, sormalarından iyidir. Daha ilmi ve ciddi bir tarih okutmaya başladığımız zaman daha iyi sınavlar bekleriz.