Moskova

Moskova

28 Aralık 2020 Pazartesi

'Olivye' salatası, Belçikalı şef ve Türkiye


Kaynak: https://turkrus.com/

 

  

Rusya'da yılbaşı sofralarının vazgeçilmezi 'Olivye salatası'nın maliyetini gösteren endeks, her yeni yıl arifesinde olduğu gibi güncellendi. Resmi istatistik servisi Rosstat tarafından hesaplanan endekse göre, Dünyada "Rus salatası", Türkiye'de 'komünizm düşmanlığı'nın zirve yaptığı Soğuk Savaş yıllarından kalan ironik bir vesile ile  "Rus salatası" olarak bilinen bu meşhur salatanın porsiyon maliyeti bu yıl yüzde 4,6 oranında artarak 340 rubleye yükseldi (30.6 TL). On iki kişilik büyük bir kasenin maliyeti ise 1000 ruble oldu.

Salatanın hazırlanmasında kullanılan malzemeler arasında fiyatı en fazla artan, yüzde 10 ile kuru soğan oldu. Salam, bezelye ve salatalık turşusu fiyatları geçtiğimiz yıldan bu yana da yüzde 6 oranında artış gösterdi. Mayonez yüzde 5, yumurta yüzde 1'lik zam görürken, patatesin fiyatı yüzde 3, havucun fiyatı ise yüzde 11 oranında düştü.

Konuyla ilgili bir haber yayınlayan Business FM editörleri, Rosstat'ın hesabını kontrol etmek amacıyla kendi endeks hesaplarını yaptıklarını yazdı. Buna göre, Perekryostak ve Prosta marketlerinden alınan en ucuz ürünlerle hazırlanan olivye salatasının porsiyon maliyeti 230 ruble 19 kapik oldu.

Son olarak, Rosstat, bir diğer yılbaşı klasiği olan "kürk altı ringa" (selyodka pad şubıy) salatasının maliyetinin de 2018'e göre yüzde 2,6 artışla 157 rubleye yükseldiğini açıkladı.

Bu arada salatanın 'Olivye' adının, 1860'larda Çarlık Rusyası'nda, Moskova'daki Ermitaj (Hermitage) restoranının şefi olan Lucien Oliver'den (fotoğrafta) geldiğini de ekleyelim.  

Belçikalı şefin, restoranın ve salatanın kısa öyküsünü anlatan bir haber videosu:





Türkiye'de nasıl "Amerikan salatası" oldu?


Türkiye’de meşhur Rus salatası Olivye’nin Soğuk Savaş yıllarından başlayarak nasıl ‘Amerikan salatası’ diye anılmaya başlandığının hikayesini Alev Şahin’in kaleminden aktarıyoruz:

“Rus salatası” ilk 86 yılını kazasız belasız devirdikten sonra, nasıl oldu da dünyada bir tek Türkiye’de “Amerikan salatası” oldu? Amerika’da bile “Rus”, bilemediniz mucidinin adıyla “Olivier salatası” denirken bizim dilimize nereden girdi bu “Amerikan salatası” lafı?

Bu sorunun yanıtını yıllardır “Soğuk Savaş döneminin Amerikan hayranlığından kalma bir alışkanlık” diye bilir, ötesine geçemeyiz. Oysaki yakın tarihimizin enteresan anekdotlarından biri duruyor karşımızda. Üstelik yeri, zamanı, kahramanları da belli.

“Mayonezle küp küp doğranmış sebzelerin uyumlu buluşması” diye özetleyebileceğimiz Rus salatası, 1860’lı yıllarda Moskova’daki Hermitage Restoran’ın sahibi de olan Belçika asıllı aşçı Lucien Olivier tarafından icat edildi.

Kısa zamanda restoranın en sevilen yemeği haline gelen salatanın orijinal tarifini Olivier ölene kadar sakladı, ama dönemin şeflerinden İvan İvanov tarifin hiç değilse bir kısmını çalmayı başardı. Böylece Rus salatası, özellikle Hermitage’in kapatıldığı 1905 tarihi itibarıyla İspanya’dan Pakistan’a kadar birçok ülke mutfağına yayıldı.

İstanbul’a da 1917 Ekim Devrimi’nden sonra kente gelen Beyaz Rusların açtığı lokantalar sayesinde giren salata 1940’ların ortalarına kadar adını Rus salatası olarak korumayı başardı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gözünü Kars, Ardahan ve biraz da Boğazlara diken Stalin’den dahi habersiz, İstanbul’un göbeğinde mutlu mesut kendi halinde bir salataydı.

Ta ki Washington Büyükelçimiz Münir Ertegün vefat edene kadar… Dünyanın en büyük plak şirketlerinden Atlantic Records’un kurucusu Ahmet Ertegün’ün de babası olan Münir Bey 11 Kasım 1944 günü, görevi başındayken geçirdiği bir kalp krizi sonucu hayata veda etti.

Bunun Amerikan salatasıyla ne alakası var derseniz salatayla değil ama Amerika’yla alakası var. Sovyet Rusya’sıyla Soğuk Savaş halinde olan ABD yönetimi bu vefatı diplomatik bir fırsata çevirdi ve Ertegün’ün cenazesini İstanbul’a ünlü Missouri zırhlısıyla gönderdi. Yanında da hafif kruvazör USS Providence ve destroyer USS Power gemileriyle beraber… Gerçi Büyükelçi Ertegün’ün pek iyi görüştüğü Başkan Roosevelt’te hatırı yok değildi, ama bu da artık babanın oğluna yapacağı jestten bile fazlasıydı.

Güvertesinde Japon İmparatorluğu’nun kayıtsız şartsız teslimiyet belgesinin imzalanmasıyla İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesine sahne olmuş Missouri zırhlısı beraberindeki refakatçi gemilerle birlikte 5 Nisan 1946 sabahı İstanbul limanına demirledi. Limanda bizim emektar Yavuz gemisiyle Missouri 19’ar pare top atışıyla birbirlerini selamladılar.

İstanbullular da bu uzak yoldan gelen misafirini pek sevdi, görmek için Dolmabahçe’den Galata sırtlarına kadar sıraya girdi; ziyaretçi kartı alabilenler güvertesinde dolaştı, alamayanlar tuttukları kayıklarla geminin yanına yaklaşmaya çalıştı; Vitali Hakko’nun Şen Şapka’sı “Hoşgeldin Missouri” yazılı eşarplar bastı; Kız Kulesi’nin üzerine dev bir “Welcome Missouri” afişi asıldı; ve o arada Rus salatasının adı da Amerikan salatası oluverdi.

Nasıl mı? Gerisini, olayın cereyan ettiği yer ve anın bizzat canlı tanığı olan yazar Orhan Karaveli’nden okuyalım. Dostu İlhan Selçuk’un Cumhuriyet’teki köşesinde “Rus salatasının Amerikan salatasına nasıl dönüştüğü anlaşılamadı. Yasa mı çıkarılmıştı? Lokantalara tebligat mı yapılmıştı? Yoksa hınzır İttahatçılar ya da Kemalistler darbe yaparak salatanın adını mı değiştirmişti” diye sorması üzerine Karaveli’nin kendisine yazdığı 1994 tarihli mektup şöyle:

“…Evet, küstah Ruslara ‘el gemisiyle’ gözdağı verilirken, yorgun ve abazan Coni’leri rahatlatmak için de İstanbul bir güzel süslenmiş, allanıp pullanmıştı. …Tatil günleri, okula dönüşten önce biz yatılıların ayaküstü bir şeyler atıştırdığımız, Galatasaray Lisesi’nin karşısındaki ünlü Levent büfesi tam o sırada bombasını patlattı. Kocaman kocaman yazılıp büfe girişindeki camlara yapıştırılan ‘Rus salatası 25 kuruş’, ‘Sahanda çift yumurta 35 kuruş’, ‘Ayran 10 kuruş’ gibi yazılar bir gecede sökülüp yerlerine cafcaflı bir pano asıldı:

‘Amerik salat 35 kuruş’

Büfeyi işleten Rum baba oğuldan kasadaki yaşlı Niko Efendiye o gün ‘Hayrola çorbacı, Amerik Salat da neyin nesi’ diye sorduğumda, güngörmüş Niko Efendi saçsız başını kaşıyarak:

‘Sen daha o gemiyi görmedin mi? Rus salatası artık öldü. Bundan sonra yaşasın ‘Amerik salat!’ diye sırıtmıştı.

O gün, Beyoğlu’nun boyalı dilberleri cıvık bakışlarla Coni’leri tavlamaya çalışırken, çevredeki –istisnasız- bütün birahaneler, büfeler, lokantalar, -aralarında anlaşmışçasına- Niko Efendi’nin Levent’ini taklit ettiler. Kırk yıllık Rus salatası önce İstiklal caddesinde ‘Amerikan salatası’ oldu çıktı. Sonra da bütün Türkiye’de…”

Enfes sosisli sandviçleri, muhteşem sabah kahvaltıları, zengin ordovr tabaklarıyla Beyoğlu çocuklarının, özellikle de Galatasaray Liselilerin gönlüne taht kurmuş, garsonlarının müşterilere “enişte” diye hitap ettiği, efsane Levent büfesi meğerse bu Amerikan hikayesinin baş kahramanıymış.

Nereden nereye diyeceğiz ama burası da İstanbul, burası da Bizans. Burada Rus’u Amerik’e de çeviririz, salatasının değil adını tarifini bile ellerden sakınan Olivier’i mezarında ters de döndürürüz."

26 Aralık 2020 Cumartesi

Rusçadaki en uzun kelime


Kaynak: https://turkrus.com/

  

Rusçanın telaffuzuyla başa çıkmaya çalışanlarımız az değil. Bambaşka bir aileye mensup, bambaşka bir artikülasyona sahip bu dili "söktüğünü" düşünenler, kendilerini bir de uzun kelimelerde deneyebilir. İşte Rusçadaki en uzun 8 kelime. 

1. Rentgenoelektrokardiyografiçeski (Рентгеноэлектрокардиографический). 32 harften oluşan bu tıp terimini, tahmin edileceği üzere "elektrokardiyografik röntgen" anlamına geliyor. 

2. Çastnopredprinimatelski (Частнопредпринимательский). 24 harf ve bir yumuşatma işaretinden oluşan bir diğer sıfat. Anlamı: "özel girişimciliğe dair", "özel girişimcilikle alakalı." 

3. Substantsionaliziriyuşimisya (Субстанционализирующимися). 25 harften oluşan bu sıfat çekimi ise bir felsefe terimi. Anlamı, "öz haline getirilmiş bir şey (ile)". 

4. Çelovekonenavistniçestvo (Человеконенавистничество). 24 harfli bu kelime ise basitçe mizantropi anlamına geliyor yani merdümgirizlik yani insan sevmeme, insanlardan uzak durma. 

5. Pereosvidetelstvovatsya (Переосвидетельствоваться). 22 harf ve iki yumuşatma işareti içeren bu uzun kelime de "kontrol yenilemek", "sertifika yenilemek" anlamlarını veriyor. 

6. Selskohozyaystvenno-maşinostroitelniy (Сельскохозяйственно-машиностроительный). 34 harf ve 2 yumuşatma işareti içeren bir birleşik sıfat. Manası ise "tarımsal makine sanayiine dair", bu sanayi ile ilgili. 

7. Vısokoprevoshoditelstvo (Высокопревосходительство). Şakalar ve espriler dışında gündelik kullanımdan tamamen çıkan bir kelime. Türkçesi: "Haşmetmeabları", "ekselansları". 

8. Dostoprimeçatelsnost (Достопримечательность). Rusça uzun kelimeler arasında bir yabancının, özellikle de turistlerin gündelik hayatta belki de en çok kullanacağı kelime 19 harf ve iki yumuşatma işaretinden oluşan bu isim. Anlamı: "bir şehirde görülmesi gereken yerler".

Dünyanın altüst olduğu gün

 

Cenk Başlamış

Kaynak: http://medyagunlugu.com/

 

Gazeteci Cenk Başlamış'ın, Sovyetler Birliği'nin dağılmasının yıl dönümü nedeniyle Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazısı:


Kameralar karşısında vakur görünmeye çalışan ama kırgınlığının yüzüne yansımasını engelleyemeyen adam altı yıllık iktidarını 11 dakikada savunmaya, suçsuz olduğunu kanıtlamaya uğraşıyordu ama onu ekrandan izleyenlerin gözlerinde sadece öfke ve nefret vardı. 

Zaten o, artık olmayan bir ülkenin devlet başkanıydı. 

TV'de istifasını açıklayan adam Mihail Gorbaçov'du yani Sovyetler Birliği'nin son devlet başkanı. Tarih 25 Aralık 1991'di yani dünyanın altüst olduğu gün. 

1985 yılında Komünist Parti genel sekreterliğini üstlenmesinden sonra Gorbaçov hemen kolları sıvadı ve herkesin bildiği ama kimsenin yüksek sesle dile getiremediği sorunlara el attı. Artık takati kalmayan ekonomiyi yeniden yapılandırmak için “Perestroyka”, korku imparatorluğuna dönen ülkenin nefes alması, açıkça ve özgürce konuşabilmesi için ”Glasnost” reformlarını uygulamaya koydu. 

Ama kısa süre sonra tökezlemeye, bir adım ileri iki adım geriye gitmeye başladı. 280 milyondan fazla kişinin yaşadığı 22 milyon kilometrekarelik dev bir ülkede yapılacak en küçük değişikliğin devrim boyutunda sonuçlara yol açmasından ürkmüştü. 

Oysa yönetenlerle arasında artık bir uçurum bulunan Sovyet halkı Gorbaçov'un reform idealine dört elle sarılmıştı. İstedikleri çok basitti: İnsan gibi yaşamak, örneğin temel gıda maddelerine karaborsaya düşmeden, kuyrukta beklemeden ulaşmak. Gorbaçov'un aniden frene basmasını “ihanet” olarak gördüler, içlerinde uzun zamandır uyuyan “umut”u uyandırmış ama onları yarı yolda bırakmıştı. 

19 Ağustos 1991'de Gorbaçov'un Kırım'da tatilde bulunduğu sırada bir grup üst düzey yetkilinin iktidara el koymaya çalışması sonun başlangıcı oldu. Muhalefet lideri Boris Yeltsin'in bir tankın üzerine çıkarak başlattığı direniş, zaten kötü hazırlanmış darbe girişiminin sadece iki buçuk günde çökmesini sağladı. 

22 Ağustos akşamı Gorbaçov Moskova'ya döndü ama darbe girişimi ülkedeki dengeleri altüst etmiş, fiili iktidar Yeltsin'in eline geçmişti. İkisi arasında eskiye uzanan bir kan davası vardı; Yeltsin aylar boyunca herkesin gözü önünde Gorbaçov'la alay etti, aşağıladı. Asıl darbeyi ise 8 Aralık 1991'de vurdu: Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya liderleri Sovyetler Birliği'nin artık tarihe karıştığını, yerine Bağımsız Devletler Topluluğu'nun (BDT) kurulduğunu dünyaya duyuran tarihi belgeyi imzaladı. Koca imparatorluk tam 15 parçaya bölünmüştü. 

Olayları yönlendirebilecek gücü kalmayan Gorbaçov absürt bir duruma düşmüş, ülkesinin tarihe karışmasını herkes gibi seyretmek zorunda kalmıştı. Daha fazla direnmenin anlamsız olduğunu görünce 25 Aralık gecesi televizyondan halka seslenerek istifa ettiğini açıkladı, böylece 74 yaşındaki bir ülkenin tabutuna son çiviyi kendisi çaktı. 

Peki, Sovyetler Birliği Gorbaçov'un hataları yüzünden mi yıkılmıştı? 

Sorumluluğu tek başına onun sırtına yüklemek haksızlık olur, süreç çok daha önce yani Batı ile girişilen üstünlük yarışı nedeniyle kaynakların silahlanma ve uzay çalışmalarına aktarılmasıyla başlamıştı. 

Ülkenin Batı'nın ambargosu altında bulunması önemli bir faktördü ama Sovyet ekonomisi ağırlıklı olarak enerji kaynaklarının ihracından gelecek gelire dayanıyordu yani kırılgandı. 

İktidarda adı “Komünist Parti” olan, aslında zaman içinde herhangi bir ideolojisi bulunmayan oligarşik yapıya dönüşmüş, toplumdan kopmuş ayrıcalıklı bir grup vardı. Bu gerçek karşısında halk sosyalizmi kurma misyonunu, hayallerini ve heyecanını terk etmiş, çalışmak için bir neden görmemeye başlayınca ülke toptan ”stop” etmişti. 

Gorbaçov'un 25 Aralık 1991'deki istifası belki artık sadece formaliteydi ama hem ülkesi hem de uluslararası dengeler açısından sonuçları devasa oldu. 

Yazıyı kaynağında okumak için tıklayın

Not: Sovyetler Birliği'nin son günleri ve 1990'larda Rusya'da yaşam konusunun ele alındığı "Rusya'dan Sevgilerle" programını dinlemek için: https://open.spotify.com/episode/6bIoZHhxQIdLUawOaJ6CV5?si=GI36yVAeTN2-SSR60zb4_g

Rusya'da tipik ailenin profili





Kaynak: https://turkrus.com/

 

 

Açıklanan son resmi veriler, Rusya'daki ailelerle ilgili önemli, ilginç verileri ortaya koydu. Nüfusu 146 milyona yakın olan Rusya'da resmi istatistiklere göre hane sayısı 54,6 milyon. Bu hanelerin cüzi bir bölümü manastırlar ve birlikte daire tutan komşulardan (komünalka) meydana gelirken, çoğunluk ailelerden oluşuyor. Çocukları ya da akrabalarıyla birlikte yaşayan çiftlerin sayısı ise 27 milyona yakın.

 

İşte Rosstat'ın "tipik aile profili" çalışmasından öne çıkan bazı bilgiler:


Aile

- 18 milyon aile çocuksuz (Yetişkin çocuklar hariç).

- 12 milyon ailede tek çocuk, 5 milyon ailede iki çocuk var.

- Her 10 aileden biri farklı etnisitelerdeki çiftlerden oluşuyor.

- Her 100 evlilikten 65'i boşanmayla sonuçlanıyor, bu yüzden ailelerin üçte bire yakını çocuklu anneden, ya da çocuklu babadan oluşuyor.

 

Konut

- Her 3 Rusyalıdan 2'si şehirlerde yaşıyor. Bunların yüzde 73'ü dairede yaşarken, yüzde 13,6'lık kesimin müstakil evi var.

- Ülke genelinde kişi başına düşen oda sayısı 1.

- Konut sahibi Rusyalıların sayısı yarıdan fazla. Kiracıların oranı ise yüzde 10 civarında.

 

Geçim

- Ortalama bir ailenin aylık asgari gelir ihtiyacı 58 bin 500 ruble (6 bin TL).

- Ailelerin yüzde 80'i geçim sıkıntısı çekiyor.

- Genç ailelerin yüzde 64'ü, ancak gıda ve giyisi alışverişine yetişebiliyor, dayanıklı tüketim mallarını ise alamıyor.

 

Rusya'nın  nüfus verileri

Birleşmiş Milletler (BM) verilerine 2020 yılında Rusya’nın nüfusu 145 milyon 900 bine ulaşırken, 2019'daki resmi istatistik kurumu Rosstat'a göre nüfus 1 Ocak 2019 itibarıyla 146 milyon 780 bin 720 kişi. Ülkede yaşayanların 78 milyon 680 bini kadın, 68 milyon 90 bini erkek.

Bir başka deyişle, ülkede kadın sayısı erkek sayısına göre yaklaşık 10 milyon kişi daha fazla. Resmi verilere göre, 33 yaştan itibaren kadın sayısı erkek sayısını geçiyor ve daha ileri yaşlarda bu fark artıyor. 

Ülkenin yaş ortalaması ise 40,2 olarak açıklandı. Kadınlar ortalama 42,4, erkekler 37,3 yaşında.

Ayrıca nüfusun 109 milyon 450 bin kişilik kısmının şehirlerde, 37 milyon 320 binlik kısmının da kırsalda yaşadığı bildirildi.

En kalabalık şehir 12 milyon 615 bin 279 kişilik nüfusla Moskova. En az nüfuslu bölgeler ise Çukotka ve Nenets (50 binin altında).

20 Aralık 2020 Pazar

Rusların anılmaktan bıktığı 10 sembol



Kaynak: https://turkrus.com/

 

 

Rusların canını sıkmak istiyorsanız ne kadar çok votka içtiklerinden dem vurun, Rus kadınların matryoşkalar kadar güzel olduğunu söyleyin, sokakta ayıların dolaşıp dolaşmadığından ya da evde balalaykaları olup olmadığından sual edin... Rusya'ya dair klişlererden artık herkese gına geldi! İşte RBTH sitesinin de katkısıyla, Ruslara artık bıkkınlık veren 10 sembol:

 

1. Matryoşka. 

Bugün artık geri dönülmez bir biçimde Rusya ile özdeşleşmiş olsa da aslında Japon icadı olan bu oyuncaklar Rusyalıların birlikte anılmaktan bıktığı ilk sembol. Siz de muhtemelen artık Türkiye'ye hediye olarak en son ne zaman matryoşka götürdüğünüzü unutmuş olmalısınız. Hala mı götürüyorsunuz? Unutun!


2. Rus kadınları.  

Dünya medyasının Rusyalı kadınları yansıtış şekli bu ülke vatandaşlarını rahatsız eden bir diğer kalıp. Medyanın yansıttığının aksine Rus kadınları paraya ve lükse düşkün "kolay lokma" olmanın çok ötesinde.

 

3. Kalaşnikof. 

Kimi Rusyalılar bu sembolle gurur duysa da, kimilerine de artık silahla anılmaktan gına gelmiş durumda.

 

4. Balalayka. 

Rus halk müziğinin merkezinde yer almasa da bu enstürmanın, müziğin sembolü haline gelmiş olması tarihin bir başka cilvesi.

 

5. Ayılar. 

Rusyalıları en çok bıktıran sembollerden biri de ayılar. Rusyalıların ayılarla iç içe yaşadığı, kışın sokakarda ayıların dolaştığı düşüncesi ise fantaziden ibaret.

 

6. Votka. 

Yine aslında Rusya'da icat edilmeyen, ama adeta ülkenin üzerine "yapışıp kalan" bir başka sembol. Tahmin edilenin aksine Rusyalılar dünyada içkiyi en çok seven ve tüketen millet olmanın uzağında.

 

7. Bale. 

İnanması güç olsa da Rusyalıların büyük bir bölümü hayatında bir kere bile bale izlememiştir! Bolşoy Tiyatro daha çok turistlerin uğrak yeri; elbette fahiş bilet fiyatları bunda önemli bir etken.


8. Aziz Vasil Kilisesi. 

İtalyan mimarların elinden çıkan Kızıl Meydan'daki sembol yapının Rus inşa geleneklerini yansıtıp yansıtmadığı tartışmalı. Ancak bu, kilisenin silüetinin Moskova'nın ve Rusya'nın sembol görseli olmasına engel değil. Yine de hemen her yerde Rusya denince bu soğan kubbeli kilisenin klişe olması bıkkınık yaratmıyor değil.

 

9. Olivye salatası. 

Fransız bir aşçının keşfettiği salata bizde Rus salatası olarak biliniyor. Tabii Soğuk Savaş yıllarında "Amerikan salatası" diye uydurulup öylece kaldığı da söylenebilir.


10. Havyar. 

Rusya'ya dair baskın klişelerden biri de sürekli havyar tükettikleri iddiası. Ancak bazı havyar türleri o kadar pahalı ki, Rus halkının büyük bir bölümü için erişilmez konumda. Siyah havyarın yanına yaklaşmak imkansız, turuncu somon havyarı daha ucuz ve kimileri için daha bile lezzetli!

İşte bu klişelerin bıktırdığı söyleniyor. Rusya'nın olası yeni simgeleri ise ayrı bir yazı konusu...

Rus gibi votka içmenin 10 yolu




Kaynak: https://turkrus.com/

 

 

Rusya denince ilk akla gelenlerden birinin "votka" olduğu tartışılmaz... Sevinçte de, hüzünde de, ortada bir sebep yokken de votka içmek, "geleneğin bir parçası" olarak kabul görüyor. Gerçekten de Rusya'da votka içme kültürü çok sayıda geleneği de içinde barındırıyor. Özellikle Rus dostlarınızın sofrasına oturduğunuzda bu "kuralları" bilmekte fayda var. İşte RBTH'nin derlemesine göre, öne çıkan 10 votka adeti.

 

1. Ceza (Ştraf). Rus çarı Petro'nun başlattığı geleneğe göre, eğlenceye geç kalan ceza olarak bir tek atar.

 

2. Birinci ve ikinci tek arasında meze yenmez. İlaveten birinci tekten sonra ara vermeden ikinci atılır.

 

3. Votkanın yanında yağlı mezeler tercih edilir. Böylece çabuk sarhoş olunmaz.

 

4. Sağlığa kadeh kaldırmak. Çar Korkunç İvan zamanında votka ile ilaç yapıldığı rivayet edilir. Ruslar bugün de sağlık ile votkayı ilişkilendirmeyi sever.

 

5. Yolluk (napasoşok). Misafirin eğlenceden ayrılmadan önce "yol için" bir tek atması da adettendir.

 

6. Boşalan şişe masaya konmaz. Napolyon Savaşları sırasında Paris'e kadar giden Kazaklar şehirde restoranlarda hesabın masadaki şişeler sayılarak hesaplandığını görünce boş şişeleri masanın altına koymayı akıl etmişler.

 

7. Votka üç kişi içindir (saabrazit na trayih). İki arkadaş böyle söylediğinde bir üçüncüyü içmeye davet ediyor demektir.

 

8. Alışverişi ıslatmak (obmıt pakupku). Biri yeni bir araba, ev, ya da benzeri bir şey aldığında arkadaşları bunu "ıslatarak" kutlamayı teklif eder.

 

9. İçkiyi dolduran el değiştirilmez. Sağ elle doldurulan içki şişe boşalana kadar sağ elle doldurulur, ya da tersi.

 

10. Votka iki kere alınır. Çünkü ilki asla yetmez. Her zaman tekrar markete gidip alışveriş yapmak gerekir.

Rusya'da son 10 yılda 'her yılın en popüler 3 kelimesi' açıklandı



Kaynak: https://turkrus.com/

 

 

Arama motoru Yandex, en sık aranan kelimelerden yola çıkarak her yılın en popüler 3 kelimesini sıraladı. Sıralamada "bir önceki yıla göre arama sıklığının en az 3 kat artmış olması" kriterinin dikkate alındığı bildiriliyor. Bu yılın 3 gözde kelimesi, karantin (karantina), propusk (izin belgesi), konstitutsiya (anayasa)

 

İşte 2011'den 2020'ye yılın en popüler kelimeleri:

 

2011 - planşet (tablet), kupon, defolt (temerrüd)

 

2012 - multivarka (otomatik yemek pişirici), memı (internet 'mem'i), ultrabuk (ultrabook laptop)

 

2013 - meteorit (meteor), pleykast (playcast), promo kod

 

2014 - maydan (Ukrayna'daki protesto gösterilerinden), goji, sanktsii (yaptırımlar)

 

2015 - twerk, kek (internet memi, lol), sliponı (slip on, ayakkabı)

 

2016 - giroskuter (gyro scooter), petitstiya (dilekçe), veyp (elektronik sigara)

 

2017 - spinner (stres çarkı), mayning (coin madenciliği), kriptovalyuta (kripto para birimi)

 

2018 - slaym (slime, oyuncak), karşering (car sharing, otomobil paylaşma), skvişi (squishy, sıkılabilir oyuncak)

 

2019 - retsessiya (resesyon), postironiya (post-ironi), lyustratsii (arındırma, Doğu Avrupa'da dekomünizasyon bağlamında)

 

2020 - karantin (karantina), propusk (izin belgesi), konstitutsiya (anayasa)

 

Yandex yetkilileri, ilaç isimleri, yeni vergiler, film ve oyun adları gibi aramaların sıralama oluşturulurken dikkate alınmadığı notunu düşüyor.

‘Tokat’ gibi film


Kaynak: http://medyagunlugu.com/ 

 

Bebeğine bakamayacak kadar yoksul bir anne, peşindeki tehlikeli alacaklılar ve bütün bunların yaşandığı her şeyiyle zor bir şehir... 

“Ayka”nın konusunu böyle özetleyince çok ilgi çekici olmuyor, sıradan bir filme benziyor. 

Ama o anne genç bir yasa dışı Kırgız göçmen, yaşadığı kâbusa ev sahipliği yapan şehir Moskova olunca işler tamamen değişiyor. 

Rus yönetmen Sergey Dvortsevoy’un filmini seyretmek hiç de kolay değil, 100 dakika boyunca acıma, öfke, üzüntü, rahatsızlık, boğaz düğümlenmesi hatta tokat yemişlik duygusu hep sizinle. 

Film, yeni doğan bebeğine bakamayacak kadar yoksul olan Ayka’nın (Samal Yeslyamova) hastaneden kaçarak en kötü kışlarından birini yaşayan Moskova’ya adımı atmasıyla başlıyor. 

“Ayka”nın asıl önemi, Rusya’yı yakından bilmeyenlerin hiç görmediği hatta belki de duymadığı bir dünyanın kapısını aralaması. 

Elbette, küçük ve yoksul ülkelerden gelen göçmenlerin hayatı hiçbir yerde kolay değil ama söz konusu Rusya olunca durum daha vahim hale geliyor. 

Rus toplumunun derinlerinde kök salmış ırkçılık Moskova’da yasal ya da yasa dışı yaşayan bütün azınlıkları hedef alıyor, ister Kırgız, ister Tacik, ister Azeri, ister Ermeni, isterse de Çeçen olsun. Bu ırkçılık bazen fiziki saldırıyla, bazen yerin dibine sokan cümlelerle, bazen de aşağılayıcı bakışlarla ortaya çıkıyor.

İşte film, bir yandan parçası olmaya çalıştığı toplum tarafından aşağılanan yasa dışı bir göçmeninin hayatını ve ayakta durmaya çalıştığı insanlık dışı ortamı anlatıyor. 





Dvortsevoy, Moskova’daki ırkçılığı, göçmenlerin olağanüstü zor hayatını, polisin baskısını, rüşvet alışkanlığını ve şehrin dışarıdan gelenlere küstah bakışını çok başarılı bir şekilde filmleştirmiş. 

Filmi seyrederken “biraz abartmışlar mı acaba” diye düşünenler çıkarsa, bilsinler ki gördükleri gerçek hayatın ta kendisi. 

İlk kez 2018 Cannes Film Festivali'nde gösterilen film başroldeki Yeslyamova'ya En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü getirmiş.





15 Aralık 2020 Salı

Robinson Crusoe'nun Moskova'daki mezarı



Kaynak: https://turkrus.com/

 

 

 

"Robinson Crusoe nereye gömüldü?” diye sorulsa, ilk şaşkınlığı atlattıktan sonra verilecek karşılık muhtemel şöyle olur: "Robinson Crusoe bir roman kahramanı. Gerçekten böyle birisi yaşamadı. Sadece Daniel Defoe’nun ünlü romanı.”

Bu yanıt doğru olsa da, Moskova’nın ünlüler mezarlığı Novodeviçi’de Robinson Crusoe adına bir mezar taşı olduğu da doğru!

Anton Çehov’dan Nazım Hikmet’e, Nikita Kruşçev’den Sergey Prokofiyev’e kadar yüzlerde kişinin son istirahatgahı olan Novodeviçi mezarlığının bu sırrını,   Larisa Skripnik Rus medyasına anlattı. 
 

Gerçekten de Robinson Crusoe’nun külleri, Novodeviçi’ye gömüldü. Ancak Daniel Defoe'nun ‘kahramanı' değil,  gerçek bir kişi olan Nikolay Nikolayeviç Robinson-Crusoe’nunki.

Hikayenin aslı şöyle:

19. yüzyılın sonunda, Çerepovets (bugün Rusya’nın Vologda bölgesinde 315 bin nüfuslu bir şehir) yakınlarındaki bir manastırda çalışan kilise hizmetçisi bir köylünün oğlu olan Nikolay Fokin, hayallerinin peşinde baba ocağını terk etti. St. Petersburg’un da kuzeyinde, Beyaz Deniz kıyısındaki liman şehri Arkhangelsk'e kaçtı. Orada bir ticaret gemisine kamarot olarak kapağı attı. 

Geminin uzun yolculuklarından biri sırasında Nikolay, diğer birkaç denizciyle birlikte, içme suyu almak için yakındaki adaya bir kayıkla yolandı. Tam o sırada bir fırtına patladı. Tekne devrildi ve Fokin, sandaldaki arkadaşlarıyla güçbela ıssız adaya kulaç atıp kurtuldu. Adada üç gün mahzur kaldılar. Gemiden, azgın fırtına ve dalgalar yüzünden adaya kurtarma sandalı yollanamadı. 

Denizciler üç gün sonra gemiye döndüklerinde, kaptan, Nikolay’ın gemici belgesine tuhaf bir soyadı yazdı: Robinson Crusoe. O dönemde bu belge pasaporttu ve tek geçerli resmi kimlikti. Böylece ismi öyle kaldı. 

Yıllar sonra Nikolay Fyodoroviç Robinson-Crusoe memleketine döndü, evlendi, büyük bir ailesi oldu. Oğullarından biri, Nikolay Nikolaeviç (1887-1974) daha sonra saygın bir opera sanatçısı oldu ve Bolşoy Tiyatrosu sahnesinde sahne aldı. İşte külleri, Novodeviçi mezarlığının anıt duvarına gömülen Robinson-Crusoe, Nikolay Fedoroviç’in oğlu. 

1719’da Daniel Defoe’nun yazdığı Robinson Crusoe, üzerinde 300 yıl geçtikten sonra Moskova’daki bir mezar taşında da “yaşıyor”.

Rus mutfağından 6 'süper gıda'

 

 

Kaynak: https://turkrus.com/

 

Ünlü beslenme uzmanı Zinaida Medvedeva, Rus mutfağından 6 "süper gıda"yı sıraladı. Olağanüstü bir besin yoğunluğundan kaynaklanan sağlık yararları sağladığı varsayılan gıdalar, pazarlama terminolojisinde "süper gıda" olarak tabir ediliyor.

 

1. Dereotu. Rusların saplantı derecesinde sevdiği bu otun 100 gramı bir insanın günlük C vitamini ihtiyacının yüzde 141'ini, A vitamini ihtiyacının yüzde 150'sini, demir ihtiyacının yüzde 30'unu ve kalsiyum ihtiyacının yüzde 20'sini karşılıyor.

2. Keten tohumu. Rus mutfağının geleneksel gıdalarından olan bu tohumlar oldukça zengin bir Omega-3 yağ asidi kaynağı. Keten tohumu ayrıca önemli bir bitkisel-östrojen olan lignan bakımından da çok zengin.

3. Lahana turşusu. Rusların tutku dereceside sevdiği bu yiyecek düşük kalorili olması bir yana, iyi bir C vitamini ve lif kaynağı. Fermente bir ürün olması nedeniyle probiyotik özellikte. 

4. Yaban mersini. Böğürtlen türü meyveler arasında en fazla antioksidan içeren tür yaban mersini. Düşük kalorili ve vitamin bakımından zengin olması dolayısıyla çokça tüketilir.

5. Karabuğday, namı diğer greçka. Glisemik indeksi düşük, kalorisi pirinç ve bulgur gibi alternatiflere kıyasla daha düşük, protein bakımından zengin muhteşem bir karbonhidrat kaynağı.

6. Kuşburnu. 100 gram kuşburnunda portakal ve limona kıyasla 10 kat daha fazla C vitamini var. Ayrıca harikulade bir A vitamini, magnezyum, kalsiyum ve manganez kaynağı.

12 Aralık 2020 Cumartesi

Ruslarla sıra dışı bir savaş ve Abdülhamid’in durumu

 


 

Samih Güven

 


Kaynak: https://samihguven.blogspot.com/

 

Yıl 1878. Ruslar Yeşilköy’e kadar gelmiş ve İstanbul kapılarına dayanmış. Grandük Nikolay tarihte hiçbir Rus komutanın başaramadığı ölçüde yaklaşmış İstanbul’a. Padişah II. Abdülhamid ise son derece kaygılı. Diğer devletler yanında İngilizler de Rusların bu konumundan rahatsız. Donanmayı göndermek istiyorlar ama Padişah “gelirlerse bir daha gitmezler” endişesinde. Üstelik Ruslarla gizli pazarlık yapıldığından endişe ediyor. Abdülhamid’in Halife unvanıyla İslam adına yaptığı cihat çağrı işe yaramıyor. Hayatından endişe ediyor. Her şeyden ve herkesten kuşkulanıyor. İstanbul düştü düşecek diye bakıyor kimileri. İşte böylesine yakıcı ve derslerle dolu bir savaş 93 harbi…

Osmanlı için “hasta adam” deyimini ilk kez Rus Çarı I. Nikolay kullanmıştı. 9 Ocak 1853’te bir konserden çıkarken İngiliz sefirine söylemişti bunu. Artık sürekli kaybedilen savaşlar, ekonomik açıdan Avrupa’nın denetimine girmiş olmak, askeriyenin ve idarenin istenilen şekilde modernize edilememesi en önemli nedenlerdi. Bir zamanlar üç kıtaya hükmeden, Karadeniz’i bir iç deniz haline getirmiş o görkemli imparatorluk günden güne eriyor, yabancılarsa bunu daha iyi görüyordu. Bismark’ın deyimiyle Osmanlı bahçesinden olgun meyve koparmaya heveslenen çoktu.

Aslında Osmanlı’nın yıkılışındaki gecikmenin sebebi Ruslar ve Avrupalılar arasındaki çıkar ve bölüşüm savaşlarıydı. Ruslar Osmanlıya ne zaman hücum etse başta İngilizler olmak üzere Avrupalılar kaygılanmaya başlıyor, Osmanlı ise gün geçtikçe kendini savunacak yeteneklerini kaybediyordu. Osmanlı’yı paylaşma planları yapan ülkeler zaman zaman anlaşmazlığa düşüyor, bazen de gizli ittifaklara giriyordu. Ruslarla her yeni savaş Avrupalılardan yeni borçlar ve ekonomik tavizler anlamına geliyordu. 

Çarlık Rusya’sında ise Petro reformları ve Katerina’nın bunları devam ettirmesi önemli bir dinamizm sağlamıştı. 19. yüzyıla gelindiğinde kendi ritimlerinde ilerliyorlardı ama bir yandan da sonun başlangıcı yaklaşıyordu. Savaş merakı ve maliyeti, ortaya çıkan yeni dinamikler ve çelişkiler toplumsal faturayı ağırlaştırıyordu gün  geçtikçe. 

 

19. yüzyılın ikinci yarısında yükselen bir Pan-Slav akımı da vardı ve İstanbul hayali kuruluyordu. Slavcılık akımının hararetli savunucularından ünlü yazar Dostoyevski “İstanbul bizim olacak” diyordu örneğin. 

II. Aleksandar (1855-81) Rusların reformcu son çarıydı aslında. Serfliğin kaldırılması onun döneminde oldu. Yargı reformu, yerel yönetim reformu ve askeri reformlar önemli sonuçlar doğurmuştu. Ama savaşmaktan da geri durmuyordu. 

Aleksandr’ın çağdaşı II. Abdülhamid (1876-1909) de reform umutlarıyla çıkmıştı tahta. İlk Anayasa olan Kanun-i Esasi’yi ilan etmiş, Mart 1877’de Meclis-i Mebusan’ı açmış ve okunan konuşmasında yönetimi, adaleti ve tarımı geliştirecek reformlar vaat etmişti. Ancak niyeti kuşkuluydu ve Meclisi kapatması uzun sürmedi. 

Aleksandr Nisan 1877’de Balkan devletlerinde çıkan isyanlar ve Osmanlıların bunları bastırma girişimlerini gerekçe göstererek savaş ilan etti. “Slavlık ve Ortodoksluk aşkına yürüyün” emri vermişti. Ruslar Balkanlar ve Kafkaslar üzerinden Osmanlının üzerine yürüyordu. Ruslar oldukça hızlı ilerliyordu. Halife Sultan’ın Şeyhülislamın desteği ve elindeki kutsal bayrakla kafirlerle cihat çağrısı beklediği etkiyi doğurmamıştı. Osmanlı askerleri cesaretle savaşıyordu ama taktik ve kurmaylık eksiklikleri vardı. 

Ruslar Yeşilköy’e kadar gelmişti. Grandük’ün kurmaylarından prens Aleksandr Battenberg ailesine yazdığı mektupta şunları söylüyordu: “Bu sabah Grandükümüzle birlikte atlarımıza bindik ve Ayastefanos yakınlarındaki bir tepeye tırmandık. Orada Konstantinopolis’i, Ayasofya’sıyla, bütün minareleriyle, Üsküdar’ıyla, her şeyiyle karşımızda gördük.” 

İngilizler yardıma hazır olduklarını ve donanma gönderebileceklerini söylemiş ama Abdülhamid bunu istememişti. “Gelirlerse bir daha gitmezler” endişesindeydi muhtemelen. 

Rus ordusunda iaşe sıkıntısı ve sağlık sorunları baş göstermişti. Ama yine de İstanbul’a yürümeleri işten bile değildi. Fakat ne Ruslar İstanbul’a girmeyi cesaret etmiş ne de İngilizler ve diğer devletler buna razı gelmişti. Osmanlı’nın son kalan gücü de buna müsaade etmezdi kuşkusuz. Yine de bir kabusu yaşamıştı Abdülhamid. 

3 Mart 1878’de imzalanan Ayastefanos Antlaşması ve daha sonra güncellenen Berlin Antlaşması ile Sırbistan, Bulgaristan, Romanya ve Karadağ'ın kendi başlarına birer prenslik olmalarının kabul edilmesi yanı sıra Kars, Ardahan, Artvin ve Batum gibi iller Rusların yönetimine geçmiş oldu.

 

Bu savaş öyle sıradan bir savaş değildi. Sadece Balkanlardan gelen göçmenlerle İstanbul nüfusunun ikiye çıkması ve ciddi bir hayat pahalılığı söz konusu olmuştu. İsyanlardan korkuluyordu. Halk ve Ulema rahatsızdı. Hakimiyetindeki toprakların beşte ikisini kaybeden Abdülhamid herkese kuşkuyla bakıyor, suikasta uğramaktan korkuyordu. Yemeklerini çeşnicibaşıya tattırması yanında sigarasının ilk nefesini Haremağasına çektirdiği söyleniyordu.

 

İngiliz Sefir Henry Layard’ın aktardığına göre, savaşın sonlarına doğru görüştüğü Aldülhamid çok büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğunu ve muhtemelen kendisinden nefret edildiğini söylemişti. 

Abdülhamid 1909 yılına kadar tahtta kaldı. Ama bu savaşın neden olduğu travma önemli olmuştu. Sonraki yılları, kurduğu tuhaf baskı düzeni, şüphe ve keder içinde geçti. Böyle olmasının tek sebebi sadece Ruslar değildi kuşkusuz ama önemli bir etkileri olduğu yadsınamaz. 

Abdülhamid bilgiliydi ve ülkesini savunmaya çalışıyordu muhakkak ama siyasi söylem ve yöntemleri uygun değildi kanımca. Tarihçi Alan Palmer Aldülhamid hakkında şu tespitte bulunuyor: “Daha önceki sultanlar Osmanlı yaşamını Batılılaştırmıştı. Oysa Abdülhamid Avrupa’dan ithal edilen kurumları İslamlaştırmaya çalışıyordu. Bir yandan da önceki sultanların ihmal ettiği Arap ideallerinin savunucusu haline geliyordu.” 

Belki de Payitaht adlı televizyon dizisinde vurgulandığı gibi yanlış zamanda olduğunu düşünüyordu Abdülhamid. Şunları söylüyor orada: Yavuz Sultan Selim Han’ın, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın bıraktığı devlete idareci olsaydık…Başımıza yastığa koyduğumuz vakit kabuslar değil de fetih düşü görseydik… 

 

KAYNAKLAR:

-RIASANOVSKY, N. ve STEINBERG, M., Rusya Tarihi

-EVTUHOV, C. ve STITES R., Rusya Tarihi

-PALMER, A., Osmanlı İmparatorluğu’nun Gerileyiş ve Çöküş Tarihi

-ORTAYLI, İ., Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek

-İlber Ortaylı’nın internette yer alan muhtelif yazıları

Rus’u kazıdım ‘Тatar’ çıkmadı!



Metin Uçar

 




Bilim insanları yakın zaman içinde insanın genetik kodunu tam anlamıyla çözme yolunda önemli adımlar attılar. Şimdilerde yapılan DNA testleri ile bugün yaşayan halkların ataları konusunda bilgi edinmek mümkün. Ancak ilk elde edilen sonuçlar şoke edici olduğu, yerleşmiş bilimsel dogmalara her zaman uymadığı için şimdilik sessiz ve derinden gelişen bu bilim dalının ulaştığı sonuçlar arada bir paylaşılıyor. Bu paylaşımımda russian7 adlı Internet sitesinde yayınlanan Taras Repin imzalı bir yazıyı sizinle paylaşacağım. Bakın Repin neler yazmış?

 

İnsan genetik kodunun incelenmesi çalışmaları sırasında Rus halkının kökleri çok daha derin tarihlere uzandığı ve eskiden tahmin edildiğinden farklı olarak tek tip olmadığı ortaya çıkarıldı. Bilindiği üzere insan genlerinde zaman içinde mutasyonlar meydana geliyor. Modern bilim artık şu ya da bu mutasyonun ne zaman meydana geldiğini tespit edebiliyor. Amerikalı bilim insanlarının yaptığı bu tür bir çalışmaya göre yaklaşık 4500 yıl önce Kuzey Rusya Ova’sında bir mutasyon gerçekleşmişti. O gün doğan bir çocuğun babasının sahip olduğu R1a gaplogrubundan farklı R1a1 geni vardı. Yapılan araştırmalar bu gene sahip insanların Avrasya kıtasının önemli bir bölümüne yayıldıklarını gösteriyor. Günümüz Rusya’sının, Belorus ve Ukrayna’sında yaşayan erkeklerin %70’i işte bu R1a1 gaplogrubuna giriyorlar. Rusya’nın tarihi eski şehirlerinde bu oran %80’e çıkıyor. Dolayısı ile R1a1 gaplogrubunun Rus halkının belirteci olduğunu söyleyebiliriz. Modern Rus erkeklerinin çoğunluğunun kanında neolitik dönemde yaşamış olan bu erkek çocuğunun kanı dolaşıyor diyebiliriz. R1a1 gaplogrubun ortaya çıkmasından yaklaşık 500 yıl sonra Ural’ın doğusuna, güneyde İndostan’a ve modern Avrupa devletlerinin bulunduğu batıya yayıldığını görüyoruz. Rusların ana yurtlarını aşan bu yayılmaya arkeologların ele geçirdiği tarihi eseler de tanıklık etmektedir. Altay’da ele geçirilen, M.Ö. 1. Binyıldan günümüze ulaşan kemikler burada moğol ırkı yanı sıra net bir şekilde avrupa ırkına sahip insanların da yaşadığını göstermiştir.

The American Journal of Human Genetics dergisinin bir sayısında Rus-Eston bilim insanları grubunun yaptığı araştırmaların sonuçları ile ilgili bir makale yayınlamıştı. Varılan sonuçlar hiç beklemedik idi. Birinci husus Rus etnosunun genetik bakımdan heterojen olduğudur. Ülkenin merkez ve güney topraklarında yaşayan Rusların bir bölümü slavlara yakın iken, diğer bir grup, Rusya’nın kuzeyinde yaşayanlar genetik bakımdan fin-ugor halkları ile çok sıkı yakınlık sergilemişlerdir. Diğer varılan sonuç daha da ilginçtir. Bilim insanları Rus halkının genlerinde meşhur Asya izlerine rastlamamışlardır. Hiçbir Rus popülasyonunda kayda değer derecede tatar-moğol izine rastlanmamıştır. Sonuç çok basit: ‘Rus’u kazı altından tatar çıkar’ deyimi yanlıştır.

Rusya Bilimler Akademisi Genom Coğrafyası Laboratuarının başı Profesör Oleg Balanovkisy, Rus genfonunun ‘hemen hemen tamamının avrupalı’ olduğunu düşünüyor, Orta Asya ile olan farklılıklarını ise çok büyük görüyor. O kadar ki bunu iki ayrı dünya olarak adlandırıyor. NITS Kurçatov Üniversitesi’nden Akademisyen Konstantin Skryabin, Balanovskiy’e katılıyor. Bakın ne diyor: ‘Rusların genlerinde kayda değer bir tatar izi bulamadık ki bu moğol boyunduruğunun yıkıcı etkisi ile ilgili teorinin yanlış olduğunu gösteriyor.’ Bunun dışında Sibirya’nın halkları ve ‘eski inanış taraftarlarının’ (ortodoks kilisesinden ayrılıp Sibirya’ya yerleşen hristiyanlar) aynı tipte ‘Rus genomu’ vardır. Bilim insanları bunun yanı sıra Rusların genomu ile komşu slav halkları Ukraynalılar, Beloruslar ve Polonyalılar arasındaki küçük farka da dikkat çekmektedirler. Bu fark en fazla güney ve batı slavları ile kuzeydeki Ruslar arasında daha belirgindir.

Antropolog Vaisily Deryabin’in elde ettiği verilere göre Rus genomu net fizyolojik belirteçlere sahiptir. Bunlardan biri Rusların açık renk göz rengine sahip olmalarıdır (gri, mavi, grimsi mavi). Bu tip insanların oranı %45’i geçmektedir. Batı Avrupa’da bu oran %35 civarındadır. Antropologların verilerine göre doğuştan siyah saçlı Rusların oranı %5’i geçmez. Batı Avrupa’da siyah saçlı insanlar görme ihtimali %45’tir. Farklı görüşlere rağmen Ruslar arasında kalkık burunlu oranı %7’yi geçmez. %75’e yakını düz burunludur. Aynı şekilde Ruslar arasında moğol halklarına özgü olan göz özelliği olan epikantal katlantıya rastlanmaz. Rus etnosu için 1. ve 2. Grup kana daha sık rastlanırken, mesela yahudilerde daha çok 4. Grup kan görülür. Yapılan biyokimyasal araştırmaların gösterdiğine göre diğer birçok Avrupa halkında olduğu gibi özel bir gen olarak PH-c varken, moğol ırkında bu gene rastlanmaz. Rusya Bilimler Akademisi Moleküler Genetik Bilimsel Araştırmalar Enstitüsü ve MGU D.N. Anuçin Antropoloji Enstitüsü’nün yaptığı derinlemesine araştırmalar Ruslar ve kuzey komşuları olan Finler arasında otuz birim genetik fon farklılığı tespit etmişlerdir. Ancak Rus genomu ile Fin-Ugor halkları (Mordva, Mariler, Vepsler, Kareller, Komi-Zıryanlar, İjorlar) arasındaki fark sadece üç birim idi. Bilim insanları sadece Rusların fin-ugorlarla genetik anlamda bir oluşlarından değil, aynı kökenden geldiklerini söylemektedirler. Dahası bu etnosların Y kromozomu İndostan hakları ile aynıdır. Bunda şaşırtıcı bir durum yoktur, çünkü Rus halkının genetik atalarının yayılma alanları iyi bilinmektedir.

Sibirya fatihi: Semyon İvanoviç Dejnyov



Metin Uçar

 

 

Rusya ve Amerika’nın birbirine en yakın olduğu coğrafik mesafe dört kilometre kadardır. Haritaya bakacak olursanız Bering Boğazı’nın tam ortasında iki ada görürsünüz. Diomede adalar grubuna ait Ratmanov (Rusya) ve Kruzenştern (ABD). ABD, Rusya deniz sınırı işte bu iki adanın arasından geçer. Buralara gelen ilk Avrupa’lı grubun başında ise S.İ. Dejnyov bulunmaktaydı. Dejnyov, buraya adını veren Danimarka kökenli Rus denizcisi ve kaşifi Vitus Bering’den seksen yıl önce (1655) bu adalar grubunu görmüştür. Dejnyov ve yanındakiler buralara geldiklerinde yerli halklarla karşılaşmışlardı. Bunların bazıları ile anlaşarak bazıları ile çatışarak ve daha sonra vergiye bağlayarak uçsuz bucaksız toprakları Rusya İmparatorluğu’na kazandıran ilk adımları atan da Dejnyov’dur.

Alyaska’nın ABD’ne satışı sırasında Diomede adaları iki kısma ayrılmıştır. Rusya tarafında kalan, yerli eskimoların İmaklık (Denizle çevrili) dedikleri Ratmanov adasında yaşayan 400 kişinin çoğu ABD tarafına göç etmiştir. O dönemde sınır korumaya fazla önem verilmediği için Amerikalılar 1916’da itibaren Rusya tarafında gizlice bir manifatura kurmuş ve hiçbir vergi ödemeden bölgenin en zengin kaynağı olan kürk işiyle uğraşmaya başlamışlardır. Ancak 1925’te adaya yaklaşan Sovyet kıyı koruma gemisi Vorovskiy Amerikalıların hızlı bir şekilde burayı boşaltmalarına neden olur. Daha sonra burada bir sınır karakolu kurulur ve SSCB ve ABD arasındaki sınır kesinleşir. Bu olaylar olurken adada kalan ve hepsi bir aileden olan son otuz kişi başka bir yere taşınır.

Geçtiğimiz günlerde bir belgesel izledim. Adı Büyük Kuzey Yolu. 2019’da yayınlanan bu belgeselde fotoğrafçı ve seyyah Leonid Kruglov’un Semyon İvanoviç Dejnyov’un geçtiği yollardan tekrar geçişi anlatılıyor. Hem tarihe hem de günümüzde orada yaşayan insanların hayatına bir bakış için iyi bir fırsat olduğunu düşündüğüm bu belgeseli izlerken sizler için de notlar aldım. Belki birgün Türkçe çevirisi ile izleme imkanınız olur.

Rusya’nın nehirleri yazı dizisinde sizlere anlattığım Yana, İndigirka, Kolıma, Anadır gibi nehirleri keşfeden ve haritalara ilk işleyen kişi Dejnyov idi. Doğuya yönelik keşif seyahatleri ile ilgili çalışmalarına o zamanlar Sibirya’nın başkenti sayılan Tobolsk’ta başlayan Dejnyov’un okuma-yazması yoktu. Bütün seyahat notları ve haritaları yanında bulunan yazıcıların elinden çıkmaktaydı. Ancak ne yazık ki bu yazıların ve haritaların hiçbiri günümüze ulaşmamıştır. Bugün Avrasya’nın bittiği, en uzak noktada bulunan burnun adı Dejnyov’dur. Bunun dışında Dejnyov hakkında elde olan bilgilerin sayısı ise çok azdır. Tobolsk’a neden geldiği dahi bilinmemektedir. Uzak doğunun sisleri arasına sıkışıp kalan bu hikaye Leonid Kruglov’un yaklaşık onbin kilometrelik bir seyahate çıkmasına neden olur.

Rusya İmparatorluğu döneminde kuzeyde bulunan Beloye ve Barents denizlerinin kıyılarına Pomorye denirdi. O zamanlar ulaşılması hemen hemen imkansız olan bu yerlere Rus İmparatorluğu’nun hem vergi hem din baskısından kaçan, özgür bir şekilde yaşamak isteyen insanlar yerleşmişlerdir. Semyon İvanoviç Dejnyov işte bu pomorlardan biri idi. Tobolsk’a geldiğinde otuz yaş civarında olduğu biliniyor. Ondan sonraki hayatı doğuya yaptığı seyahatlerle geçecektir.

Bu seyahatlerin yapıldığı dönemde Avrupa’da Avrasya’nın nasıl bittiği konusunda kimsenin bir fikri yoktu. Bazı seyyahlar Avrasya’nın Amerika ile birleştiğini tahmin ederken, diğerleri arada bir boğaz olabileceğini düşünüyorlardı. İşte belgeselin kahramanı Leonid’i çeken şey de Dejnyov’un o zamanlar bilinmeze yaptığı seyahatin büyüleyiciliği ve bilinmezliği. Şimdilerde taşıt araçları değişmiştir. Ancak yine de doğa şartlarının çetin olduğunu söylememiz gerekir.

Dejnyov’un ekibi köpeklerin çektiği kızaklardan faydalanmaktaydılar. Şimdi ise bunların yerini motorlu kayaklar almıştır. Dejnyov’un sehayati sırasında Ural taygasında Mansiler yaşamaktaydılar. Mansiler evrenin üç kattan oluştuğuna inanmaktaydılar. Üst kat yani gökyüzü tanrıların mekanı idi. Orta katta insanlar ve hayvanlar yaşardı. Aşağı kat ise kötü ruhların mekanı idi. Mansilere göre Dünya üzerinde bu üç katın birleştiği bazı özel yerler vardır. Seyahat sırasında bu yerlerden biri karşımıza çıkıyor. Peçora Nehrin’nin hemen yakınında olan Manpupunyor Platosu. Burası Mansiler için kutsal bir alandı, herkesin girmesine izin verilmezdi. Halk arasında anlatılan bir efsane vardır burası ile ilgili. Ural babanın oğulları ve bir kızı vardı. Hepsi nedense büyüyünce baba evini terk etmek isterler. Ancak Ural baba buna çok kızar ve kaçmakta olan oğullarını kayaya çevirir. Bu sırada öteki yönde kaçmakta olan kızı Peçora’nın arkasından attığı taş ise boşa gider. Çünkü Peçora ani bir şekilde yönünü değiştirmiştir. Peçora Nehri tam da burada ani bir şekilde yönünü değiştirir. Günümüzde buralarda Mansilere rastlanmaz. Rusların gelişi ile Sibirya’nın derinliklerini göçmüştür bu halk.

Bu şekilde Ural Dağları’nı aşan pomorlar burada göçer kabilelerin dünyası ile karşılaşırlar. Bunların ana geçim ve yaşam kaynaklarından biri geyiktir. Pomorların burada kurdukları ilk yerleşim yerinin bugünkü adı Salehard’dır. O zamanlar burası bölgede yaşayan halktan vergi toplanan bir merkez idi. Burada hem fuar, pazar düzenlenir, ticaret yapılır ve Rusya İmparatorluğu kasasına girecek olan vergiler toplanırdı. Bu vergiye Yasak denirdi. Yasak doğal olarak yerli halkın getirdiği kürk ve deri şeklinde olurdu. Günümüzde de kuzey – güney yönünde göç eden Nenets kabileleri yaşar burada. Her yıl geyik koşulu kayak yarışmaları yapılır. Bugün de tıpkı yüzyıllar önce yüzlerce geyikten oluşan sürüler, baharın gelişi ile donmuş Ob nehrini aşarak 800 kilometre sürecek göç yolcululuğu yaparlar. Bu insanlar göç sırasında yanlarına sadece en gerekli eşyaları alırlar. Göç sırasında alınacak eşyalar, çadırların nasıl kurulacağı, nasıl toplanacağı yüzyıllar içinde şekillenmiş bir hayat tarzına dönüşmüştür. Rusların 11. Yy’dan itibaren buradaki insanlarla ticaret yaptıkları bilinir. Ruslar ne askeri ne de dini yöntemlerle bu insanları imparatorluğa kesin bağlı halklar haline getirememişlerdir. Sonuçta ticaretten başka bir çıkar yol bulamamışlardır. Güvenliği sağlama ve serbest ticaret karşılığında vergi ödemeleri için anlaşmaya varmışlardır. Yasak adı verilen bu vergi yılda bir kere toplanırdı. Ancak göçebeler belli bir yerde yerleşik yaşamadıkları için verginin garantisi olarak Amanat denilen, kabilenin önemli bir kişisi rehin alınırdı. Bunu gönüllü olarak yerine getiren kabile sayısı yok gibiydi. Bu yüzden sık sık çatışmalar yaşanırdı. Sibirya’nın imparatorluğa bağlanması işte böyle gerçekleşiyordu. Dejnyov’un işi de işte buydu. Yani Dejnyov imparatorluğun yasak tahsildarı idi.

Sınır bölgeleri her zaman yeni imkanlar demekti. Buraya gelen insanlar kendi kaderlerini tayin edebilir, zenginleşebilir, üst sosyal seviyeye çıkabilirlerdi. O dönemlerde imparatorluğun sınır bölgelerinde görev yapan hekrese Kazak denirdi. Dejnyov da bu şekilde kazak olmuştur. O zamanlar buraya yerleşen kazakların torunlarına bugün de rastlamak mümkündür. Bu insanların atları vardır, hayvancılık ve avcılıkla uğraşırlar.

Dejnyov zamanında buraları bir zamanların altına hücumunu yaşayan Amerika’ya benziyordu. İmparatorluğun temsilcileri vardı ancak bunlar kütükten yapılmış kalelerde yaşarlardı. Dışarıda ise insanın en iyi dostu atı, silahı ve güvenebileceği diğer insanlardı. Bölgenin tek zenginliği olan kürk hayvanları hızlı bir şekilde tükenmekteydi. Doğuya kaçan kürk hayvanlarının peşinden giden insanların macerası da devam ediyordu böylece. Ruslar böylece karşılarındaki en son büyük engel olan Lena Nehri’ne varırlar. Buralarda Yakutlar ve Yukagirler yaşamaktaydı o zamanlar. Dejnyov 1638’de Lena Ostrog’a (bugünün Yakutsk şehri banliyösü) geldiğinde Abakayada isimli bir Yakut kızı ile evlenir. Büyük bir ihtimalle yeni Yakut akrabalarından doğudaki nehirler ve topraklar hakkında bilgi almıştır.

Bu şekilde Lena Nehri’nin öte tarafındaki yerleri araştırmaya çıkan Dejnyov, Oymyakon denilen topraklara varır. Burası mutlak soğuk kutbu olarak bilinir. Leonid’in yeni zamanlarda yaptığı ölçümde hava sıcaklığı -49 idi. Burası Yakutlar ve Venklerden başka kimsenin kolay kolay yaşayabileceği yerler değildir.

Dejnyov’un da içinde bulunduğu tahsilciler Evrin adlı bir kabilenin liderini amanat olarak rehin alırlar. Bu kabilenin ödeyeceği yasağın garantisidir. Ancak Evrinler buna karşı çıkarlar ve Rus tahsildarların etrafını kuşatırlar. Birkaç gün süren çarpışmalarda iki taraftan da yaralanmayan kimse kalmaz. Her şey bitti derken Yakutlar ve Venkler Dejnyov’un yardımına yetişirler. Kazaklar hayatlarını bu şekilde kurtarırlar, ancak atlarının hepsi ya kaçmış ya da ölmüştür. Yürüyerek geri dönmeleri mümkün değildir. Tek yapılabilecek şey hemen yakınlardaki nehir üzerinden ilerlemektir. İşte bu olaydan sonra Dejnyov ve yanındakiler burada akan Kolıma Nehri’ni öğrenirler.

Nehire doğru ilerlerken Yakutların Tas-Kıstaabıt (insanların yaşadığı taşlık yer) Dağları dedikleri yere gelirler ve burada yine Yakutların Kisliyahi (Kişi) dedikleri fantastik doğal kaya oluşumlarını görürler. Bu dağ sırtını aşarak İndigirka Nehri’nin kıyısına varır ve sal inşaatına başlarlar. O zamanlar buralarının daha kalabalık olduğunu söylemek gerekir. Dejnyov ve ekibi dışında buraya zenginlikler peşinde koşan çok sayıda insan ulaşmıştır. Her birinin yolu farklıdır. Gittikleri yerlerde kasaba ve köyler kurmaktadırlar. Ancak şimdilerde o zaman kurulan yerleşim yerlerinden pek azı kalmıştır. Çünkü bu yerlerin kuruluşuna neden olan kürk hayvanları kayboldukça insanlar da buraları terk etmeye başlamışlardı.

Dejnyov ve yanındakiler İndigirka üzerinden kuzeye giderek Buz Okyanusu’na çıkmayı planlarlar. Burada deniz kıyısı boyunca Kolıma Nehri deltasına ulaşmak istemektedirler. Günümüzde buralarda mamut kemikleri ve dişi arayıcılarına rastlamak mümkündür.

Yoluna devam eden Dejnyov ve ekibi daha önce Rusların hiç görmedikleri topraklara ayak basarlar. Yerli halktan daha doğuda bulunan Anadır Nehri’ni öğrenirler. Oralarda çok sayısız kürk hayvanı bulunmaktadır. Ancak oralara gitmek için paraya ihtiyaç vardı. Rus İmparatorluğu yasak toplamayı biliyordu ama bu tür araştırma ekiplerini finanse etmeyi düşünmüyordu. Böylece büyük borç altına giren Dejnyov’un doğuya olan ilk seyahat denemesi başarısız olur. Önüne çıkan aşılmaz buz engeller geri dönmesine neden olur. Artık beş kuruşu kalmamıştır. Tam o sırada zengin bir tüccar aile yardımına koşar. Tam böyle bir seyahat planlanmaktadır ve deneyimli bir rehbere ihtiyaç vardır. Dejnyov bu fırsatı kaçırmaz. Böylece toplanan 7 gemi yola çıkar. Kolıma deltasından başlayarak, eriyen buzları takip ederek 3 gün boyunca ilerleyen gemiler Çukçi yerleşim yerleri olan kıyılara varırlar. Dejnyov’un Çukçilerle ilk diyaloğu biraz garip olur. Çünkü Çukçi dili bilen kimse yoktur aralarında. Tanımadıkları bu insanlara karşı dikkatli davranan Ruslar kıyıya verebilecekleri ne varsa bırakır ve gemiye dönerler. Çukçiler bırakılan malzemelerden bazılarını alırlar. Bunun karşılığında ise beyaz bir maddeden yapılmış el oyması hediyeler bırakırlar. Dejnyov hemen altın damarına rastladığını anlar. Bu Avrupa’da çok para eden Mors dişidir. Burada yaşayan insanların hayatı morslara ve burayı bir göç yolu olarak bilen gri balinalara bağlıdır. Tüm dünyada sadece Çukçilere, Eskimolara ve Aleutlara gri balina avlama izni verilmiştir. Dejnyov’un da içinde bulunduğu gemiler altı gün sonra dalgalı bir kıyıya ulaşırlar ve zorlukla demir atarlar. Altı günde bin kilometreden fazla yol katetmişlerdir. Bu yerin şimdiki adı Dejnyov Burnu’dur!

İşin ilginç tarafı Dejnyov hiçbir zaman coğrafik bir keşif yaptığını öğrenememiştir. Aslında vardığı yer Avrasya ve Amerika kıtası arasında bir bağlantı olmadığının kanıtıdır. Dejnyov burada karşılaştığı tüm halklara Çukçi demiştir. Ancak aralarında Eskimolar da bulunuyordu. Bölgenin en önemli Eskimo yerleşim yeri Naukan’dır ve kırklı yıllarda SSCB tarafından sınırların kapatılmasına kadar Alaska’daki Eskimo akrabaları arasında sıkı bağlar bulunmaktaydı. Günümüzde Naukan’da kimse yaşamamaktadır. Çünkü yabancılarla bağlantıları olduğu gerekçesi ile bu yerleşim yeri 1958’de lağvedilmiştir, sakinleri ise diğer kasaba ve köylere göç ettirilmiştir. SSCB artık yoktur, ancak Naukan’a dönmek isteyen kimse de kalmamıştır.

Dejnyov bu zorlu topraklarda yerel halk olmadan varolmanın mümkün olmadığını anlamış ve saraya yazdığı yazılarda buradaki halkların kültürlerinin korunması gerektiğini ifade etmiştir. Bir bakıma yerel halkların kültürlerine karışmama şeklindeki devlet politikasının temelini atmıştır. Farkında olmadan! Ancak burada Dejnyov ve yanındakilerin başına bir felaket gelir. Bugün nedeni bilinmiyor ancak Çukçi’ler gelen misafirlere saldırırlar. Aceleyle gemilerine kaçan kazaklar geç kalmışlardır. Denizde kopan fırtına ve kıyıdan gelen Çukçiler arasında sıkışan gemilerin çoğu batar. Yüzer halde kalan tek gemi Dejnyov’un da bulunduğu gemidir ve çok uzaklarda kıyıya vurur. Doksan kişilik ekipten sadece 12 kişi hayatta kalmıştır. Yürüyerek Anadır Nehri deltasına varan bu insanların yola devam etmekten başka çareleri yoktur. Deniz yoluyla dönmeleri mümkün değildir ve kış başlamak üzeredir. Dejnyov ve kalan diğerleri Anadır Nehri boyunca içerilere ilerlerler. 20 günlük zorlu, aç yürüyüşten sonra karşılarına Anaullar çıkar. Önce çatışma çıkar ancak daha sonra beraber yaşamak zorunda kalırlar. Dejnyov burada da imparatorluk adına işini yapar. Yasak toplar, ancak bunun gönderilebileceği bir yer ya da kimse yoktur. Geriye kalan Dejnyov ve yanındakiler artık bir daha evlerine dönemeyeceklerini düşünmeye başlarlar.

İki yıl sonra Anadır’a karadan ulaşan kazak birlikleri buraya gelirler. Dejnyov’un eve dönme şansı doğmuştur. Ancak seyahat sırasında neyi varsa kaybetmiştir. Topladığı yasak ancak devlet kasasına olan borcunu kapatmaya yetecektir. Bu yüzden eve değil yaşlı bir Anaul’un göstermeyi söz verdiği yere gitmeye karar verir. Anadır boyunca denize geri dönerler. Burada etrafında hiçbir yerleşim yeri olmayan bir mors yerleşkesine varırlar. Bu Dejnyov için El Dorado demektir. Dejnyov burada yıllarca kalır ve mors dişi toplar. Topladığı malı bizzat kendisi Moskova’ya götürür. Burada Ataman ünvanı alır ve zengin bir adam olur. Ancak Moskova’da uzun süre kalamaz. Sibirya’nın özgür doğası onu kendine geri çağırmaktadır.

Dejnyov ve onun gibi insanlar Moskova Knyazlığı’nın sınırlarını Pasifik Okyanusu’na kadar genişletmişlerdir ve bugünün Rusya’sı işte bu şekilde Dünya’nın yüzölçümü en büyük devleti haline gelmiştir.