Moskova

Moskova

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Rusya'da "Zil Bayramı"

Kaynak: http://tr.sputniknews.com

Rusya’daki okulların son sınıflarında okuyan öğrenciler için dün son ders zili çaldı.

Rusya'daki okulların son sınıflarında okuyan ve dün mezun olan öğrenciler için çeşitli etkinlikler ve bayram konseri düzenlendi.

Sovyetler Birliği'nden kalma bir gelenek olan 'Son zil' bayramı, öğrencilerin en sevdiği ve dört gözle beklediği gün olarak nitelendiriliyor.

Mezunlar hazirandaki ortak üniversite giriş sınavına girecek.













24 Mayıs 2016 Salı

Rusya'nın Rapunzel'i


Masal kahramanlarına değil, ama benzerlerine gerçek hayatta rastlamak mümkün.

Örneğin Rusya'nın Sibirya bölgesindeki Barnaul şehrinde yaşayan güzel Daşik Gubanova.

Daşik Gubanova, 13 yıldır kestirmediği saçlarıyla sosyal medyada fenomen oldu.

Ünlü Rapunzel masalını mutlaka bilirsiniz. Dünyada ve Türk medyasında da ilgi görmeyi başaran Gubanova, neredeyse yere değecek uzunluktaki saçlarıyla masal kahramanı Rapunzel'e benzetiliyor.

Bilmeyenlere bilenler anlatsın demeyelim biraz anlatalım:

Masal bu ya, güzel Daşik’in benzetildiği Rapunzel’i kötü kalpli cadı yoksul ailesinden alıp, ormanda merdiveni olmayan bir kulenin tepesine hapsetmiş. Cadı yukarıya Rapunzel’in sarkıttığı upuzun saçlarına tutunarak tırmanırmış. Bir gün ormanda gezen bir prens Rapunzel’i farketmiş, aşık olmuş. O da başlamış Rapunzel’in aşağıya uzattığı saçlarına tutunarak yukarı tırmanmaya.

Daşik, Rapunzel’in yanısıra Leydi Godiva’ya da benzetiliyor. Hani şu halkını aldığı yüksek vergilerle ezen lord kocasını protesto etmek için anadan üryan, çıplak vücudunu sadece uzun saçları örter halde atının üstünde şehri boydan boya geçen soylu Leydi Godiva’ya.

16 yaşından beri saçlarına makas değmediğini söyleyen Rus güzeli Daşik Gubanova, saçlarını haftada iki defa yıkadığını, hiçbir kimyasal ve boya kullanmadan sadece evde hazırlanan doğal kürlerle saçlarını beslediğini söylüyor.

Evli ve bir kız çocuğuna sahip Gubanova'ya Rusya'da ve dünyada ilgi her geçen gün artıyor.


23 Mayıs 2016 Pazartesi

HERKESE BİR KONUT


Erdal Öz

Kaynak: Allı Turnam, Cem Yayınevi, 1975; Sovyetler Birliği’nde bir geziden Erdal Öz’ün belleğinde kalanlar

Leningrad’daki on dört kilometrelik büyük Moskova Caddesinin bitişiyle Leningrad kenti de sona eriyor.

Kentin dış kesimlerine yaklaştıkça, bizdeki gibi, yapılar küçülüp seyrekleşmiyor. Sovyetler Birliği’nde gördüğüm hiçbir kentte böyle bir şeye rastlamadım. ‘Kenar mahalle’, 'Kenar semt’ diye bir olgu yok. ‘Gecekondu’ diye bir kavram kalmamış. Yok böyle şeyler. Kent, merkezde nasılsa öylece genişleyip gidiyor ve birden bitiveriyor.

Büyük blok yapılar, konut sorununu kökünden çözümlemiş.

Bütün yapıların caddeden girilen ilk katları, büyük mağazalar olarak kullanılıyor. Mağazaların içleri yiyeceklerle, giyeceklerle dolu. Sonsuz bir kalabalık, sürekli alışveriş yapıyor.

Konutlar, bu mağazaların üst katlarından başlıyor. Toprak düzeyinde hiçbir yerleşme yeri bırakılmamış. Özellikle büyük kentlerde, büyük blok yapılarda bu hep böyle. Bodrum katında oturmak diye bir şey yok. İlk giriş katlarını bile oturma yeri olmaktan çıkaran böyle bir konut politikası, emekçilerin egemen olduğu bu yeni düzenin vardığı başarılı sonuçlardan biri.

Alma-Ata’da bir şoförle konuşmuştum. Çocuğu yoktu. Yeni evliydi.

«Elli beş metrekarelik bir evim var,» demişti, demişti de küçümsemiştim biraz. İkinci kattaydı onun evi de. Leningrad’da bir başka şoförle, aynı konuyu konuşurken, durum aydınlığa çıkıvermişti.

«Kırk beş metrekarelik bir evde oturuyoruz.»

«Kaç kişisiniz?»

«Üç kişiyiz. Karım, çocuğum, bir, de ben.»

Neden sonra anlamıştım bu alanın hiç de sanıldığı kadar küçük olmadığını. Bir salon, iki de oda. Toplam alan kırk beş metrekare. Ancak, girişteki hol, koridor, mutfak, banyo, helâ, balkonlar ve yirmi metrekarelik bir eşya odası, bu kırk beş metrekarelik alanın dışında kalıyor, hesaplanmıyordu. Çünkü bu saydığım birimler, herkes için kaçınılınız, zorunlu alanlardı. Adam, oturduğu alanın kırk beş ya da elli beş metrekare olduğunu söylerken, yalnızca salon ve odaların toplam alanını söylüyordu. Bir an, bizdeki Karadenizli müteahhitlerin, sözde ‘sosyal konut’ olarak şıpın işi diktikleri betebe suratlı uyduruk apartmanların yüzer metrekarelik satılık daireleri geldi aklıma.

Başımı sessizce önüme eğdim.

Üstelik, Sovyetler Birliğinde bugün kimse açıkta değil. Herkesin bir konutu var. Herkesin bir konutta oturma hakkı ve özgürlüğü var. Yerler tahta parke. Bu bir gelenek olmuş artık. Bir merkezden ısıtılan konutlar hepsi de. Küvetli banyosu, kaloriferi, hiç kesilmeyen sıcak suyuyla herkesin rahat bir konutu var. Gördüğüm kentlerde bütün konutlar böyleydi. Görmediğim kentlerde de hep böyleymiş. Halk tipi blok konutlar. Ve elektrik ve sıcak su ve kalorifer yakıt ücreti ve kira ücreti olarak ayda toplam 6 ile 8 ruble arasında ücret ödüyor herkes. Yani bütün bu giderler için bizim paramızla 120 ile 140 lira arasında para ödeniyor. Harcamak için ne kadar çok paraları kaldığını düşününce, o insanları kıskanmamak güç olur sanıyorum.

Leningrad da, Moskova da, Sovyetler Birliğinin en yoğun yerleşme merkezleri. Moskova’da sekiz milyon, Leningrad’da ise dört milyon insan yaşıyor. Leningrad'da bir çocuklu aileye kırk beş metrekarelik konut hakkı tanınıyorsa, bu, nüfusun orada yoğun oluşu yüzündenmiş. Oysa nüfusun daha seyrek olduğu yerleşme merkezlerine doğru gidildikçe, konut hakkı olarak tanınan bu alanlar da değişiyor, örneğin, bir milyon insanın yaşadığı Alma-Ata’da bir çocuklu aileye, Leningrad’dakinden daha geniş bir yerleşme alanı tanınıyor.

Ve yine belirtmeden edemeyeceğim: Sovyetler Birliğinde kimse açıkta değil. Herkesin bir konutu var. Çünkü herkesin bir konutta yaşama hakkı var. Bu haktan doğan konut alanları ailenin kişi sayısına göre değişiyor. Yurttaş olma hakkı bu. Emekçilerin yönetimde olduğu bir düzende insanların insanca yaşama hakkı.

20 Mayıs 2016 Cuma

Doğa ve Kültür / Alexandr Blok


Çeviren: M. Tanju Akad

Alexandr Blok (1880-1921), Rus sembolist şairlerinin en önemlisidir. “Uzaktaki gökgürültüsü”ne ait mistik endişelerinde ve toprağın kadim dünyası ile kent ve teknolojinin modern dünyası arasındaki çelişkide, Birinci Dünya Savaşı ve Rus Devrimi’yle gelen büyük altüst oluşun işaretlerini görmüştür. “Doğa ve Kültür” yazısında Sicilya’daki Etna Yanardağı’nın patlamalarını sosyal felaketlerle ilgili bir metafor olarak kullanmaktadır. Bu metin 30 Aralık 1908 tarihinde St. Petersburg Dini Felsefe Cemiyeti’nde okunmuştur. İngilizceye çevirisi I. Freidman tarafından yapılmış olup “Alexander Blok, The Spirit of Music,London, 1956, sf. 50-52 ve 55”den alınmıştır.

Telgraf telleri tüm Avrupa’da vınlıyor, ama bir zamanlar Messina olan görkemle ilgili tek bir kelime yok. Haber telegramlarının kaba sözleri eski İtalyan kronikerlerin gücünü ele geçirirken, Etna’da sarı duman sütunları gökyüzüne yükseliyor. Sicilya sürekli titriyor ama korkulu sarsıntıları yatıştırılamıyor.

Bu gerçekler karşısında iyimser olmaya gerek var mı? Ve yaklaşan fırtınanın gürlemeleri uzaktan her duyulduğunda kültür bayrağının daima indirilebileceğine işaret etmek için gerçekten karamsar ya da batıl inançlı mı olmalı?

Dünya bir kez daha derinlerdeki siyasi heyecanların sarsıntılarını yaşıyor. Ve biz tekrar veba, açlık ve ayaklanma ve korku karşısındaki kararsızlığımızı kutladık.  Asırlar boyu bağrımızda biriktirdiğimiz, hangi ürkütücü kindarlıktır? Giderek daha katı ve mekanik hale gelen insan tabiatı her geçen gün ateş, hava, toprak ve suyun intikamının hazırlandığı dev bir laboratuvarı andırıyor. Bilim, dünyayı baskı altına almak için gelişiyor; sanatlar –tıpkı kanatlı bir gündüz rüyası, gizemli bir uçak gibi- dünyadan uçup gitmek üzere tomurcuklanıyor; sanayi, insanlar dünyadan ayrı düşsün diye ha bire büyüyor.

Kültürü geliştiren herkes bir iblis gibi dünyaya küfrediyor ve uçup ondan uzaklaşmak için kanatlar tasarlıyor. İlerlemenin avukatı, dünyaya, havaya, suya ve toprağa, yeterince sertleşmemiş yer kabuğuna, bütün zor zamanlarına ve sonsuz uzaklıklarına, neden ve sonuç arasındaki paslı külfete, hayatın ve ölümün adaletsizliğine tüm kalbiyle intikam üflüyor. Kültürlü insanlar, ilerlemeyi savunanlar, seçilmiş entelektüeller ağızları köpürerek makineler inşa ediyor, gizli bir garezle bilimi ileri taşıyarak yeraltında ve yer üstünde, şurada ve burada kımıldayan toprağın, ateşin ve suyun gümbürdemelerini duymamaya ve onları unutmaya çalışıyorlar. Arada sırada uyanıp etraflarına bakınca –lanetlenmiş, ancak sakin acılarını yaşayan- biraz toprak görüyorlar ve saçma, cazip bir hikaye ya da bir tiyatro performansı izler gibi ona bakıyorlar.

Başkaları da var ve onlar için dünya bir hikaye değil fakat harika ve sürekli bir gerçek. Onlar havayı, suyu, toprağı ve ateşi ve dahi onlardan gelmiş gibi kendilerini biliyorlar. Bunlar toprağın ve diğer unsurların çocukları. Toprak gibi sakin duruyorlar ama bir süreliğine faaliyetleri yer altı sarsıntılarının uzaklardan gelen ilk gümbürtülerini andırıyor. Biliyorlar ki her şeyin bir mevsimi ve güneşin altındaki her amacın bir mevsimi var: doğmanın, ölmenin, tohumları ekmenin ve ekilmiş olanı biçmenin bir zamanı, keza öldürmenin ve sağaltmanın, yıkmanın ve inşa etmenin de bir zamanı var.” (Ecclestiastes.)

Uyguladıkları meslek, onlar için sanayi ve kültürden daha gerekli ve daha uygun.

Onlar da bir rüyada yaşıyorlar. Fakat rüyaları bizimkilerden farklı, tıpkı Rusya’nın tarlalarının Nevsky Bulvarı’nın pırıltılı kaynaşmasından farklı olduğu gibi. Rüyalarımızda görüyoruz ve gerçeklik içerisinde rüyaya dalıyoruz, bir uçağa binip dünyadan uçup gideceğimizi, radyum sayesinde dünyanın bağırsaklarını ve vücudumuzu nasıl inceleyeceğimizi, kuzey kutbuna nasıl gideceğimizi ve zihnimizdeki son gram sentetik enerjiyi kullanarak kainatı tek bir üstün kanuna nasıl tabi kılacağımızı düşünüyoruz.

Onlar, esas insanlar, dünya ile ilgili düşler görüyor ve efsaneler yaratıyorlar. Yeryüzüne yayılmış tapınaklar, bir perdenin gerisinde duran ve kimsenin görmediği manastırlar, mucizeler yaratan Nikola’nın heykelini ve geceleri çavdar başaklarını sallayan rüzgarları –çavdarın içinde raks eden kadını– derin bir havuzun dibinden yüzeye çıkan tahtaları düşlüyorlar. –Ki bunlar yabancı gemilerin parçalarıdır çünkü bu havuz okyanusun rüzgarlarını üflemektedir. Dünya onlardır ve onlar da dünyanın bir parçasıdır. Onları dünyadan ayıran hiçbir fark yoktur. Ara sıra tepe, ağaç, kilise ve köylünün kendisi canlanmış, harekete geçmiş gibi görünür. Bu arada her şey hala uykudadır ama bir sarsıldığı zaman duran her şey harekete geçip gidecektir: köylülere gidecektir, koru ve kilise gidecektir ve Tanrı’nın insan kılığına girmiş olan anaları tepelerden gidecek ve göller kıyılarına taşacak, nehirler kaynağına doğru akacak ve tüm dünya yok olacaktır.

* * *

Öfkeden kudurmuş iki intikam ateşinin, iki kampın arasında yaşıyoruz.

İşte bu nedenle o derece ürkütüyor. Lav kabuğunun altından ışığa çıkan ne türden bir ateştir?

Kalabria’yı yakıp yıkan türden midir, yoksa saflaştıran, arındıran bir ateş midir?

Hangisi olursa olsun, korkunç bir krizin içerisindeyiz. Bizi bekleyen olayları tam olarak bilmiyoruz; fakat kalbimizde, sismografın iğnesi daha şimdiden saptırılmış durumda. Daha şimdiden adeta hafif ve güven telkin etmeyen bir uçakla dünyadan çok yükseklerde, adeta bir köz ışıltısının üzerinde uçuyoruz, fakat altımızda gürleyen ve ateş saçan bir dağ var ve eteklerine doğru, kül bulutlarının arkasında, kızıl lav ırmakları akıyor.


Not: Kalabriya, Messina’nın (boğazın) hemen kuzeyinde, Etna’ya yakın bölgenin adıdır.

19 Mayıs 2016 Perşembe

“Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık!


Emrah Polat


“Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık!”

Bu cümleyle Dostoyevski, memur Akaki Akakiyeviç’in hikâyesinin anlatıldığı Palto adlı öyküye göndermede bulunarak Rus ve dünya edebiyatında önemli yer tutan gerçekçilik akımının köklerini Gogol’e dayandırır.

Bir manik-depresif olan Nikolay Vasilyeviç Gogol (1809-1852) ilk atağı geçirdiği 31 yaşından sonra dönemin tedavi yöntemleri nedeniyle büyük acılar çekti ve birkaç kez intiharın eşiğinden döndü. Ukrayna’da orta halli toprak sahibi bir ailede dünyaya gelen Gogol, Ölü Canlar’da 1861 yılında çıkartılan serflerin azat edilmesi yasası· öncesi döneme odaklanır. Bu dönem, Rus aristokrasisinin çoğunun lüks mallara ve yurt dışı harcamalara düşkünlük gösterdiği, çürümenin kol gezdiği; köylülerinse toprağa “güçlü duygularla” bağlı olduğu bir dönemdir. İşte kahramanımız Pavel İvanoviç Çiçikov feodal ilişkilerin egemen olduğu böylesi bir anda boy gösterir. Hem de ne boy gösterme! Bir zamanların masa şefi Çiçikov’la birlikte köylere, kasabalara, kentlere ve özellikle çiftliklere girip çıkar, dönemin Rusya’sındaki çarpıklıkları yansıtan “gülünç” yaşamlara tanık oluruz.

Kitabın hemen girişinde “Yazardan Okura” başlığı altında kahramanı Çiçikov’la ilgili bir cümle, Gogol’ün romanı kaleme alırken aklında dönüp duran niyeti olanca çıplaklığıyla yansıtacak güçtedir: “Rus insanının eksiklerini, ayıplarını göstermek için yazdım onu; yoksa üstünlüklerini, erdemlerini göstermek için değil.” (s. 1)

Böyle dolandırıcı görülmemiştir!

Ölü Canlar, adına “can” denen serflerle ilgili dönen dolapların bir hicvi… Pavel İvanoviç Çiçikov kendini danışman ve toprak sahibi olarak tanıtan bir dolandırıcıdır. Bir süre gümrük dairesinde çalışan, kaçakçılarla iş gördüğü anlaşılınca işten atılan Çiçikov, insanların hoşuna gidecek sözcükleri  bir araya getirmek gibi bir “hünere” sahiptir. Zaten bu özelliği sayesinde gittiği her kentte valiye varıncaya kadar herkesle rahatlıkla görüşebilecek, üstelik tümünün saygısını kazanabilecektir.

Yaptığı “iş” yasal bir boşluğu kullanarak, memurları arasında yolsuzluğun kol gezdiği devleti “yolmak” biçiminde özetlenebilir: İki nüfus sayımı arasında ölmüş canları -sağ göstererek- satın alıp maliyeye rehin vererek can başına iki yüz ruble kırmak! Bunun için Rusya’yı gezip çiftlik sahiplerinden ölü can toplayacaktır. İşte komedinin başladığı yer burasıdır; kimi çiftlik sahibi bu “alışveriş”e yanaşmaz, kimiyle ölü canlar için sıkı bir pazarlığa tutuşur.

Serüven boyu her toplumsal katmandan insanı ayrıntıyla betimleyen Gogol’ün kahramanı Çiçikov ölü can almak için uşağı ve arabacısıyla N iline gittiğinde, çevrenin güvenini kazanması kestirilebileceği gibi güç olmayacaktır. Tam bir fırsatçıdır o: Karşısına çıkan herkesle sohbet edip çiftlik sahipleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler toplayarak ölü canları satın aldığını gösterir belgeleri ünlü maun sandığına tıkıştırmak için can atar. Aslında yapılan “alışveriş” çiftlik sahipleri için de karlıdır; ne de olsa toprağın altında çürüyen köylüleri para etmektedir! Çiftlik sahiplerinin kurnaz Çiçikov’un sıra dışı önerisi karşısında takındıkları tutumun, mizah duygusunu “diri” tutan en önemli unsur olduğu romanda kırılma anına küçük bir soruyla ilerleriz: Peki ama topladığı canları ne yapacaktır Çiçikov? Çiftlik sahipleri için belirsizliğini koruyan bu soruya verilen yanıtlar çok çeşitli ama tümü de gülünçtür: Yaşayan insanlardan söz ediliyormuş gibi, biri, “Güney illeri topraklarının çok verimli olduğu bir gerçek, ne var ki su olmadı mı Çiçikov’un köylüleri ne yapacak? Çünkü hiç nehir yok topraklarında” derken, bir diğeri, “İnsanların yer değiştirmeleri çok daha önemli bir sorun bence.” diyecektir. (s.185)

Gogol’ün -romanda çokça yer alan- örtülü bir ironiyle sırıttığı bu bölümle birlikte Çiçikov için sonun başlangıcına; Vali’nin düzenlediği baloya doğru yol alırız. Adı milyonere çıkan ve Vali’nin kızıyla evleneceği söylentisi yayılan Çiçikov’a ciddi ciddi kur yapan kent kadınlarının ondan uzaklaşmaları uzun sürmeyecektir; çünkü Çiçikov ölçüsüz denebilecek kadar küçümser davranışlar içine girmiştir. İşte o sırada salona, kendisi de ufak çaplı bir palavracı olan ve belki de bu yüzden Çiçikov’un asıl yüzünü gören ama bunu “safça” kabul eden Nozdrev girer. Çiçikov’la sohbet eden Vali’ye yönelip konuşmaya başlayınca Nozdrev’in ağzından çıkanlar kahramanımızı adeta bozguna uğratacaktır: “Siz onu bilmezsiniz ekselansları! Ölüleri satın alır bu adam! Yemin ederim! Dinle Çiçikov! Sen var ya sen… Bak, dostça söylüyorum sana… Burada hepimiz dostunuz senin, bak ekselansları da burada… seni asmalı, gerçekten asmalı!” (s. 206) Bu olaydan sonra K kentinin ileri gelenleri 
Çiçikov’un kim olduğunu tartışır dururlar…

Gogol ilkinden farklı olarak olumlu tiplerle doldurduğu Ölü Canlar’ın II. Cildini geçirdiği bir atak sırasında ne yazık ki ateşe atmıştır. Başka başarılı işlerinden de tanıdığımız Mazlum Beyhan’ın özenli bir çeviriyle Türkçeleştirdiği Ölü Canlar’da, yanmaktan kurtarılan bazı ikinci cilt sayfaları da yer alıyor. Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi’nden -nitelikli bir baskıyla- çıkan bu yapıt kaçırılmamalı.

* bk. Rusya’nın Endüstrileşmesi 1700-1914, M. E. Falcus, V yayınları, 1984.


Emrah Polat (10 Aralık 2010)

17 Mayıs 2016 Salı

Ruslar niye durduk yerde gülümsemezler, gülmezler?



Bazıları Rusların soğuk ve somurtkan olduğunu iddia eder. Peki gerçek böyle mi?

Ünlü dilbilimci Prof. Joseph Sternin, Rusların meşhur somurtkanlığının ardındaki sırları açığa çıkardı.

Sternin, gülümsememe durumunu Ruslara has özelliklerden birisi olan niteliyor ve bu durumu çeşitli sebeplerle açıklıyor. AdMe.ru adlı site, Joseph Sternin’in, gizemli Rus ruhunun kimi garip noktalarına ışık tutan makalesinden alıntılar yaptı. İşte onlardan bazıları:

1. Gülümseme, Rus toplumunda nezaket göstergesi değildir. Batılılar için selamlaşma anında gülümsemek, kibarlık anlamına gelir. Bir insan ne kadar gülümserse, karşısındakine de o ölçüde arkadaşlık göstermek istiyor demektir. Ruslar ise, nezaketen sürekli gülümsemeyi “yapmacık gülümseme” olarak adlandırırlar ve kişinin samimiyetsizliğini, içten pazarlıklılığını ve gerçek hislerini açığa vurma konusundaki isteksizliğini belirten kötü bir işaret olarak görürler.

2. Ruslar tanımadıkları insanlara gülümsemezler. Rus toplumunda, gülümsemenin adresi, daha çok tanıdık insanlardır. Özellikle bu sebeptendir ki, tezgâhtar kadınlar müşterilere gülümsemez. Çünkü onları tanımıyorlardır. Şayet müşteri tanıdıksa, tezgâhtar ona mutlaka gülümseyecektir.

3. Ruslara göre, durup dururken gülümsemenin ardında mutlaka bir neden vardır. Eğer bir Rus, tanımadığı bir kimsenin kendisine gülümsediğini görürse, şüphesiz ki bu neşenin nedenini sorgulayacaktır. Belki de üstündeki kıyafet ya da saç şekli, bu tipin böyle neşelenmesine sebebiyet vermiş olabilir.

4. Rusların gülümsemesi için, diğer insanlar tarafından da fark edilebilen geçerli bir sebep olmalıdır. Bu, bir kişiye diğerlerinin gözünde gülme hakkı verir. Rusçada diğer dillerde olmayan kendine has bir söz vardır: “Sebepsiz yere gülmek, aptallık göstergesidir.”

5. Rus insanının gülümsememesine (özellikle gülümsememek, kesinlikle karamsarlık değil. Ruslar kendi içlerinde neşeli, hayat dolu ve esprili kimselerdir.) dayanak olan Rus geleneklerinde, kahkaha ve şakalaşmaya “karşıt” söylenmiş birçok atasözü ve deyim bulunur. Vladimir Dal’ın “Rus Atasözleri” sözlüğünden birkaç örnek verelim: “Şaka, hayır getirmez.”, “Kahkaha günaha sürükler.”, “Hem kahkaha, hem kabahat.”, “Bazı gülüşler gözyaşını tetikler.”, “Şakada gerçek payı olmaz.”

6. Rusların vazife başında ya da ciddi bir iş üstündeyken gülümseme alışkanlıkları yoktur. Örneğin, havaalanlarındaki gümrük memurları asla gülümsemezler. Çünkü ciddi bir işle meşguldürler. Rus gülümsemesinin bu özelliği eşsizdir.

7. Rus gülümsemesi ancak içten olmaya yöneliktir ve iyi bir moralin ya da muhatap olunan kişiye duyulan sempatinin samimi olduğunun bir göstergesi olarak kabul edilir.
Sonuç olarak, bir yabancı size gülümserse, bu hiçbir şey ifade etmez. Zira ona herkese gülümsemesi öğretilmiştir. Fakat gülümseyen bir Rus ise, o bunu kesinlikle istediği için yapmış demektir.


Çeviri: Nazife Çevik

Türk-Rus evliliklerinden doğan çocuklarla ilgili bir sorun: İsim bulmak!


MELİSSA İLKEROVNA


Kendime takma ad seçmeye çalışırken anladım ki, Türk-Rus ailelerin en büyük zorluklarından bir tanesi yeni doğmuş bebekleri için bir isim bulmak. Baba ve anne ortak bir karara varmalı, seçtikleri isim hem anne hem baba tarafını tatmin etmeli ve en az iki dilde kulağa hoş gelmeli.

Bu kadar kriter varken ailelerin işi zor tabii.

Mesela ben ilk iki hafta “зайчик” (tavşanım) veya “kızııım” ‘dım. Ta ki aile arkadaşımız iki tarafı da mutlu eden bir isim önerene kadar. O abiye kocaman bir teşekkür borçluyum!

Rusya’da adaşlarımla karşılaşmadım uzun bir süre, sonra tatlı küçük Melisa’lar çıkmaya başladı karşıma ama hiç sorun değildi çünkü ilk ben doğdum. 

Arkadaşlarımın tanıdığı tek Melissa benim, öğretmenler ilk benim adımı ezberlerler. 

Türkiye’de yine Melis ve Melisa’ların arasında tek MeliSSa’ydım. Kısacası halimden gayet memnunum.

Rus bayanlarının Türk isimlerine karşı büyük bir zaafı var. Büyük sevgi, Rus TV kanallarında yayınlanan Türk dizilerden kaynaklanıyor.

Türkiye’yle bir kaç dizi dışında başka bir bağlantısı olmamasına rağmen oğullarına Süleyman, Mustafa (“Muhteşem Yüzyıl”), Volkan (“Çilek kokusu”) ya da Kamran(“Çalıkuşu”) ismini vermek isteyen hanımlarla karşılaşabilirsiniz.

Fakat çoğu zaman Türk isimleri Rus kulağına sert ve sevimsiz geliyor. Sonuç olarak da karar verme dönemi dünyanın en büyük işkencesi gibi geliyor. Beğendikleri isimler var tabii ki, ama içlerindeki korku daha büyük. Anne adayının aklında anında binlerce soru oluşuyor. Ya çocuğumla dalga geçerlerse? Ya annemler ismi beğenmezse? İlginç olan şey babaların da aynı sorunlarla karşılaşması.

Oldukça zamanlarını alsa da elde edilen sonuçlar gayet başarılı.

En sık kullanılan isimler arasında Deniz (Денис), Timur (Тимур), Murat (Мурат), Emir (Эмир), Melisa (Мелиса), Asya (Ася), Safiye veya Sofya (София, Софья) ve Selin (Селин) var. Tabii seçimini Rus isminden yana kullanan da, çift isim verenler de, Türkiye ve 

Rusya’yla hiç alakası olmayan bir isim seçen de var.


Önemli olan seçtiğiniz ismin çocuğunuzun hayatını şekillendireceğinin farkında olmanız. Yoksa ister Stella, ister Mahmut olsun sağlıklı doğsun da. 

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Palmira dünyanın yarısı değildir


M. Hakkı Yazıcı
Kaynak: TurkRus.com

Hep iyimser şeyler yazarken yavaş yavaş kötümserleşiyor muyum ne?

Başlangıçta tüylerimizi diken diken eden “uçak olayı”ndan sonra, herşey unutulur; yine ilişkiler eskisi gibi olur derken, onca zaman geçti; iyileşen hiçbir şey yok.

Benim başıma geldiğinden değil, ama çevremdeki bazı Türk arkadaşlarımın yaşadıklarıyla ilgili duyduğum şeyler beni üzüyor.

Aralarında buraya 90’lı yıllarda gelenler var. Onca yıl emek verip, başarılı bir iş hayatı kurmuşlar. Ruslarla evlenip, çoluk çocuk sahibi olmuşlar. Ancak bu olumsuz olaylardan sonra bazıları işi gücü tasfiye edip, Türkiye’ye çoktan geri döndü bile. Bazılarıysa dönme planları yapıyor.

Yine en çok çocuklara üzülüyorum. Hele bir tanesi var ki, bir arkadaşımın kızı, dünyalar tatlısı bir Rus-Türk melezi; görüp te hiç kimsenin sarılıp, öpmeden geçemeyeceği bir minik Turuskaya… Onu her gördüğümde gözlerim buğulanıyor.

İşte böyle… Sonrası ne olur? Sonrasını şimdilik düşünmek bile istemiyorum.

***
Bu sene de 9 Mayıs Zafer Bayramı Rusya'nın her köşesinde yine milyonlarca insan tarafından kutlandı.

Dokuz Mayıs, Zafer Bayramı (Günü)!

Sovyetler Birliği, dört uzun yıl boyunca Alman Nazizmine karşı savaşmıştı. Ve sonunda bu zor savaştan muzaffer olarak çıkan Sovyetler Birliği olmuştu. Bu Bayram, Rusya’da herkes tarafından hatırlanıyor ve görkemli bir şekilde kutlanıyor. Nasıl hatırlanmasın ki savaş, milyonlarca insanın hayatını yitirmesine yol açmış, neredeyse her ailenin canını yakmıştı.

Biz de 9 Mayıs’ta üst kat komşum Vladimir İvanoviç ile törenlere her sene olduğu gibi beraber gitmeğe, kutlamaların yapıldığı yerlerde biraz gezinmeye karar vermiştik.

Önceden evin önündeki parka inip, banklardan birine oturdum.

Yukarıda yazdıklarımı düşünürken dalmışım, kafamı bir kaldırdım Vladimir İvanoviç, süslenmiş püslenmiş, bayramlık giysilerini giymiş, yine yüzünde kocaman bir gülücükle önümde dikiliyordu. Göğsündeki madalyalar neredeyse üniformasının ceketinin önünü tamamen kapatmıştı.

“Sı dnyöm Pabedi! (C Днём Поб́еды!),” diye Bayramını kutladım. O da gülümseyerek karşılık verdi.

Beni biraz durgun görmüş olacak ki:

“Ne o, Karadeniz’de gemilerin mi battı?” diye sordu.

Bu deyişi benden öğrenip sevdi, şimdi o da kullanıyor.

Eee, ne de olsa Ruslarla Karadeniz’den komşuyuz.

Bu deyimi Vladimir İvanoviç, genellikle beni biraz kızdırıp, tahrik etmek için kullanıyor. Zira bu deyimin Osmanlıların yakın tarihiyle ilgili, onları da ilgilendiren, ancak bizim için hüzünlü olan bir hikayesi var.

Bu deyimin bir benzeri Azeri kültüründe de var. Azerbaycan’da Karadeniz bulunmadığı için, doğal olarak, onu yerine “Hazar’da gemilerin mi batıb?” diyorlar.

***
Vladimir İvanoviç, bana gençliğinde Anapa’da, Soçi’de deniz kenarında geçirdiği tatil günlerini anlatıyor.

“Biliyor musun?” diye başlıyor, “Eskiden dalgalı Karadeniz sularına bakar, ufka dalardım. Karşı kıyıda aramızın limoni olduğu Türkiye’nin olduğunu biliyordum. Orada yaşayan Türkleri düşünürdüm. Ne tuhaf duygu değil mi? Şimdi sen buradasın ve benim can dostumsun.”

Evet, can dostuyuz. İkimiz de vatanımızı canımızdan çok seviyoruz. Bu bir çelişki değil. Farklı ülkelerden olsak da bunun dostluğumuza engel olmadığını düşünüyoruz. İkimiz de diplomat değiliz, ama birbirimizi kırmadan konuşmayı becerebiliyoruz.

“Yahu, dün gece çok kötü bir rüya gördüm; hala etkisinden kurtulamadım,” dedim.

Meraklanıyor.

“Aslında kötü demek doğru değil belki, ama biraz komik,” deyip anlatıyorum.

***
RVP (Geçici ikamet izni) başvurusu yaptım bekliyorum ya, gerginim biraz. Rüyalarıma giriyor.

Güya FMC ( Federal Göçmen Servisi ) ’de RVP müracaatı yapanlarla karar öncesi son bir mülakat yapılıyormuş. Mülakat sorularını doğru cevaplayanların başvurusu kabul ediliyormuş.

Ben de gitmişim, kuyrukta sıramı bekliyorum. Sırası gelen mülakatı yapan memurun masasının karşısında oturuyor.

Sıra bir Moldovyalıda.

Memur soruyor:

“Amerika, Japonya'ya harbi bitirmek için ne bombası attı?”

Moldovyalı, bu kolay soruyu hemen cevaplıyor:

“Atom.”

“Bravo, tamam.”

Sırada bir Kazakistan’lı var. Memur ona da bir soru soruyor:

“Amerikalılar Atom bombasını hangi şehirlere attı?”

Kazakistan’lı cevap veriyor:

“Hiroşima, Nagazaki...”

Memur:

“Tamam, geçtiniz,” diyor.

Bakıyorum sorular kolay, biraz rahatlıyorum.

En nihayet sıra bana geliyor, memur hin bakışlarla soruyor:

“Hiroşima ve Nagazaki'de ölenlerin alfabetik sıraya göre ad ve soyadlarını.....”

Sonra birden kan ter içinde uyandım. Kabusun etkisiyle allak bullak olmuştum.

***
Vladimir İvanoviç, beni yatıştırıyor:

“Çok abartılı bir rüya görmüşsün, merak etme herşey yolunda gidecek.”

Konuyu değiştirmek için Suriye’de, İŞİD işgalinden kurtarılan antik kent Palmira’da düzenlenen senfonik konser haberini görüp görmediğimi soruyor.

Siz de mutlaka biliyorsunuzdur, geçen hafta Rusya, benim de çok etkili ve anlamlı bulup, beğendiğim bir propaganda olayı gerçekleştirdi.

Palmira'daki tarihi amfitiyatroda Rusya'nın ünlü Mariinskiy Tiyatro Orkestrasının katıldığı, başta Rus asker Aleksandr Prohorenko olmak üzere kentin IŞİD'den kurtarıldığı operasyonlarda ölenler anısına ve UNESCO'nun yürüttüğü restorasyon çalışmalarına destek amacıyla  ‘Palmira İçin Dua Et: Müzik Antik Kalıntıları Canlandırıyor' temasıyla bir klasik müzik konseri düzenlendi.

Gerçekleştirilen konseri, ünlü Rus orkestra şefi Valeriy Gergiyev yönetti.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, konsere video-konferans yoluyla bağlandı. 

Başkan Putin, Suriyeli yetkililere, şef Gergiyev'e, orkestradaki müzisyenlere, UNESCO büyükelçilerine, Palmira'nın sakinlerine ve bilim insanlarına bu etkinlik için teşekkür etti. "Bugünkü etkinliğin tüm katılımcılar için büyük zorluk olduğunu ve savaş halindeki bir ülkede bulunmanın yarattığı tehlikeyi biliyorum. Kaldı ki, etkinlik silahlı çatışmaların devam ettiği bölgeye çok yakın bir mesafede gerçekleştiriliyor," diyen Putin, konserin katılımcıların gösterdiği bireysel cesaret sayesinde gerçekleştiğini vurguladı.

***
Vladimir İvanoviç, konu Palmira’ya kadar gelince fırsatı kaçırmayıp, LiveJournal web sitesinde okuduğu bir anektodu da anlattı.

Bu anektod dilde vurgunun, sözcük içindeki bir harfin telaffuzunun anlamları ne kadar değiştirdiğinin bir örneği aynı zamanda. Mesela “o” harfinin vurgusu bazen biraz “a”ya yakın olabiliyor. Örneğimizde olduğu gibi dikkatli olunmazsa “a” harfini “o” olarak anlamak mümkün.

Anektodta Putin ile Rusya Federasyonu Savunma Bakanı Şoygu’nun yan yana bir fotoğrafları var. Bir ara bilgi verelim: Tuvalı bir ailenin çocuğu olan Sergey Şoygu’nun kökeninde biraz Türklük olduğu söylenir. Bildiği dokuz dilden biri de Türkçe.

Fotoğrafta Şoygu, Putin’le yan yana konuşuyor. Anektoda göre güya rapor veriyor:

“Silahlı kuvvetlerimiz Amerika’yı, Kanada’yı ve bütün Avrupa’yı ele geçirdi,” diyor.

Putin, şaşkınlıkla:

“Hoppala, nerden çıktı şimdi bu!” diye soruyor.

Şoygu:

“Siz, dünyanın yarısını ( полмира - Polmira- yani dünyanın yarısı) kurtarın talimatını vermemiş miydiniz?” diye cevap veriyor.

Putin:

“Yok yahu, ben sana Palmira’yı ( Пальмира- Palmira) kurtarın dedim!!!”

Şoygu:

“Aaaa, özür dilerim, ben yanlış anlamışım.”

****
Vladimir İvanoviç, “Hadi,gidelim,” dedi. Bu kadar dinlenme muhabbeti yeterdi.

Ben daha kalkarken yine öbür yıllarda olduğu gibi yoldan geçen iki güzel genç kız koşarak yanımıza gelip, Vladimir İvanoviç’e sarılıp, “Spasiba dedu za pabedu!- Спаси́бо де́ду за побе́ду! (Teşekkürler dedecik zafer için!),” diyerek yanaklarından öptüler.

O ise yine gözünün ucuyla bana bakıp, göz kırptı.

“Görüyor musun?” dedi, “Bu onur bile insanın ömrünü uzatmaya yeter.”

***
Zafer Günü (Pabeda)’nın sembol renklerini taşıyan, turuncu-siyah renkli Georgiy Nişanı kurdelelerini ( Гео́ргиевская ле́нточка ) eşyalarına, elbise yakalarına, çantalarına, arabalarının antenlerine, kapı kollarına bağlamış Ruslar, yine sokakları, parkları, meydanları doldurmuştu.

Törenlerin yoğunlaştığı yerlere gidebildiğimiz kadar gittik.

Rusya’da 9 Mayıs Zafer Bayramı heyecanının tazeliğinin korunduğunun bir kez daha şahidi oldum.

Biz de Kurtuluş savaşı yaşamış bir halkın çocukları olarak bu duygulara hiç yabancı değildik.

Zafer Bayramı coşkusuyla meydanları dolduran yüzbinlerce Moskovalının verdiği izlenim ise faşizm benzeri bir illetin insanlığın başına musallat olması halinde yeniden tepelemekten geri durmayacakları şeklindeydi.

***

Gorki Park yine canlıydı. Yorulmuştuk. Ben iki dondurma aldım. Çimenlere oturduk.

Nereden aklıma geldiyse, Vladimir İvanoviç’e “Acaba Hitler, Tolstoy’un ‘Savaş ve Barış’ romanını okumuş mudur?” diye sordum.

Soruyla neyi öğrenmek istediğimi anlamamış bir ifadeyle yüzüme bakıp:

“Bilmem ki,” dedi.

“Okumamıştır sanırım,” dedim, “Eğer okusaydı Napolyon’un yaptığı hatayı bir daha yapmazdı.”

O sırada yanımızdan ellerinde dedelerinin resimleri olan pankartlarla bir grup genç geçti.

Bu sene 9 Mayıs Zafer Günü törenlerinde dedeleri, nineleri savaşmış, çoğu bu savaşta yaşamını yitirmiş Sovyet insanlarının çocukları, torunları onların resimlerinin olduğu pankartlarla “Ölümsüzler Alayı” yürüyüşünde yer almışlardı. Törenler sonrasında da bu pankartlar ellerinde parklarda, sokaklarda dolaşıyorlardı.

Bu gençler de dedelerinin fotoğrafını, anılarını taşıyan o gruplardan biriydi.

“Biliyor musun Vladimir İvanoviç?” dedim, “Benim dedem de 1918 yılında Filistin Cephesinde Osmanlı Ordusunda savaşmıştı. Sonrasında Anadolu… İstiklal Madalyası vardı onun da.”

İlgiyle yüzüme baktı:
“Bilmiyordum,” dedi.

Ben devam ettim:

“Dedem,  dört yaşındaki halamı ve kundaktaki babamı babaanneme emanet edip savaşa gitmiş. Babaannem, dedem cephedeyken İngilizlerin İstanbul’u uçaklarla bombaladığını, korkudan Gedikpaşa’daki evlerinde korumak için çocuklarının üzerine kapaklandığını anlatırdı.”

İngilizler o zamanlar başkentimiz olan İstanbul'u 1918-1923 yılları arasında tam beş sene fiilen işgal altında tutmuşlardı. Hiç bir karşılık verilememişti. İngiliz uçakları teslim olan İstanbul'u bir ay boyunca havadan bombalamıştı. Binlerce sivil, masum insan öldürülmüş, insanların korkudan sokaklardaki ölülerini alamadığı zamanlar olmuştu.

Kuşkusuz tarihte Osmanlı ve Çarlık Rusyası arasında da bazı savaşlar olmuştu. Ancak ben de bu savaşların hepsini Rusya-Türkiye ittifakını kesinlikle istemeyen Avrupalı emperyalist devletlerin pişirdiğine inananlardanım.

Bunu Vladimir İvanoviç’e belki yüz defa anlatmıştım, biliyordu.

“Yeni Sykes-Picot Anlaşmaları tezgahlanıyor,” dedim, Birinci Dünya Savaşı  sırasında, 29 Nisan 1916'da Kut’ül Ammare Kuşatması sonrasında İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı’nın 6. Ordusu karşısında bozguna uğramasından 17 gün sonra, 16 Mayıs 1916 tarihinde Britanya ve Fransa arasında yapılan ve Osmanlı Devleti'nin Orta Doğu’daki  topraklarının paylaşılmasını öngören gizli antlaşmaya atıfla.

Devamla, “Ortadoğu’yu talan için orada bulunan bütün emperyalist batılı güçler ellerini o coğrafyadan çekerlerse binlerce yıldır bir arada yaşamayı bilmiş, kadim halklar yeniden barış içinde yaşamlarını sürdürmenin yolunu bulacaklardır,” dedim. “Başka türlü bölgeye barış gelmez.”

Vladimir İvanoviç, donuk bir ifadeyle yüzüme baktı. Belki, der gibilerden dudak büküp, sırtımı sıvazladı. 

ABD'li tarihçi: Stalin ve komünizm karşıtı yalanları ABD ve İngiliz istihbaratı başlattı


Kaynak: Sputnik

ABD'li tarihçi Grover Furr, SSCB lideri Josef Stalin ve dünya komünist hareketi hakkındaki yalanların ABD ve İngiltere istihbaratı tarafından başlatıldığını, komünist hareketin asla emperyalizm ve kapitalizmin katliamlarıyla karşılaştırılabilir şeyler yapmadığını, bu gerçeğin örtülmek istediğini belirtti.

Sputnik'e konuşan ABD'li tarihçi ve Sovyetler Birliği uzmanı Grover Furr, ABD ve İngiltere'nin Nazi Almanyası'nın lideri Adolf Hitler ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği lideri Josef Stalin'i eşdeğer göstermek için büyük çaba harcadığını belirtti.

ANTİ-KOMÜNİST PROPAGANDA SÜRÜYOR

ABD ve NATO'nun 2. Dünya Savaşı'ndan beri en saldırgan ve katliamcı güç olduğunu bildiren Furr, SSCB ve dünya komünist hareketinin asla kapitalizm ve emperyalizmin katliamlarıyla karşılaştırılabilir bir şey yapmadığını söyledi.

Bu gerçeğin kapitalist ülkeler için kabul edilemez olduğunu aktaran Furr, bu sebeple Stalin karşıtlığı ve anti-komünist propagandanın sürdürüldüğünü söyledi.

ABD VE İNGİLTERE İSTİHBARATI BAĞLANTILI YAZARLAR ANTİ-KOMÜNİZMİ YAYIYOR

Stalin karşıtı kitapları yazanların ABD ve İngiliz istihbaratı ile bağlantılı olduğunu vurgulayan Furr, Stalin hakkında kitap yazan ünlü isimlerden Robert Conquest'in İngiliz İstihbarat Araştırma Dairesi (IRD) ile bağlantıları olduğunu aktardı.

Dairenin amacının uydurma hikayeler ile siyasetçiler, gazeteciler ve kamunun gözünde komünizmin etkisini azaltmak olduğunu belirten ABD'li tarihçi, bu kaynaksız sahte hikayeler ile kitaplar yazıldığını açıkladı.

Furr, Conquest'in hala anti-komünist tarihçilerin baş kaynaklarından biri olduğunu vurguladı ve Conquest kitaplarını yazdığı zamanlarda Batılı akademisyenlerin de "bilinçli olarak" yanlış bilgi vermesi sebebiyle ona karşı çıktığını söyledi.

Conquest'in bugün hala pek çok takipçisi olduğunu söyleyen Furr, Batı tarafından kullanılan söylemlerin efsanelerle dolu olduğunu belirtti.

HİTLER STALİN'DEN "DAHA AZ KÖTÜ"

Sovyetler Birliği'ne saldıran kimi isimlerin daha ileriye gittiğini aktaran Furr, Timothy Snyder isimli bir "tarihçi"nin Adolf Hitler'in Stalin'den "daha az kötü" olduğunu öne sürdüğünü söyledi.

Snyder'ın Hitler'in Yahudileri öldürmek için "Stalin'e dayandığını" öne sürdüğünü belirten Furr, Snyder'ın da Conquest gibi dayanaksız hikayeler anlattığını ve kendisinin de bir kitabında bu iddiaları cevapladığını aktardı.

Komünist harekete saldırmanın tek yolunun yalan söylemek olduğunu belirten Furr, kapitalist ve emperyalist ülkelerin bu sebeple halkı kandırmakta olduğunu vurguladı.