Moskova

Moskova

27 Ekim 2016 Perşembe

Elena Petrovna Blavatsky


Elena Petrovna Blavatsky (Еле́на Петро́вна Блава́тская) ya da Helena von Hahn  (d. 12 Ağustos 1831 Yakaterinoslav-Dnipetrovsk, Ukrayna) - Ölümü 8 Mayıs 1891,Londra), Rus Okültist, Teosofi Derneği'nin kurucusu ve teofizinin Batıda yaygınlaşmasını sağlayan kişidir.

1848'den 1858'e kadar dünyayı dolaşmış, 1873'te New York'a göç etmiştir. 1878'te de Amerikan vatandaşı olmuştur.

Varlıklı bir ailenin kızı olarak doğmuştur. Küçüklüğünden itibaren ortaya çıkan psişik güçleri ailenin kadınlarını rahatsız etmiş olmalıdır ki 16 yaşında yaşlı bir valiyle evlendirilmiştir. Blavatsky soyadı da kocasından gelir. Ancak 2 ay sonra ülkesinden kaçmış, bir söylentiye göre dünyayı 7 kere dolaşmıştır.

Yaşamının seyahatle geçen ilk yıllarını Nepal, Tibet, Mısır, Türkiye ve ABD’ni kapsayan gezilerle geçirdi.

Tibet'te uzun bir süre kalmıştır.

Tibet'te kaldığı süre içinde buradaki rahiplerin izin verdiği ölçüde onların öğretilerini İngilizceye çevirmiştir, fakat işin garip tarafı Senzar dilini herkes-rahipler dahil-unutmuş olmasına rağmen bu metinleri nasıl çevirdiği.

Bazıları bu çevirilerde Elena'nın psişik güçlerinin yardımı olduğunu söyler.

Bu çeviriler bütün öğretiyi içermemektedir, zira Elena Blavatsky rahiplerin izin verdiği kadarını çevirip Avrupa’ya taşımıştır.

Kimileri kendisine inanmamış bunu kendisinin uydurduğunu iddia etmiştir.
Himalayalar'da bulunduğu yıllarda Tibetli gurulardan gizli bilimlerin sırlarını öğrendi. 

Durugörü ve medyumluk özelliklerine sahipti. 1873'ten itibaren eşi, Colonel Henry Steele Olcott ile teosofi öğretisini şekillendirmeye başladı.

İlk kitabı olan "İsis Unveiled" 1877'de yayınlandı.

Ardından Hindistan'da "The Theosophist" dergisini yayınladı.

1877'de İngiltere'ye giden Blavatsky, Londra'da bir loca kurdu.

1888'de en ünlü çalışması "The Secret Doctrin"i yayınladı. 

Teofizi cemiyetini kurmuş, fakat 1891 yılındaki ölümünden sonra dernek değişik isimlerle parçalanmıştır.

Elena Blavatsky, medyumluk özelliği ile Mahatma olarak adlandırılan "yükselmiş üstad"lardan aldığı ilhamla teosofi akımını temellendirdiğinden bahsetmiştir (Mahatma Letters).

19.yy. için oldukça baskın ve dinamik bir kadın karakter olan Blavatsky, modern okült felsefenin yazınsal araştırmalarını yapmış, dogmatik bilim ve bağnaz teoloji anlayışına tek başına meydan okumuştur.

16 yıl boyunca da , Batının fırlatıp attığı, doğunun içrek ruhsal felsefeleri ve mekanik - materyalist psikolojinin dönüm noktası üzerinde çalışmıştır. Pek çok makale, kitap ve roman çalışması bulunan Blavatsky'nin ünü, ansiklopedik bilgisi, okült güçleri ve eşsiz cesareti ile perçinlenmiştir. Eserlerinin çoğunu trans halindeyken yazdığı söylenmektedir.

James JoyceUlysses’de kendisine ve 1898’de basılan "Isis Unveiled” adlı kitabına şöyle göndermede bulunur;

“Işığın menisinden bir bakire olan tövbekar Sophia’nın verdiği canla yaratılan İsa, o gelin rahibeyle budalar katına intikal etti. Batıni hayat sıradan insana göre değil, sıradan insan önce kötü karmasının kefaretini ödemek zorunda. Mrs. Cooper Oakley bir zamanlar ziyadesiyle meşhur rahibemiz h.p.b.’(Elena Petrovna Blavatsky)'nin içyüzünü görebilmişti,” der. (Ulysses, çev Nevzat Erkmen, yky, 225. sf)

26 Ekim 2016 Çarşamba

Ubır

Vikipedi, özgür ansiklopedi

Bizim bildiğimiz "Obur", yani "Ubır" (Tatarca: Убыр), Rus ve Türk mitolojisi ve halk inancında Vampir anlamına gelir.

Farklı benzer kültürlerde Obur, Hobur, Vupar, Opkur, Opkan olarak da bilinir. 

Ayrıca Rusçaya Убыр (Ubır) ve Вубар (Vubar); Çekçe ve Slovakçaya Upír olarak geçmiştir. 

Çekoslavak (Çek ve Slovak) kültüründe tam olarak vampir anlamını alır.

Özellikleri

Günahkar kimseler mezarda bir hayvan şekline bürünür ve Ubır haline gelir.

İri başlı, uzun kuyruklu bir varlıktır.

Genellikle ölen büyücüler Ubıra dönüşür. Ağzından ateş püskürür. Günlerce hatta aylarca hareketsiz kalabileceği gibi istediğinde uçabilir de.  Hiç kimseden korkmaz. Etrafına bulaşıcı hastalık yayar. Ne bulursa yer. Obur olduğu anlaşılan bir ölünün mezarı açılıp çivi çakılır. İstediğinde istediği şekle girebilir. Kurt veya yaban köpeği kılığına girip koyunları parçalar. Bir dağın başında toplanıp, kaçırdıkları insanları yerler. Bir ölünün obur olmaması için ateşin altından geçirilmesi gerekir.

Daha çok Romanya ve Moldova’da yaşayan Türk topluluklarınca Vampir anlamında kullanılır.

Fin Ugor kavimlerinde de benzer söyleyişlerle yer alır. Ele geçirdiği insanın içinde yaşayan korkunç bir yaratıktır. İçinde Ubır bulunan kimse ona benzemeye başlar, yemeye doymaz. Ama yese de zayıf kalır. Çünkü onun yediği yemek kendi vücuduna değil, Ubır’a sinermiş.
Tatar halkında “Ubır kendisi doysa da gözü doymaz” gibi bir deyim de vardır.

Ubırlı insanlar gece kalkıp yemek ararlar, bulamayınca da alev yumağına dönüşüp bacadan çıkarlar ve başka insanların yemeğini çalarlar. Ubır da tıpkı alev gibi doymak bilmez, azgın, açgözlü, her şeyi yutan bir yaratıktır. Ayrıca leşle beslenir. İstediği an kedi, köpek veya güzel bir kız kılığına girebilir. Ubır kadınları ve hayvanları emmeyi de sever.

Benzer ve bağlantılı varlıklar

Obot

Obot; Türk ve Altay halk inancında doyumsuzluk cinidir. Ubot olarak da söylenir.

Ubır'ın bir türüdür. Görünüşleri son derece çirkindir. Dişleri çok büyük ve korkunçtur. İri kemikleri vardır. Sürekli yer ama doymazlar, çünkü yediklerini anında geri çıkarırlar. Ateşli gözleri vardır. Aileleri ve evleri bulunur. İnsanların içine girerek veya musallat olarak tüm servetini harcamasına neden olurlar.

Sözcük anlamı olarak ele alındığında kelime kökünde yemek, yutmak, yok etmek anlamları bulunur. Obur sözcüğüyle kökteştir.

Opkan

Opkan (veya Vupkan, Çuvaşça: Вупкăн, Vupkăn - "sefalet getiren, hasar veren"); Çuvaş mitolojisinde kötü bir ruh.

Çuvaşlar salgın hastalıklar ve ruhsal hastalıklar dahil olmak üzere birçok korkunç hastalıkların nedeni olarak onu düşünürler.

Vupkan hızlı bir rüzgar şeklinde insanlara gelir ve düşüncelerinin bozulmasına yol açar. 

Vupkan kendini görünmez kılar. Onu yatıştırmak için vupkana üç siyah koyun kurban edilir. Birincisi baba vupkana ("vupkăn aşşĕ"), ikinci anne vupkana ("vupkan amăşĕ") ve son koyun vupkan tanrısına (vupkăn turro) armağan edilir. Vupkan bir köpek olarak temsil edilir ve yıkıcı bir varlıktır. Ondan sadece kurnazlık sayesinde kurtulmak mümkündür.

Vupar

Vubar (Vopar, Vapar, Vubar Çuvaşça: Вупăр, Vupăr); Çuvaş mitolojisinde kötü bir ruh. Vubar geceleri görünür ve hayvanların ve insanların havasız kalarak boğulmasına neden olur. Ateş saçan bir yılan şeklinde görünür. Kadın veya erkek kılığına bürünebilir. Uyuyan insanlara saldırır, onu elle yakalamak imkansızdır. Hristiyan Çuvaşlar ondan korunmak için kollarını yatarken çapraz olarak koyarlar (haçı andırdığı için).

Etimolojisi

(Ub/Ob) kökünden türemiştir. Açgözlülük anlamı içerir. Obruk sözü de aynı kökten gelir ve girdap demektir.

Kaynakça

-Türk Söylence Sözlüğü, Deniz Karakurt, Türkiye, 2011,

-Türk Mitolojisi Ansiklopedik Sözlük, Celal Beydili, Yurt Yayınevi (Sayfa - 435)

25 Ekim 2016 Salı

Moskova’nın en ünlü 7 müzesi





Rusya'nın başkenti Moskova'da tam 400 müze bulunuyor. İşte şehrin en ünlü 7 müzesi.

Kremlin
Moskova’nın göbeğindeki ve sembol haline gelmiş kırmızı duvarların ardında 15. yüzyıldan kalma bir tarih gizli. Zira Kremlin’de Rus çarlarına ait ‘hazine’ değerinde eserler bulunuyor. Üniformalar, tahtlar ve zırhların yanı sıra Faberge yumurtaları olarak bilinen mücevherlerle süslü Emperyal Yumurtalar ve Monomah Kalpağı Kremlin’de yer alan eserlerden yalnızca birkaçı. Kremlin’de ayrıca farklı yüzyıllardan elmas ve mücevherlerin yer aldığı Almaznıy Fond (Elmas Vakfı) isimli bir bölüm bulunuyor.

Tarih Müzesi
Ünlü Rus Çarı Büyük Petro tarafından yaptırılan Kızıl Meydan’daki Devlet Tarih Müzesi, eski çağlardan bugüne Rus topraklarının tarihini yansıtan birçok esere ev sahipliği yapıyor.

Tretyakov Devlet Sanat Galerisi
Tretyakov Devlet Sanat Galerisi 1856 yılında Moskova’da tüccar Pavel Tretyakov tarafından kurulmuştu. Dünyanın en önemli bazı güzel sanatlar koleksiyonlarının sahibi müzede Repin, Şişkin, İvanov, Kandinskiy gibi birçok Rus sanatçıya ait bin 276 tablo, 471 çizim ve 10 heykel yer alıyor.

Puşkin Devlet Güzel Sanatlar Müzesi
1898 yılında kurulan Puşkin Devlet Güzel Sanatlar Müzesi Bronzino, Titian, Botticelli, El Greco, Jan Gossaert and Pussin gibi sanatçıların eserlerine ev sahipliği yapıyor. Müzede ayrıca Renoir, Van Gogh, Cezanne, Monet, Degas, Gauguin, Matisse ve Picasso’nun eserleri görülebiliyor.

Garaj Çağdaş Sanat Müzesi
Garaj Çağdaş Sanat Müzesi, yıl boyunca çağdaş sanat eserlerinin yer aldığı birçok sergiyi ziyaretçilerinin beğenisine sunuyor. 2008 yılında kurulan ve süreli sergilerin düzenlendiği müzenin koleksiyonu 1950'li yıllardan bugüne Rus çağdaş sanatını konu alıyor.

Moskova Modern Sanat Müzesi
20 ve 21. yüzyıl sanatı üzerinde yoğunlaşan Moskova Modern Sanat Müzesi, ünlü Rus sanatçı Zurap Tsereteli tarafından kurulmuştu. Avangard sanatın gelişiminin yansıtıldığı müzedeki eserlerin büyük kısmı Rus sanatçılara ait; ancak Anri Russo, Joan Miro, Pablo Picasso gibi birçok dünyaca ünlü ressamın eserleri de müzede görülebilecekler arasında.

Devlet Multimedya Sanat Müzesi

2010 yılında kurulan Devlet Multimedya Sanat Müzesi, Rusya’nın fotoğraf sanatçılığına yönelik ilk müzesi. Rus ziyaretçileri fotoğraf, video, çağdaş sanat eserleriyle buluşturmayı amaçlayan 6 katlı müze aynı anda 5 sergiyi ağırlayabiliyor.

Rusya'da gözlerinizi faltaşı gibi açacak 10 şey


Kaynak:  https://tr.sputniknews.com/     


Kuşkusuz her milletin, turistleri şaşırtacak kendine özgü hâl ve hareketleri var. İşte Rusya'dan sizi şaşırtacak bazı kareler…

‘Tuzak’ turnikeler: 
Rusya’da metro girişlerinde aksiyon filmlerinde yaşamadığınız gerilimi tadabilirsiniz. Zira jetonunuzu veya kartınızı kullanmadan turnikeyi geçmeye çalışırsanız, engeller birden ‘yuvalarından çıkabilir’.

İçeriye açılan kapılar: 
Genelde kapılar dışarıya açılırken, Rusya’da tüm kapılar içeriye açılıyor. Ev, bahçe, tiyatro, okul fark etmiyor… Kapıların, Rus istihbarat ajansı KGB’nin operasyonlar sırasında daha kolay kırarak, içeriye girmesini sağlamak amacıyla içeriye açıldığına yönelik efsaneler mevcut. Ancak dikkat etmezseniz kendi suratınıza çarpacağınız bu kapılar, aslında Rusya’daki aşırı soğuğun içeriye dolmasını engellemek için içeriye açılıyor.

Greçka: 
Rusya’da bir markete girdiğinizde sizi ‘filozof’ yapabilecek bir tahıl var. Zira greçka; bulgur deseniz bulgur değil, buğday deseniz buğday değil… Rus topraklarına özgü bu tahıl biraz bulgur, biraz mercimeği andıran bir tada sahip ve sofralarda da genellikle mevcut. Türkiye’de köftenin, fasulyenin yanında yediğimiz bulgur pilavını yerini, Rusya’da greçka pilavı alıyor. Bu arada greçka oldukça da besleyici. Zira içerisinde bakır, magnezyum, lif, fosfor, amino asit gibi birçok öğeyi barındırıyor.

Zelyonka: 
Söylendiğinde adı çizgi film kahramanı gibi tınlayan bu ilaç Rusya’da sıklıkla kullanılıyor. Bu sebeple Rusya’da bir yere misafirliğe gittiğinizde ya da olur ya, sokakta kızamık olmuş, ama benekleri kırmızı yerine ‘yeşil’ olan birilerini görürseniz, ürkmeyin. Yeni bir hastalık türemedi. Ruslar bizim sıklıkla kullandığımız tertürdiyot misali, antiseptik olan zelyonka'yı evlerinden eksik etmiyorlar. Küçük yaralarda, cilt sorunlarında bu yeşil ilacı kullanıyorlar, ortaya da yaraların dağılımına göre çeşitli görüntüler ortaya çıkıyor.

Huş ağacı suyu: 
Rusya’daki marketlerde herkesi şaşırtacak bir şey daha var: Huş ağacı suyu. Huş ağaçlarının gövdesinden doğrudan süzülerek elde edilen ve ‘meyve suyu’ niteliğindeki bu içecek Rusya’da sıkça tüketiliyor. Egzotik ve tatlımsı bir lezzete sahip bu içecek yaz kış Rus sofralarında sıklıkla bulunduruluyor. Şeffaf ve suya benzer görüntüdeki huş ağacı suyu votkanın yanında da içiliyor.

Kömür: 
“Rusya’da bu kadar votka içilmesi, bu kadar yağlı yiyecekler (ülkede çok fazla yağlı et tüketiliyor) yenmesine rağmen, insanların mideleri nasıl dayanıyor?” diye mi soruyorsunuz? Yahut Rusya’da felekten bir gece çalayım derken ertesi gün akşamdan mı kalmalık mı çekiyorsunuz? Gıda zehirlenmesi mi yaşadınız? Panik yok, kömür var. Soğurucu karbon, bu tarz durumlarda sıklıkla tüm dünyada kullanılsa da, Ruslar aktif karbonu ‘siyah aspirin’ şeklinde kullanan tek millet. Batılı ülkelerde midede çözünen soğurucu karbon genellikle beyaz veya pembe renklerde kullanıyor.

Çekirdek: 
Rusya’da 200 yıl önce ortaya çıkmasına rağmen, çekirdek günümüzde Rus kültürünün ayrılmaz parçası halinde. Öyle ki ‘çekirdek çitlemek’ Rusya’da neredeyse ‘bir meditasyon şekli’ diyebiliriz.

Babuşkalar: 
Rusya’da 2012 Eurovision şarkı yarışmasında gördüğünüz Babuşka'lardan (Babushki) daha ötesini görebilir ve şaşkınlık içinde donakalabilirsiniz. Zira Türkiye deyimiyle ‘Teyzeler’ olan babuşkaları, -30 dereceye varan hava koşullarında kar kürerken ya da tiyatrolarda, öğrenci yurtlarında ‘bekçilik’ yaparken görebilirsiniz. Diğer bir deyişle: Korkmayın, babuşkalar yanınızda.

Metro ile seyahat eden köpekler: 
Tarihi ve sanatsal metrolarıyla şanı dünyayı dolaşan Rusya’nın metro ile seyahat eden köpekleri de şaşırtıcı. Zira ülkede herhangi bir metro hattında, gazetesini ve kitabını okuyan bir Rus vatandaşının yanında bir köpek görebilirsiniz. Başlı başına bu bile şaşırtıcıyken, herkesin bu durumu çok olağan karşılaması da herkes için ilginç olabilir.


Turşu suyu: 
Eminönü’nde balık ekmekle birlikte afiyetle yudumladığımız turşu suyu, Türkiye’den Rusya’ya gidenleri pek şaşırtmayacak olsa da, bu gelenek Batılıları oldukça hayret içinde bırakabilir. Zira her sofrada ‘muhakkak’ bulunan turşuların suları, Batılı dostlarımızı içmekten ‘sarhoş edebilir’. Hatta turşu suyu Rusya’da o kadar çok tüketiliyor ki, tüm dünyaya gaz sevkiyatı yapan bu ülkenin artık turşu suyu boru hatları çekip, sevkiyatına başlaması gerektiği şeklinde şakalar yapılıyor.

Rusya'nın en ünlü çizgi filmleri



Sputnik, Rusya'nın en ünlü çizgi filmlerinden bir derleme yaptı.
Maşa ile Medved, Çiburaşka, Ev cini Kuzya bunlardan yalnızca bazıları.
Bu çizgi filmler arasında Nazım Hikmet'in Sevdalı Bulut ve Hanene Huzur Dolsun eserlerinden yapılan uyarlamalar da yer alıyor.

Çiburaşka
Çiburaşka, Sovyet yazarı Eduard Uspenskiy’nin 1966 tarihli öyküsünden uyarlandı ve 1969 yılında Roman Kaçanov tarafından çizgi film yapıldı. Koca kulaklı, şirin yüzlü, masum bakışlı bu maskot, 2014’te Soçi’de yapılan kış olimpiyatlarında sembol olarak kullanılmıştı. Çizgi filmde Çiburaşka’nın akordeon çalan şapkalı arkadaşı Timsah Gena ile maceraları anlatılıyor.

Maşa ve Medved
Rusça ismi Maşa ve Medved olan bu çizgi film, Türkiye’de Maşa ve Koca Ayı ismiyle yayınlandı. Oleg Kuzokov’un 2009 yılında yarattığı çizgi filmde Maşa isimli karakrer, düzenli bir yaşamı olan Ayı’ya adeta yaramazlıklarıyla musallat oluyor, ancak ikili dostluklarından hiçbir şekilde ödün vermiyor.

Nu pagadi
1969 yılında yayınlanmaya başlayan ve yönetmenliğini Gennadiy Sokolskiy’nin yaptığı Nu Pagadi isimli çizgi film günümüzde de izlenmeye devam ediyor. Çizgi filmde akıllı bir tavşan ve onu yakalamaya çalışan bir kurnaz kurt konu alınıyor. Kurt, her seferinde başarısız oluyor ve her bölüm Kurt’un ‘Nu, Zayats, pagadi!’ (Tavşan, bekle!) sözleriyle sona eriyor.

Varejka
Varejka, ilk olarak 1967 yılında yayınlanmaya başladı. Varejka adındaki küçük kız bir köpek istiyor, ancak annesi izin vermiyor. Bunun üzerine küçük kız sokakta eldiveniyle bir köpekmiş gibi oynuyor. Küçük kızın hayal gücü sayesinde eldiven bir köpeğe dönüşüyor.

Domavenok Kuzya
Tatyana Aleksandrovna’nın masalının baz alındığı, senaryosunun Marina Vişnevetskaya ve Valentina Berestova’nın yazdığı Ev Cini Kuzya’nın (Domovenok Kuzya) 1984-1987 yıllar arasında yapılmış dört kukla çizgi filmi bulunuyor. Tüm dünyada bilinen bu çizgi filmde Kuzya büyüklerden gizlice mesken tuttuğu evi koruyor ve evin küçüğüyle arkadaşlık ediyor.

Antoşka
Leonid Hosırev’in yönetmenliğini yaptığı, Sovyet yapımı Antoşka çizgi filmi, ilk olarak 1969 yılında yayınlanmaya başlamıştı. Tembel Antoşka’nın başrolde olduğu çizgi filmde, Vladimir Şainskiy ve Yuriy Entin’in şarkısı konu alınıyor. Şarkıda kızıl saçlı, çilli Antoşka, yapılması gereken tüm işlere bir bahane buluyor.

Sevdalı Bulut (Vlublonnaya Oblaka)
Nazım Hikmet’in ünlü eseri Sevdalı Bulut'tan Vlublonnaya Oblaka 1959 yılında yayına sunuldu. Hem Sovyetler Birliği’nde, hem de tüm dünyada büyük ilgi uyandıran çizgi filmde iyi niyetli ve temiz kalpli Ayşe ile onun güzel bahçesini ele geçirmek isteyen kötü karakter Seyfi’nin kurnazlıkları ve ikilinin aşkı konu alınıyor.

Hanene Huzur Dolsun
Nazım Hikmet'in Hanene Huzur Dolsun yapıtından uyarlanan, Mir Domu Tvoyemu, 1962 yılında yayınlanmaya başladı. Barış temalı bu çizgi filmde savaş ve silahlanma karşıtlığı ön plana çıkıyor.

22 Ekim 2016 Cumartesi

Rusya Bayrağı'ndaki mavi, beyaz ve kırmızı renklerin anlamı


Rusya Federasyonu bayrağı ülkenin marşı ile birlikte resmi sembolüdür.

Rusya bayrağı dikey şekilde aynı boyutta yerleştirilmiş üç farklı renk taşıyan çizgilerden oluşuyor: beyaz, mavi ve kırmızı.

Rusya'nın bu üç rengi kullanmasıyla ilgili farklı görüşler mevcut.

Birincisi; ilk Rus savaş  gemisinin yapıldığı 17. yüzyıldan kalan belgelere dayanıyor. Hollandalı ustanın geminin bayrağa ihtiyaç duyduğunu bunun için dönemin Çarı Aleksey Mihayloviç'ten bayrağın şekliyle ilgili emrini istediği anlatılıyor. 1668 yılında 'Orel'(Kartal) ismini taşıyan ilk Rus savaş gemisi yapıldıktan sonra Çar Avrupa’da örneği olan bayraklara bakarak üç renkli beyaz, mavi ve kırmızı olarak ve üzerinde kartal resmi bulunan bayrağın hazırlanmasını emrediyor.

İkincisi; beyaz, mavi ve kırmızı renklerin 'Pan-slavizm'i simgelediği belirtiliyor. Bu renkler slav kökenli halkları simgelemek için kullanılır ve Rusya, Sırbistan, Slovakya, Sloveniya, Hırvatistan ve Çek Cumhuriyeti bayraklarında da bu renklere, hatta şekil benzerliğine rastlamak mümkün. Pan-slavizm renklerinin 1848 yılında Prag'da düzenlenen Slav ırkı milletlerinin ilk kurultayında Rusya bayrağı temel alınarak tespit edildiği belirtiliyor. 

Üçüncüsü; Büyük Petro döneminde 6 Ağustos 1693 yılında denize çıkan üç askeri gemide 'Moskova Çarı'nın Bayrağı' adlı üç renkli beyaz, mavi ve kırmızı ve üzerine altın renkli iki başlı kartal resimli bayrak dalgalandığı ifade ediliyor. 'Moskova Çarı'nın Bayrağı'nın 1693 yılından kalan örneği halen Merkezi Deniz Askeri Müzesi'nde bulunuyor.

Bayrakta kullanılan renklere farklı  yorumlar ve anlamlar atfedilirken resmi bir açıklama halen mevcut değil. Ancak  Rusya'da bu renklerin çok eski dönemlere ait anlamları şöyle ifade ediliyor:

Beyaz: asillik, soyluluk, büyüklük, açık yüreklilik, samimiyet
Mavi: bağlılık, sadakat, vefa, namus, dürüstlük, kusursuzluk, ahlaki temizlik
Kırmızı: cesaret, yiğitlik, mertlik, yüreklilik, gönül yüceliği, alicenaplık, sevgi


22 ağustos 1994 yılında itibaren Rusya Devlet Başkanı'nın imzaladığı kararla ülkede Rusya Federasyonu Devlet Bayrağı günü kutlanıyor.

20 Ekim 2016 Perşembe

Moskova’da hangi milletten kaç yabancı yaşıyor?



Rusya’nın başkenti Moskova 15 milyonu aşkın nüfusuyla dünyanın en büyük şehirleri arasında yer alıyor. Moskova her yıl Rusya’nın diğer şehirlerinden ve yurt dışından çok sayıda göç alıyor.

Moskova Polis Merkezi göçmenlik bürosu başkan yardımcısı Dmitri Sergiyenko, Moskova’da 2016 yılının ilk 9 ayı itibariyle 1 milyon 370 bin yabancı vatandaş ikamet ettiğini açıkladı.

Moskova’ya vizeyle gelen yabancı vatandaşlar arasında Çinlilerin zirvede yer aldığını belirten Sergiyenko, “Eğer Moskova’ya vize ile gelen yabancı vatandaşları ele alacak olursak, uzun yıllar olduğu gibi Çinliler en önde yer alıyor. Vizeyle gelenlerin yüzde 20’sini Çinliler, yüzde 5’ini Türkler, yüzde 5’ini Vietnamlılar ve yüzde 4’ünü Almanlar oluşturuyor.” ifadelerini kullandı.

Sergiyenko’nun sözlerine göre Moskova’daki yabancıların yüzde 80’inden fazlası vizesiz rejimle Rusya’ya giriş yapıyor. Bunların büyük bir kısmı ise Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ülkelerinden geliyor. Moskova’da vizesiz ikamet edenlerin yüzde 20’sini Özbekler, yüzde 17’sini Tacikler, yüzde 15’ini Kırgızlar, yüzde 14’ünü Ukraynalılar ve yüzde 11’ini Belarus vatandaşları oluşturuyor.


Moskova Polisi’nin verilerine göre yabancıların yüzde 70’i Moskova’ya çalışmaya geliyor. Ayrıca yabancıların yüzde 14’ü turizm, yüzde 11’i özel, yüzde 2,5’i ise eğitim amacıyla Moskova’ya geliyor.

19 Ekim 2016 Çarşamba

Vladimir Rumyantsev ve sevimli Petersburg kedileri


Vladimir Rumyantsev, 1957 doğumlu bir Rus ressamı.

Benim gibi dört yaşında başlamış resim yapmaya. :-)

Petersburg’daki Serov Sanat Okulu’ndan 1976 yılında diploma almış. Sonrasında Güzel Sanatlar Akademisi’nde Grafik Sanatlar Bölümü’nde çalışmalarına devam etmiş.

Genellikle suluboya çalışıyor. Eserleri Rusya’da ve Avrupa’da iyi biliniyor ve pek çok müze koleksiyonunda yer alıyor.


İşte size Petersburg Kedileri temalı koleksiyonundan bazı örnekler.







7 farklı dilde konuşabilen 4 yaşındaki Rus kızı Bella (Video)




Rus devlet televizyonu Rossiya 1’de yayınlanan “Udivitelnıe Lyudi” yetenek yarışmasına katılan Bella Devyatkina yeteneğiyle kendisini izleyenleri büyüledi. 

Bella, henüz 4 yaşında olmasına rağmen 7 farklı dilde konuşabiliyor. Rusça, İngilizce, Fransızca, İspanyolca, Almanca, Çince ve Arapça konuşabilen Bella’nın performansını gelin hep birlikte izleyelim:)



"Maşa ile Medved"in son bölümü 4 günde 9 milyon seyirle rekor kırdı


Kaynak: http://www.turkrus.com/ 


Kimilerine göre Rusya'nın dünyayı etkilemek için  nükleer füzelerinden daha güçlü silahı... 

Kimilerine göre tüm zamanların en iyi çizgi filmlerinden biri... İzleyende tiryakilik yapan, Türkiye dahil 22 ülke TV'sinde yayınlanan "Maşa i Medved" yani "Maşa ile Ayı" son bölümüyle bir rekora daha imza attı.

Serinin son filmi, dört günde internette sadece Youtube kanalında 9 milyonun üzerinde izlendi.

Çocukların video oyunları bağımlılığının konu edildiği bölümü:




"Maşa ile Medved"in son bölümü 4 günde 9 milyon seyirle rekor kırdı


Kaynak: http://www.turkrus.com/ 


Kimilerine göre Rusya'nın dünyayı etkilemek için  nükleer füzelerinden daha güçlü silahı... 

Kimilerine göre tüm zamanların en iyi çizgi filmlerinden biri... İzleyende tiryakilik yapan, Türkiye dahil 22 ülke TV'sinde yayınlanan "Maşa i Medved" yani "Maşa ile Ayı" son bölümüyle bir rekora daha imza attı.

Serinin son filmi, dört günde internette sadece Youtube kanalında 9 milyonun üzerinde izlendi.

Çocukların video oyunları bağımlılığının konu edildiği bölümü:



Zeyigarnik ve “Zeyigarnik etkisi”

Yarım Kalmış Anıların ve Aşkların Daha Çok Hatırlanmasının Sebebi: Zeyigarnik Etkisi

Blyuma Vulfovna Zeyigarnik (Блю́ма Ву́льфовна Зейга́рник), 9 Kasım 1901 tarihinde doğmuş,  ünlü bir Sovyet bilim insanı;  psikoloğu ve psikiyatristidir.

24 Şubat 1988 tarihinde Moskova’da ölmüştür.

Zeyigarnik, “Zeyigarnik etkisi” diye bilinen teziyle ünlenmiştir.

Zeyigarnik etkisi; kişilerin tamamlanmamış veya bölünmüş-kesilmiş şeyleri, tamamlananlara göre daha kolaylıkla hatırladığını ifade eden psikolojik bir kavram. 

Sovyet psikolog ve psikiyatr Blyuma Zeyigarnik tarafından bir restoranda yapılan gözlem sonucu bulunmuştur.  

Zeyigarnik, garsonların siparişleri sadece servis sırasında hatırladıklarını, servis tamamlandıktan sonra siparişi hafızalarından sildiklerini far keder. Konuyla ilgili çalışmalar ve deneyler yapar. Yaptığı çalışmalarla; bitirilmemiş, sonlandırılmamış işlerin, zihni meşgul ettiği ve iş bitince, zihnin bu meşguliyetten kendini kurtardığı sonucuna ulaşır.

Blyuma Zeyigarnik, Berlin’de Doktorası için araştırma yaparken Profesörü Kurt Lewin, garsonların henüz hesabı ödememiş müşterilerin siparişlerinin detaylarını, hesabı ödemiş olanlardan daha iyi hatırladıklarını fark ettiğini söyler. Garsonlar siparişleri sadece servis süresince hatırlıyorlar ve servisi tamamladıklarında siparişler hafızalarından buharlaşıp uçup gidiyor. Bu Zeyigarnik’in henüz tamamlanmamış işlerin bellekte farklı bir konumu olup olmadığını ve bitmiş işlerden daha iyi hatırlanıp hatırlanmadığını merak etmesine yol açar.
Katılımcılara yap – bozların veya basit ödevlerin verildiği bir deney düzenler. Deneklere 20 kadar basit görev verir. Bulmaca çözmek, ipe boncuk dizmek vs.. Ödevlerin yaklaşık olarak yarısında katılımcılara müdahale edilir ve işleri kesintiye uğratılır. Daha sonra aktivitelerin ne kadarını hatırladıkları sorulduğunda, kesilen ödevlerin ayrıntılarının, sonunda tamamlanıp tamamlanmadıklarına bakılmaksızın, katılımcılar tarafından daha iyi hatırlandığı görülür. 

Zeyigarnik bunun tamamlanmamış ödevlerin hafızada farklı ve daha etkin bir şekilde depolanmasına neden olduğu sonucuna varır.

Mesela, bitmemiş ilişkilerimizi neden daha fazla hatırlarız? 3. Gününde eve dönmek zorunda kaldığınız bir tatil size neden daha fazla çekici görünür? Rejim yaparken bitirmeden bıraktığınız tabaktaki tatlı neden aklınızdan çıkmaz? Birçoğumuzda, geçmiş dönemde, okuldayken, çözdüğümüz problemlerden çok, çözemediklerimiz akıllarımızda kalmıştır. Biraz daha boyutlandırırsak, geçmiş dönemde planlayıp da gerçekleştiremediğimiz projelerimize ait başarısızlıkların, bize, Zeyigarnik Etkisi olarak ve “keşke” şeklinde döndüğü söylenebilir.
Başka bir Deneyde; Tamamlanmamış işleri olan bir grup deneğe, bir roman okumaları ve romana ait detayları aktarmaları istenir. Detayların hatırlanması konusunda, deneklerin romana, beklenilen düzeyde konsantre olamadığı görülür. Bir başka deneyde ise, tamamlanmamış işleri olan ancak, bu işleri tamamlamaları için kendilerine plan yapmalarına izin verilen kişilerin (işleri tamamlamaları için değil, tamamlanmamış işlerin nasıl tamamlanacağına yönelik plan yapmaları için) okudukları romana ait detayları daha iyi hatırladıkları görülür. Buradan şu anlam çıkmaktadır ki, zihnin bilinçdışı çalışan kısmı, başka bir işe daha rahat geçebilmesi için, bir evvelki işin bitirilmesi doğrultusunda, bilinç dâhilinde çalışan kısma plan yapması için baskı yapmaktadır. Aksi halde, sonraki işler (belki de bütün bir hayat) negatif olarak etkilenebilecektir.

Zeyigarnik Etkisi olarak bilinen bu olgunun önemli çıkarımları olmuştur.

Zeyigarnik, öğrencilerin, özellikle de çocukların çalışırken sık molalar vermesi halinde daha çok şey hatırlayabileceklerini öne sürer. Ancak fikirleri, belleğin araştırmalar için yeniden önemli bir konu haline geldiği 1950’lere kadar pek önemsenmeyecektir. Zeyigarnik’ın kuramı belleğin araştırılmasında çok önemli bir adım olarak kabul edilir ve sadece eğitimde değil, reklamcılık ve medyada da pratik uygulamaları olmuştur.

Buna başka bir örnek olarak da, bir savaş ortamında, oğlunu, kocasını, sevdiğini kaybedenler; ölen kişinin bedenine ulaşamadıklarında benzer eksiklik duygusunu yaşamaktadırlar. Bir başka ifadeyle, savaşta öldüğü, ancak bedenlerinin kayıp olduğu, ölen kişinin yakınlarına söylendiğinde, ölen kişinin belirli bir mezarının olmaması nedeniyle, yakınlarının zihinleri, tamamlanmamışlık duygusu ile bir ömür boyu meşgul olacaktır. 

Özellikle, 1963’te başlayan ve on yıl süren Vietnam savaşı sırasında, kaybolan Amerikan askerlerinin aileleri, ömür boyu unutamayacakları bu işkenceli beklentiyi (travmayı) yaşamışlardır. Yeni doğan bebeklerin hastane ortamından veya kapı önünden küçük yaşta çalınan çocukların anneleri için de beklemekle geçen yıllar, bu tamamlanmamış döngüyü, Zeyigarnik etkisini yaratmaktadır.

Hatta, bu gibi durumlarda, kaybolanların, bilinmeyen bir yerde hayatta olup olmadığı belirsizliği yerine, kaybolan kişilerin ölmüş ve bilinen bir gömülü yerlerinin olması, beklentide olan kişinin zihnindeki döngüyü kapatıp, rahatlatacak bir tercihinin olabileceği de sav olarak öne sürülebilir. (Kaybolan kişinin, kayıp olması yerine ölmüş olmasını tercih etmek.)

Dizilerde Zeyigarnik Etkisi

Seyirciyi kanalda tutmak için televizyoncuların kullandığı en eski numaralardan biri de diziler değil mi?

Dizinin son sahnesi şok edici, yarım kalmış, sonucu belli olmayan bir kareyle biter mesela. Kahramanımız balkondadır ve arkasından yaklaşan bir gölge onu sırtından iter. Sahne burada dondurulur. Kahramanın düşüp düşmeyeceğini öğrenmek için ertesi haftayı beklememiz gerekiyordur.

Sonra şu yazıyı görürüz: DEVAM EDECEK

Ertesi hafta sonucu görmek için yine o kanalı açarsınız çünkü gizem aklınızda kalmıştır, zihninizi hâlâ meşgul etmektedir. Tamamlanmamıştır. Büyük romancı Charles Dickens da aynı tekniği kullanırdı. Eserlerinin çoğu, daha sonradan tam olarak yayımlanmış olsa da önce tefrika halinde basılmıştır. Oliver Twist örneğin.

Bütün bu örneklerin ortak noktası şu ki, insan bir işe başladı mı onu yarım bırakmaktan çok bitirmeye eğilimli oluyor. Erteleme illetine şayet haddinden büyük bir işle karşı karşıyaysak tutuluyoruz ve o işe başlamayı sürgit geciktiriyoruz. Bu da genellikle ya nasıl ya da nereden başlayacağımızı bilemediğimiz durumlarda oluyor.

Zeyigarnik Etkisinin bize öğrettiği şu ki, ertelemeyi yenmekte kullanabilecek bir silah varsa o da bir yerden, herhangi bir yerden başlamak.

En zor kısmından başlamayın elbette. Önce daha kolay olan kısımları deneyin. Büyük bir projenin bir parçasının bile altından kalktığınızda gerisi gelecektir. Bir kere başladınız mı içinizde bir dürtü oluşur. “Madem başladım, bitireyim.” Zihninizin gerisinde, farkında bile olmadığınız bu küçük ses sizi o görevi tamamlamaya teşvik eder. Dünyanın her yanında onca insan Lost dizisini nasıl seyretti sanıyorsunuz?

Gayet basit bir tekniktir bu ama sıklıkla aklımızdan çıkar; yine gidip bir işin en zor kısmına dikeriz gözümüzü ve gözümüzde büyütürüz işi. “Yapamayacağım” düşüncesi ertelemenin en sevdiği kardeşidir.

Yalnız Zeyigarnik Etkisinin önemli bir istisnası var. Bir şeyi elde etmek için yeterince motive olmadığımız durumlarda bir işe yaramaz. Şurası gerçek ki, bir şeyi imkânsız ya da sıkıcı buluyorsak zahmete girmeyiz.

Ama ulaşılabilir bulduğumuz bir amaç için sadece bir adım atmak çok büyük bir fark yaratır.


15 Ekim 2016 Cumartesi

Tarkovski’den sinema dersleri

Semir Aslanyürek

Tarkovski'nin adını ilk işittiğimde Kiev'deydim. 

1979 yı­lının sonbaharıydı ve ben Kiev Devlet Üniversitesi'nin (o zamanki adıyla Kızıl Üniversite) hazırlık fakültesinde öğ­renciydim.
Öğrenci yurdunda Rusça öğrenmemize katkısı olur diye bizleri her odada bir Rus, bir yabancı öğrenci olarak yerleştirmişlerdi.

Ben odamda felsefe doktorası yapan Viktor Kremençuk adlı bir öğrenciyle kalıyordum. Viktor'un devam zorunluluğu olmadığı için vaktimizin çoğu beraber geçiyordu. Benim ağabeyim, babam, velim gibiydi. Benim paylaşacak pek bir şeyim olmasa da her şeyimizi paylaşıyorduk. Dil öğrenimime katkısı bir tarafa (tabii bana vii önce en felsefi küfürleri öğrettiğini tahmin etmek zor olmasa gerek) benim dünyayı algılayışıma, felsefeye duyduğum aşka katkısı büyük oldu. Özellikle ileride sinema okuyaca­ğım için iyi bir film vizyona girdiği zaman beni sinemaya götürüyor, filmi izledikten sonra beraberce eleştiriyor, yorumlar yapıyorduk.

Günün birinde Viktor bana bir sinema bileti aldığını söyledi. Akşam nişanlısına davetli olduğu için kendisi gelemeyecekti. Ben yalnız gitmenin sıkıcı olacağını söyledim, ama o ısrar etti ve bu filmin çok önemli olduğunu, ilk fırsatta tekrar beraber izleyebileceğimizi söyledi. Sözünü etti­ği film, o yıl vizyona giren Stalker'den başkası değildi. Gittim. İleride hayatımın kült filmi olacak bu film bana çok sıkı­cı gelmişti. Üç buçuk saat süren bu filmin birinci serisini koltuğumda otururken sıkılarak izledim. İkinci seri başladığı zaman salonu terk etmeye karar verdim ve salonun kapısında durup, "Biraz daha bekleyeyim, bakalım ne olacak," diyerek biraz daha izledim. Sonra biraz daha derken, kapı­ya yakın bir koltuğa oturup film bitene kadar salonu terk etmeyle terk etmeme arasında gidip geldim. Sonunda film bitti. Kafam allak bullaktı. Viktor'un bana öğrettiği bütün küfürleri kendisine iletmeye başladım. Daha sonra, yurda geldim. Benim gelmemden biraz sonra Viktor çıkageldi. Hafif içkiliydi. Ben depresyona girmiş gibi suratımdan dü­şen bin parça misali, çalışma masamın arkasında oturmuş, günlüğümü yazmaya çalışıyordum. Ama bir şey de yazamı­yordum. Viktor elbiselerini değiştirirken bana bakıp her zamanki neşeli haliyle sordu:

"Nasılsın?"

"Berbat," diye cevap verdim.

"O senin her zamanki halin, yeni bir şey söyle," dedi ve ekledi: "Nasıl, filmi beğendin mi?"

Ne diyeceğimi bilemiyordum, 'beğenmemek' az geliyordu. Daha okkalı bir şey söyleme gereği duyuyordum.

Viktor cevap vermemi beklemeden, "Anlaşıldı," dedi. "Filmi anlamayacağını tahmin ediyordum. Ama bak, bu filmi bir kez izleyip anlayan yoktur neredeyse. Bu yüzden bir daha izleyeceğiz. Hafta sonu Nina'ya söz verdim. Hep beraber gideceğiz."

"Siz Nina'yla gidin Vitya, ben tekrar üç buçuk saat iş­kence görmek istemiyorum," dedim.

O gün neredeyse sabaha kadar filmi konuştuk. Viktor filmle ilgili çok ilginç şeyler anlattı. Yok, filmi anlamamamda henüz Rusça'yı iyi bilmiyor olmamın da katkısı varmış; yok, Hollywood filmlerine alışmış olmam bir engelmiş; yok, bu filmle ilk kez sinemayla felsefe yapılabileceği gösteriliyormuş; yok, bu yeni bir ekolmüş, ve saire... Hafta sonu üçümüz tekrar Stalker'i izlemeye gittik. İkinci izleme bana ilki kadar itici gelmemişti. Film bana göre fena değildi ama Viktor'un dediği gibi mükemmel de değildi.

Stalker'i üçüncü defa izlemem VGİK'te oldu.

Artık SSCB Devlet Sinema Enstitüsü, Film Yönetmenliği Fakültesi birinci sınıfındaydım. Tuhaftır, üçüncü kez izlerken bu filmi daha önce izlememişim gibi bir duyguya kapıldım. 

Bana olduk­ça enteresan gelmeye başlamıştı. Hatta filmi izledikten sonra atölye arkadaşlarımdan birine bunu söylemiştim. O da, "Ee azizim, VGİK seni geliştiriyor, bu iyiye işaret," demişti.

Aradan zaman geçti ve Tarkovski'nin o güne değin çektiği bütün filmleri izlemeye başladım. İvan'ın Çocukluğu, Andrey Rublyov, Solaris, Ayna... Bu filmleri yine iyi anladığım söylenemezdi. Ama Solaris'te okulumuzun Görüntü Yönetmenliği fakültesinde, görüntü atölyesi olan büyük usta Vadim Yusov'un görüntülerine doymak mümkün değildi. Kı­sacası, artık Tarkovski'nin kim olduğunu, Sovyet rejimine 'muhalif olduğunu, vs. öğrenmiştim. Hatta Türkiye'ye dönene kadar, belki de Sovyetler Birliği'nin dağılışına kadar Tarkovski'nin 'anti-Sovyet' bir kişilik olduğuna inanıyordum. Öğrenciler arasında çok sevilmekle beraber pek egoist oldu­ ğu da bazen vurgulanırdı. Hatta Tarkovski, okul hayatımızda öğrenciler arasında en çok konuşulup tartışılan yönetmen olmuştu. Onu taklit etmek, kısa filmini onun tarzında çekmeye çalışmak, olur olmaz uzun planlar çekmek, sanı­rım sadece bizim okulda değil, bütün genç sinemacılar arasında en çok tutulan yoldu.

1984 yılında efsane yönetmen Tarkovski'nin Batı'ya iltica ettiği haberleri okulumuza bomba gibi düştü. Bir sürü öğrenci gibi ben de çok üzülmüştüm. Çoğu öğrenci Sovyetler'den Batı'ya iltica eden diğer yönetmenler gibi Tarkovski'nin de artık dişe dokunur bir şeyler yapamayacağını söylüyordu. Nedense ben de aynı fikirdeydim. Çok sonralan bu görüşümüzün pek yanlış olmadığını da gördüm.

Özellikle Batı'nın artık alenen açığa vurduğu ve saklamaya hiç gerek görmediği ikiyüzlülüğünü (çok yüzlülüğü demek daha doğru olur) iyice gördüğümüz ve pek de iyi kanıksayıp özümsediğimiz bu günlerde Batı'nın 'kara kaşı, kara gözü' için hiçbir allahın kuluna iltica hakkı tanımadığını herkesin çok iyi bildiğini sanıyorum. Bir de Soğuk Savaş'ın en şiddetli haliyle sürdüğü, üçüncü sınıf kovboy filmlerinin 'yakışıklı' oyuncusu ve dönemin ABD başkam Ronald Reagan'ın İsrail'i ziyaret ettiği bir sırada etrafını saran basın mensuplarına 'esprili' bir şekilde, "Moskova henüz yeryü­zünden silinmedi," gibi laflar ettiği bir dönemde Tarkovski gibi yaşarken mit haline gelmiş bir yönetmenin ilticasının Batı tarafından nasıl kullanılacağını artık siz düşünün.

Nitekim çok kötü kullanıldı da! İlk başta Batı'nın Batı'dan daha ikiyüzlü kiliselerinin Tarkovski'yi ödüllere bo­ğup onu bir aziz ilan etmedikleri kalmıştı. Ayrıca, büyük Rus dahisi Lev Nikolayeviç Tolstoy'un Müslümanlığı gizliden gizliye kabul ettiği ve 'gizli bir Müslüman' olduğunun bir kesim tarafından iddia edildiği ülkemizde, Tarkovski'nin de bir Müslümanlığı ilan edilmediği kalmıştır. Özellikle din ticareti yapan kurumlar ve televizyon kanalları hidayete eren eski solcuların sunumlarıyla bir dönem neredeyse her gün Tarkovski programları yapıp onun filmlerini göstermişlerdir.

Fakat aradan yıllar geçti, Sovyetler Birliği dağıldı. Ben uzun bir işkence ve sakıncalı piyade döneminden sonra Marmara Üniversitesi'nde kadrolu olarak çalışmaya başlamıştım. 1992 yılında Kültür Bakanlığı'ndan aldığım 30 milyon TL destekle (o zamanın parasıyla 25 bin dolara eşit bir paraydı bu) Moskova'da Vagon filminin çekimlerine başladım. Bu esnada İskusstvo Kino (Sinema Sanatı) dergisinde Tarkovski'nin bir zamanlar Yüksek Rejisörlük Kursları'nda okuduğu derslerin birkaç sayıda yayınlandığını gördüm. Dergi arkadaşımındı ve neredeyse bütün sayılarım toplamıştı. Ondan, Tarkovski'nin Sinema Dersleri'nin yayınlandığı üç-dört sayısını fotokopi yapıp bana vermesini rica ettim. Öyle de yaptı. O sırada bu dersleri hızlıca okuduğumdan çok önemsememiştim. Film çekiyordum ve her zamanki gibi bütçenin yarısını bile karşılayacak param yoktu. Fotokopileri yanıma aldım. Bundan üç yıl kadar önce de kitaplarımı düzenlerken fotokopilere rastladım ve onları çevirmeye karar verdim. Vaktim yoktu, bu yüzden her gün bir satır, bir paragraf derken çeviri bitti. Şimdi onları çevirdiğime çok memnunum ve bunun hayatımda yaptığım en olumlu işlerden biri olduğunu söyleyebilirim.

Tarkovski, sinema var oldukça unutulmayacak bir isim. Mühürlenmiş Zaman adlı eserini ancak Türkiye'ye döndükten sonra okuduğumda, Sovyetler Birliği'nde olduğum zamanlardan daha fazla ilgimi çekmeye başlamıştı. Uzun yıllar sonra Tarkovski'nin asla ve asla bir karşı-devrimci olmadığına kanaat getirdim. Tarkovski Sovyetler'e karşı değildi. Fakat son yıllarda türemiş olan bürokrasiye karşıydı. Tarkovski belki dindar biriydi. Ama asla ve asla din taciri de­ ğildi. Hatta Mühürlenmiş Zaman kitabındaki şu sözlerinden dine nasıl yaklaştığını çok iyi anlayabiliriz: "Bilim geliştik­ çe tanrıyı yadsır, sanat ise bunun farkında olduğu halde tanrıyla birarada yaşamım sürdürebilir."

Kısacası, sanat onun gözünde bir maneviyat işiydi. Eğer sadece insanın vicdanıyla ilgiliyse (yani dini istismar eden, din bezirganlığı yapan kurumlar yoksa) din de öyledir.
Bir gün Altyazı dergisinden genç bir arkadaş, Türkiye' deki yönetmenlerin fotoğrafını çekip her birinin fotoğrafının altına o yönetmenin gözünde sanatın ne ifade ettiğini anlatan bir cümle yazıp, fotoğrafları Beyoğlu Sineması'mn fuayesinde sergileyeceklerini söyledi ve benim de fotoğrafımı çekti. Ben o zaman, "Sanatçı gerçeğin tapınağının bir rahibidir. Sanatçı içinde yaşadığı toplumun vicdanının sesidir," şeklinde bir cümlenin fotoğrafımın altına yazılmasını istemiştim. Şayet Tarkovski'nin Mühürlenmiş Zaman kitabını okumasaydım böyle bir cümle kurmak belki de aklıma gelmezdi. Tarkovski de dinden bahsettiğinde, "Ve tanrı Adem'i cennetten kovduğunda, bundan sonra ekmeğini alnının terine banarak yiyeceksin!" şeklinde Mukaddes Kitap'tan bir alıntıyla sözlerine başlar. Benim kanaatimce, Tarkovski'nin dindarlığı daha çok insanın alın teriyle ve vicdanıyla ilgilidir. Din bundan ibaretse dindar olmanın bence hiçbir sakıncası yoktur!

Sonuç itibariyle Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman kitabında belirttiği gibi, kendisi de gerçeğin şaşmaz bir arayıcısıydı. O "bir kerecik olsun kendi haklılığını kanıtlamak için elinden geleni ardına koymayan eksantrik bir sanatçı" de­ğildi. O "doğanın bir mucize kabilinden kendisine bahşettiği yeteneğinin bedelini ödemek zorunda olan bir hizmetkardı". Hem de bu bedeli hayatıyla ödeyen bir hizmetkar ...


Semir Aslanyürek, İstanbul, 18 Mart 2012