Moskova

Moskova

30 Mayıs 2020 Cumartesi

Sergey Dovlatov




Hakan Sapmaz

Kaynak: ODTÜ İst. M. D. Baraka Dergisi




Sergey Dovlatov’un Puşkin Tepeleri (Jaguar Kitap / 2016) ve Yabancı Kadın (Olvido Kitap / 2019) kitapları ile ilgili olarak 8 Ocak 2020’de ODTÜMİST Dernek Lokali’nde bir sunum yaptım. Sunumda öne çıkan notları ve zaman zaman Sergey’i hatırladığımda duyumsadıklarımı özetleyerek sizlerle paylaşmak isterim.


Dovlatov II. Dünya Savaşı çocuğu olarak 1941’de doğmuş. Tiflisli Ermeni annesi tiyatro oyuncusu, Musevi babası tiyatro yönetmeni. Savaş sonrası dönemde ilk gençliği bindokuzyüzellili yıllara denk gelen bu iri yarı genç için eğitim hayatı pek parlak geçmemiş. Önce Leningrad’da Filoloji okumuş, askerlik sonrasında da gazetecilik. Altmışlı yıllarda askerliğini üç yıl bir konsantrasyon kampında gardiyan olarak yapmış. Şair/Yazar Brodski, askerden dönen Dovlatov için "çok sayıda hikayeleri ve delice bakan gözleriyle, Kırım’dan dönen Tolstoy’a benziyordu" demiştir.

Çok büyük heyecan ve tutkuyla yazdığı öyküleri bastırma fırsatı bulamayınca SSCB’de daktilo/teksir makinası vb. aletlerle basılan Samizdat (yeraltı yayıncılığına en güzel örneklerden biri) üzerinden okurlarıyla buluşur.

1972-1975 yıllarında Estonya’ya gider ve bir geminin kazan dairesinde ateşçi olarak iki ay boyunca çalıştıktan sonra Morjak Estonii, Vecherniy Tallin ve Sovetskaja Estonija gazetelerinde çalışır. Gazetecilik pratiğinden yola çıkarak yazdığı hikayelerini derlediği kitabı "Kompromis" (Uzlaşma) yasaklanır ve toplatılır. Hikâyelerinden bazıları batıdaki Rusça dergilerde yayınlanır ve bu yüzden Sovyet Gazeteciler Birliği'nden kovulur.

1979’da annesi, eşi ve kızıyla birlikte önce Viyana'ya kısa bir süre sonra da ABD'ye göç eder. Babasının Yahudi olması bu göçü mümkün kılar. Kendisi gibi sürgün yazarların da yer aldığı Rus göçmenlere hitap eden Novyi Amerikanec (Yeni Amerikalı) dergisinde baş editör olarak çalışır. Önceleri göçmenler arasında tanınırken birbiri ardına kitapları çıkmaya başlar ve 1980'lerin ortalarında bir yazar olarak geniş bir çevrede tanınır. Partizan Rewiev ve The New Yorker'da yazmaya başlar ve Özgür Avrupa Radyosu'nda yazar olarak program hazırlar.


Sergey Dovlatov 24 Ağustos 1990'da New York'ta kalp krizinden öldüğünde 49 yaşındadır. Maalesef eserlerinin Rusça olarak Rusya’da yayınlandığını göremez.

Dovlatov, bir süre Pskov’da Aleksandr Puşkin’e adanmış bir açık hava müzesinde tur rehberliği yapar. Burada yaşadıklarından hareketle yazdığı Puşkin Tepeleri (Pushkin Hills / Zapavednik) romandan ziyade bir uzun öykü olarak değerlendirilebilir.

Puşkin Tepeleri, birinci tekil ağızdan ve Dovlatov tarafından anlatılan bir kurguya sahiptir. Yazar, tüm karakterleri çok da ayrıntıya girmeden ama hiçbirini de atlamadan başlangıçta tanıtır. Her karakterin okuru gülümseten bir özelliği vardır. Kitabın Rusça aslında aynı cümlede aynı harfle başlayan iki kelime yoktur; bunu kendisini yavaşlatmak için yaptığı söylenir.

Öte yandan Puşkin Tepeleri’nde çok sıkıntılı ruh haliyle rehberlik yapan yazar ana hikayeyi onlarca iç içe geçmiş hikaye ile zenginleştirir. Okur daldan dala hikâyeden hikâyeye uçar, her dalın meyvesi ise farklıdır. Ama esas olarak keder ve mizahı çok ustalıkla harmanlar.

Umutsuzluk, karamsarlık, çevrenin gözlemi, sıradan insanlara dokunuşlar, alkolizm temalarına mizahi, yıpratıcı bir içten bakış ve kışkırtan, insanı uyandıran eleştiri getirir. Karakterler, farklılıklarıyla, sahicilikleriyle (kitap bittiğinde yazar kimseyi atlamamış herkesi yazmış duygusu yaratıyor) sahne alırken gündelik hayat ayrıntılarıyla, duygu ve davranışlarla harmanlanarak verilir.

Öyküde, karakterler, duygular çok canlı aktarılır, kurgu değil de sanki gerçeğe dayalı edebi bir belgesel gibi. Tabii döne döne özgürlük kavramı tartışılır. “Kimse ne yaptığını umursamayıp her şeyi yapabildiğinde özgür müsün?” diye soran Dovlatov, özgürlük kavramını, karakterler, duygular, davranışlar ve tabii devlet üzerinden ele alır.

Puşkin Tepeleri’nden birkaç alıntı:

Alkolün zararları hakkında ne çok şey okudum bilseniz! Sonsuza dek bırakmaya karar verdim… Onları okumayı…

Yaşam sorunlarından kaçmak mümkün değil. Cesur insanlar yaşamı yener, zayıflar benimser… Eğer yanlış yaşıyorsan, er ya da geç bir şey olur.

Aslında karabasan ve umutsuzluk en kötü şey değil. En korkunç olan, kargaşa…

Bir kadında umursamazlık ve kaygının nasıl bir arada bulunabildiğini gençlik yıllarımdan beri anlayamamışımdır.

Rus sarhoşu şaşırtıcıdır. Parası varsa kırk rublelik zehri tercih eder. Paranın üstünü almaz.

Yabancı Kadın, ilk kez ABD’de 1986’da Rusça olarak yayımlanır. İltica sonrası yaşadığı mahalle ve insanları üzerine bir mahalle belgeseli olarak değerlendirilebilir. Gene Dovlatov, kendisini ana kahraman olarak konumlar ve hikayesini birinci tekil şahıs olarak anlatır.

Yabancı Kadın da Puşkin tepeleri gibi bir uzun öykü veya novella olarak değerlendirilebilir. Anayurtlarını terk etmiş Rusların (çoğu Yahudi) yurtsuzluk, uyumsuzluk, keder, yabancılaşma gibi sorunlarını oldukça mizahi bir dille işler. Göçmenlerin yalnızlığını, kederini, tutunma çabalarını mizahla anlatan Dovlatov okura keder ve kahkahayı bir arada yaşatır. ABD’nin sunduğu yazılan çizilene karışmama görece özgürlüğü bir taraftan iyi gelirken, yalnızlık ve değersizlik, göçmenlerin içinde büyüyen bir keder uru olarak kalır.

Yabancı Kadın, okura bir grafik roman tadı verir. Bazı sayfalar renkli, bazı sayfalar siyah beyaz karikatürlerle bezeli bir grafik roman. Ana karakter Marusya’nın dışında kalan tüm karakterler hem ayrı ayrı hem Marusya İle ilişkilendirilerek dolaylı ve yeri geldiğinde doğrudan anlatımla dile müthiş boyutta hareket katarlar. Bunu, metnin kolayca okunup tüketilebileceği şeklinde dile getirmek istemiyorum. Kültürler arası savrulan göçmenlerin yaralarını, çaresizliklerini ve umutlarını sürekli yükselip alçalan bir tempoda okuruz. Dovlatov’un, bu açıdan, şapka çıkarılacak bir dil kurduğunu vurgulamak gerekir.


Yabancı Kadın’dan birkaç alıntı:

... bizim memlekette özgürlük yoktu ama okur vardı. Burada ise özgürlük istemediğin kadar, ama okuyucuyu ara ki bulasın.
Mutlu mesut bir insan için en zor tecrübe, ansızın aksi bir durumla karşılaşmaktır.
... evlilikte eşitlik. Üstünlük her zaman daha az seven taraftadır.
... kullanılıp atılmış, ezilmiş, ölmek üzere ve fakat biraz küstah insanları severim. Mahrumiyet çekenler günahkar değildir.
… aciz acizin mucizesi değildir.


Dovlatov, yazıları, öyküleri SB’de basılabilse, muhtemelen, ülkesini terk etmezdi. Duruşunu ve meselesini edebiyat üzerinden değerlendirmekte yarar olan bir muhalif yazardır. Yukarıda bahsedilen iki kitabı da hararetle tavsiye olunur.

Sergey Dovlatov bir röportajında Sovyet yaklaşımını şöyle özetler: Aileniz Minesota’da siz New York’da yaşıyorsunuzdur. Minesota’dan bir tanıdığınızla karşılaşırsınız ve size annenizin hastalandığı ama pek de detaylı bilgisi olmadığını söyler. Hemen annenizi ararsınız ama ulaşamazsınız. Ardından ağabeyinizi arayıp annenizi sorarsınız, o da size Minesota’da kışın her zamankinden daha sert geçtiğini ama buna rağmen ulaşımda hiç sıkıntı yaşanmadığını anlatmaya başlar. Boş ver ulaşımı, annem nasıl onu söyle diye üsteleyince bu kez yeğeninizin okulunda çıkan yemeklerin ne kadar güzel olduğunu anlatmaya koyulur. Anneye bir türlü gelinemez, Sovyetler annedir..


Dovlatov’la bir röportajdan:


►Yazmaya nasıl başladınız?

Çocukken hikaye anlatmaya başlayarak, ilgi çeken ve komik durumlardan hikayeler üreterek ve sözel hikaye anlatıcılığını yazıya dönüştürerek. Gençliğimde sadece 2-6 sayfalık kısa hikayeler yazardım. Daha sonraları yazdığım tonlarca küçük hikayenin yaşadıklarımın yansıması olduğunu gördüm.


►Yazdıklarınızda siz asıl kahraman olarak görünüyorsunuz, neden?

Bir anlamda her türlü kurgusal metin bir otobiyografidir. Yazarın duygu dünyası ana hammaddedir ve en vahşi fanteziler bile kişisel deneyimlere bağlı olarak ortaya çıkar. Lirik bir kahraman olarak «ben» bir sürü gereksiz edebi zorlamadan kurtarıyor, mesela hayatım boyunca «the heavy oak door scraped open» gibi bir cümle kurmadım.


►Sizi etkileyen yazarların size etkisi neydi?

Tüm okuduğum büyük yazarları severek anıyorum ama Proust hariç. Herhalde yazdığı romanların sıkıcılığından ölmüştür. Faulkner’dan örnekleyeyim: 
«Bayan…. Ne çiçekleri sevdiği için ne de para kazanmak için ama cenaze törenlerini sevdiği için çiçekçi dükkanı aldı» İşte buna bayılıyorum.


►SB’deki baskı ortamının yaratıcı süreci desteklediği ve daha nitelikli eserlerin ortaya çıkmasına yardım ettiği söyleniyor, ne dersiniz?

Bu soruyu, bir çalışma kampı çöplüğünde ölü bulunan Osip Mandelstam’a, Stalin ile çalışmak zorunda kalıp intihar eden Alexandr Fadaev’e sormalısınız. Katılmıyorum.


►Neden SB’nden iltica ettiniz? Neden ABD?

SB’nden dört nedenle kaçılır: politik, artistik, ekonomik ve macera. Benim nedenim artistik. Burada özgürce yazıp yazdıklarımı bastıracağımı biliyordum. Buraya geldiğim ile bulduğum tabii bir değil ama burası da çok farklı hayatları barındırıyor.

28 Mayıs 2020 Perşembe

Rusya’nın hamburgerle fethi



Cenk Başlamış






Moskova’daki ünlü Puşkin Meydanı’nda ilk McDonald’s restoranının açılmasından bu yana tam 30 yıl geçti.

Günümüzde dünyanın herhangi bir köşesinde, adı ne kadar ünlü olsa da bir "fast food" restoranı açılması sıradan bir olay gibi gözükse de, 30 yıl önceki Moskova düşünüldüğünde bu, devrim gibi bir gelişmeydi.

Çünkü dönem Sovyet dönemiydi yani dünyanın ikiye bölündüğü, süper güçler arasında neredeyse ölümüne bir rekabetin yaşandığı günler. Gerçi, Mihail Gorbaçov’un iktidara gelmesinden sonra Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki “Soğuk Savaş” 1990’a gelindiğinde ilişkilerde artık belirli bir ısınma ve yakınlaşma sağlanmıştı. Yatırımı McDonald’s-Kanada yapmış olsa da, Puşkin Meydanı’ndaki ünlü logonun ortaya çıkması sembolik anlamda “komünizmin kalesi”ne Batı (Amerikan) bayrağının dikilmesi anlamına geliyordu.

31 Ocak 1990’da ilk “Big Mac” satışa sunulduğunda hiç kimsenin, hatta yatırımın sahiplerinin bile hayal edemeyeceği görüntüler yaşandı. Zaten tüketim malları anlamında büyük sıkıntı yaşayan Ruslar, ulaşabilecekleri başka bir “fast food” alternatifi olmadığı için, büyük bir merakla restoranın önünde kuyruk oluşturdu.
35 bin başvuru arasından seçilen 600 çalışan 900 kişilik restoranın ilk günü için hazırdı, tahminler o gün yaklaşık bin müşterinin geleceği yönündeydi. Ama soğuk havaya rağmen açılış öncesi tam beş bin kişi kuyruğa girmişti. Gün bittiğinde servis yapılan müşteri sayısı 35 bine yaklaşmıştı yani tahmin edilenin 35 kat fazlası. Bu aynı zamanda şirketin tarihinde tüm ülkelerdeki şubelerinde hala kırılamayan bir rekor. Kötü davranan, asık yüzlü, müşteriyle döver gibi konuşan tezgahtarlara alışık olanlar, arı gibi çalışan, siparişi dakikalar içinde teslim eden neşeli gençleri görünce şok yaşadı.

İlgi patlamasının ilk günün merakıyla yaşandığını düşünenler yanılıyordu, sonraki aylarda kuyruk azalmak bir yana çoğaldı. Hatta “McDonald’s’a gitmek” sosyal bir olaya dönüştü: Genç kızlar en güzel giysilerini giyerek, en özenli makyajı yaparak, erkek arkadaşlarıyla heyecan içinde kuyrukta bekliyordu.

İşte, o günlerden bu yana tam 30 yıl geçti.
Zaman içinde pazara pek çok yerli zincir girse de hiçbiri yabancı rakiple yarışamadı.

Bugün Puşkin’de o eski kuyruklar belki yok ama burası şu anda dünyanın en çok ziyaret edilen McDonald’s şubesi.

Şirketin verdiği bilgilere göre,

O tek restoran şimdi Rusya çapında 737 şubeye ulaştı.

737 şubenin günde çektiği toplam ziyaretçi sayısı 1.8 milyonu buldu.

30 yıl sonunda hizmet verilen müşteri sayısı ise 6.25 milyarı aştı.
Tabii, bu rakamların yanında şirketin 30 yılda Rusya'ya yaptığı 2.5 milyar dolarlık yatırım devede kulak kaldı...

27 Mayıs 2020 Çarşamba

Rus Başkonsolosluğu, Sovyet Büyükelçi Aralov'un Milli Mücadele'deki rolünü anlattı





© Sputnik / Elif Sudagezer


Rus-Türk diplomatik ilişkilerinin kurulmasının 100. yıldönümü dolayısıyla arşiv fotoğraflarına ve tarihi bilgilere yer verdiği paylaşımlarına devam eden Rusya’nın İstanbul Başkonsolosluğu, Sovyet Rusya’nın Türkiye Büyükelçisi Aralov’un Türkiye’nin milli mücadelesindeki rolüne değindi.

Rusya’nın İstanbul Başkonsolosluğu’nun Facebook hesabından yaptığı son paylaşımda, 5 Ocak 1922–29 Nisan 1923 döneminde Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti büyükelçiliği görevini yürüten Semyon Aralov'un iki ülke arasında münasebetlerin tesisinde önemli rol oynadığı gibi Türkiye’nin yürüttüğü Milli Mücadele çerçevesinde işgalcilere karşı direnci organizasyon sürecinde de destek verdiğini belirtti.

Başkonsolosluğu’nun paylaşımında, Aralov’un Türkiye’deki faaliyetleriyle ilgili şu yazıya yer verildi:

"Ukrayna SSC Heyeti’nin Başkanı M. V. Frunze Türkiye’ye seyahati sırasında (1921 sonu–1922 başı) Samsun’da Büyükelçi görevine başlamak üzere Ankara’ya daha yeni giden S. İ. Aralov ile karşılaştı ve ondan Türk askeri yönetimine Kızıl Ordu’nun Rusya’daki İç Savaş sırasında elde ettiği tecrübesini aktarmasını istedi. Aralov’un kendisi de hem askerî hem de organizasyon konularında büyük tecrübe sahibiydi. Birinci Dünya Savaşı’nda Çarlık Ordusu’nda yüzbaşı olarak savaşan Aralov, devrimden sonra Kızıl Ordu’nun yönetiminde yer aldı. Anılarında yazdığına göre Ankara’ya gitmeden önce Lenin kendisine şöyle nasihatte bulunmuştur: 'Türkler, Milli Mücadele vermektedirler. Bundan dolayı Merkezî Komite, Sizi oraya askeri işleri iyi bilen biri olarak göndermektedir.'

28 Ocak 1922’de Aralov Ankara’ya Büyükelçi sıfatıyla geldi. Birçok kez Mustafa Kemal ile birlikte cepheye giderek askeri birlikleri ziyaret etti. Bu ziyaretlerden özellikle Mart-Nisan 1922’de yapılanın önemi büyük. Bu tarihte Türk ordusunun karşı saldırıya geçiş planları yapıldı. Rus tecrübesinden yararlanma örneklerinden birini o tarihe kadar bağımsız hareket eden üç tümenden güçlü süvari kolordunun kurulması oluşturmaktadır.

Böylece 6 bin süvariden oluşan Türk süvarî ordusu ortaya çıktı. Topçu ve makineli tüfekli birlikler de bu kolorduya katıldı. Kolordunun başına Sakarya Muharebesi’nden sonra general unvanı alan tecrübeli süvari subayı Fahrettin'i getirdiler. Türkler, ona 'Bizim Budönnıyımız' diyordu. Daha sonraki tarihlerde bu kolordu, işgalcilere karşı başarılı bir şekilde mücadele etti.

4 Mart 1922’de Mustafa Kemal cepheye teftiş seyahatine çıktı ve Sovyet elçisi S. İ. Aralov, askeri ataşe K. K. Zvonarev ve Azerbaycan elçisi İbrahim Abilov’u da davet etti. Mart-Nisan aylarında Polatlı, Sivrihisar, Akşehir, Bolvadin, Çay gibi yerleşim yerlerinden geçerek tüm cepheyi dolaştılar, 6 piyade tümeni ziyaret ettiler, süvari kolordunun eğitimine katıldılar, Konya’daki farklı kurumlarda bulundular ve buradaki Topçu Okulu, Askeri Okulu ve askerî birlikler için nalbant yetiştiren okulu ziyaret ettiler. Yine burada Kuvâ-yi Milliye’nin kuruluşunun yıldönümü dolayısıyla tertip edilen kutlamalar yapıldı. Rusya Yetkili Temsilciliği’nin temsilcileri mitinglerden sonra askerlere 'Sovyet Rusya’nın Kızıl Ordusu’ndan Türk Askerine' şeklinde yazının yazıldığı küçük hediyeler dağıttılar. Aralov Türk ordusuyla ilgili son derece olumlu bir izlenime kapılmış ve Türk ordusunu şöyle tasvir etmişti: 'Türk ordusu, üniforma sorunu yaşasa da çok düzenli, disiplinli ve iyi organize edilmiş bir orduydu.'

Aralov, Türk yönetimine Ağustos 1922’deki taarruz hazırlıklarına da destek verdi. Mustafa Kemal 6 Ağustos 1922’de Batı cephedeki birliklere saldırı hazırlıklarına başlamayı öngören gizli emri vererek kendisi düşman istihbaratını yanıltmak için Savunma Bakanı Kazım ile birlikte Ankara’ya döndü, 7 Ağustos’ta ise Genelkurmay Başkanı Mustafa Fevzi de Ankara’ya hareket etti.

Taarruza bizzat komutanlık yapmak için plana göre cepheye gitmesi gereken Mustafa Kemal, Ankara’daki rezidansında TBMM üyeleriyle görüşme yapacağı haberini yaydı. Gazetelerde de bu haber yayınlandı. Aynı zamanda o, Aralov’dan 17 Ağustos’ta Sovyet Yetkili Temsilciliği’nde Türk liderinin de katılacağı ve diğer ülkelerin büyükelçilerinin davet edileceği bir kabulün verileceğini açıklamasını istedi. Temsilcilikte gerçekten bir davet verildi ve misafirlerin hepsi geldiğinde Mustafa Kemal’in kendisini kötü hissettiği ve gelemeyeceği söylendi. Bu arada Türk birliklerinin başkomutanı gizlice cepheye gitti. 20 Ağustos’ta o, Batı cephenin karargâhı Akşehir’e geldi ve 26 Ağustos 1922’de harekete geçme emri verdi.

Aralov’un özel rolünü ve Sovyet-Türk münasebetlerinin özel karakterini ebedileştiren tarihi anıt, 1928’de İstanbul’daki Taksim Meydanı’na dikildi. Millî Mücadele’de elde edilen zafer ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun da sembolü olan bu anıtta Millî Mücadele’nin kahramanlarıyla aynı safta Mustafa Kemal’in silah arkadaşı olarak Semön İvanoviç Aralov da yer almaktadır."



Rusya-Türkiye ilişkilerinin kurulmasının 100. yıl dönümü 3 Haziran’da kutlanacak.

Savaş yıllarında: Rusya’nın ikonik çikolatalarını üreten Krasnıy Oktyabr fabrikası



© Fotoğraf : Uniconf





Büyük Vatan Savaşı döneminde Sovyetler Birliği’nde yer alan pek çok sanayi tesisi tahliye edilip güvenli bölgelere taşındı. Askeri üretim yapılmayan fabrikaların birçoğu ise cephede gereksinim duyulacak eşyaların üretimi için yeniden düzenledi. İkonik Krasnıy Oktyabr (Kızıl Ekim) çikolata fabrikası da yeniden düzenlemelerden payını aldı.

Sputnik, İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi ordusunun Sovyet kuvvetlerine teslim olmasının 75. yıldönümü nedeniyle, Krasnıy Oktyabr çikolata fabrikasının savaş yıllarında nasıl değişimlerden geçtiğini anlatıyor.

Her şey cephe için

Çikolata fabrikasının 500 kadar çalışanı savaşın birinci gününden cepheye gitti. Fabrikadaki yerlerini, kadınlar ve gençler aldı. Çikolata üretiminin büyük kısmı Moskova’da devam etti, ancak makinaların bir bölümü tahliye edilip Samara’ya götürüldüler.

Savaşın başlamasıyla çikolata fabrikasında sinyal ve sis bombaları üretilmeye başladı. Karamel üretiminde kullanılan bölüm ise cepheye gönderilecek hazır yemeklerin üretilmesi için yeniden düzenlendi.

Havaya uçurulacaktı

Alman güçlerinin 11 Ağustos 1941’de Moskova’ya düzenledikleri hava saldırılarından birisinde, fabrikaya yangın bombaları atıldı. Fabrikanın alev alan birçok kısmından birisi kağıt deposuydu. Bombardımanın sürmesine karşın fabrika işçileri yangını söndürmeye giriştiler. Fabrikayı kurtarmak adına verdikleri mücadeleyse bütün gece devam etti.

Moskova yakınlarında şiddetli çatışmaların yaşandığı dönemde başkentin stratejik bakımdan önemli tesislerinin hiçbir biçimde Nazilerin eline düşmemesine dair bir karar alındı. Karara göre Nazilerin ele geçireceğinin anlaşılması halinde bu tesisler havaya uçurulacaktı. Krasnıy Oktyabr fabrikası da bu tesislerden birisiydi. Böylece çikolata fabrikasının her bir yanına mayınlar döşendi ve çalışanlar üretim atölyelerini terk ettiler. Sadece fabrika müdürü ve birkaç kişi daha yerlerini terk etmedi ve müdürün odasındaki telefonun başında haber gelmesini beklediler. Haberin gelmesi halinde fabrikayı havaya uçuracak olanlar onlardı. Bu görevi yerine getirmelerinin ardından hayatta kalırlarsa partizanlara katılacaklardı. Ancak bunların hiçbirine gerek kalmadı, zira Almanlar Moskova’ya giremediler.




Şekerli un ve pancar püresi

Savaşın başlamasıyla fabrikada üretilen çikolata ve şekerleme çeşitleri hammadde yetersizliği sebebiyle azalmıştı. Ancak 1942’de bu çikolata ve şekerlemelerin içeriği değiştirildi ve yeni tarifler üretildi. 1944’e gelindiğinde yeni şekerleme çeşitlerinin sayısı 150’yi bulmuştu.

Gereksinim duyulan hammadde eksikliği nedeniyle çikolata ve şekerleme üretimi için hindistan cevizi yağı, çavdar, bal, tahıl gevreği, sakarin, lesitin, susam, glukoz ve kakao çekirdeği kullanılıyordu.

Yokluğu en çok hissedilense şekerdi. Çikolata ve şekerleme yapımında şeker yerine un kullanılıyordu. Tadının tatlı olması için un bir miktar şekerle kavrulurdu, böylelikle şeker daha az kullanılabiliyordu. Şeker yerine kullanılan bir diğer ürünse pancar şurubuydu. Ayrıca şekerleme ve çikolataların iç malzemesi olarak, elma püresi yerine de pancar püresi kullanıldığı oluyordu.

Fabrikada şavaş yıllarında, savaş öncesine oranla üç kat daha fazla çikolata üretildi. Hatta üretilen bu çikolataların küçük bir kısmı İngiltere ve ABD’ye satılıyordu.

Kızıl Ordu askerleri onuruna çikolata

Üretim masraflarının kısılması adına fabrikada çikolata kalıplarının ağırlığı iki kilograma çıkarılmıştı. Bu şekilde Krasnıy Oktyabr, cepheye gerekli miktardaki çikolatayı iki kilogramlık kalıplar halinde gönderebiliyordu.

1942’de, Kızıl Ordu güçleri Moskova Muharebesi’nde zafer elde ettiğinde, hükümet, çikolata fabrikasının çalışanlarından, askerlerin onuruna yeni bir çikolata tarifi geliştirmelerini istedi. Birkaç gün içerisinde tarif geliştirilmiş, çikolata paketleri hazırlanmıştı. Birkaç gün sonra ise fabrika, kırmızı ve altın renkli paketleri olan Gvardeyskiy (Savunucu) isimli bu yeni çikolatalardan  cepheye birkaç ton göndermişti bile.

Fabrika çalışanları, savaş pilotları ve denizaltı personeli için ise işlerinin ne denli yorucu olacağını hesaba katıp Kola isimli çikolatayı ürettiler. Bu çikolatanın içinde, Afrika’da yetişen kola fındığı, ayrıca çok miktarda kafein ve onunla benzer etkiye sahip olan teobromin
Savaş yıllarında çikolata fabrikasının çalışanları ayrıca cephedeki askerlere ihtiyaçları oldukça kalın giysiler, yiyecek ve kitap da gönderiyordu.
1945’te çikolata fabrikasını, dönemin İngiltere Başbakanı Winston Churchill’in eşi Clementine Churchill ziyaret etmişti. Clementine Churchill, İngiliz Kızılhaçı’nın Rusya’ya Yardım Fonu Başkanı’ydı.

25 Mayıs 2020 Pazartesi

‘SSCB’de seks yoktur!’




Metin Uçar

Nasıl yani diyeceksiniz? Onca çocuğu leylekler mi getiriyordu? Bu özel bir tür leylek olmalı! Komünist leylek! Komünist bir ülkeye kapitalist bebeleri getirecek değil ya! Yok, yok, leylek hikaye! Zaten leyleğin komünisti ya da kapitalisti olmaz. Diyelim ki bu işin sorumlusu leylek değil, peki bu bebeler nasıl ortaya çıkıyordu? Tabii ki aşk, tabii ki seks. E başlıktaki laf da nereden çıktı? Cevabı tek kelime: Perestroyka (yeniden yapılanma).

Perestroyka’nın getirdiği ılımlı, dışarıya açık, batıya dönük duran insanların SSCB’ne dönmeye başladığı 80’li yıllarda şimdinin tanınan ismi Vladimir Pozner, amerikalı meslektaşı Phil Donahue bir telekonsferans yapmaktadırlar. ‘Kadınlar kadınlarla konuşuyor’ adlı programda, Boston ve Leningrad’dan amerikalı ve sovyet kadınları birbirlerine sorular yönetmekteydiler.

Amerikalı kadınlardan biri şöyle bir soru yöneltir: ‘Bizdeki televizyon reklamları hep seks etrafında döner. Sizde de böyle televizyon reklamları var mı? Bu ilginç soruya o zamanlar Leningrad otelinin idarecisi ve Sovyet Kadınları Komitesi’nin başkanı Lüdmila Nikolayevna şöyle cevap verir: ‘Biz de seks yoktur.... (daha sözünü bitirmeden salon kahkahalara boğulur), biz bunun kesinlikle karşısındayız!’ Kahkahalar ile kesilen bu sözlere salondaki başka bir kadın düzeltme yapma ihtiyacını duyar: ‘Biz de seks var, reklam yok!’ Bu ifade daha sonra halk arasında da kullanılır olur, ancak biraz çarpıtılmış şekli ile: ‘SSCB’de seks yoktur’.

Bu diyaloğu aşağıdaki linkten dinleyebilirsiniz:




Tamam anladık SSCB’de leylekler yok, seks var diyeceksiniz. Peki bu nasıl bir şeydi? Yani SSCB’de seks. Merak bu ya, başladım orada burada kaynak aramaya. Internet sağolsun (Internet sadece wikipedia değil!). İşe önce resmi yanından, yani komünist ideoloji açısından bakalım.

Bu konudaki el kitabının adı: Devrimci proletaryanın 12 cinsellik kanunu. Sovyet psikiyatristi Aron Zalkind tarafından yazılan ve 1924’te yayınlanan bu kitap, SSCB’de yaşayan kadın ve erkeklerin sınıf ve proletarya etiği açısından özel hayatlarını düzenleme ile ilgiliydi. Bakalım neymiş o 12 kanun:

- Proletarya ortamında çok erken yaşlarda cinsel hayat gelişmemelidir (Devrimci işçi sınıfının bir numaralı cinsellik kanunu!).

- Evlilikten önce cinsel bakımdan etkin olmamak gerekir, bu sadece sosyal ve biyolojik bakımdan yetişkin durumda (yani 20-25 yaş) evlilikte olabilir (proletaryanın ikinci cinsellik kanunu).

- Cinsel ilişki, sadece cinsel aşk objesine karşı duyulan çok yönlü sempatinin ve bağlılığın sonuçlanışıdır.

- Cinsel ilişki aynı anda sevenleri birbirine bağlayan derin ve karmaşık duygular zincirinin son halkası olmalıdır.

- Cinsel ilişki sık tekrar edilmemelidir.

- Cinsel obje sıkça değiştirilmemelidir. Cinsel ilişkide çeşitlilik daha az olmalıdır.

- Aşk monogamik, monoandrik (bir karı, bir koca) olmalıdır.

- Her cinsel ilişkide her zaman çocuk doğması ihtimalini ve genel olarak gelecek nesili hatırlamak gerekir.

- Cinsel seçim, sınıf ve devrimli-proletarya açısından uygunluk prensibinden hareketle yapılmalıdır. Aşk ilişkilerinde flört, kur yapma, cilve gibi özel cinsel amaca ulaşma yöntemlerine başvurulmamalıdır.

- Kıskançlık olmamalıdır. Karşılıklı saygı, eşitlik, derin ideolojik yakınlık, karşılıklı güven üzerine kurulan cinsel aşk hayatında yalana, şüpheye, kıskançlığa yer olmaz.

- Cinsel sapıklıklara yer olmamalıdır.

- Sınıf, devrimci uygunluk bakımından üyelerinin cinsel hayatlarına müdahale etmek hakkına sahiptir. Cinsellik, her bakımdan sınıfa uymalı, ona engel olmamalı ve ona hizmet etmelidir.

Bundan sonra canınız bir şeyler çeker mi bilmem ama resmi tablo bu. Sonuçta ‘o’nun olduğu ancak adının yüksek sesle dile getirilmediği bir toplum ortaya çıkar karşımıza. Nedeni farklı olsa da bize de benzeyen bir durum değil mi? Var, ama nasıl desem, var gibi! Olmalı canım, olmazsa olmaz. E bunu biliyoruz, böyle avaz avaz bağırmanın alemi mi var? Vesaire, vesarie...

Sonuçta leyleklerin işi olmaması gereken, ancak biri dişi, öteki erkek iki kişinin yapacağı bu işin nasıl yapılacağı hakkındaki aydınlanma, çocuklar büyüdükçe, sessizce, insanın kendi akranları ile yaptığı sohbetlerde yaşanan, bu işin tadına bakmış olanların süslü püslü hikayeleri ile derinleşen bir eğitim haline gelir. Bu arada batı kapitalizmine özgü porno yayınların da yasak olduğunu unutmayalım. Bu alanda artık efsane olmuş bir yeraltı yayınından bahsetmek gerekir. Halk arasında ‘Sovyet kamasutrası’ olarak bilinen 72 sayfadan oluşan bir yayın idi bu. El altından satılır, dolaşırdı. Bazen dikkat çekmesin diye Yesenin’in şiir kitap kapaklarının arkasında gizlenirdi. Bu kitap Kamastura’nın ingilizcesinden yapılan kısmi bir çeviri idi. Çevrilen kısmın adı Ananga Ranga idi. Yani cinsel ilişki pozları. Bu pozlar elle çizilen, bugün daha çok karitarüre benzeyen resimlerdi. Kitap gizli olarak, kısıtlı imkanlarla basılır ve yayılırdı.

Umarım yazının başlangıcında yeralan ifadenin, yanlış anlaşılma ile kullanıma girmesine rağmen, neden bu kadar popüler olduğunu anlamışsınızdır. SSCB’de olan, ancak olduğu avaz avaz dile getirilmeyen bu insani eylemliliğin sanata yansımaları da yine ideolojik çerçevede, sanatsal bakımdan müsaade edilebilir bir husus olmuştur. Bu konuda yaptığım sinemada ‘çıplaklık’ konulu fotoğraf seçmesine bakabilirsiniz. Bu paragrafı SSCB tarihine ilk cinsel ilişki sahnesinin gösterildiği ‘Küçük Vera’ ile bitireyim. 1988’de beyaz sahneye çıkan Küçük Vera bu özelliği yanısıra Perestroyka’nın sembolü haline gelmiştir. Yine fotoğraflar arasında 30-40’lı yıllardan birkaç ‘nü’ göreceksiniz.

SSCB dağılması sonrasında her alanda olduğu gibi seks alanında da tam bir başıboşluk ortamına girilir. Cinsellik kapitalizmin sömürmeyi en çok sevdiği alanlardan biridir çünkü. Şimdilerde eski sovyet ülkeleri kökenli olup da dünya çapında yayılan porno sitelerine varan bir yozlaşma yaşanır. 20 yy’da beyaz kadın ticareti hortlar adeta. Ancak bu artık başka bir araştırmanın konusu. Modern Rusya’nın cinsellik konusunda diğer ülkelerden bir farkı kalmadı diyebilirim. Yani artısı, eksisi ile bu konuda kendi ülkenizde ne varsa burada da görebilirsiniz. Bu da son derece doğal. Çünkü cinsellik doğanın getirdiği ancal sosyal ilişkiler sistemi çerçevesinde varolmak zorunda bırakılan bir eylem. Bunun orta, düzgün ve herkesin kabul ettiği bir yolunu bulan da yoktur sanırım.

İlk 'selfie'ci Tolstoy!








Büyük Rus yazar Lev Tolstoy'un en önemli özelliklerinden birisi zamanının akımları ve modaları üzerinde belirleyici etkide bulunması. Örneğin ülkemizde yeni yeni taraftar bulmaya başlayan vejetaryen ve vegan beslenme akımlarının Rusya'da yayılmasında Tolstoy'un oynadığı rol büyük. Yazarın 1893'te kaleme aldığı İlk Adım (Pervaya Stupen) konunun meraklıları tarafından bugün bile okunan bir yapıt.

"Normcore" giyinmek: Tolstoy giyim-kuşamda da ait olduğu toprak sahibi sınıfının geleneklerine sırt çevirmiş bir isim. Bugün uzun kollu köylü gömleğinin Rusçada ve pek çok Batı dilinde "tolstofka" olarak bilinmesi, yazarın bu alanda da dönemine damga vurmayı başarmasının göstergelerinden biri.

Bisiklet ve egzersiz: Tolstoy'un az bilinen yönlerinden biri tam bir bisiklet tutkunu olması. Bisikleti hala Moskova'daki müzesinde sergileniyor.

Modern cihazlara duyduğu ilgi: Tolstoy yaşadığı dönemde yeni yeni ortaya çıkan ses kayıt cihazlarına kayıtsız kalmayan bir sanatçı. Farklı dillerde yaptığı kayıtlar bugün Youtube üzerinden ulaşılabilir durumda.

Alternatif eğitimi teşvik etmesi: Tolstoy'un 1859'da Yasnaya Polyana'da köylü çocukları için açtığı okul, biyografisinin nispeten iyi bilinen yönlerinden. Yazarın alternatif eğitim metodları üzerine kafa yorması kendinden sonra gelenler üzerinde de etkide bulunmuşa benziyor. Bizde bunun en iyi örneği Aziz Nesin'in Çatalca'da kurduğu çocuk vakfı.

Atölyeler: Tolstoy aile üyeleri ve yakın çevresinin katılımıyla "yazarlık atölyeleri" düzenlemeyi severdi. Yazar bu bakımdan da çağının öncülerinden.

Hedef gözeten hayırseverlik: Tolstoy sadaka dağıtmayı sevmemekle birlikte, yoksulluk sorunun kaynağına inip çözüm üretme yönünde çaba harcamayı tercih ederdi. Yoksul kimselerin sobalarını ya da çatılarını tamir etmek, hasada yardımcı olmak bu çabalara örnek.

Kitap değişimi: 1910 yılında Tolstoy'un şahsi kütüphanesinde 22 bin dergi ve cilt mevcuttu. Şahsi mülkiyete karşı olan yazar ziyaretçilerinin istedikleri kitapları yanlarında götürmelerine izin verirdi.

Selfie merakı: Pek çok fotoğraf makinesine sahip olan Tolstoy 1862'de bir selfie çekmişti.

Downshifting: Günümüzde downshifting olarak bilinen mevcut yaşam kalitesi standartlarından vazgeçme akımının öncülerinden biri de Lev Tolstoy.

24 Mayıs 2020 Pazar

Türk kültürünün Rus sanatına etkileri / Tatyana Grigoryeva





Tatyana Grigoryeva
(culture.ru)



cultur.ru sitesinde Tatyana Grigoryeva Türk kültürünün Rus sanatı üzerindeki etkilerinin tarihini anlatan ilginç bir yazı yayınladı.Yazıyı gerçek edebiyat okurları için ilginç görselleriyle birlikte yayınladı.



Türkiye'nin karmaşık ve çok katmanlı kültürü, Bizans ve Osmanlı İmparatorluğu kültürünü miras almıştır. Rusya için, hem zarif egzotizm ülkesi hem de devletin güney sınırlarının tehdit eden askeri bir rakipti: Edebiyat ve resim, müzik ve mimari - Türkiye'nin Rus kültürü üzerindeki etkisini böyle değerlendirebiliriz.

Türkiye sahillerine ilk gelen gezginler, Bizans döneminden beri Athos Dağı ve Kutsal Topraklar'a gelen hacılardı.

Daha sonra III. İvan döneminde ilk büyükelçi Osmanlı padişahının huzuruna çıktı. 

Devlet işlerine ek olarak Türk kültürünün de anlatıldığı makalemizin konusu işte bu zamandan sonra böyle ortaya çıktı.

XVII yüzyılın ortalarında keşiş ve diplomat Arseny Sukhanov, İstanbul'a ve oradan Kudüs'e giden yolun büyüleyici bir tanımını şöyle yaptı:

“Camiler büyük, uzun  ve geniş,ama nazik bir bina, her türlü değerli mermer kullanılmış, büyük bir bilgelikle yapılmış ve büyük bir zenginlikle dekore edilmiş.”

Daha sonra yeni bir tür "not" ortaya çıktı: Türklerin yakaladığı Rus askerlerinin anıları. Bunlardan biri - adı bilinmiyordu - beş yıldan fazla bir süre Türkiye topraklarını dolaştı ve Türk İmparatorluğu'nun tanımını yaptı.



XVIII.Yüzyılda 1. Peter, yurtdışına yetenekli öğrenciler göndermeye başladı. Ancak, o zaman Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkiler gergindi ve aileleri ile çalışmak ya da dinlenmek için Türkiye'ye kimse gitmedi. Türkiye'ye gitmek tehlikeli olarak kabul edildi.

XIX. yüzyılda, Rusya bir Doğu modasına kapıldı. O yıllarda Osmanlı İmparatorluğu Balkan, Orta Doğu ve Kuzey Afrika topraklarına hükmettiği için imajı genellikle Arap, Hint ve Fars motifleriyle karıştırıldı.

Yani Rusya'da otantik Türk kültürü hakkında net bir fikir ancak 20. yüzyılın başında gelişti.

RUS EDEBİYATINDA TÜRK ETKİSİ

Türkiye'nin ilk sanatsal görüntüleri gizemli Doğu'ydu. Ancak Avrupalı hükümdarlar Osmanlı devleti olarak adlandırılan bu büyük devletin topraklarını bölmeyi planlamışlardı. Türkiye'nin kaderi laik salonlarda tartışıldı.

Örneğin, Alexander Puşkin:
Gyauras bugün İstanbul'u yüceltiyor
Ve yarın sahte bir topukla,
Uyuyan bir yılan gibi ezilecekler
ve gidecekler ve böyle bırakacaklar.
İstanbul ise beladan önce uykuya daldı.
(Alexander Puşkin. "İstanbul bugün Giaurlar tarafından övüldü ...", 1835)

Şair Türkiye'yi ziyaret etmedi, ancak 1783'e kadar Osmanlı İmparatorluğu'nun bir parçası olan ve birçok Türk adet ve geleneğini miras alan Kırım'daki doğu ülkesinin kültürüyle tanıştı . Bu motifler Puşkin'in “Bahçesaray Çeşmesi” ve diğer şiirlerinde somutlaşmıştı.

Rus edebiyatı, Türk kültürünün birçok parlak görüntüsünü içerir. Yazarlar, kendilerine en yakın doğu toprakları olan Kafkasya ve eteklerinde yeni eserlere ilham verdiler. Mikhail Lermontov 1837'de Türk masalı Aşık Garip'i yazdı. Aşık Garip, birçok Rus için Türk kültürünün yeni bir bakış açısıyla keşfedilmesiydi.

Daha sonra edebi görüntülere “sahneden notlar” eklenmeye başlandı: Kültürel araştırma seferleri başlandı.

1835'te yazar ve hayırsever Vladimir Orlov-Davidov Yunanistan'a ve Türkiye'ye gitti. Arkadaşları Karl Bryullov ve mimar Ivan Efimov'du. Birlikte deneme ve baskılarla Seyahat Notları hazırladılar. 

Orlov-Davidov, kendisi ve diğer Türk şehirleri üzerinde “büyülü bir izlenim” yaratan gizemli Konstantinopolis'e hayran kaldı:

"Bazen Doğu'nun İngiltere'si olarak adlandırılıyor, ancak muhtemelen denizaşırı lüks ürünlerle dolu (İzmir) Smyrna da çeşitli yerel ürünlerle ülkenin zenginliğini gösteriyor."

19. yüzyılın gezgin yazarları, Konstantinopolis'e veya -Osmanlıların şehri adlandırdığı gibi-  İstanbul'a gitti.

Ivan Bunin, Roma, Bizans ve Osmanlı yöneticilerinin tarihi başkenti hakkında “görkemli şehir”, “son büyük göçebenin son ölü kampı” diye yazdı. Duygusal Yolculuk'ta Nikolai Gumilev, İstanbul'a giden yolu “altın masal ülkesi”ne “eski bir yol” olarak tasvir etti.

RUS RESMİNDE TÜRK ETKİSİ

1920'lerde İstanbul'a göç, hem Sovyet hem de Türk kültürünü büyük ölçüde etkiledi. Birçoğu için şehir, kamusal ve kültürel figürlerin dünyanın diğer bölgelerine dağıldığı bir sahne haline geldi. Sanatçı Alexander Vertinsky ilk İstanbul izlenimi hakkında şunları yazdı:


“Sabah erkenden Boğaz'a girdik. Hepsi güneşle dolu olan masal şehri gözlerimin önünde parladı. Minarelerin ince iğneleri. Beyaz şeker sarayları. Sadakatsiz eşlerin Boğaz'a atıldığı iddia edilen bir tür kule. Küçük güzel tekneler. Kırmızı fes denizi. Beyaz insanlar. Güneş. Boğaz konuşması. Ve bayraklar, bayraklar, bayraklar. Sonu yok. Geçit töreni gibi. Bir tatil gibi! ”

İstanbul'a göç Mikhail Bulgakov'un “Koşma” adlı oyununa da yansımıştı .

Sovyet döneminde, sultanlar ve görkemli saraylar dönemi geçmişte kaldı ve reformcu Mustafa Kemal'in “yeni” Türkiye'si doğduğunda, doğu ülkesine özel seyahat notları belirmeye başladı - ilk seyahat rehberlerinin prototipleri. Bunlardan biri Sovyet yazarı Pyotr Pavlenko tarafından bestelendi. Yazar, o zamanlar Alman rehber Karl Bedecker'le yol boyunca İstanbul sokaklarında yürüdü ve şehrin Sovyet turistleri için özelliklerini belirledi. Böylece “Anadolu” ve “İstanbul ve Türkiye” kitapları ortaya çıktı.

Türkiye ile ilgili Sovyet eserlerinin toplanması, yazar ve gazeteci Lev Nikulin tarafından yeni başkent Ankara hakkında makalelerle desteklendi.

1980'lerde Joseph Brodsky İstanbul'a Yolculuğunda ironik notlar bıraktı: “Ama İstanbul'un camileri! Bunlar yere yerleşmiş, kendilerini ondan koparamayan dev taş kurbağalar! Sadece minareler, en önemlisi - peygamberlikle, korkarım - “Dünya - hava” sınıfının kurulumlarını hatırlatır ve ruhun hareket etmek üzere olduğu yönü gösterir."

Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk görüntüleri askeri sanatçı-topograf Gavrilo Sergeev tarafından yaratıldı. 1793-1794 yıllarında Konstantinopolis'teki Mikhail Kutuzov büyükelçiliğinin bir parçası olarak, daha sonra Osmanlı Albümü'ne giren suluboya çizimler yaptı.

XIX. yüzyılda, oryantalizm - çeşitli kültür ve sanat alanlarında oryantal doğa kullanımı - Avrupa'da çok popüler oldu. Türk motifleri, sanatçıların tuvallerinde o kadar sık ortaya çıktı ki, ayrı bir stil ortaya çıktı - Türkler. Rus resimsel geleneği Doğu'nun  çekiciliğine de cevap verdi. Yerli sanatçılar tarafından yaratılan Türkiye'nin imajı pan-Avrupa trendinden farklıydı. Fransız ressamlar Van Loo, Eugene Delacroix, Jean-Leon Jerome, İngiliz Edwin Long, Amerikalı sanatçı Frederic Bridgman, haremlerde ve Sultan odalarında özgürleştirilmiş oryantal güzelliklerin galerilerini ne kadar yarattıysa, Rus sanatçılar da sıradan halkın yaşamlarının rahatlığını vurguladı. Rusya ve Türkiye arasındaki savaşlarda, savaş türünde resimler ortaya çıktı.

Genellikle ressamlar Osmanlı İmparatorluğu'nun uzak bölgelerine, örneğin Filistin, Mısır'a gittiklerinde eskizler yaptılar. 1820'lerde Kudüs'e giderken Ayvazovsky ve Shishkin'in öğretmeni Maxim Vorobyov, Rodos adası Konstantinopolis, Smyrna'nın manzaralarını çizdi.

Ressam Karl Rabus, zaman geçirmeyi sevdiği Kırım'dan Konstantinopolis'e gitti. Gemisi yolda bir fırtınaya yakalandı. Daha sonra "Akdeniz'de su kasırgaları" filminde yer alan unsurların izlenimlerini burada edinmişti. Türkiye'nin başkentinde Rabus, birçok Avrupalı müşteriyle tanıştı. Sanatçı onlar için eskizler yaptı ve kazandığı parayla Yunanistan ve İtalya'ya gitti.

Öğrencisi Karl Bryullov, Vladimir Orlov-Davidov'un seferi sayesinde Türkiye'ye geldi. Sanatçı, Seyahat Notları için resimlere ek olarak, bir Türk kızın portresini çizdi. Sanatçının çizdiği portre, Türkiye'nin bir bütün olarak karakteristik kültürel özelliklerini aktaran kolektif bir kadın imajıydı. Ayrıca, Karl Bryullov  Rus aristokratlarının portrelerini, geleneksel Türk kıyafetlerinin moda unsurlarıyla, kadınları türbanlar ve erkekleri fesli resmetti..

İvan Zakharov Osmanlı padişahı I. Abdülhamid'in gönlünü kazandı. Zakharov 1849'da bir savaş gemisinde rastlantıyla İstanbul'a geldi. Sanatçı I. Abdülhamid'in portresini çizmek istedi ve bunun için sık sık camiye gitmesi gerekti. Orada görebildiği padişahın  görünüşünü hatırlayarak resim çiziyordu; o dönem padişahtan randevu almak imkansızdı. Portre hazır olduğunda, şans eseri tablo hükümdarın sarayına girebildi. Sultan, tabloyu o kadar çok sevdi ki, çocuklarının portrelerini Zakharov'un yapmasını emretti ve Konstantinopolis'te ilk sanat sergisi sayılan sergi saraydaki eserlerin toplamından oluştu.  

Konstantinopolis manzaralı lirik resimler de Ivan Ayvazovsky tarafından yapılmıştır. 1845 yılında Fedor Litke deniz seferi kapsamında Türkiye'ye geldi. Ayvazovski'nin resimleri hala Dolmabahçe Sarayı'nı süslüyor.

İmparatorluk sarayı düzenlenirken yeni resimler ortaya çıktı. Deniz ressamı Alexei Bogolyubov I. Nicholas'a Osmanlı İmparatorluğu'na adanmış bir dizi eskiz yapdı. Ve Nikolay Dmitriev-Orenburg, emriyle Alexander II, 1877-1878 Rus-Türk ilişkilerin kötüleşmesi öncesinde sanatsal bir özet derletmiş. Askeri izlenimler Vasily Polenov ve Vasily Vereshchagin tarafından resimlere aktarılmış.

XX. yüzyılın başında sanatta modalar tekrar Doğu'ya döndü. Mikhail Larionov ve Natalia Goncharova'nın avangard çalışmalarında , hem gerçek hem de kurgusal Türk motifleri var.

RUS MÜZİĞİNDE TÜRK ETKİSİ

18. yüzyıldan bu yana, müzik “a la Turk” yani “Türk tarzında” Avrupa'da çoktan yayılmıştı. Wolfgang Amadeus Mozart “Turkish Rondo” kompozisyonunu ya da seyircinin “Turkish March” dediği besteyi yaptı. Bugün hala popüler olan bu melodi, bestecinin Yeniçeri askeri orkestrası mehter takımı izlenimiydi:  “böyle bir şey”. 

Rusya'da halk, İstanbul'da I. Konstantinopolis'ten I. Catherine'in Türk melodilerini duydu.

Osmanlı İmparatorluğu'nun bir sakininin bir Rus sakini için imajı genellikle askeri bir rakip olan düşmanın imajıyla aynıydı. Bu, müzik de dahil olmak üzere Rus kültürüne yansımıştı. İlk resmi olmayan Rus marşı "Zafer gök gürültüsü, duyulsun!" besteci Osip Kozlovsky, Gabriel Suvorov komutasındaki Rus birliklerinin Osmanlı kalesi İzmail'i ele geçirdiği zafer için Gabriel Derzhavin'in sözleri üzerine yazılmıştı.



19. yüzyılda, romantik eğilimlerin yayılmasıyla, ilk melodiler-izlenimler Türk kültürüne adanmış görünüyordu. Mikhail Glinka, Ruslan ve Lyudmila operasında oryantal motifleri yeniden canlandırdı. Besteci onları dördüncü perdeye dahil etti, ezgiler arasında bir Türk dansı vardır.

RUS MİMARİSİNDE TÜRK ETKİSİ

Mimari yapılarda da Türk motifleri ortaya çıktı. Minareler, kabartma ve heykel süsleri, kemerler, alçak kubbeler gibi kuleler yapıldı. Rus-Türk savaşlarındaki kahramanların, savaşların ve zaferlerin onuruna, mimarlar anıtlar yarattı: Tsarskoye Selo'daki Catherine Park'ta Kagulsky dikilitaş ve Tower-ruin, Chesmenskaya ve Moreyskaya sütunları böyle ortaya çıktı. 

Khodynka tatil sahası için Vasily Bazhenov ve Matvey Kazakov Türk ahşap yapılarının kopyalarını yaptılar. Parkta 1828-1829 savaşının anısına Türk Hamamı pavyonu dikildi. Mimar Ippolit Monighetti, onu Türkiye'ye yaptığı bir gezi sırasında çizdiği Edirne Camii görüntüsünde tasarladı.

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Ruslara göre 'en Rus' 10 şey








Rus olmanın alameti farikaları saymakla bitmez. Ne var ki bunların neler olduğu konusunda yabancıların ve "özbeöz" Rusların görüşleri farklılaşabiliyor. Russia Beyond portalı editörlerine Rus olma fikrini en iyi yansıtan şehirleri, kelimeleri, yiyecekleri ve filmleri sordu. İşte RBTH sitesinin derlediği yanıtlar.

1. En Rus şehir: Moskova ve Suzdal. Moskova'nın tanıtıma ihtiyacı yok. Ancak hakiki bir Rus şehri görmek isteyenlerin muhakkak ziyaret etmesi gereken ilk şehir, başkente pek de uzak olmayan bir mesafedeki Suzdal.

2. En Rus yiyecek: Blinçiki, yani krep.

3. En Rus kelime: davay ve avos. Davay (Hadi) kelimesinin tanıtıma ihtiyacı yok. Ancak "avos"u açıklamakta yarar var. Türkçedeki "inşallah"a yakın bir manada kullanılan bu kelime aynı zamanda bir yaşam felsefesine karşılık geliyor.

4. En Rus karakter özelliği: dürüstlük. Rusların kendilerine yakıştırmayı en sevdiği karakter özelliği her halde dürüstlüktür.

5. En Rus duygu: keder. Rusçasıyla "toska".

6. En Rus alışkanlık: hiçbir şeyi atmamak. Rusya'ya Sovyetler Birliği döneminden miras kalan bir kültürel özellik.

7. En Rus film: Kaderin Cilvesi (İroniya sudbı).

8. En Rus edebiyat eseri: Savaş ve Barış (Lev Tolstoy).

9. En Rus atasözü: "İş kurda benzemez, ormana kaçacağı yok."

10. En Rus jest: Parmağını boynuna vurmak. Manası ise: "Hadi içelim!"

22 Mayıs 2020 Cuma

Rusya’nın simgelerinden Volga Nehri’nin göz alıcı manzaraları






20 Mayıs günü Rusya’da Volga Nehri Günü olarak kutlanıyor.

Türk dünyasında İdil adıyla bilinen Volga Nehri, dünyanın en geniş ve debisi en yüksek nehirleri arasında yer alıyor. Uzunluğu, bir uçtan ötekine Moskova-Madrid arası mesafeden fazla olan nehir ayrıca Rusya’nın önde gelen simgelerinden biri.

Avrupa’nın en uzun nehri olan Volga Rus tarihi ve kültüründe çok özel bir yere sahiptir.
Volga, kentsel bölgelere ve Avrupa Rusya’sının ekili alanlarına bol su temin eden bir nehir.

2008 yılından beri kutlanan Volga Günü’nde Rusya’nın birçok şehrinde düzenlenen etkinliklerin amacı, hem Volga'yı daha iyi tanıtmak, hem de nehrin suları ve kıyıları ile ilgili ekolojik sorunlara toplumun dikkatini çekmek ve farkındalık yaratmak.

Nehir, Rusya’nın önde gelen simgelerinden biridir. Yüzyıllarca ‘‘Volga Ana’‘ olarak biliniyor.

Nehrin akıntısı güç kaynağı olarak kullanılıyor.

Volga Nehri boyunca birçok yerleşim yeri vardır. Kıyısında 1400'den fazla marina ve sanayi limanı yayıldı. Nehrin ana işlevi ekonomik rolüdür. İnsanların geçim kaynaklarını iyileştiren endüstriyel malzemeler, gıda maddeleri ve diğer gerekli yükler nehir boyunca taşınır.

Volga kıyısındaki şehirlere ve köylere mükemmel uyum sağlayan birçok muhteşem doğal manzara mevcut. Her birinin kendine özgü bir tarihi, kendi kültürel değerleri var.

Volga boyunca seyahat etmek en popüler eğlence türlerinden biridir. Teknede yolculuk sırasında turistler Rus şehirlerini, tarihlerini ve kültürlerini tanıyor, Volga kıyılarında bulunan bölgeler hakkında birçok ilginç şey öğreniyor ve inanılmaz güzel manzaraya sahip yerleri görüyorlar.

Rusya’nın en ilginç yerlerinden biri Yaroslavl kenti, Volga kıyısında bulunmaktadır. Kentin tarihi merkezi, UNESCO’nun ‘‘Dünya Kültür Mirası’‘ listesinde yer alıyor. Kentte 785 kültürel ve tarihi eser bulunmaktadır.

Volga kıyısında bulunan en eski Rus şehirlerinden 8'ini içeren ünlü bir turist rotası Rusya'nın Altın Yüzüğü’dür.

Volga Nehri, birçok Rus ressam ve yazarına ilham kaynağı oldu.

Volga, ünlü yazarların ve şairlerin birçok eserinde övüldü, onun hakkında birçok harika Rus halk şarkısı yazıldı. Volga ve kıyısında bulunan hemen hemen tüm şehirler tarihi, ihtişamı ve güzelliği ile dikkat çekiyor.