Moskova

Moskova

30 Haziran 2010 Çarşamba

“Tro-lo-lo” sözlerini arıyor!

Rusya’nın Sesi radyosu, tüm dünyadaki dinleyicilerini “Tro-lo-lo” şarkısı için en iyi sözleri yazmaya davet ediyor.

Sovyetler Birliği döneminde ün kazanan şarkıcı Eduard Hil’in seslendirdiği, «Tro-lo-lo» olarak tanınan şarkı, en sevilen şarkılardan… 44 yıl önce, Arkadiy Ostrovskiy tarafından, 1966 yılında bestelenen ve «Evime döndüğüm için çok seviniyorum» diye adlandırılan şarkının sözleri yok.

Şarkının sözleri olmadığı için adeta her dilde dilde seslendirilebiliyordu. Eduard Hil, yurtdışı konserlerinde sahneye çıktığında izleyicilere onların ana dilinde bir şarkı seslendireceğini söylüyordu. Hil, anılarındaki bu konserleri keyifle, şöyle anlatıyor: “Merakla bekliyorlardı. Ve şarkıya başlıyordum; izleyiciler önce “la-la-la” nakaratını dinliyor, bunun ilk kıtada biteceğini düşünüyorlardı, sonra ikincisinde ve üçüncüsünde aynı nakaratı dinlediklerinde gülmeye başlıyorlardı,” diye anlatıyor.

Melodisinin güzelliğinin yanı sıra, esprili yanıyla da ünlenen bu şarkı, Eduard Hil’den başka Valeriy Obodzinskiy, Muslim Magomayev gibi yıldızlar tarafından da yorumlanmıştı.


İnternet şarkıya ikinci bir yaşam hediye etti.
YouTube’da yayımlanan bu şarkıyı bütün dünyada, milyonlarca kişi izledi.


Şarkı 2010 yılında yeniden popüler oldu. Eduard Hil’in sitesine yorumlar bırakıldı, Bazıları ise şarkıyı seslendirip videolarını yolluyorlar. Hil, İnternet’teki popülerliğine mizahi bir gözle bakıyor, çünkü popülerliğin ne olduğunu artık biliyor. «Dinliyorlar, evet. Zira şarkı iyi. Bugün benim şarkılarımı dinliyorlar, yarın başka bir şarkıcının şarkılarını dinleyecekler».
Şimdi, Medyayı Destekleme ve Geliştirme Fonu, Eduard Hil’in seslendirdiği, şarkı için yazılan en iyi sözlerin seçileceği bir yarışma düzenliyor. Yarışmaya katılacaklar besteci Arkadiy Ostrovskiy’in «Vokaliz» bestesi için bir kıta yazacaklar.

Eduard Hil, bütün şarkının sözlerinin bütün dillerde olabileceğini ve aşkı, tabiatı, kelebekleri; yani her şeyi konu edinebileceğini söylüyor.


Yarışma sonrası seçilecek şarkı sözü metni sayesinde «Tro-lo-lo»nun üçüncü bir yaşamı olacak mı? Onu da zaman gösterecek.

Troçki’nin İstanbul Büyükada hatırası

ntvmsnbc

Daha önce vize talepleri Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya tarafından reddedilen Troçki, eşi Natalya ve oğulları Sergei, 1933 de genç Kemal Atatürk'ten vize alarak Türkiye'ye geldiler. Vatansız, yuvasız ve muhtemelen parasızdılar. Büyükada'ya taşınmaları bir kaç aylarını aldı. Bizans İmparatorlarının, asil kan dökmekten çekindikleri için, asi prensleri sürgün ettikleri bu ada, Osmanlıdan miras kalan harap konaklarıyla onlara kucak açtı.

Troçki, dilini ve kültürünü bilmediği bu ülkede, dünya tarihi hızla değişmekteyken, 'Rus Devriminin Tarihi' ni yazdı. Kızı Zina’nın Berlin’de intiharını burada haber aldı ve bu acıyla aç ve susuz günlerce odasından çıkmadı. Gün oldu balıkçı Horalambos'la balığa çıktı. Ünlü konukları oldu ve çok ünlü kişilerden mektuplar aldı. Bütün bu yaşananlar bir yerlere sindi. 1933 yılında, Fransa'ya doğru yola çıkarken, hayatının belki de en dingin dört buçuk yılını geride bırakıyordu.

Kuzey İrlandalı Fotoğraf sanatçısı James Hughes gerçekleştirdiği 'Troçki'nin Hayaletleri: Bir Sürgünün Kaybolan Mekânları' çalışmasında Troçki'nin Büyükada'da yaşamış olduğu terkedilmiş mekânların fotoğraflarını çekerek, geçmişi ve bugünü yansıtırken, insanlığın ardında bıraktığı izleri, mekânın ruhunu zedelemeden tekrar gözden geçirmemizi amaçlamakta.

Anılarımızın oluşması biraz bu 'hayaletlere' bir kez daha bakabilmemiz, biraz da Troçki'nin dilinden düşürmediği Spinoza'nın ünlü sözünü anımsamamızla ilintilidir: 'Ne ağlayın, ne de gülün, sadece anlayın.'

İstanbul Hatırası Fotoğraf Merkezi fotoğrafın bellek oluşturmaktaki önemini birkez daha gözler önüne seren fotoğraf sanatçısı James Hughes 'Troçki'nin Hayaletleri: Bir Sürgünün Kaybolan Mekânları' sergisine ev sahipliği yapıyor.

Troçki'nin Hayaletleri: Bir Sürgünün Kaybolan Mekânları' sergisi 18 Ağustos'a İstanbul Hatırası Fotograf Merkezi'nde görülebilir.

25 Haziran 2010 Cuma

Rus gözüyle en yararsız şeyler

Süperjob.ru tarafından yapılan bir anket ile Rus'ların çeşitli kategorilerde en yararsız dedikleri şeyler tespit edildi. Oy sayısına göre sıralanan yarasız şeylerin başında % 8 ile mutfak eşyaları geliyor. Yumurta keseceği, fondü, sebze rendesi, şeyker ve buharlı yemek pişirici bu yarasız eşyalar arasında bulunuyor. Rusların büyük çoğunluğu bu eşyaları reklamların etkisi ile aldıklarını itiraf ediyorlar.
Yararsız şeyler sıralamasında ikinci sırayı yakınlar, tanıdıklar ve gereksiz giyim eşyaları aldı. Bu grupta yararsızlar arasında koca, karı, kayınvalide, müdürler, sevgililer ve kızlara yararsız diyenlerin oranı %4. Yine %4 iyi para harcayıp sonradan bir kere bile giymedikleri şeylere yararsız dediler (listede pembe kadife kep, suni kürk gibi eşyalar var).
%2 ile yarasız kabul edilen eşyalar arasında otomobil ve ev antrenman aletleri, ısırgan cungar faresi, mobil telefon ve güzelleşme malzemeleri bulunuyor.
Bazı Ruslar antrenman aletlerini askı olarak kullandıklarını söylüyorlar. Görüşüne başvurulan Rusların %19'u hiçbir zaman anlamsız alışveriş yapmadıkları iddiasında. Neymiş en yararsız eşya: yumurta keseceği.

Rusya Büyükelçiliği, Türk-Sovyet ilişkilerinin bilinmeyen yönlerini aydınlattı

Rusya Federasyonu'nun Ankara Büyükelçiliği, Türkiye ile Rusya arasındaki diplomatik ilişkilerin kuruluşunun 90. yıldönümünde, Kurtuluş Savaşı yıllarında Türk-Sovyet ilişkilerinin bilinmeyen yönlerini gün ışığına çıkarttı.

Rus Büyükelçiliği, Türkiye ile Rusya arasındaki diplomatik ilişkilerin kuruluşunun 90. yıldönümü dolayısıyla "Yeni Rusya ve Yeni Türkiye İşbirliğinin İlk Adımları" ve "1920-1930'lu Yıllarda Rus-Türk İlişkileri" başlıklı Türkçe-Rusça özel bir kitapçık yayınladı. Rusya devlet arşivlerinden özel fotoğraflara da yer verilen kitapçıkta, Rusya-Türkiye ilişkilerinin o yıllardaki karşılıklı diplomatik ilişkileri ve iki ülkenin bir birine karşılıklı yardımları anlatıldı. "Geçen yüzyılın 20'-30'lu yılları Rus-Türk ilişkileri açısından benzersiz bir dönemi teşkil eder" ifadesinin kullanıldığı kitapçıkta, Kurtuluş Savaşı yıllarında Rusya'nın (Sovyetler Birliği) Türkiye'ye yaptığı yardımlar kalem kalem anlatılıyor. Rusya'nın Kurtuluş Savaşı veren Türkiye'ye yaptığı bu yardıma karşın, Anadolu'daki Hükümeti'nde Rusya'ya karşın aynı duyarlılıkta olduğu ifade ediliyor. Kitapçıkta, Rusya'nın Kurtuluş Savaşı'nda Ankara Hükümeti'ne yaptığı yardımlar şöyle anlatılıyor:

RUSYA'NIN ANKARA HÜKÜMETİNE YARDIMI-
"Sovyet resmi verilerine göre, 1920 tarihli mutabakatlar uyarınca ve 16 mart 1921 tarihli Antlaşma'nın gereği olarak 1920-1922 yıllarında Rusya'nın Novorossiysk, Tuapse ve Batumi limanlarından Türkiye'ye 39.000 tüfek, 327 makinalı tüfek, 54 top, 63 milyon fişek 147.000 top mermisi vs., Türkiye'nin doğu sınırlarından ise, 1918 yılında eski Rus Ordu sunun bıraktığı askeri malzeme sevkedilmiştir. 1921 yılında "Jivoy" ve "Jutkiy" adlı iki avcı botu hibe edilmiştir. Sovyet Hükümeti, Ankara'daki iki barut fabrikasının kurulmasında yardımcı olup ayrıca fişek fabrikası için gerekli teçhizat ve hammadde sağlamıştır. Bunun yanı sıra 1920 yılında Müsteşar Y.Y.Umpal-Angarskiy başkanlığındaki Sovyet diplomatik misyonu, Moskova görüşmeleri sırasında Türk tarafına vaadedilen 200,6 kilo külçe altını TBMM temsilcilerine teslim etmiştir. M.V.Frunze, kimsesiz şehit ve gazi çocukları için bir yetimhanenin kurulması amacıyla Trabzon'da Türk makamlarına 100 bin altın Ruble vermiştir. S.İ.Aralov Nisan 1922'de seyyar basımevi ve sinema teçhizatının alınması için Türk ordusuna 20 bin lira hibe etmiştir. Aynı zamanda birkaç parti silah teslim edilmiştir. 3 Mayıs 1922 tarihinde Sovyet Rusya'nın Ankara Temsilcisi S.İ.Aralov, 1921 Antlaşması'nın imzalanması sırasında vaadedilen 10 milyon altın Ruble tutarının son dilimi olan 3.5 milyon altın Ruble'yi Türk Hükümetine teslim etmiştir."

KITLIK İÇİNDEKİ Rusya'YA ANADOLU YARDIMI-
Rusya'nın tüm bu yardımlarına karşın, Anadolu Hükümeti'nin de kıtlık içindeki Rusya'ya yaptığı yardımda anlatılıyor. Kitapçığın bu bölümünde şu ifadelere yer veriliyor:

"Bu bağlamda çok az bilinen bir gerçeği unutmamak lazım. Anadolu'daki hükümet aynı duyarlılık içindeydi. Mustafa Kemal, o dönem kıtlık içinde bulunan Rusya'ya yardım yapılmasıyla bizzat ilgilenir, zahire depolarındaki hububatın yüzde 40'ına el konularak Karadeniz kıyılarında bulunanların açlığını hafifletmek üzere Rus milletine armağan edilmesini emreder ve V.İ.Lenin'i bu konuda bilgilendirir. Yardımlar sadece erzak olarak yapılmaz, Anadolu bütün fakirliğine rağmen, Rusya için para da toplar. Böylece iki ülkenin yönetimleri ve hakları, açlığın ve yokluğun yüklerini birlikte paylaştılar ve o zor yıllarda birbirinin yardımına koştular."

SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ-
Kitapçıkta, 1920-1930 yıllarındaki iki ülke arasındaki siyasi, kültürel ekonomik ilişkiler de detaylı biçimde anlatılıyor. Türkiye'de ilk film festivalinde "Potemkin Zırhlısı"nın gösterildiği belirtilen kitapçıkta, Mustafa Kemal'in şahsi talimatıyla Rusya ve Türkiye arasında yeni tip ilişkilerin oluşturulması ve geliştirilmesine yönelik ilk adımların anısının 1928'de İstanbul Taksim Meydanı'nda dikilmiş olan heykel kompozisyonu ile ebedileştirildiği belirtildi. Kitapçıkta Taksim'deki tarihi heykel için "T.C. kurucusu Atatürk'ün Türk-Rus ilişkilerine verdiği önemi her türlü tarihi belgeden daha iyi bir şekilde göstermektedir" denildi.

RUS ARŞİVLERİNDEKİ İLGİNÇ FOTOĞRAFLAR-
Bu arada, Türkiye-Rusya arasındaki diplomatik ilişkilerin tarihinin anlatıldığı kitapçıkta, Rusya Federasyonu Sosyal ve Siyasi Tarih Arşivi ile bazı kurumların arşivlerindeki bazı fotoğraflara da yer veriliyor. Kitapçıkta Rusya Temsilciliği'nin Ankara'daki ilk binası ile 1927'de Ankara'da düzenlenen, Atatürk ve İnönü'nün yanısıra dönemin Rus Büyükelçisi Y.Z. Surits'in de bulunduğu diplomatik resepsiyon gibi etkinliklere ait fotoğraflar da yer alıyor. Sabiha Gökçen'in Moskova Merkezi Havacılık Kulübü'ndeki fotoğrafı ile Erzurumlu kadın kahraman Kara Fatma'nın Trabzon'da Sovyet konsolosluğundaki fotoğraf kitapçıkta yer alıyor.

Kremlin'de Osmanlı

İlber Ortaylı
Milliyet, 30.05.2010


Kremlin Sarayı Büyük Petro’ya kadar Rusya çarlarının başkenti ve makamıydı. Aslında Büyük Petro ve halefleri St. Petersburg’u başkent yapınca da Moskova’nın başkentliği hukuken ve fiilen ortadan kalkmış sayılmamalıdır. Devletin bazı arşivleri oradaydı, belirli ofisler oradaydı ve hatta soylular bile kökenlerine göre iki şehirde oturmaya devam ettiler. İki şehrin üniversitesi, bilimsel kurumları derin bir rekabet içinde olduğu gibi sanat kurumları için dahi aynı durum söz konusuydu. Hatta bir tarafın ünlü sanatçısı öbür tarafa konsere gidince destekçisi olan soylular da birlikte gidip onu alkışlardı. Kremlin Sarayı’nda bugün de Rusya devlet başkanları oturuyor ve binanın bu kısmı 19’uncu yüzyılda yapılmıştır.

Kremlin’in zenginliklerinin içinde Osmanlı’dan ithal edilen kıymetli silahlar, murassa koşum takımları ve eyerlerin, muhteşem kumaşların, mücevherin ayrı bir değeri ve yeri vardır. Özellikle 1490’lardan itibaren diplomatik ilişki kurulduğu için Osmanlı sarayının yolladığı diplomatik hediyeler göze çarpar.

Bunlar geçen yılın sonunda Kremlin’de açılan ayrı bir sergi ile teşhir edildi. Mukabilinde biz de Topkapı Sarayı’nda “Osmanlı Sarayı’nda Rusya” adıyla Rusya’dan bize gönderilen diplomatik hediyeleri teşhire koyduk; sergide Dolmabahçe ve Askeri Müze’den de eserler var ve temmuz sonuna kadar açık kalacak.

Unutmayalım, Osmanlı sarayında gayet kıymetli diplomatik koleksiyonlar vardır. Çünkü büyük devletler birbirlerine gayet kıymetli hediyeler gönderirler. Mesela Fransa daha XV. Louis’den beri en kıymetli Sevr porselenlerini bize yollamıştır. İran’dan gelen kitaplar ve eşyalar için aynı şey söz konusudur. Saksonya porselenlerimize paha biçilmez, hele hele altı asır boyu Çin’den satın aldığımız kıymetli porselenlerin sayısı 12 bin adet olup, üç hafta evvel bir kere daha şahit olduğumuz gibi Çin heyeti dahi kendine ait parçaları hayranlık ve gıpta ile seyretmekten kendini alamadı.

Kremlin Sarayı 9 Mart’tan itibaren 110 parçalık bir koleksiyonu bize yolladı. Rusya’nın Türkiye’de açtığı ilk müze sergisidir. Moskova Rusyası dediğimiz 18’inci asra kadarki dönemde Osmanlı kumaş ve silah sanatının ne kadar etkileyici olduğunu ve zengin bir ihracat yapıldığını Prof. Halil İnalcık’ın eserlerinden biliyoruz; sergide bu Rus meslektaşlarımızın seçtiği ve bize gönderdiği Kremlin’den örneklerle görülüyor. Kremlin sergisi seçim ve teşhir itibarıyla Rus müzecilerin bir başarısıdır ve bu başarılı müzecileri misafir etmekten mutluluk duyduk.

Tarihte çok önemli karar merkezleri
Topkapı Sarayı bu ayın 25’inde Kremlin Sarayı’na mukabil sergiyi yolladı. Açılışta Genelkurmay Başkanlığı’nın mehter takımı da vardı. Anane güzeldir, mehterin ananevi askeri bandolar arasında mutena bir yeri vardır. Tabii ki katedrallerin ortasında verdiği konser Moskova’nın seçkinlerini büyüledi ve Kremlin’in askeri komutanı kendilerini zannedersem ağustostaki askeri bandolar festivaline hararetle davet etti.

İki bölümde açılan Topkapı zenginlikleri 106 parçadan oluşuyor. Kanuni Süleyman Han’ın askerlik sembolleri olan matara (Rusçası da aynı), kılıç, miğfer, kumaş örnekleri, “tutya” dediğimiz mücevherli maşrapalar, alemler (Rusçası da aynı), sadak, kolçak (Rusçası da aynı) ve zırhlar büyüleyici güzellikte ve ustaca teşhir ediliyor.

Bir yılın içinde iki taraf dört sergiyi gerçekleştirdi. Bunu belirttik, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı tarihte iki önemli karar merkezi olan Moskova ve İstanbul’u anlatmak için bu sergilerin öneminden bahsetti. Desteği veren İstanbul 2010’un genel sekreteri Yılmaz Kurt, Moskova ve İstanbul sergilerinin başarılı açılışından söz etti.

Hiçbir Avrupa ülkesi böyle konulu sergileri bu kadar çabuk ve parlak bir biçimde düzenleyemez. Rusya-Türkiye sergilerinin devamı şart. Bunu Kremlin’in genel müdürü Yelena Gagarina ile ifade ettik. Müşterek tarihin anlaşılmasında iyi seçilmiş konulu sergilerin rolü büyüktür.

İstanbul'un içindeki Rusya

İlber Ortaylı
Milliyet, 20 Haziran 2010


Pera’nın tarihi trajedilerle doludur. İstanbul’un en şık anıtlarından Rusya sefareti de bu uzun tarihin tanığıdır.

İstanbul’un kışlık ve yazlık eski sefaret binalarından bir çifti de Rusya’ya aittir. 1835 Beyoğlu yangınında o zamanki Rusya sefareti daha ziyade ahşap bir yapı olduğundan yandı. Çok kısa sürede bugünkü başkonsolosluğun karşısında bulunan Narmanlı Han inşa edildi ve elçilik bir süre için oraya yerleşti.

Yangın yerine görkemli bir elçilik sarayının yapılması konusunda St. Petersburg kararlıydı. Osmanlı başkentindeki Fransa ve İngiltere sarayı ile rekabet edecek bir bina olmalıydı bu. Milano Brera akademisinin mezunlarından İsviçre İtalyanı Gasparo ve Guiseppe Fossati biraderler görevlendirildiler. 1838’de başlanan bina 1845’te bitti.

O zamanki Beyoğlu’nun silueti ve denizden görünümü içinde saray müthiş bir görünüm arz ediyordu. Yanı başlarındaki Hollandalılar yangından artan arsalarına yapılacak binayı aynı mimarlara ısmarladılar.

Osmanlı devlet erkânı da inşaattan etkilenmişti ama asıl halk dedikoduya başlamıştı. “İstanbul’u alacaklarmış, bu da çarın sarayı olacakmış.” Dolmabahçe Sarayı’nın inşaatına niçin başlandığı anlaşılıyor. Topkapı Sarayı yeniçağın görkemini artık karşılayamıyordu. Başta Sadaret Arşivimiz (Hazine-i Evrak), sonra Darülfünun binası, giderayak Ayasofya’nın restorasyonu, nihayet İran sefareti Fossatilerin eline bırakıldı.

Bugün başkonsolosluk binası
Rusya’nın II. Mahmud devrinden beri bilinen, Büyükdere’deki yazlık sefaret sarayı da ilginç bir yapıdır; maalesef bunun restorasyonu halen bitmiş değildir. Boğaziçi’nde padişah hediyesi olan arsalara yapılmış zamanın büyük devletlerine ait eski sefaret sarayları bugün çoğunlukla harap halde. Britanya, Fransa ve İtalya’nın mülklerinin harabeye dönüştüğü, hatta Britanya’nınkinin yangın geçirdiği biliniyor.

Rus sefaret sarayı bugün Rusya Federasyonu’nun İstanbul’daki başkonsolosluk binası olarak hizmet veriyor. Sovyetler Birliği lağvedildikten sonra kapıdaki amblem kaldırıldı ve bina 1990’da adamakıllı bir tamir geçirdi. İstanbul’un şık anıtlarındandır. Bir zamanlar burada Kutuzov, Türk asıllı bir aileden gelen Koçubey ve asıl önemlisi General Ignatyev gibi büyükelçiler vardı.

Diplomata lakap: Yalancı paşa
Ignatyev hem Osmanlı hükümetinin hem Pera’daki büyükelçilerin gözünde bir kâbus gibiydi. Aslında çok başarılı bir diplomat olmadığını bilmek gerekir. St. Petersburg’daki dışişleri ve II. Aleksandr onun raporlarını çok ciddiye almazdı. Panslavist gösterilerin şampiyonuydu. Sadrazam Mahmud Nedim Paşa’nın akıl hocası gibi görünürdü. Aslında Mahmud Nedim Paşa onu kullanmıştır, bu kullanmanın da çok kabaca olduğunu söylemek gerekir. Diplomatlar arasında yalan haber yaymak için Ignatyev’i kullanıyordu ve öbür diplomatlar Ignatyev’e “yalancı paşa / menteur pasha” derlerdi.

Pera’daki entelektüel diplomatların başında Nelidov gelir. Rus Arkeoloji Enstitüsü onun zamanında kurulmuştur. O zaman müsteşar olan Çarikov ise Osmanlı İmparatorluğu’nun iktisadi vaziyeti için dikkate değer raporlar yazdı. Rus diplomatları bütün bürokratlar gibi ayrıntılı uzun raporlar yazarlardı. Bunları St. Petersburg ne kadar okurdu bilmiyoruz ama tarihçiler okumayı seviyor. Çarikov aynı zamanda Çar Rusyası’nın son sefiri oldu. I. Cihan Harbi başlayınca pasaportunu aldı gitti, tekrar döndüğünde ise mülteciydi.

Pera’nın uzun tarihi tragedyalarla doludur. Rusya sefareti de bu uzun tarihin tanığıdır.

Bu yazının başlığını bundan yirmi yıl önce zinhar kimse kullanmaya tevessül etmezdi. Oysa şimdi ne kadar rahat girdiğimiz konular bunlar...

16 Haziran 2010 Çarşamba

Beryoza

Beryoza (Береза), Türkçedeki ismiyle Huş ağacı (Betula), huşgiller (Betulaceae) familyasının ağaç veya ağaççıklarına verilen addır. Kuzey yarımküresinin ılıman iklim kuşağında çok yaygındır .
Beryoza, Rusya’nın sembolü sayılan ağaçlardandır .
Rusya, ağacı, ormanı bol bir ülke... Ağaç sevgisi de buralarda çok fazla. Beryoza da en yaygın ağaç türlerinden…
Beryoza ile güzel Rus kızları arasında metaforik bir ilişki vardır. Nasıl biz de boylu poslu, endamlı güzel kızlar için “selvi boylu” benzetmesi yapılırsa aynı benzetme Rus kızları için beryoza ile yapılır. Düşünüldüğünde bu, hiç de yanlış olmayan bir benzetmedir
Rus kızları da genellikle, beryoza ağacı gibi uzun, endamlı, beyaz tenli ve güzel. Saçları da beryoza ağacının yaprakları gibi lüle lüle…
Ünlü Rus yazarı, sinema yönetmeni ve oyuncusu Makaroviç Şukşin’in, kendi yazdığı yönettiği ve oynadığı "Kızıl Kartopu" filminde hapishaneden çıkar çıkmaz ilk işi ormana gitmek ve bizim huş diye bildiğimiz Rusçası "beryoza" olan ağacı kucaklamak, sevmek, okşamak olur.
Rusya’da her taraf huş ağacıyla doludur ve beryoza ağacını kucaklarken resmi bulunmayan bir Rus neredeyse yoktur. Bu bir gelenektir adeta.
Rus şair Yesenin'in ilk yayınladığı şiirinin adı ; Beryoza (Huş ağacı). Çocuklar için yazılmış, hemen her Rus’un ezbere bildiği çok güzel bir şiirdir.
БЕРЕЗА
Белая береза
Под моим окном
Принакрылась снегом,
Точно серебром.
На пушистых ветках
Снежною каймой
Распустились кисти
Белой бахромой.
И стоит береза
В сонной тишине,
И горят снежинки
В золотом огне.
А заря, лениво
Обходя кругом,
обсыпает ветки
Новым серебром.

Cunningham’ın sihirli bitkiler ansiklopedisine göre: Thor'un kutsal ağaçlarından birisidir. Bu güzide ağacın ince dalları kötü ruhları kovalamak ve exorcism için kullanılırmış vakt-i zamanında. Ayrıca korunma için de kullanılır bu ağaç. Ruslar nazara karşı korunmak için bir huş ağacının gövdesine kurdeleler bağlarlar. Efsanevi cadı süpürgeleri de huş ağacından yapılırmış.
Ruslar, bu ağacın gövdesinden temin edilen tatlı mı ekşi mi belli olmayan, ilginç bir tadı olan berozoviy sok (huş suyu) ismini verdikleri içeceği de çok severler.

11 Haziran 2010 Cuma

Moskova Sokaklarında

Deli kar taneleri göğsümü dövüyor,
Üşüyorum!
Dişlerim takırdıyor soğuktan.
Ne mutlu; demek ki yaşıyorum!
Ruhum dilim dilim.
Ağlamak istiyorum, ağlayamıyorum.
Biliyorum ki gözyaşlarım daha yanaklarıma süzülmeden minik buz taneleri olarak ayaklarımın dibine düşecek.
Anılarımı da peşim sıra sürükleyip getirmişim gurbet ellere.
Kuyuya atılmış bir taş gibiyim.
Bir varmış, bir yokmuş; bir zeytin ağacı varmış, deniz kıyısında…
Bir metro deliği bulabilsem ne mutlu olacağım.
Rus kızları güzel…miş. Hem de çok güzel…miş.
Kar taneleri yüzümde şaklayan buzdan bir kamçı gibi.
Bir varmış, bir yokmuş; bir zeytin ağacı varmış, deniz kıyısında güneşi kucaklayan…
Şu köşeyi dönünce metro deliğine ulaşabilsem ne mutlu olacağım.
Kızlar çok güzel…miş, bacakları sütun gibi…imiş.
Kar tanelerinin arasından İki yüz metre ilerideki metro tabelasını seçiyor gözüm.
Bir varmış, bir yokmuş; deniz kenarında kumların üzerinde güneşlenen bir kız varmış,. Güneşten kararmış yüzünü süsleyen bir gülüşü varmış. Kız, güneş, deniz, zeytin ağacı çok yakışırmış birbirlerine.
Metronun girişine ulaşıyorum. Kar taneleri dövemeyecek artık beni. Metro deliğinden içeri süzülüyorum. Sıcak bir hava karşılıyor beni içeride.
Mutluyum!
M.Hakkı Yazıcı
Moskova, 02.02.2010

7 Haziran 2010 Pazartesi

Moskova, Puşkin’in 211.doğum yıldönümünü kutluyor

Puşkin’in dünyaya geldiği, vaftız edildiği, büyüdüğü ve eşi Natalya Gonçarova’yı gördüğü Moskova’da şairin doğum günü her yıl kutlanıyor. Bu sabah Moskovalılar Puşkin meydanında toplanarak Opekuşin’in yarattığı anıta çelenk koyup şiirler okuyacaklar.
Akşam da farklı etkinlikler düzenlenecek.
Bugün Puşkin Devlet Müzesine giriş ücretsiz.

Bugün Rusça günü kutlanıyor.

Rusça günü, Birleşmiş Milletler tarafından dilsel ve kültürel çeşitliliği destekleme amacıyla ilan edilmişti.
Birleşmiş Milletler’in resmi dillerinin günlerinin kutlanmasına dair karar Şubat’ta yapılan toplantıda alınmıştı.
Bu eylem, Birleşmiş Milletler’in resmi dilleri olan İngilizce, Arapça, İspanyolca, Çince, Fransızca ve Rusça'nın eşit haklara sahip olma durumunu desteklemeyi hedefliyor.
UNESCO verilerine göre, günümüzde 260 milyondan fazla insan, pek çok ülkede Rusça konuşuyor.

Ben iyiyim, kendinizi rahat bırakın!

SUAT TAŞPINAR
Radikal, 06/06/2010

St. Petersburg’un güneyinde, Kupçino’da Sovyet devrinden kalma eski bir apartmanın küçük, mütevazı bir dairesi. ‘Beyaz Geceler’in, karanlığa aman vermediği geç bir saat. Odada saçları sakallarına karışmış bir adam tek başına. Viyolonseliyle halvet olmuş. Haydn’ın ‘D Major’ konçertosunda dolaşıyor. O dünyanın derdi; ama dünya onun umrunda değil. Çünkü kendi dünyası, onu yutmak isteyen yalancı dünyadan büyük. Bizim dert etmediğimiz soruların cevabını kendine sessizce vermiş, bizim uğrunda kafayı yediğimiz 1 milyon dolarlık sorunun cevabını da bahşiş gibi önümüze atıp edeplice kalkıp gitmiş...Anlattığım, ‘gerçek’ bir insana dair ‘hayali’ bir senaryo. Aslı da aşağı yukarı böyledir herhalde. Grigori Perelman, yani bizim ‘Grişa’mız... Haftaya bugün 44 yaşına basacak, Ruslarda ‘uğursuzluk’ sayıldığından, önceden kutlamıyorum.Onu siz de tanıyorsunuz. Hani şu “Hayatta cevabı bulunmaz” denilen yüzyılın matematik problemini çözen, hiç gürültü koparmadan çözümü de e-mail olarak bir web sitesine atan, ABD’den verilen 1 milyon dolarlık ‘Clay Yüzyılın Matematik Problemi’ ödülü dahil, sunulan hiçbir payeyi kabul etmeyen, ABD’de yıllarca ders verdikten sonra annesinin dizinin dibine dönen ve adını ‘işsiz’ defterine yazdıran dahi...O “1 milyon dolar için hala düşünüyorum, son kararımı vermedim” derken, dün gelen bir haberle yine hatırladık Perelman’ı.
St. Petersburg’lu komünist örgüt KPLO, Perelman’a mektup yazmış. “Parayı kesinlikle, tez elden almak lazım Grigori Yakovleviç” diye akıl veriyorlar, “Hatta faiziyle alın! Kurnaz, kirli Batılı matematikçilere bırakmayın. Biliyoruz, size para lazım değil. Ama bu paranın nasıl harcanacağına dair yardımcı olabiliriz.”Sonra önerileri sıralıyorlar: “Parayı sakın devlete vermeyin; rüşvet-yolsuzluğa gider. Parayı St. Petersburg’a, devrimci deneyimi olan örgütümüzün korumasında getirin, nerede ve nasıl saklanacağını size yüz yüze görüşmemizde söyleriz. Paranızla, bir bilim şehri kuralım, yoksul, ama yetenekli gençleri toplayıp geleceğin büyük, sosyalist Rusyası’na katkı sağlayacak bilimadamları yetiştirelim. Ayrıca 100 bin doları Lenin Mozolesi Fonu diye ayıralım ki, Kremlin’in Lenin’in mozolesinin maliyeti üzerine bitmeyen şikayetlerini ağızlarına tıkalım.”Bana kalırsa, yaşadığımız yüzyılda aklı başında bir insanın başına gelebilecek en büyük felaket medyatik ve ‘ünlü olmak’. Perelman’ın dediği gibi sizi ‘sirk maymununa’ çeviriyorlar. Kendi içler acısı ‘normalleri’ni size de yamamadan peşinizi bırakmıyorlar. Rus bilimadamı Mihail Gromov diyor ki: “Perelman’ın mantığını anlıyorum. Büyük bir iş yapmak için sakin bir kafa lazım. Sadece matematik düşünmelisin. Ger kalan herşey ‘insani zayıflık’tır. Ödülü kabul etmek de, onun mantığıyla zayıflık göstermektir.”
Perelman, yüzyılın problemini çözüp medyanın eline düştükten sonra matematikten soğumuş. Evinin önünü ablukaya alan medya ordusunu, çelik gibi bir sinirle görmezden gelmeye devam ediyor. Varsa da fırtınalar, içinde kopuyor. Artık nadiren evinden çıkıyor, köşedeki bakkaldan ekmek, süt, kefir alıp alelacele dönüyor. Kışın kafasına geçirdiği yün bereyi, “Anneme söz verdim, çıkarırsam hasta olurmuşum” diye metronun sıcağında bile takıyor. Evinden bazen viyolonsel sesi geldiğini söylüyor komşular. Biz, 1 milyon dolar dahil hiçbir ödülü almayan, annesiyle minicik bir dairede papaz hayatı yaşayan bir adamın ‘anormal’ olduğunu birbirimize anlatırken, o hayatı dilediğince yaşıyor... Biz her an dönüp, “Yeter! Beni rahat bırakın” diye çıldıracağını ve manşetlerimize malzeme çıkacağını umarken, tek kelime etmeden “Ben iyiyim, ne olur siz kendinizi rahat bırakın” diye fısıldıyor ateş saçan gözbebekleri.
Merak ediyorum, Perelman eğer Sait Faik’in ‘Lüzumsuz Adam’ öyküsünü okusaydı, “Ah işte tam da böyle bir hayattı istediğim” der miydi?

2 Haziran 2010 Çarşamba

Nâzım Hikmet Moskova'da anılacak

Şair Nazım Hikmet Ran, ölümünün 47. Yıldönümünde Moskova’da mezarı başında anılıyor.

3 Haziran’da 1963’te Moskova’da yaşamını yitiren Nazım’ın Novodeviçe Kabristanı’ndaki mezarının başında sevenleri yine ellerinde kırmızı karanfillerle toplanacak.

Türkiye ile Rusya arasında bugün bile en önemli “ortak paydalarımızdan biri olan” olan, büyük şairimiz Nazım Hikmet Ran, 47’nci ölüm yıldönümünde 3-4 Haziran 2010 tarihlerinde T.C. Moskova Büyükelçiliği himayesinde Rus-Türk İşadamları Birliği organizasyonuyla Moskova’da çeşitli etkinliklerle anılacak.

Anma törenleri Novodeviçi Mezarlığı’nda başlayacak ve sanat etkinlikleriyle devam edecek
...

Nazım'a, memlekete, sürgüne ve muhalif duruşa dair...

Zeynep Dağı ,
Yrd.Doç.Dr, Atılım Üniversitesi

14-06-2004

Nazım Hikmet'i farklı bir şekilde okumak mümkün mü? Mitleştirilen kimliğinin peşine takılmak, ya da "hain" deyivermek Nazım'a ilişkin yapılabileceklerin en kolayı olurdu herhalde. Nazım 'böyle' de okunabilir mi? Denemekte fayda var.

Nazım"ın ölümünün 41. yılı. O, ideolojik kimliğinin yanı sıra, bu ülkenin yakın tarihini de anlatan bir şair. 1902 yılında doğan Nazım, Osmanlı"dan devredilen bir bakiye. 19. yüzyılda iki çocuğunu İstanbul"da bırakarak Paris"e resim kursuna gidebilen ressam bir ananın Osmanlı konaklarında büyüyen oğlu. En az Yahya Kemal kadar "beynelmilel" ve "milli", Necip Fazıl kadar muhalif...

Nazım"ın devraldığı emperyal miras ve sonradan benimsediği "enternasyonal-sosyalist" kimlik onu besleyen ana kaynaklardan. Nazım"la birlikte, bu ülkenin Osmanlıdan cumhuriyete geçiş sürecinin sancılarına, Soğuk Savaş siyasetinin kurbanlarına, yaşanan ideolojik kıskaca tanık olmak mümkün. Nazım özelinde özellikle sistemle ters düşen insanların acısı ve bu ülkenin yakın tarihine damgasını vuran sorunlu devlet-toplum-birey ilişkisi de daha görünür oluyor.

Her ne kadar sol kimlik onun önemli bir parçası olsa da, özgürlük sevdalısı bu adamı ölümünün 41. yılında "ideolojinin" dar kalıplarının ötesinde düşünme ve tartışma zamanı. İdeolojinin zincirlerinden kurtararak Nazım"ın özgürleştirilmesi, Anadolu"nun bütününe ve zenginliğine dahil edilmesi artık daha da özel bir önem kazanıyor.

Memleket ve hasrete mahkumiyet
Memleket, hasret, aşk, direniş Nazım"ın dizelerinde gerçekliğe kavuşur. Sisteme-iktidar odaklarına ters düşerek "vatan hainliği" de dahil olmak üzere pek çok suçlamayı hiç hak etmediği halde taşımak zorunda kalır. Vatan hainliği damgasının ağırlığını memlekete olan özlemiyle hafifletmeye çalışır. Orta Asya"dan gelip Akdeniz"e bir kısrak başı gibi uzanan "memleket", Nazım"ın dizeleriyle bir coğrafya olmanın çok ötesinde ete-kemiğe bürünür. Karşı kıyıdan, Varna"dan "memleket-memleket" diye seslenişi, o ulaşamadıkça ulaşılmaz olan hasreti, muhalif olmanın somut diyetidir. Nazım, memleketinin artık kendisine yıldızlar kadar uzak olduğunu bilerek, muhalif kimliğini ölünceye kadar taşır. Vasiyetinde dile getirdiği, öldüğünde Anadolu"suna kavuşma özlemi ise hâlâ gerçekleşmedi; sürgünlerde ölüme mahkum ettiğimiz insanların "dönüşünü" hak ettiğimizde gerçekleşmeli bu... Türkiye"den beslenmiş, bu topraklara emeği geçmiş insanların sırf "muhalif" kimliğinden ötürü, topraklarından koparılışı artık imkansız olduğunda gerçekleşmeli... Pek çok uygarlığa evsahipliği yapmış bu toprakların kendi insanına ve farklılığına tahammül edemeyişi sona erdiğinde"

Muhalif kimliklerinden ötürü "memleket"lerinden koparılan, gurbete müebbeden mahkum edilen insanların acılarını dindirecek olan, bedenlerinin geri dönüşü değil. Bu insanların mezarlarını ülkemize getirmek, ancak bu ülke her kesimden insanıyla barıştığında anlamlı. Diğer türlü o mezarlar, dışarıda, otoriteryenizme kafa tutan sembollerimiz olarak kalmalı. Yakın tarihle hesaplaşmadıkça, özgürlüğü sadece bir kesime hak gördükçe, 12 Eylül"le insanları memleketinden koparanlardan hesap sormadıkça ve hâlâ gidenlerin memleketine dönemediği bir ülkede, "ölülerin" dönüşü neyi değiştirecek?

Bireyin ve kollektivizmin harmanlanması
Nazım"ın sosyalist kimliğiyle özdeşleşen "kollektif anlayışı" daha çok ön plana çıksa da, onun "birey"e atfettiği önem hep gözden kaçırıldı. Nazım"ın "bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine" diye dile getirdiği hasreti, bireyi ve toplumu harmanlayan bir sentez olarak karşımıza çıkmakta. Bu harmanlayış aslında Doğu ve Batı kültürünün de güzel bir sentezidir. Çünkü bu sentezdeki mutluluğun anahtarı, birey olmayı toplumsallaştırmasıdır. Normalde, ideolojilerin kutsallık atfederek beslediği "dava"lar, bireyi ve özel yaşamı kendine bir tehdit olarak algılar ve bireyi dava mitlerine kurban edilebilecek bir nesneye dönüştürür. Kendini "dava"ya adamış bir şair de olsa, Nazım"ın o katı şartlar altında bile "birey"i ve özel yaşamı ön plana çıkarabilme gücünü gösterebilmesi önemlidir. Bir ağaç gibi tek ve hür olabilmeyi arzulayan Nazım, davasının yanı sıra "aşklarını" da yani yüreğini de ortaya koyabilmiştir. Piraye"ye bir çingene ağzı ile "abe biz de anlarız bu işlerden Hatçem" diye yazdığı dizelerde aşkı, yani bireyi ve bireyin duygularını yüceltir. Nazım"ın davaya rağmen bireyi de ön plana çıkarabilmesi, vatan hainliği suçlamasının yanı sıra insani olan her şeyi küçümseyen, yabancılaştıran bir tarzda "küçük burjuva" ve lümpen gibi eleştirilerle de karşılaşmasına yol açtı. Nazım, aslında sol içinde de "muhalif" bir kimliğe ve duruşa sahipti.

Nazım, güçlü bir birey olmanın yanı sıra toplumsal yaşamda kollektif ruhu da çok iyi taşıdı. Uzun yıllarını geçirmek zorunda kaldığı cezaevleri, onun kollektif yanının en iyi yansıdığı mekanlar. O zor şartlar altında, cezaevindeki arkadaşlarına kendi birikimini, çoğulluğunu edebiyattan resime, yabancı dil öğretmeye kadar aktardı. Cezaevinde A. Kadir"e ve diğer arkadaşlarına yabancı dili, Balaban"a fırçaları tanıttı; Orhan Kemal"den Kemal Tahir"e, Bedri Rahmi"ye "ustalık" yaptı, yani birikimiyle Türk edebiyatını besleyen ve onu dışarı taşıyan ana damar oldu. Nazım enternasyonal kimliği ile sadece Türk değil dünya edebiyatını da besledi.

Onuncu Köy
Rus şair Yevtuşenko, Nazım"dan öğrendiği "doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar" atasözüne referansta bulunarak, kitabının önsözüne "Onuncu Köy" başlığını vermiştir. Sovyetler Birliği"nin Nazım için "onuncu köy" olduğunu aktaran Yevtuşenko, Nazım"ı ve dolayısıyla Türkiye"yi tanıma bahtiyarlığını içtenlikle anlatır. Fakat Nazım bu "onuncu köy"de memleket hasretinin yanı sıra daha başka acılara da katlanmak zorunda kalır.

Nazım"ı memleket hasreti kadar yaralayan bir başka olay, Sovyetler Birliği"nde TKP içinde kendine karşı yürütülen güç mücadelelerine tanıklığıdır. Nazım, "Benerci Kendini Niçin Öldürdü?" kitabında TKP içindeki güç mücadelesini ve kendisine yöneltilen "hain"lik suçlamasını dolaylı bir şekilde aktarır. Davasına inanmış bir insan olarak "yoldaşları" tarafından ihanetle suçlanması, "inadına yaşamayı" öğütleyen bir adama ölümü düşündürebilmiştir. Nazım"ın muhalif yapısı "onuncu köyde"ki dostlarını da rahatsız etmiştir. "Yaşama, muhalif bir rüzgar gibi" giren Nazım yalnızca Türkiye"de değil, Sovyetler Birliği"nde bile "muhalif" kimliğini taşıyarak oradaki otoriteryen uygulamaları eleştirebildi. Dolayısıyla Nazım sadece Türkiye"de değil, dışarıdaki yaşamında da sürgündeydi.

Madem ki bu kerre mağlubuz, netsek neylesek zaid.
Madem ki fetva bize aid, verin ki basak bağrına mührümüzü.

Türkiye"nin 20. yüzyılda yetiştirdiği belki de ilk "global şahsiyeti" olarak Nazım, "Şeyh Bedrettin Destanındaki" bu dizelerle aydının muhalif kimliğine ve gerektiğinde mağlubiyetine vurgu yapar. Onun için gerçek yenilgi aydının muhalif kimliğini terk etmesidir, yoksa sistem tarafından yenik gözükmesi değil.

Nazım"ın bu toprakları karış karış gezisini anlatan, ayak basamadığı yerlere olan özlemini anlatan dizeleri, bu toprağa, insanlarına, güneşine özlemi" "Mehmet"ten Mehmet"e yoktur merhamet" demesine rağmen, oğlunun adını "Memed" koyarak, sanki bütün Mehmetlere kucak açması" İdeolojisini çağrıştıracak bir isim yerine, oğluna sıradan ve geleneksel bir isim vermesi, bu topraklardaki yerelliğiyle barışıklığı. Gençliğinde başlattığı eskilerle ve eski değerlerle hesaplaşan "Putları Yıkalım" kampanyasına karşı daha sonra yaptığı özeleştirisi ve yerelliğini sahiplenişi

"Nazım ve Nazım gibileri hâlâ yattığı topraklardan memleketine ve Mehmet"ine seslenişine devam ediyor". Bu seslenişte kimse düşüncelerinden dolayı topraklarından koparılmasın isteniyor" İşitiyor musunuz?

...

Bir mezar taşına gölgesi düşen utançlar...

Suat Taşpınar
04 Haziran 2006,Radikal

İki adım önümde dimdik duruyor. Rüzgâra karşı yürüyen adam. Gönlü fırtınalı bir deniz. Ruhu hiç büyümeyen afacan çocuk. Beyni ışıl ışıl bir deniz feneri. Bedeni 43 sene evvel karışmış bu toprağa. Ama ruhu, mezartaşı diye dikilmiş görkemli siyah granitin
üzerine işlendiği gibi: Dikbaşlı bir delikanlı. Aramızda dolaşıp şiirler okuyor. Ben mezarın dibinde, utancından başı önüne eğik bir âdemoğlu. Mangal yürekli bir vatanseverin, çalınan vatandaşlığının kahrı, kezzap olup içimi yakıyor.
Kim bilir kaç ölüm yıldönümünü bu mezar başında geçirdim. Hatırlamıyorum. Moskova'nın Karacaahmet'inde, Novodeviçye Mezarlığı'nda Nâzım'ın başucuna hep aynı utançla geliyoruz yıllardır. Elâlemin tek kelime Türkçe bilmeyen topçusuna bile kolayından vatandaşlık verilebilen bir memlekette, en büyük şairimize reva gördüğümüze bakın. "Nasıl yani" diyor bir Rus dostum, "Nâzım Hikmet Türk vatandaşı değil mi?" "Peki neden" diyor. Şaka geliyor anlattıklarım. İnanmıyor. Anlatmak mı daha zor, inanmak mı; emin değilim.
Mezarı başına birkaç sene evvel dikilen, pirinç bir saksının içinde kuruyup yok olmuş çınar fidanına ve yerinde büyüyen yaban otlarına bakıp dertleniyorum. Memleketten toprak getirilmiş, fidan getirilmiş. Başında bir çınar ağacı olsun denmiş. Tutmamış. Vatanın toprağı ve vatanın fidanı olsa da, vatanın havası, suyu, rüzgârı olmayınca olmamış işte. Boşa söylememiş Nâzım: "Bir bizim ovaların baharları böyledir: /Işığında şahin olup uçasın gelir,/deresinde sazan olup yüzesin gelir,/yeşilini çiy çiy yiyesin gelir/.../Sesin var mı, yok mu, bakmaz,/zorla türkü söyletir;/uykunda bile yakanı bırakmaz,/girer, düşüne girer/güneşlerle yüklü dallar..."
Bir Nâzım mersiyesi yazmak ne derdim, ne de haddim değil. Yıllardır Nâzım sömürüsünü iş edinenlerden de, 'Nâzımperestlik' yapanlardan da bıktım. Moskova'daysam 3 Haziran törenini sektirmemeye çalışırım, ama bana asıl huzur veren, Allah'ın herhangi bir günü, denk gelirse en güzeli bir yaz ikindisinde Novodeviçye Mezarlığı'na süzülüp önce onu, sonra Çehov ve Gogol'ü ziyaret etmektir. Demem o ki, hüzne bulanık bir yıldönümü yazısı attırmak değil niyetim. Sadece şu basit sorunun cevabını arıyorum: 'Artık devletin bile alenen yüzünü kızartan bu büyük ayıptan kurtulmak için ne bekleniyor?'
'Onu vatandaşlıktan çıkaran kararnamenin yürürlükten kaldırılmasına dair bir kararname' çıkarılması, Nâzım'a mı yoksa Türkiye Cumhuriyeti devletine mi iade-i itibar demektir, bir daha düşünsün herkes. 1951'de malum kararnameye cevabını hatırlamak bile yetmez mi?: "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından, hey gidi dünya, çıkarılmışım. Beni Türklükten, halkımın evladı olmaktan, milletime ölümsüz bağlı bulunmaktan kimse, hiçbir kuvvet çıkaramaz, ayıramaz."
Nâzım mezarında huzur içinde uyuyor. Kelle kâğıdına da ihtiyacı yok. Şiiriyle zaten dünya vatandaşı olmuş bir Türk vatansever yatıyor burada. Onu değil, kendimizi bir parça aklamak için istiyoruz vatandaşlığını, o kadar. Bu utançtan kurtulalım, mezarına başı dik gelelim diye bu kadar dertlenmemiz. Yani derdimiz Nâzım değil, kendimiziz.
Hayata ve aşka daha sıkı sarılma gücü buluyorsak zor zamanlarda, hâlâ Nâzım'ın dizeleri değil mi bizi ateşleyen? 'Aslolan hayat'ı ondan daha güzel anlatan var mı bu âlemde? En çok onun şiirlerinde vatan sevgimiz tomurcuklanmıyor mu? Nâzım'a hepimiz borçlu değil miyiz sahiden?
Sizi bilmem ama, saçları imbat kokan İzmirli sevgilim gelir Nâzım denince aklıma. Üniversitenin ilk seneleri gelir. Vadesi dolmadan biten bir aşkın son mektubu niyetine verilen, kibrit kutusu kadar bir kâğıt parçasına yeşil tükenmez kalemle yazılan son Nâzım şiiri gelir:
Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm.

1 Haziran 2010 Salı

Yaz geliyor derken!...

Hani "Moskova'da güneş İstanbul'un sokaktaki boza satıcıları gibidir, gördüğün anda kendini dışarı atacaksın; yoksa hemen kaybolur," diyorlar ya, gerçekten öyle...
Yaz geliyor, yıldırıcı Moskova soğuğunun yerini güzel güneşli havalar alacak derken serin, yağmurlu günler geldi. Neyse bu da geçecek, güneş geri dönecek ve Moskova'lılar parkları, bahçeleri dolduracaklar.
Şu günlerde yağmur o kadar şiddetli ki sokaklar mini nehirler haline geldi. Böyle olunca yaratıcı Rus gençleri fırsat bu fırsat deyip su sörfü yapmayı ihmal etmiyorlar.

Metro'nun köpek yolcuları























Rusya'da toplu taşıma araçlarının son günlerde yeni mudavimleri var. Başkent Moskova'nın varoşlarında yaşayan köpekler, yiyecek bulabilmek amacıyla her sabah metroya binerek şehir merkezine gidiyor, akşamları ise yine metroyu kullanarak yaşadıkları yerlere dönüyor. Moskova'nın karmaşık metro sistemini pek çok insandan daha iyi tanıdıkları gözlemlenen köpekler, inecekleri durağı ise yolculuk sürelerini akıllarında tutarak göre hesaplıyor.

Işıkları da öğrendiler


Moskova Ekoloji ve Evrim Enstitüsü üyesi Dr. Andrei Poiarkov, köpeklerin varoşlardaki metro duraklarında aynen insanlar gibi metro kapılarının açılmasını beklediklerini, ardından ise en öndeki veya en arkadaki vagonlara binerek şehir merkezine doğru yola çıktıklarını belirtiyor. 

Poiarkov köpeklerin insan psikolojisinden de oldukça iyi anladıklarını vurguluyor. Çünkü köpekler yemek alabilmek için ya sevimli numaralar yapıyor ya da bazen elinde yemek taşıyan kişilerin arkasından gelip havlayarak korkudan yemeği elden düşürmelerini sağlıyor. 

Öte yandan Moskova'da sayıları 30 bine yaklaşan sokak köpeklerinin yayalarla birlikte karşıdan karşıya geçmeyi ve yeşil ışığı beklemeyi öğrendikleri de belirtiliyor.

Ve bazıları artık Metro'yu evleri gibi kullanıyor.  Aşağıdaki videoda görüleceği üzere günlük hayatlarında gereksinim duydukları her şeyi fütursuzca Metro'da yapıyorlar.




Gerçek Rusya ve trendeki nineler













Hakan Aksay üstadımız, “Trenleri seviyorum. Onlar beni “Gerçek Rusya” ile tanıştırdılar,” diyor eski bir yazısında (Radikal, 10.01.2009)

Ve devam ediyor:
“Gerçek Rusya”da Moskova’ya yer yok. Hatta Petersburg bile zor girer bu kavramın kapsamına.
Yoksulluğun, gözden ıraklığın, keyfiyetin hüküm sürdüğü taşra kentleri ve köyleridir buralar.
Yalnızca başkentliler değil, başkentten gelenler de pek sevilmez buralarda. Moskova’daki sayısız votka türleri “Gerçek Rusya”da fazla rağbet görmez. Hatta sıradan votkaların bile saygınlığı tartışılır. Evlerde –çocuk yetiştirilirken bile gösterilmeyen- özenle hazırlanır 40 derece üstü “samogonlar”...
Sokaklardaki kızlar Moskovalı yaşıtları gibi zevkli giyinemezler belki. Ama en az onlar kadar isteklidirler.
Bazen tavus kuşu giysilerin içinde Anna Karenina’nin gözleri gizlenir, bakmasını bilene... Buraların mafyası, fazla organize düşünmez, çeker vurur yol ortasında. Ve gizlenmeden hapis yoluna yönelirken bizdeki “namus belasına” edasını takınır sanki.
“Gerçek Rusya” gerçek insanlarla doludur. Ve beni oralara götüren trenlere adımımı atar atmaz Moskova’nın bittiğini hissederim.
Trenlerin merkezi, orta vagonlardan birindedir. Buraya “vagon-restoran” derler. Yolculuğu “katlanılacak bir zaman dilimi” sananların dışındakiler buraya uğrar mutlaka. Sadece bir şeyler yemeğe değil. Garsonlarla sohbete ve çevredekilere bakmaya. Bazen birbirini tanımayan insanlar aynı anda havalanan kadehlerin rüzgârında dost oluverirler burada.
Ama dostluklar en fazla son istasyona kadardır.
Kimi zaman da kavgalar olur “vagon-restoran”da. Öyle silah falan çekilmez. Çoğunlukla engin küfür edebiyatı.
Öyle zamanlarda trenlerin asıl kahramanları ortaya çıkar. Ve bir meydan savaşına son verircesine kesip atar bütün anlaşmazlığı. Sesinde, kendi otoritesine boyun eğmeyen herkesin çok ağır ceza alacağını düşündüren bir kararlılık vardır. Bu kahramanlar, gençliklerinde gönül verip nice tutkular yaşadığı trenlerden asla emekli olmak istemeyen 60-70 yaşlarında ama dinç Sovyet ninelerdir.
Ben en çok bu kadınlarla dost olmayı severim trenlerde. Onların anlattıkları, sözde bestsellerleri iki tokatta yere serecek cinstendir.
Bazılarıyla yıllarca süren, ama seyrek görüşmelere dayanan dostluğumuz vardır. Adımı bilmeden boynuma sarılanlar veya beni bir Rus adıyla (mesela, “Hariton”) çağıranlar vardır.
İlk sorunları genelde aynıdır:
“Evlendin mi?”
Böyle ninelerin kolladığı en az bir genç kız vardır trende. Ya garsondur, ya vagonlardan birinde çalışır. Genellikle sarhoş kocasından kaçmıştır. Kendisi içki ya da uyuşturucu kullanan, “ama yine de altın kalpli” olanlar da vardır.
“Otorite nine”, trende asayişi sağlarken bu kızların kaderini de düzeltmeyi düşünür bir yandan. Ve dertleşme sofralarının son kadehlerinden birinde, sanki kendisi de bir genç kızmış gibi 40-50 yıl öncesinden bir gülüşle gözünüzün içine bakarak şu sözleri haykırır:
“Neden hepinizin aklı fikri aynı şeyde? Nereye kadar fethedeceksiniz kadınları? Sen söyle bana!” Ben kendimi savunmam. Olduğumdan daha iyi görünmeye çalışmam. Çünkü bunu söyleyen, kendini benim dostum sayan bir kadındır.
Bir kadının dostluğunu kazanmak ne kadar zordur bilirim. Aşklara benzemez dostluklar.
Bir trenin beni götürdüğü “Gerçek Rusya”dan bir başka tren geri getirir.
Macera bitmiştir.
Üstüme çöken hüzün, trenlerde 80’lerden bu yana değişmeyen anonsla daha da ağırlaşır: “Değerli başkentliler ve başkentin konukları! Trenimiz, İkinci Dünya Savaşı kahramanı kentlerden Moskova’ya yaklaşıyor!”
Devamla trende unutmamamız gereken eşyalarımızdan falan bahsedilir.
Oysa asıl unutulmaması gereken tren anılarıdır.