Moskova

Moskova

31 Mayıs 2019 Cuma

Nazım'ın 'ebedî komşuları'


Fuad Seferov, Moskova




Özlem duyduğu vatanından çok uzakta hayatını kaybeden büyük şair Nâzım Hikmet 3 Haziran'da ölümünün 56. yıl dönümünde Moskova’da anılacak.

Rusya'nın tarihi ve kültürel mekanlarından biri sayılan Novodeviçi Mezarlığındaki anma törenini her yıl olduğu gibi Rus-Türk İşadamları Birliği (RTİB) düzenliyor.

Novodeviçi, sadece Hikmet’in değil, Sovyetler Birliği ve Rusya'nın çok sayıda ünlü bilim, sanat, edebiyat ve siyaset isimlerinin mezarlarına da ev sahipliği yapıyor. Bir anlamda “turistik” mekan da sayılan mezarlık, 16. yüzyıldan kalma Novodeviçi (Genç kızlar) Manastırının bitişiğinde yer alıyor. Mezarlığın resmi kuruluş tarihi 1904 yılı olarak geçse de, manastırın avlusunda 16.yüzyılda Rus prenslerinin aile üyelerinin, 19. yüzyılda ise Rus aydın ve tüccarların da burada toprağa verildiği biliniyor.

Rusya İmparatorluğu yönetimi 1898 yılında manastıra bitişik alanda mezarlık kurmaya karar verdi. İvan Maşkov tarafından projesi çizilen mezarlığın 1904 yılında resmen açılmasının ardından günümüze kadar pek çok ünlü isim burada toprağa verildi. Yaklaşık 27 bin yattığı mezarlık bugün UNESCO Dünyası Mirası listesinde bulunuyor. Hatta, Moskova'ya gelen yerli ve yabancı turistler için Novodeviçi Mezarlığına özel geziler düzenleniyor. Mezar başlarındaki heykeller, aynı zamanda mimari açısından değerli sanat eserleri sayılıyor. Mezarlığın duvarlarında bazı isimlerin küllerinin bulunduğu vazolar da aslında birer mezar.

Burada Anton Çehov, Nikolay Gogol, Mihail Bulgakov, Fyodor Şalyapin, Nikita Kruşçev, Andrey Gromiko, Dmitri Şostakoviç, Sergey Prokofyev, David Ostrah, Georgi Çiçerin’in de aralarında bulunduğu yüzlerce ünlü isim yan yana yatıyor.
 
Hikmet’in "komşuları" arasında Rusya eski Devlet Başkanı Boris Yeltsin, SSCB'nin son lideri Mihail Gorbaçov'un eşi Raisa Gorbaçova, ünlü Sovyet komedyeni Yuri Nikulin ve 1990'lı yıllarda ülkenin siyasi hayatına damgasını vuran Rus general Aleksandr Lebed bulunuyor. Hikmet’in mezarının tam karşısında köpeğiyle oturan ünlü komedyen Nikulin (manşet fotoğrafı) ve Nazım ikilisi arasında geçen ilginç bir anekdot da var. Ünlü Sovyet sinema oyuncusu Nikulin, 1992 yılında bir gazetecinin “Mutluluk nedir” sorusuna “Mutluluğu en iyi Nazım Hikmet anlatmış. Mutluluk sabahları sevinçle işe gidip akşam aynı şekilde geri dönmektir" cevabını vermişti. Kader ölümden sonra ikisi birleştirdi. 1997 yılında hayatını kaybeden Nikulin, Moskova’daki Novodeviçi Mezarlığı'nda mutluluk tarifine alıntı yaptığı Hikmet'in mezarının tam karşısına defnedildi.

Rus yetkililer her ne kadar mezarlıkta artık yer kalmadığını söylese de, halkın sevdiği, saygı duyduğu sanatçılarla diğer ünlü isimler için mezarlığın kapıları mutlaka "açılıyor."

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in imzaladığı kararnameye göre, 2024 yılında Novodeviçi Manastırının 500. yıl dönümü kutlanacak. Dolayısıyla Nazım Hikmet dahil yaklaşık 27 bin mezar sahibi bir daha en üst düzeyde anılacak.

RTİB Nazım Hikmet Anma Komitesi Başkanı Ali Galip Savaşır, Medya Günlüğü'ne yaptığı açıklamada, Nazım'ın yattığı mezarlığın önemli bir kültürel değer olduğunu vurguladı. Savaşır, "Türkiye'de bazen mezarı gündeme getiriliyor. Bizler Nazım dostları olarak şairin burada kalmasından yanayız. Nazım’ı mezarında rahat bırakalım. Burası dünyanın kültürel değerli müzelerinden birisi. Nazım, dünya sanatı, edebiyatı, bilimi ve siyasetine damgasını vuran ünlülerle yan yana yatıyor. Üstelik bu mezarlığın en güzel yerinde. Mezarlığın tek meydanının en başucunda şairimizin güzel mezarı bulunması hepimizin için onur verici" dedi.  

Kayıp şişe



Samih Güven





Öğleden sonra iki sularıydı ve Vernadskavo Caddesinin derinliklerinde bilinen bir esinti dolaşıyordu. Havalandırma boşluklarından metro tünellerine sızan kış soğuğu gezinip duruyordu vagonlarda. Yine de rahatsız edici bir soğuk sayılmazdı bu. 

Makinistin aynı hattan kaçıncı geçişiydi kim bilir. Hattı ezberlemiş olmalıydı; her bir kıvrımı, tünel duvarlarında uzayıp giden kabloları, kararmış boruları... Belki raylar taşımasa treni, onların yerine ilerletecek bir kendinden eminlik vardı ifadesinde.

Nispeten eski olan vagonlar öylesine savrularak ve homur homur ilerliyordu ki o yarım litrelik şişe gezinip duruyordu zeminde. Bir oyunun içindeymiş ya da tekdüze bir günün önem kazanmaya çalışan parçasıymış gibi.

Tenha vagonun bir başına doğru hızla ilerlerken rayların açısı ansızın değişiyor ve kimsenin beklemediği anda duruyordu şişe. Bir an için asılı kalmış gibi oluyordu. Sonra da tersi yöne seğirtiyordu. Belleksiz ve bilinçsizdi elbette. Bu yüzden dayanıyordu yaşadıklarına.

Yolcular dalgındı. Sessizdi. Şu anda bir yerde değillerdi. Ama olacaklardı. Bu yüzden sakindiler. Sıkıldıkları ya da acele içinde oldukları söylenemezdi. Genç olanlar kulaklıklarını takmış ve bu dünyadan ilişkisini kesmişti. Bir kaç yaşlı kadınsa ellerindeki kitaplara dikmişti gözlerini. Yaşadıkları dünyayı yeniden tartıp kendi anlarını yargılıyordu kimi.

Şişenin bir bilinci olsaydı eğer onu fark etmelerini ve bu dönüp duruşun bir son bulmasını isterdi. Bir ara yolculardan birinin ayağında durdu. Sonra da başka birinin. Onu fark ediyorlardı. Ellerindeki kitaplara, telefonlara dalmalarına rağmen, varlığının, deli gibi dolanıp duruşunun, bu sıra dışı sürüklenişin ayrımındaydılar. Bazıları onu göz ucuyla süzüyor ve bir sonraki seferde kimin yanında duracağına ilişkin tahminler yürütüyordu. Yani bir tür oyun oynuyorlardı şişeyle. 

Şişenin bir bilinci olsaydı eğer fena halde canı sıkılırdı buna. Neyse ki dönüp duruyordu işte. Aklı olsa çıldırırdı zaten. Canını sıkan başka bir şey de etrafına doladıkları ve üzerinde bilmem nelerin değerini yazan o kağıt parçasının yarıya kadar açılması olurdu. Peşinde sürüklenip duruyordu ve çekiciliğini azaltıyordu. Oysa koyu yeşil rengi farklı kılıyordu onu. Yine de boş, plastik bir şişeydi işte.

Öylesine sakin ve ıssızdı ki zaman duraklarda yeni binen yolculara da umut bağlayamazdı. Eğer kimse almazsa onu, bir ara görevli dolaşacak ve bir cellat gibi atık kutusuna gönderecekti. 

Şişenin bir bilinci olsaydı eğer umutsuzluğa kapılabilir ve onu burada bırakıp giden delikanlıya kırgınlık duyabilirdi. 

Günlerce çantasında taşımıştı onu. Hatta şişeyle tuhaf bir bağ kurduğu söylenebilirdi. Damacanadan hep ona dolduruyordu suyu. Ne zaman canı sıkılsa elinde dolandırıp duruyordu. Gözünün önüne getiriyor, öğrenmek istemediği için aklına girmeyen o mineral adlarına bakıp duruyordu.

Ne olduysa şişeyi metroda düşürdüğü gün olmuştu. Üniversite amfisinde, sıranın üzerindeydi. Hocayla istemediği bir tartışmaya girmişti. Oysa hiç de konuşkan değildi. Hoca bir şeyler sorup üzerine gelmiş, o ise birikmiş bir öfkenin ifadesi gibi peş peşe sıralamıştı cümleleri. Hışımla çıkmıştı sınıftan. Sokaklarda dolaşıp durmuştu. Şişenin bir bilinci olsaydı eğer nişanlısı ile yaşadığı sorunu bilebilirdi. Bir gezinti sırasında, nişanlısının susaması üzerine alış veriş merkezinin pahalı marketinden aceleyle alındığını, içindeki suyu paylaştıklarını da bilirdi.

Delikanlı karlı sokaklarda sıkıntı içinde dolaştığı sırada telefonu çalmış ve heyecandan aklı çıkacak gibi olmuştu. Günlerdir telefonuna çıkmayan nişanlısı ile konuşabilmişti sonunda. Ama bir trende olduğunu, başka bir şehre gittiğini, telefonunun kapalı olacağını ve kalacağı yeni adresi öğrenmişti şaşkınlıkla. Öylesine hızlı olmuştu ki bütün bunlar bir karşılık dahi verememişti. “Şimdi yaz söyleyeceğim adresi, seviyorsan gelirsin belki”, demişti. Sitem ve kırgınlık vardı sesinde. Bir tuhaflık da vardı ama. Delikanlı aceleyle bir kalem çıkarmıştı cebinden. Ama çantasını açmaya vakit yoktu. Elinde tuttuğu şişenin kağıdına yazmıştı adresi. Nişanlısı görse yine özensizlikle suçlardı onu.

Metroya bindiğinde sıkıntıdan şişeyi eline almıştı her zamanki gibi. Kalan suyu da içtikten sonra çantasının cebine koymaya çalıyordu. Fakat öylesine dalgındı ki, koltuğa, sonra da zemine düştüğünü fark etmemişti bile. Sonra da inip gitmişti vagondan. İşte o andan beri dönüp duruyordu şişe. Fakat bir bilinci olsaydı eğer önemli bir şey taşıdığını, delikanlının da deli gibi onu aradığını bilirdi.

Şişenin peşindeydi delikanlı. Nişanlısının tuhaflıklarına, hayatın tuhaflıklarına kızıp duruyordu içinden. Onu yeniden aramayı istememişti önce. Adresi kaybettiğini söylemeyi, bir mesaj istemeyi ciddiyetsizlik sayacağını düşünmüştü. Mecbur kalıp aramıştı yine de. Ama telefon kapalıydı artık. Düşünüp durmuştu. Metroda su içtiği anı, şişeyi çantasına yerleştirmeye çalışırken koltuktan gelen o önemsiz sesi hatırlamıştı sonunda.

Şişenin bir bilinci olsaydı eğer bunları bilebilirdi ve sorumlulukla taşırdı kağıdı. Ama o dönüp durmakla meşguldü.

Bilinçsizce gezinip durduğu vagonda birbirlerini yastık yapmış iki adam vardı. Üzerlerine kalın ama eski püskü kıyafetler giyinmişlerdi. Zamanı metroda uyuyarak geçirecekleri belliydi. Vagon, tren, makinist, yolcular her şey yok hükmündeydi. Tıpkı diğerlerinin onlara yaptığı gibi. Birbirlerinden aldıkları desteğin ve uykunun tatlı sarmalına kapılıp gitmişlerdi.

Bir ara genç bir çift binmişti vagona. Ellerinde muhtemelen yeni evleri için aldıkları mutfak eşyaları vardı. İyimser bir tebessüm yerleşmişti yüzlerine. Oturduklarında eşyaları boş koltuklara bıraktılar. Kadın başını erkeğin göğsüne yaslamıştı. Erkeğin sevecen ve arzulu eli ise kadının saçlarında dolaştı bir süre. Bu genç çift bir umut olabilir miydi şişe için? Onlara doğru yuvarlanıp geldiğinde yeni şeylerden kurulu hayatlarında yeri olamayacağı anlaşılmıştı. Yine de dönüp durması bir an için eğlendirmişe benziyordu onları.

İşte yine açısı değişiyordu rayların. Yorgun vagonlar homurdanıyor, titreyip duruyordu. Şişenin bir bilinci olsaydı eğer bu dönüp durmayı sonlandıracak bir şey yapardı mutlak. 

Bir ara vagondaki o evsizlerin ayağına doğru geldi. Şişe için mucize olmuş ve biri uyanmıştı o sırada. Zamanda kaybolmuş gibi dolanıp duran bu şaşkın şişeye gülümseyerek baktı adam. Pek sıradan bir şişe gibi gelmemişti. Koyu yeşil rengi hoşuna gitmişti. Hem işe yarayacağı kesindi. Eline alıp yırtılan kağıdı yapıştırmayı denedi önce. Bu olmayınca kağıdı tamamen söktü ve buruşturup cebine koydu. Şişeye bir kez daha baktı dikkatle. Çantasından daha büyük bir şişe çıkardı sonra. İçinde meyve suyu ve votka karışımı bir içecek vardı. Arkadaşıyla sırayla içtikleri şişenin kapağını açtı yavaşça. Bütün gün metroda gezinip duran bu yorgun şişeye içkiden boşalttı. Uyanan ve ne olup bittiğini anlamaya çalışan arkadaşına uzattı onu. 

Şişe dönüp durmaktan kurtulmuştu sonunda. Bir bilinci olsaydı eğer yeniden sahibi olmasından hoşnutluk duyabilirdi. Ama eski sahibine ait olan şeyin sorumluluğunu da taşırdı muhtemelen.

Şişenin gerçek sahibi olan delikanlı nişanlısını seviyordu elbette. Bunu o da biliyordu üstelik. Ama her aşk bazı sınavlara tabiydi sonuçta. Delikanlı bazı hatalar yapmıştı belli ki. Metro vagonunun dolaştığı hatta inmişti durakların birinden. Görevliden iniş zamanını söylediği trenin numarasını, kaçta hangi istasyonda olacağını öğrenecekti.

Orta yaşlı dolgunca bir kadındı konuştuğu. Aşka hürmet gerekmez miydi sonuçta. Ama derdini aceleden tam anlatamamıştı delikanlı. Bu yüzden görevli kadın plastik, boş bir şişenin nasıl bir önemi olabileceğini kavrayamamıştı. Buna rağmen delikanlının gergin halinden, heyecanından bir şeyler çıkarabilmişti. “Demek bu kadar önemli ha!”, deyip şaşkınlığını ifade etmişti kadın.

Bir numaralı metro hattında, Prospekt Vernadskavo durağında saat dördü beş geçe vagonlar durdu. Delikanlı bir hızla içeri attı kendini. Birbirine benzeseler de yerdeki tuhaf izden hatırlıyordu vagonu. Zaten sondan ikinci vagondu. Zemine, koltukların altlarına dikkatle bakmaya başladı. Umutsuzluk içinde bir kez daha zeminde gezindi gözleri. Yolcuları tek tek inceledi. Hatırladığı hiç kimse yoktu. 

O metrodayken orada olan kimse kalmamıştı elbette. Evsizler ise bir önceki durakta indirilmişti. Makinist sürekli izlediği kameralardan onların farkındaydı. Birkaç saat sıcakta vakit geçirmelerine sesini çıkarmamıştı. Hem kimseye bir zararları yoktu. Ama akşamdı ve kalabalık olacaktı tren. Bu yüzden görevliden indirilmelerini istemişti.

Delikanlı umutsuzluk içinde metrodan çıktı. Kar başlamıştı ama hava soğuk sayılmazdı. Ne yapabilirdi? Onu aramaya devam edecekti. Belki açardı telefonu. Ama adresi kaybetmesini iyi bir işaret saymazdı nişanlısı. Ve aşkta olumsuz işaretlerin etkisi yıkıcı oluyordu nedense. Böyle düşünmüştü. Ama en azından gittiği şehir aklındaydı. Hem büyük bir şehir değildi. Oraya gidip çarşı pazar dolaşacaktı. Ve her şeye rağmen aramaya devam edecekti onu. Kendi hatalarını düşünerek yürüdü uzun süre.

Metrodaki evsiz adamlar delikanlının bir kilometre uzağında başka bir sokakta yürüyordu. Binalara dikkatle bakıyor, geceyi geçirecekleri sıcak bir kuytuluk arıyorlardı.

Şişenin ömrü en azından birkaç gün uzamış gibiydi. Bir bilinci olsaydı eğer eski sahibinin yanında olmayı seçer, nişanlısı ile kavuşmalarını dilerdi.

Delikanlının nişanlısına gelince, başka bir şehre gideceği doğru değildi. Verdiği adres şehir ismi hariç tamamen her zamanki adresiydi. Delikanlıyı hep özensiz ve dikkatsiz bulurdu. Belki şu dönüp duran şişe kadar belleksizdi. Çünkü doğum gününü unutmuştu. Yine de hala umut vardı. Delikanlı yeterince isterse bulabilirdi onu. Fakat aşkta insanların kendi iradelerinin dışında güçler olduğuna da inanıyordu. Bu tuhaf fikirler kafasına nereden yerleşmişti bilinmez tabi.

28 Mayıs 2019 Salı

"Nâzım'dan etkilendim" diyen Nobel ödüllü Rus şair: İosif Brodski


 



Mustafa Kemal Yılmaz'ın kaleminden:  8 Nisan 2017 tarihli bu video kaydından Nâzım Hikmet araştırmacısı, sevgili Melih Güneş sayesinde haberdar oldum. Kayıt Nâzım Hikmet’in 115. doğum günü ve İvan İvanoviç var mıydı yok muydu piyesinin 60. yılı anısına Valentin Pluçek’in müze-evinde düzenlenen etkinlikte gerçekleştirilmiş. Pluçek 1950’lerin ikinci yarısında Nâzım Hikmet’in İvan İvanoviç var mıydı yok muydu, Demoklesin Kılıcı ve Enayi piyeslerini sahneleyen yönetmen.

Etkinlikteki davetlilerden biri de Rus canlandırma ustası Yuri Norşteyn, kendisinden ve Nâzım Hikmet’in sanatına duyduğu ilgiden söz etmiştim. Norşteyn etkinlikte bir konuşma yapıyor. Söylediklerinin çoğu daha önce de bildiğim, hatta Moskova’da ve Suzdal’da bizzat kendisinden dinleme şansı bulduğum şeyler.

Ama bu konuşmada benim için yeni olan yönler de var: Norşteyn, Rusların son büyük şairi ve 1987 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi İosif Brodski’nin (1940-1996) Nâzım Hikmet’ten etkilendiği iddiasında. Norşteyn gibi dikkatli bir gözlemci böyle bir iddiada bulunuyorsa bize kulak kabartmak düşer.

Hikmet ve Brodski siyasi yelpazenin zıt kutuplarında duran şairler olsa da hayat hikayelerindeki ortak noktalar gerçekten de az değil. İlki “Sovyet olduğu için” Türkiye’den kaçmak zorunda kalırken, ikincisi “Sovyet olmadığı için” Rusya’yı terk etmeye mecbur ediliyor. İkisi de ağır kalp rahatsızlığından mustarip, ikisi de sürgün ve en nihayetinde ikisi de kendi memleketlerinde vatandaşlıktan çıkartılıyor.

Norşteyn kıyas için önce Nâzım Hikmet’in Otobiyografi şiirinin Rusça çevirisini, sonra da Brodski’nin “Ya vhodil vmesto dikogo zverya v kletku” şiirini okuyor. Otobiyografi‘yi iyi bildiğimiz için burada tekrarlamaya gerek görmüyorum. Ama hafızasını tazelemek isteyen varsa şu bağlantıyı takip edebilir.

Brodski’nin hayat hikayesinden, Sovyetler Birliği’nde uğradığı kovuşturmalardan, aldığı cezalardan, önce ülke içine, sonra da dışına sürülmesinden ve kalp hastalığından izler taşıyan şiirinin çevirisi ise şöyle:

Vahşi bir hayvan gibi oturmuşluğum da var kafeste,
kazımışlığım lakabımla cezamı barakada çiviyle,
deniz kenarında yaşayıp oynamışlığım da rulette,
ve frak giyip yemek yemişliğim şeytan bilir kiminle.
Dünyanın yarısına baktım bir buzulun üstüyle,
üç kere boğulayazdım, bıçak altına yattım iki kere.
Bıraktım memleketi beşikten beri beslendiğim sütüyle.
Toplansa şehir kurar beni unutanlar bir yere.
Bozkırları dolaştım, hatırlayan Hun naralarını,
şimdi yeniden moda oluyor hala giydiklerim,
çavdar ekip katran kapladım tahıl ambarlarını,
içmediğin ne kaldı derlerse, sade “Sek su” derim.
Gardiyanın gözleri girdi rüyama, olmadım müdahil,
sürgün ekmeği yuttum, ağzımda ne türkü, ne şarkı.
Çıkmayan ses kalmadı gırtlağımdan, çığlık dahil;
Şimdiyse fısıldıyorum: geçiyor işte yaşım kırkı.
Ne diyebilirim ki hayata dair? Uzun çıktı şansıma.
Sadece acıyla dayanıştım bugüne kadar.
Ama kilit vurulmadığı sürece ağzıma,
içinden sadece ve sadece minnet çıkar.

(1980)

Norşteyn’in de işaret ettiği gibi, bu şiirin Otobiyografi ile pek çok kesişim noktası olduğu açık. Peki İosif Brodski, Nâzım Hikmet şiirlerini okumuş mu?

Hiç kuşku yok. En büyük kanıt, kendi şiirleri. Örneğin 1960 tarihli Kniga (Kitap) şiirine şöyle başlıyor:

“Bana mutlu sonla biten bir kitap yollayın…”

Nâzım Hikmet

Sonra da “mutlu sonla biten” bu kitabı tarife koyuluyor.

Brodski’nin yakın arkadaşı, yazar ve şair Yevgeni Reyn‘le 1990 yılında yapılan bir söyleşide, Reyn tanıştıkları dönemde Brodski’nin İnostrannaya Literatura (Yabancı Edebiyat) dergisinde çıkan çeviri şiirleri, Nâzım Hikmet ve Yannis Ritsos’u okuduğunu aktarıyor. Reyn bir başka söyleşide Nâzım Hikmet’in adını bu kez Pablo Neruda ile birlikte anarak Brodski’nin o dönem bu şairleri okuduğunu, hatta bu yüzden tartıştıklarını söylüyor. Reyn’in sözlerinden o yıllarda Brodski’nin Rus geleneğinin peşinden gitmek yerine “a la latin amerikan” şiirler yazdığı anlaşılıyor. Üçüncü bir söyleşide ise bu defa açık açık Brodski’nin “Neruda ve Hikmet’e öykündüğünü” söylüyor.

Peki tüm bu hikaye önemli mi?


ŞAİRİN PORTRESİ - Wikipedia'dan

1940 yılında doğan Brodsky yazmaya henüz 18 yaşında başlamıştır. 1964 yılı Mart ayında Arkhangelsk'e çalışmaları anti-Sovyet bulunduğu için 5 yıllığına sürgüne gönderilmiştir ancak kasım 1965 yılına kadar burada kalmıştır. 1972 yılında sınır dışı edilip, kısa bir süre Viyana ve Londra'da kaldıktan sonra ABD'ye yerleşmiş ve 1977 yılında Amerikan vatandaşı olmuştur. 1987 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanmıştır. 1996 yılında 55 yaşında ölmüştür.

Brodsky günümüz St. Petersburg şehrinde dünyaya gelmiştir. Annesi çevirmenlik babası ise Sovyet donanmasında fotografçılık yapmaktaydı. Leningrad kuşatması Brodsky çocukken meydana gelmiş, kuşatmanın zorlu koşullarından kaynaklı ileriki yaşlarında çeşitli şağlık problemleri çekmiştir. 15 yaşında okulu bırakmış ve denizaltı akademisine girmeye çalışmış fakat başarısız olmuştur. Bu başarısız denemesinden sonra hekim olmaya karar vermiş bir süre bir morgta ve çeşitli görevlerle bir hastanede çalışmıştır. Eş zamanlı kendini eğitmeye başlamış, İngilizce ve Lehçe öğrenmiştir. Şiirlerine olan ilgisinden dolayı daha sonra arkadaş olacağı Czesław Miłosz'un şiirlerini çevirmiş, yine aynı dönemde klasik felsefe, din, mitoloji ve anglo-amerikan şiirine ilgi göstermiştir.1960'ların başlarında Sovyet karşıtı Leningradlı nostaljik yazarlar bir altkültür oluşturmuşlardı. Brodsky de bu düşünsel gruplara katılmıştır. Daha sonra Brodsky hakkında Sovyetler Birliği karşıtı olduğuna dair Leningrad gazetelerinde suçlayıcı yazılar yazılmıştır. Sonrasında 1963 yılında aynı şuçlamayla hakkında mahkeme açılmıştır.

1963 yılında Brodsky 23 yaşındayken hakkında açılan dava özellikle gazeteci ve insan hakları savunucusu Frida Vigdorova'nın çabaları sayesinde Batı'da büyük yankı uyandırmıştır. Brodsky'yi desteklemek amacıyla Rusya'da ve Batı'da kampanyalar düzenlenmiştir. Dönemin yazarları tarafından Brodsky hakkında açılan bu dava kişi ve devlet arasındaki mücadele olarak yorumlanmıştır. Leningrad mahkemesinin Brodsky hakkında Vatan haini olarak değil fakat Parazit (topluma katkı sağlamayan, elinden geldiği halde iş sahibi olmayan) olarak hüküm vermesiyle sonuçlanan süreç sonunda Brodsky 5 yıl süreyle ağır çalışma kampına sürülmüştür. Sürgüne gönderilmesinin öncesinde çeşitli Leningrad gazete ve dergilerine yazılar yazmakta, serbest yazar olarak çalışmaktaydı. Buna rağmen mahkemenin hakkında Parazit olarak hüküm vermesi çalışmamasından değil yazarlar sendikasından bağımsız olarak çalışmasına dolayısıyla atanmamış olmasına yorulmuştur. 1965 yılında 5 yıl olarak verilen cezanın 18 ayını tamamladıktan sonra Leningrad'a dönmesine izin verilmiştir.

1972 yılında Sovyetler Birliği'nden sınır dışı edilmiştir. Bir süre sonra ABD'ye yerleşmiştir. Önce Michigan Üniversitesi'nde daha sonra New York'ta çeşitli üniversitelerde çalışmıştır. 1977 yılında ABD vatandaşı olmuştur. Aynı dönemde şiirleri, yazıları, ve eleştirileri New Yorker ve New York Book Reviews başta olmak üzere çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlanmıştır. 1981 yılında MacArthur Ödülü, 1986 yılında Oxford Üniversitesi'nden onursal doktora ve 1987 yılında Nobel Edebiyat Ödülü almıştır.

Moskova’da romantik bir buluşmanın maliyeti ne kadar?







Baş başa akşam yemeği, sinema ve bira keyfi... Moskova’da sevgililer romantik bir buluşma için ortalama ne kadar harcıyor?  Deutsche Bank farklı kentlerdeki yaşam kalitesini karşılaştırdığı araştırmasının sonuçlarını açıkladı. Araştırmada sevgililerin baş başa güzel bir akşam geçirmek için ortalama ne kadar hacamaları gerektiği de hesaplandı. 

Araştırmaya göre, Rusya başkentinde romantik bir buluşmanın ortalama maliyeti 4 bin 500 ruble (71 dolar). Moskova bu sıralamada 37'nci sırada.

Hesaplamada iki kişilik akşam yemeği, sinema bileti, iki bardak bira ve taksi fiyatları ölçü alındı.

Romantik buluşmaların en pahalıya patladığı kentler ise Oslo (164 dolar), Kopenhag (158 dolar), Helsinki (151 dolar) ve Tokyo (148 dolar) 

Rusya’da evlilik öncesi cinsellik









“Evlenmeden önce cinsel ilişkiye girmeye nasıl bakıyorsunuz?” Rusya'da halka bu soruldu. Mihaylov i Partnyori şirketinin anketine katılılanların çoğu evlilik öncesi cinsellik yaşamayı normal bulduğunu söyledi. 

Ankete göre Rusya’daki kadınların yüzde 70’i evli olmayan kişilerin cinsel ilişkiye girmesinde bir sakınca görmüyor. 

“Kadınlar evlenmeden önce cinsel ilişkiye girmemeli” diyen erkeklerin oranı ankete yüzde 33 olarak yansıdı.

Kadınların evli olmasalar da cinsel ilişkiye girme hakları olduğu fikrine karşı çıkanların oranının Rusya’da en yüksek olduğu bölge Kuzey Kafkasya (yüzde 64).

Kadınların evlilik öncesi cinsel ilişki yaşamasının normal bir durum olduğu görüşündeki kişilerin oranının en fazla olduğu yer ise Ural Federal Bölgesi (yüzde 77).

Ekonomik kalkınmada Moskova 'asır' bindirdi: "Fark 100 yıl kapanmaz"






"Rusya'da nüfusu 1 milyonun üzerinde olan şehirler ekonomik kalkınma bakımından Moskova'yı ancak 100 yıl sonra yakalayabilecek." Bu öngörü KB Strelka adlı danışmanlık şirketine ait. RBC gazetesinin aktardığı rapora göre, Rusya'da nüfusu 1 milyondan fazla 16 şehirden "gelişmiş" kategorisinde olanların gayri safi hasılası yıllık yüzde 1,4, "geri kalmış" olanların sadece yüzde 0,2 oranında artış kaydediyor.

Araştırmada Yekaterinburg, St. Petersburg, Kazan, Ufa, Samara ve Krasnodar şehirleri "gelişmiş", Voronej, Omsk, Çelyabinsk, Novosibirsk, Volgograd, Rostov-na-Donu, Perm, Krasnoyarsk ve Nijniy Novgorod şehirleri ise "geri kalmış" kategorisinde değerlendirildi. 

St. Petersburg ve Moskova hariç olmak üzere nüfusu 1 milyonun üzerine olan şehirler 2017 yılında tüm ülkenin gayri safi milli hasılasının ancak yüzde 32'lik kısmını karşılamıştı. Tek başına Moskova'nın oranı yüzde 54,4, St. Petersburg'un oranı ise yüzde 15. 

KB Strelka'nın araştırmasına göre, şehirlerin gayri safi hasılalarının büyüme hızı, çekebildikleri yatırım miktarıyla doğru orantılı. Nüfusu 1 milyonun üzerindeki şehirlere yapılan yatırımların, şehirlerin yarattığı gayri safi hasılaya oranı 2015-2017 yılları arasında yüzde 23'ten yüzde 17,6'ya gerildi. St. Petersburg'ta da bu oran yüzde 17,6'dan 15,5'e düştü.

Araştırmaya göre, bir şehrin istikrarlı bir şekilde kalkınmaya devam edebilmesi için aldığı yatırım miktarı ürettiği gayri safi hasılanın en az yüzde 25'i seviyesinde olmak zorunda.

Moskova'da neden Çin mahallesi yok?






Dünya metropollerinin çoğunda Çin mahallesi, Hint mahallesi ve İtalyan mahalleleri var. Hatta New York'un meşhur Brighton Beach'i de bir nevi Rus mahallesi sayılabilir. Moskova ve St.Petersburg ise bu tip etnik adacıkların görüldüğü kentler değil. Peki ama neden?

Uzmanlara göre, Çin mahalleleri 19. yüzyılda Çinlilerin sanayileşmiş Batı ülkelerine gerçekleştirdiği kitlesel göçlerin mirası. Bu mahalleler genellikle konut ve arsa fiyatlarının şehrin diğer semtlerine göre daha düşük olduğu bölgelerde oluşuyor.

Moskova ise en başından beri dengeli gelişen bir şehir. Hemen her semtte prestijli binalar var. Moskova'nın yanı sıra diğer Rus şehirlerinde de orta sınıf aileler göçmenlerle aynı semtlerde yaşıyor, bu yüzden gettolaşma olarak anılan olguya rastlanmıyor.

Moskova'da etnik temelli gelişen mahalleler olmasa da çok sayıda bu tür restoran, kültür merkez ve okul var. Örneğin Prospekt Vernadski'deki Deutsche Schule Moskau. Çocuklarını derslerin Almanca işlendiği bu okula gönderebilmek için Moskova'daki Alman aileler bu bulvara yakın evlerde oturmayı tercih ediyor. Fransızlar ise genellikle şehrin tarihi merkezine yakın mesafedeki Çistiye Prudı ve Patriarşiye Prudı gibi semtlerde oturmayı tercih ediyor. Bu şaşırtıcı değil, zira Fransız kilisesi, Fransız okulu ve Fransız Ticaret Odası Çistiye Prudı semtinde.

Ancak bu örneklerin hiçbiri Batıdaki gibi etnik adacıklara dönüşme sinyali vermiyor. Yabancılar Moskova'da her yerde. Kim bilir, hem şehir için, hem de yabancılar için böylesi çok daha güzel.

Diğer yandan Moskova'da Çinli nüfusunun MGU çevresinde yoğunlaşmaya başladığı da gözden kaçmıyor. Bunun iki nedeni var: Çin Büyükelçiliği'nin burada olması ve daha da önemlisi Moskova Devlet Üniversitesi'nde (MGU) yatılı okuyan Çinli öğrenci sayısının hızla artması. Çin ve diğer Asya lokantaları da bu bölgede artmaya başladı. 

Bu arada Moskova'nın merkezindeki en eski semtlerden Kitay Gorod akla gelebilir. Rusçada Kitay Çin, Gorod ise Şehir anlamına geldiği için pek çok kişi bu semtin adının Çin Şehri olduğunu düşünüyor. Oysa ilgisi yok. Kita'nın eski Rusçada örme-örgü manasına geldiği, hatta sepet diye de kullanıldığı, buranın örgü ürünlerin satıldığı eski bir pazara istinaden Kitay Gorod olarak anıldığı en çok itibar edilen açıklama.

Moskova, adın leylak olsun senin!






Bahar bazı şehirlere takvimle, bazılarına çiçeklerle gelir… İstanbul'a erguvanlarla, Moskova’ya leylaklarla gelir... Gelinlik bir kız gibi süslenen şehrin, tacı, duvağı gibidir. Moskova’da nisan sonu kış tasını tarağını toplasa da, mayıs tatilleri ile bahar göz kırpsa da, “hakiki bahar” leylaklar açıldığında gelir. Moskova’nın her köşesinden, beyazdan mora, her tonuyla envai çeşit leylaklar fışkırır. Resmen olmasa da, aslında Moskova’nın simge çiçeğidir leylak. 1945’te cepheden zaferle dönen askerler, leylaklarla karşılanmış, o günden beri leylak “zafer çiçeği” olarak da anıla gelmiştir.   

Moskova’da sayısız park bir yana, bir avuçluk apartman avlularında bile illa ki birkaç dal leylağın kokusu başınızı döndürür. 

Japonların sakurasını andıran görüntüler isterseniz, rotanızı İzmailova bölgesindeki Leylak Parkı’na, Serçe (Lenin) Tepeleri’ne çevirmeniz önerilir. 

Ama İstanbul’da erguvan görmeye Boğaz’a, Adalara sefer icab etse de, Moskova’nın yemyeşil park-şehir ortamında, yürüdüğünüz her yerde sizi selamlayacak leylaklar yolunuzu keser. 

Mayıs ortası başlayan leylakların gövde gösterisi, ay sonuna kadar sürer. 

Şu günlerde leylak mevsimin son günlerini yaşıyor Moskova. Bir dahaki bahara kadar kokusu burnumuzda, renkleri gözlerimizde kalacak… 

24 Mayıs 2019 Cuma

Daha Önce Duyduğunuz Ve İsmini Bilmediğiniz 9 Rus Şarkısı


Gogol'ün Palto'sunda Küçük İnsan



Serkan Parlak




Palto hayaliyle kendini güçlü hisseder, hayatı fark eder ve gözleri parlar.

Nikolay Gogol, 1809 yılında Ukrayna’nın Mirgorod bölgesinde doğdu. Önce Paltova Yatılı Okulu’na, ardından da Nezhin Lisesi’ne giden Gogol, bu okulda öğrenci tiyatrosu için oyunlar kaleme aldı, bazılarında oyunculuk yaptı. Gogol’u ülkenin önde gelen genç yazarlarından biri haline getiren Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları iki cilt halinde yayınlandı. 1835’ten itibaren kendini tam zamanlı olarak edebiyata adayan yazar, ünlü tarihi öykü Taras Bulba'nın da yer aldığı Mirgorod başlıklı öykü kitabını yayımladı. Gogol aynı dönemde, aralarında Burun, Neva Bulvarı, Bir Delinin Hatıra Defteri, Palto'nun olduğu pek çok eser kaleme aldı. En önemli yapıtı Ölü Canlar'ın ilk cildini bitirdi, ancak tamamlamak üzere olduğu ikinci cildi yakarak yok etti. Bu olayın üstünden fazla geçmeden kendini odasına kapadı, yemek yemeyi reddetti ve 4 Mart 1852’de öldü.

Gogol, 1842 yılında tamamladığı Palto öyküsü ile öyküde büyük bir çığır açar. Gogol, sıradan bir memur olan Akaki Akakiyeviç’e ‘palto’sunu giydirip St. Petersburg’un soğuk sokaklarına gönderdiğinde, bir anlamda öykü türünün de tümüyle kaderini değiştirmiş oluyordu. Çünkü bu öyküyle sadece kendi ülkesinin yazarları olan Tolstoy, Dostoyevski ve Çehov’u değil, değişik tonlarda ve biçimlerde pek çok ülke öykücüsünü de derinden etkiliyor; herkesi paltosunun içine alarak yol açıcı, öncü bir işlevi yerine getiriyordu. Bu yüzden “Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık” sözü, genel bir doğrunun izahı olarak kabul görüyordu.   

Gogol’un Palto’sunun altında ne vardı? Gogol, orada hangi gizi saklamıştı?

Cevap açıktı: ‘Küçük İnsan’. Bu yüzden modern öykünün kökenlerini/doğuşunu Gogol’la başlatanların ileri sürdükleri en önemli gerekçe, onun küçük/sıradan insanları öykü sanatına ilk kez sokmuş olmasıdır. Gerçekten de küçük insanın, tarihsel süreç içerisinde öyküdeki önemi düşünüldüğünde, Gogol’un kurucu kimliğe layık görülmesi için bu nedenin tek başına yeterli sayılması gerekir. Çünkü o döneme kadar sadece üstün insan, kahraman karakteri anlatılmaya değer görülürken bu kez aciz, silik, sıradan bir insan edebiyatın öncelikli bir figürü oluyordu. Bu öylesine önemliydi ki, ‘küçük insan’ giderek öykü türüyle neredeyse özdeşleşecekti. Bu bağlamda Gogol’u modern öykünün çıkış noktası olarak görmek, öykünün geldiği yer dikkate alındığında daha bir haklılık kazanır.

Uzun öykü Palto'nun başkahramanı Akakiy Akakiyeviç nasıl biridir?

İsmini annesi koymuştur, babasının ismini vermiştir ona, çünkü önerilen öteki isimleri hiç beğenmemiştir. Başkahramanımız, havalı biri değildir. Fiziksel kusurları vardır. Yüzü çiçek bozuğudur. Boyu kısadır. Alnının önü açık, saçları kızıldır. Alnıyla yanakları derin kırışıklarla çizgi çizgi, kırmızı tenli bir adamdır. Bütün bu görünüme Petersburg’un iklimi neden olmuştur. Üstüne başına dikkat etmez. Üniformasının rengi yeşilden bulanık bir kırmızıya dönüşmüştür. Yakası dar olduğundan boynu gerilmektedir içinde. Üzerinde çöpler olur genellikle. Sokaklarda ne olup bittiğinin farkında değildir. Dalgındır çünkü aklında hep kopyaladığı evraklar vardır. Sokak ortasında bir atla çarpıştığında ancak nerede olduğunu fark eder. Yemeklerini aceleyle yer. Evde de resmi evrak ve mektup kopyalamaya devam eder. Tam bir işkoliktir. Hayatı işiyle özdeştir. Zor durumlarda kaldığında düşüncelerini asla açık seçik bir anlam taşımayan edatlarla, zarflarla ve eklerle anlatır, cümlelerin sonunu getiremez. 

Rusya’daki devlet dairelerinin birinde çalışır. Dokuzuncu dereceden bir devlet memurudur. Devlet dairesine ne zaman, nasıl, kimin yardımıyla girdiğini kimse hatırlamaz. Kimi yazarlar bu memurları aşağılamaya bayılır, çok alıngandırlar. Birçok amir değiştirir, ancak insanlar onu hep aynı noktada, aynı tavır aynı unvanla, aynı işi yaparken görürler. Sanki dünyaya kelleşen alnı ve üzerindeki resmi üniformayla gelmiş gibidir. Odacılar onun varlığını fark etmez, o gelince ayağa kalkmaz, geçerken başlarını çevirip bakmazlar. Sinek vızıltısı kadar ilgi çekmez. Üstleri ona soğuk ve zorbaca davranırlar. Umursamaz.

Başkahramanımız, kendisine getirilen işlerde işi kimin getirdiğine bakmadan doğrudan işi yapar. İşe yeni giren genç memurlar onunla eğlenir, ince zekâlarıyla şakalar yapmaya çalışırlar. Hayat tarzı ve yaşlı ev sahibesiyle ilgili hikâyeler uydururlar. Başından aşağı kâğıtlar serpip kar yağıyor derler. Akakiy Akakiyeviç, yanıt vermez, yapılanlara aldırış etmez. İşinde asla hata yapmaz, çünkü kendisine yapılanlardan etkilenmez. Dairede çalışan herkese yabancılaşmıştır. Sadece eşek şakalarına dokunaklı bir ses tonuyla karşılık verir: Beni rahat bırakın! Neden işimin başında rahatsız ediyorsunuz sanki beni? Ben de sizin gibi insan değil miyim? Eğitimli de olsa iyi ve yüce kabul edilen insanlar da pekâla kaba ve acımasız olabilirler.

Akakiy Akakiyeviç, işini tutkulu bir aşkla sevmektedir. Resmi belgeleri kopyalamaktan büyük bir zevk alır. Bazı harfleri şekillendirirken aldığı zevk, yüzüne yansır. Ancak üst amirleri tarafından hiç ödüllendirilmez. Hatta bu hareketsiz hayat yüzünden hasta bile olabilir. Bir keresinde ödül olarak rapor hazırlama, evrak başlığı değiştirme, şahıs eklerini değiştirme olarak teklif edilen yeni işi beceremez. Tekdüzelik ve yabancılaşma nedeniyle adeta bir robota dönüşmüştür. Akşamları öteki memurlar dinlenir ve eğlenirken başkahramanımız alışkanlıklarını sürdürür. Sosyal çevrede görülmez, dışarı çıkmaz. Evrak kopyalamayı bitirince memnun ve mutlu bir biçimde yıllık dört yüz rublelik gelirini düşünerek huzurla uykuya dalar.

“Gogol, değişik temalarda pek çok nitelikli öykü yazsa da özellikle dönemin memur dünyasını, düzenin ezdiği küçük insanları, bürokratik işleyişin açmazlarını konu yaptığı öykülerde oldukça başarılı olur. Gerçi Puşkin ‘küçük insan’ tiplemesini daha önce gündeme getirmişti; ancak bu tiplemeyi bütün boyutlarıyla öyküye taşıyan Gogol olmuştur. Öykülerde bu insanlar için hiçbir çıkış yolu yoktur; onların kaderleri, bozuk düzen içinde yok olmaktır. İşte, Gogol’un neredeyse adıyla özdeşleşen öyküsü ‘Palto’da, bürokratik sistemin kimliksizleştirip ezdiği, makinenin önemsiz bir parçası yaptığı memur Akakiy Akakiyeviç’in trajik hayatı anlatılır. Akaki Akakiyeviç; görevini yapma dışında hayatta hiçbir amacı olmayan, kendi içine gömülmüş, hayatın dışına düşmüş, toplum dışı, pasif ve acınası bir kişidir.”

Petersburg’un kuzey soğuğu çok serttir, dokuzuncu dereceden memurlar incecik platolarıyla işe gidene kadar donabilirler. Omuz ve sırtındaki sancılar üzerine başkahramanımız paltosunu inceler. Palto çok incelmiş, astarı iki üç yerden yırtılmıştır. Arkadaşları insafsızca eğlenmekte, cübbe demektedirler ona. Yakası iyice küçülmüş, acemice yapılmış tadilatlar çirkin göstermiştir paltoyu. Terzi Petroviç’e gitmeye karar verir. Terzi Petroviç; serflikten özgür kalınca kendini içkiye verir, içtiğinde keyiflidir. Bu durumda müşterilerin düşük fiyat tekliflerini kabul eder. Maddiyat düşkünü karısı güzel değildir. Karanlık bir binanın çatı katında yaşamaktadırlar. Gözleri iyi görmez. Başkahramanımız kekeleyerek paltosunun kötü halini anlatır. Terzi Petroviç, paltonun hiçbir şekilde onarılamayacağını, tek çözümün yeni bir palto olduğunu belirtir. Yüz elli ruble Akakiy’e çok yüksek gelir, inanamaz, rüyada gibidir evine dönerken. Planlar yapar. Seksen ruble uygundur palto için. Kırk rublesini bir yıl para biriktirdiği kumbarasından alacaktır. Kalanını da günlük masraflarını azaltarak toplayacaktır. Ayrıca ayakkabıları aşınmasın diye bozuk kaldırımlardan mümkün olduğunca kaçınmalı, çamaşırcı kadına daha seyrek uğramalı, kıyafetleri eskimesin diye eve gelir gelmez üstünü değiştirip zamanın esirgediği şu eski entarisiyle oturmalıdır.

Palto hayaliyle kendini güçlü hisseder, hayatı fark eder ve gözleri parlar. Ayda bir kez fikir alışverişi için terziye uğrar. Büyük gün için çok heyecanlıdır. Müdürü ona tam altmış rublelik ikramiye verir. Açlığa göğüs gererek seksen rubleyi biriktirir. Terziyle manifaturacıdan sağlam ve iyi görünümlü bir kumaş seçerler. Palto on dört günde dikilir. O muhteşem günün sabahında Terzi Petroviç, duruşu ve kesimi muhteşem paltoyu ciddiyetle Akakiy Akakiyeviç’e giydirir. Haber dairede hızla yayılır, herkes paltoyu görmek için koşturmaktadır. Ziyafet bile isterler. Amirlerinden biri araya girerek hepsini akşam çayına davet eder. Evde paltosuna hayranlıkla bakar, eskisiyle karşılaştırır. Çok neşelidir. O gece belgeleri temize çekmez, yatağa uzanıp dinlenir.

Amirinin evine giderken önce bomboş, sonra da ışıltılı sokaklarda, zarif hanımların, kürklü beylerin, süslü püslü arabaların olduğu caddelerde yürür. Şaşkındadır, vitrinlerdeki resimleri inceler. Gülümser hiçbir şey düşünmeden. Paltoyla birlikte hayatının anlamı değişmiş, birinci sınıf hayatın yaşandığı mekânlara geçiş yapmıştır. Işıklar, yemekler, hep bir ağızdan konuşan insanların arasında çok şaşkındır. Arkadaşları unu görünce bağıra çağıra paltosuna övgüler yağdırırlar. Bu ortama alışık olmadığından ne yapacağını bilemez. Sonunda sıkılır, esner, arkadaşlarının ısrarıyla iki kadeh şampanya içer. Hissettirmeden çıkar, paltosu yere düşmüştür, özenle siler temizler ve dışarı çıkar. Birahaneler erkekli kadınlı hizmetçilerle doludur. Keyifle yürürken yanından geçen oynak bir kadının peşine düşer. Loş sokakta yürürken içi korkuyla dolar. Çıktığı meydanda bomboştur. Sadece uzaklarda bir nöbetçi kulübesinin ışığı yanmaktadır. Korkuyla yürürken etrafını serseriler sarar ve paltosunu çalarlar. Nöbetçi onu komisere yönlendirir. Üstü başı, saçları dağınık, delirmiş bir vaziyette  eve varır. Yaşlı ev sahibesi onu dindar ve dürüst olduğu gerekçesiyle baş komisere yönlendirir. Başkomisere gündüz üç kez uğrar bulamaz, akşam dördüncü kez uğradığında memurları sert bir ses tonuyla tehdit ederek görüşme için kabul edilir. Tuhaf bir tepki alır baş komiserden, sorgulanır: O kadar geç vakitte dışarıda ne işi vardı? Böyle uygunsuz alışkanlıkları mı vardı? Yoksa şu kötü şöhretli evlerden birine mi gitmişti? Polis neredeyse onu suçlu duruma düşürür. Afallayan başkahramanımız evden ayrılır. Ertesi gün durumu öğrenen iş arkadaşlarının bazıları acımasızca kahkahalar atar, para toplamaya çalışanlar olur, ancak samimiyetle üzülen bir arkadaşı emniyet yerine yetkili kişilerle ilişkilerinden dolayı süreci hızlandırabilecek mühim bir şahsiyete gitmesini önerir.

“Son bir umutla gittiği önemli kişi tarafından sert bir şekilde azarlanıp eve döner ve bir daha kalkamaz. Yolda üşütmüş ve ateşi çıkmıştır. Sonunda hastalanarak ölür. Hiç şüphesiz onu öldüren soğuk değil, umutlarının düşlerinin yok olmasıdır. Hayattaki tek varlığı, umudu ve tutamağı olan yeni paltoyu çaldırınca Akakiy Akakiyeviç’in ölmesi şüphesiz semboliktir ve hayatın anlamını kaybetmesini simgeler. Hayatının tek rengi, yaşama coşkusu yol arkadaşını kaybedince hayat anlamını yitirir. Dairedeki arkadaşları ölümü dört gün sonra duyarlar.” İnsanların devlet dairelerine işleri düştüğünde, normal yollarla sorunlarını çözemediklerinde, araya önemli kişileri koyarak sorunlarını çözmeye çalışmaları bilinen bir gerçektir. Peki, Palto öyküsündeki mühim şahsiyet nasıl biridir? Kısa süre önce önemli biri olmuş, ondan önce gayet önemsizmiş. Aslında şimdiki mevkisi de çok önemli sayılmazmış. Ama dışarıdan bakan herhangi biri için önemli görülebiliyor. O, önemini artırmak için çok uğraşır. Astları işe gelmek üzereyken onu giriş merdivenlerinde beklerler. Kimse ona doğrudan ulaşamaz, ulaşabilmeleri için katı kurallar vardır. Önce kurul sekreterine,  ardından yüksek rütbeli yetkiliye, son olarak da mühim kişiye ulaşılır. Disiplin çok önemlidir. Memurlar onu görür görmez kalemlerini bırakıp derhal hazır ola geçip beklerler, ondan çok korkarlar. Astlarıyla hep sert bir tonda konuşur: Bu ne cüret! Siz kiminle konuştuğunuzu zannediyorsunuz? Siz benim kim olduğumun farkında mısınız? Arkadaşlarına yakın davranır ancak unvanı başını döndürmüştür bir kere. Dengi insanlar varken hoş biri olur, alt rütbelilerle bir araya gelince ise asık suratlı ve katı bir suskunluğa bürünür. İlginç sohbetlere katılmak ister, ancak saygınlığı zedeleneceğinden yapamaz. Sonunda dünyanın en sıkıcı adamlarından biri olup çıkmıştır. Başkahramanımızı kapıda bekletir. Sohbet konusu kalmayınca Akakiy’i çağırır. Sert ve kaba bir tonda ne istediğini sorar. O da derdini anlatır. Akakiy’e resmi başvuru için gereken aşamaları anlatır. Akakiy, sekreterlerin işe yaramaz insanlar olduklarını söyler kekeleyerek. Önemli kişi çok kızar, sinirlenir, bağırır çağırır, korkarak ve titreyerek dışarı çıkan Akakiy’in üzerinde yarattığı etkiye görünce çok keyiflenir.   

Petersburg adlı dev şehirde hayat sanki o hiç var olmamış gibi devam eder. Kimsenin korumadığı, arkadaşlık etmediği, yakınlık ve ilgi göstermediği sıradan bir insan daha bu dünyadan ayrılmıştır. Devlet dairesinde onun yerine daha uzun boylu, harfleri o kadar dik değil de daha eğik ve çarpık çurpuk yazan biri gelir. Ancak hikâye bundan sonra fantastik bir hal alır. Şehrin bazı bölgelerinde memur kılıklı bir hayalet dolaşmakta, rütbe ve unvanlarına bakmadan karşısına çıkan memurların sırtlarındaki paltoları çalmaktadır. Son olarak da bir arkadaş ziyaretinden dönen “mühim kişi”nin paltosunu çalar ve sırtına tam olarak oturduğundan bir daha da ortalıkta gözükmez.

KAYNAKÇA

Nikolay Gogol, Palto, Kolektif Kitap, Türkçesi:Elif Ersavcı, 1. Baskı, Kasım 2014, İstanbul.

Necip Tosun, Öyküyü Sanat Yapanlar, Dedalus Kitap, 1. Baskı, Kasım 2017, İstanbul. 


22 Mayıs 2019 Çarşamba

Yevgeniy Grinko, genç bir besteci-icracı

Yevgeniy Grinko, genç bir besteci-icracı.

Moskova'nın yakınında Zhukovsky adlı küçük bir kasabadan çıkan fakat kısa sürede adını tüm dünyaya duyuran genç piyanist, geniş bir keman ailesi ve akordeoncu 5 müzisyen ile sahne alıyor. Yevgeniy Grinko, konserlerinde piyano haricinde gitarda ve davulda da hünerlerini gösteriyor.


Seray Şan, onun için, “Evgeny ve piyanosunun Türkiye’de bu kadar sevilmesinin sebebi belki yüzyılımızın en zarif, en duyarlı insanlarından biri olması belki de yegane planı hatırlayamadığı iki rüyayı gerçekleştirmek olan bir adam olmasıdır. Sebebi ne olursa olsun böyle bir müzisyenin sanatını Вальс (vals) bestesine indirgemek ona yapacağımız en büyük haksızlık olacaktır,” diyor.

Güzel ve kaliteli olan, dağları, denizleri aşıp değerini bilen insanlara ulaşıyor.
Yevgeniy’nin, müziği de Türklere ulaşmış.



İşte bu müziğin Youtube’daki örneklerinden biri: “Dusty room” ve hayranı olan bazı Türk gençlerinin yorumları:
 
S. N. Aydın:
“21. Yüzyılda olduğum için mutlu olduğum nadir anlardan.. Notaların ruhuma dokunuyor Evgeny.”

Z. İsmailoğlu:
"...ama budandıkça fışkıran da bizleriz ölüyoruz demek ki yaşanılacak..." / İsmet Özel

G. Ulusoy:
“Evgeny Grinko dinleyen insanlara sarılmak istiyorum 😍”

İrem Öztürk:
“Bir gün kulaklarım duymayı yitirirse , ruhum sürekli bu melodiyi çalsın istiyorum . Umut dolu , bir o kadar hüzünlü , bir o kadar heyecanlı ...”

B. Mumcu:
“Notaların dini, dili, ırkı olmaz. Saygı ve sevgi ile..”

S. Esen:
“Hiç tanımadığım bu adama ve de sihirli parmaklarından çıkan bu eşsiz notalarına baglandım ben..♥️🎶🍷🌺”

Cansu:
“Her notada saklı bir harf, bir kelime, bir anı var sanki. Mükemmel, beni anlayan tek ve sonsuz şey bu; bu şarkılar. İyi ki varsın Evgeny.”

A. Er:
Keşke alıp götürdüğün diyarda hep kalsam hiç dönmesem

U. Kaya
“Hepten hüzünlü bu günlerde Gür ve çoşkun bir günışığı dadanmış pencereye Masada tabaklar neşesiz Koridor ıssız Banyoda havlular yalnız Mutfak dersen - derbeder ve pis... Sevda Sözleri, Cemal Süreya”

Moskova, havadan bir başka güzel!

Moskova, dünyanın en güzel şehirlerinden.

Havadan, karadan…Nereden bakarsanız bakın kocaman, tarihi, güzel bir şehir.


18 Mayıs 2019 Cumartesi

İkinci Dünya Savaşı'nın kahraman hayvanları






İkinci Dünya Savaşı… Dünya tarihinin en korkunç dönemi. Rusya için bu öncelikle, Nazi güçlerinin Moskova'ya dayandığı Büyük Vatan Savaşı demek. Sputnik, Sovyet ordusu askerleri ve sivillerle birlikte düşmana karşı savaşan hayvanları anlatıyor.


KÖPEKLER

Kızak köpekleri
Yaklaşık 700 bin yaralıyı cephe hattından tahliye etti ve yaklaşık 3 bin 500 ton mühimmatı cepheye ulaştırdı.

Muhabereci köpekler
Önemli raporlar ulaştırıyordu. Bu türden 120 binden fazla emir ulaştırdı.

Keşif köpekleri
Sovyet keşifçilere, düşmanın ön hatlarını geçmekte başarılı olmalarına yardımcı oluyordu.

Sabotajcı köpekler
Köprüleri ve Alman trenleri patlatıyordu.

Mayın arama köpekleri
Sayelerinde yaklaşık 4 milyon mayın, bomba ve diğer mühimmat tespit edilerek imha edildi.

Sıhhiyeci köpekler
Yaralı askerleri arayıp tıbbi yardımın onlara ulaşmasını sağlıyorlardı, ilaçları ulaştırıyorlardı.


Büyük Vatan Savaşı kahramanı köpekler

Djulbars
7 bin 468 mayın ve 150'den fazla top mermisini etkisiz hale getirdi. Moskova'daki 9 Mayıs Zafer Geçidi'ne günler kala yaralandı. Stalin, yürüyemeyen köpeğin, kendi paltosu ile taşınması yönünde emir verdi.

Muhtar
Sıhhiyeci köpek. Savaş yıllarında yaklaşık 400 yaralı askeri kurtardı.

Dina
Düşman trenini başarıyla patlattı (10 vagon imha edildi). Polotsk kentindeki mayın arama çalışmaları sırasında bir hastaneye yerleştirilen 'sürpriz' mayını tespit etti.


KEDİLER

Hava saldırılarının habercisiydi
İnsanlar, kedilerin davranışlarına (endişe, tüylerinin diken diken olması, bağrışmalarına) bakarak hava saldırısı tehlikesinin yaklaştığını anlıyordu. Kediler, insanın geliştirdiği cihazlardan önce tehlike hakkında haber veriyordu.

Yaklaşan gaz saldırısı konusunda uyarıyordu
İkinci Dünya Savaşı sırasında kediler, hava kirliliği dedektörü olarak hizmet etmeleri ve gaz saldırılarının haberini vermeleri için sıkça denizaltılara alınıyordu.

Erzakı koruyordu
Leningrad ablukası delindikten sonra ilk iş olarak şehre gıdayla birlikte 4 vagon kedi getirildi. Sıçanların istilasına uğrayan şehirde kedilere büyük ihtiyaç vardı ve insanlar onları alabilmek için sıraya giriyordu.


İkinci Dünya Savaşı kahramanı kediler

Faith
Faith, İngiltere'de hayvanlara verilen yüksek askeri ödül olan Dickin Madalyası sahibi ilk kedi. Bu onursal ödül, İngiltere'nin en yüksek askeri ödülü olan Victoria Cross madalyasına eşit değerde. Faith, 9 Eylül 1940 tarihinde, Almanların hava saldırısına 3 gün kala mahzene sığınarak kendini ve yavrusunu kurtarmıştı. Bina çöküp kül olurken korkusuz kedi yavrusunun yanında kaldı. Kedi, halen duman tüttüğü enkazın altından sabah saatlerinde kurtarıldı.

Sluhaç
Leningrad'da yaşayan bu kedi, düşman hava saldırılarını şöyle haber veriyordu: tüyleri diken diken oluyor acı acı çığlıklar atıyordu. Sluhaç adlı bu kedinin tahminleri hep doğru çıkardı ve zaman olarak Sovyet radarların uyarılarından çok önce gelirdi. Devlet himayesi altına alınan kediye bir de madalya verildi.


ATLAR

İkinci Dünya Savaşı motorların savaşı olarak anılsa da atlar da savaş sırasında önemli bir rol oynadı.

Taşımacılık hizmeti
Atların gücü özellikle topları taşımakta kullanılıyordu. Atlar, ateş mevzilerini değiştiren topçu birliklerinin silahlarını taşıyor, askerlere gıda malzemelerini ulaştırıyordu ve yaralıları tahliye ediyordu. Yolların kötü olduğu yerlerde, arabaların saplandığı yollardan ancak atlar geçebiliyordu.

Süvari
Atlar, cephe gerisinde düşmana ani baskınların, saldırıların ve sabotajların vazgeçilmeziydi.

Moskova Metrosu 84 yaşında






Dünyanın en büyük yeraltı ulaşım ağlarından biri olan Moskova Metrosu, kuruluşunun 84. yılını kutluyor.

Moskova Metrosu'nun Sokolniki ve Park Kulturi istasyonları arasındaki ilk hattı, 15 Mayıs 1935 tarihinde faaliyete geçti. O zamandan bu yana büyük değişime uğramış olan metro, birbirinden güzel eski ve modern istasyonlarıyla yeraltı müzesi izlenimini yaratıyor. Ayrıca her gün milyonlarca yolcu taşıyan Moskova Metrosu, Pekin, Tokyo, Seul ve Şanghay metrolarının ardından dünyanın beşinci en yoğun yeraltı ulaşımı olarak biliniyor. 

Rusya'da 'insanca yaşamak' için 3 kişilik bir aileye ne kadar gelir lazım?







Romir adlı kamuoyu araştırma şirketine göre bu rakam bugün 78 bin ruble, yani 1208 dolar ya da 7 bin 290 lira.  Gelir beklentisi anketine katılanların dörtte biri normal bir hayat sürebilmek için 40 bin ile 60 bin ruble arasında aylık gelire ihtiyacı olduğunu söyledi. 

Katılımcıların yarıdan fazlasına göre ise bu tutar 60 bin ile 120 bin ruble arasında. 

Yüzde 11'lik kesim "insanca yaşam" için ayda 120 bin rublenin üzerinde bir gelire ihtiyaç duyduğunu belirtti. 

Romir analistleri, halkın normal bir hayat için gerekli gördüğü gelir tutarının geçtiğimiz yıla kıyasla yüzde 3 oranında, yani 2 bin 100 ruble arttığına dikkat çekiyor.

Araştırmaya göre, "normal bir hayat" demek, ev ve araba sahibi olmak, nitelikli tıp hizmetlerine ve eğitim olanaklarına erişebilmek, yeterli beslenmek, spora ve hobilere zaman ayırabilmek, kültürel aktivitelerde bulunabilmek ve seyahat edebilmek anlamına geliyor.