Moskova

Moskova

30 Aralık 2012 Pazar

MÜZİK DİSİPLİNİ İLE “KAOS-KOZMOS” DÖNGÜSÜNE BİR YAKLAŞIM DENEMESİ

Mehmet Selim TÜRE

Kaynak: Ekim 2010;Yaba Edebiyat, Sayı:67, Kasım-Aralık 2010; http://www.yabaedebiyat.com/

Okuma Önerileri - 1; “ALTI DERSTE MÜZİĞİN POETİKASI”, İgor Stravinsky (*)

Kaos ve kozmos! Evrenin, yaşamın ezeli ve ebedi bir döngüsü ve göreceli bir tercih; Kimimiz kaosu,kimimiz kozmosu yeğleriz. Hatta aynı öznenin bazen kaosu bazen de kozmosu yeğlediği olur. Yani kimisi belirsizliğe bilinemezliğe (doksa), kimisi belirlenmişliğe bilinebilirliğe(episteme) yönelebilir veya aynı özne bazen belirsizliğe, bilinemezliğe bazen de belirlenmişliğe, bilinebilirliğe yönelebilir.

Bu ilk bakışta, içinden çıkılamayan bir sarmal, bir labirent gibi görünebilir. Sürebileceğiniz bir iz yok gibi... O zaman kerteriz alabileceğiniz bir noktaya, bir ip ucuna ihtiyacınız var. Diyelim ki buldunuz o da yetmez. Yine kendinizi zorlamanız gerekecek. Bulduğunuz ip ucunu anlamlandırabilmek, bir yoruma ve eyleme dönüştürebilmek için belli bir birikime, beceriye ve yöntemlere sahip olmalısınız.

Bunun için ufkunuz açık ve geniş olmalı, evrensel ve yaşamsal klavuzlardan beslenmeli, yardım almalısınız.

Öyle ya, bir insanın sınırları yine kendisidir. Ben de bu kaos-kozmos döngüsünde böyle yetmezliklere,
çaresizliklere düştüğümde bu rehberlerin arayışına düşerim. Peki bu rehberler nelerdir, nerelerdedir,
nasıl bulunur? İyi ve doğru bir rehberi bulmanın yolları nedir? İşte bunun için, bu rehberlerin bıraktıkları izlerin peşine düşecek sezgi ve öngörülere sahip iyi bir iz sürücü olmak gerekir.

İz süreceğimiz alan belli: Yazılı ve yazılı olmayan, yaşayan ve yaşamıyan ortak belleğimiz, ekinimiz ve
evrenimiz. Algılayacağız, alımlayacağız, gözlemliyeceğiz, yorumlayacağız ve bir çıkarımda bulunacağız. Böylece yetmezliklerimizi, sınırlarımızı aşacak, soruna bir yaklaşım ve çözüm getirmeye çalışacağız.

Bu kaos-kozmos sarmalı bana hep “zannetmek (doksa) - bilmek (episteme)” çatışkısını çağrıştırır; bir yanda zannetmenin kolaycılığı ve belirsizliğin sorumsuzluğu, diğer yanda bilmenin zorluğu, dolayısiyle gerçeğin dayanılmaz ağırlığı ve belirlenebilirliğin sorumluluğu.

İnsanlığın karanlıktan aydınlığa doğru olan serüveninde, bu kaos-kozmos çatışkısı giderek trajik bir seyir almıştır ve bir paradoksa dönüşmüştür: Bu o kadar öyledir ki, sadece dini, sanatı değil, bir çok bilimsel disiplini bile manipüle ederek, gerçek(bilgi) olmayan gerçek(bilgi) gibi dayatılmaktadır.

İnsanlığın mitolojik bilgiden bilimsel bilgiye doğru en zorlu ve övünülesi aydınlanma ve hümanist çabaları ne yazık ki zamanla sermayenin tekeline alınarak, doğamızın, dünyamızın, evrenin kendi halindeki en bakir yerlerine kadar bile yeniden tanımlama, belirleme yönetme hakkına ve hukukuna indirgenmiştir: Dünya'da her yeri, her kesimi neo-liberalizm ile, globalleşen sermayenin kapitalist piyasasına dönüştürmeye, dahil etmeye zorlamaktadır. Yani “sahtecilik” her yeri sarmıştır: Hiçbir şey(sömürü) değişmesin diye bir şeyler değişmeli!?...

İz sürmeye devam edelim ve bir adım daha ilerliyelim: Koas-kozmos çatışkısını, asıl iki temel ve gerçek çatışmaya taşıyalım; kaos-kozmos kavramları aslında unutturulmaya ve gizlenmeye çalışılan, evrendeki tarihi diyalektik süreçlerin politik ve toplumsal düzlemdeki yansıması olan, devrimci ilerlemeci güçlerle tutucu muhafazakar güçler arasında süren çatışma değil midir? Sosyo ekonomik yapısıyla, üretici güçler arasındaki ezeli çatışkı olan kaynakların dağılımı sorununu tanımlayan sınıf çatışması değil midir?

Din, sanat, bilimsel ve siyasi kuramlar ve kurumlarla, postmodern bir kolaycılık ve sorumsuzlukla yeniden simgeler ve semboller üzerinden etnisite, aidiyet ve milliyetçilik, popülist demokrasi yavanlıkları vb. kirli siyasetlerin hortlatılması çok ucuzcu ve utanç verici bir kurnazlık değil midir modern diye nitelendirğimiz bu çağda?

Kavramların içi boşaltılmış ve asıl işlevlerini yitirmişlerdir. Bu duruma nasıl gelindiğini anlamak için, din, sanat, bilim ve siyasetteki kirlenmeye bakmak gerekir; Peki, bunu nasıl yapacağız? Bunun kolay bir yolu ve kılavuzu yok, ama iyi ve doğru seçebileceğimiz rehber(ler) bize yardımcı olabilir.

Bir çağdaşımız bu konuda benim yardımıma yetişti; İgor Stravinsky (1882-1971). Rus besteci, piyanist ve orkestra şefi. 20. yüzyıl müziğinin en etkili ve önemli bestecilerinden biri olarak kabul edilir.

Sanatçı, müzisyen ailesinin hukuk eğitimi aldırmasına rağmen yine müzik sanatına yönelmeyi seçmiştir. Savaş ve devrim koşullarında dahi müzik disiplinini ve üretimini sürdürmeyi elden bırakmamıştır. Petesburg-Paris-NewYork'da geçen bir yaşam; Yani 17 Ekim Devrimi Rusya'sından,

Dünya'nın paylaşım savaşlarının verildiği Avrupa'ya ve okyanus ötesi bir kıtadaki yeni dünya denilen A.B.D.'ne doğru geniş spektrumlu, uğraşılı, farkındalıklı bir yaşam ve meslek yolculuğu.

Harvard Üniversitesi'nde 1926 yılından itibaren Charles Eliot Norton Konferansları adıyla başlatılan geleneksel konferanslarda çok sayıda düşünür ve sanatçı üniversiteye davet edilmektedir. Öğrencilere ücretsiz ve açık olarak gerçekleştirilen bu seminerlere aralarında İgor Stravinsky'nin de bulunduğu bir çok sanatçı davet edilmiştir. İgor Stravinsky'nin bu konferanslar kapsamında müzik sanatı üzerine verdiği seminer notları, bir kitap olarak Ülkemizde de okurların hizmetine sunulmuştur:

Geleneğin kolaycılığına, modernitenin şarlatanlığına teslim olmamış bu değerli, dirençli ve çetin sanatçının, sanat uğraşısındaki oldukça dikkat çekici ve değerli bazı görüş ve önerileriyle sizin de tanışmanızı dilerim; özellikle toplumları etkileme ve yönlendirmede kullanılan sanat ve politika araçlarındaki kolaycı, popülist yöntemlere karşı sunmuş olduğu hayli uyarıcı ve doğru ipuçlarını iyi okumak ve değerlendirmekte yarar var. Aşağıda bilgilerinin yer aldığı, Pan Yayıncılık tarafından özenle dilimize çevrilmiş (Çev. Cem Taylan) ve yayınlanmış bu kitaptan tadımlık da olsa bir-kaç alıntıyı dikkatinize sunmak isterim izninizle:

“Aslında sanat tarihinde devrimci diye nitelenebilecek tek bir olgu bile bulabilmek güçtür. Sanat özü gereği yapıcıdır. Devrim dengenin sekteye uğramasını ima eder. Devrimden söz etmek, geçici bir kaostan söz etmek demektir. Oysa sanat kaosun tersidir. Yaşayan eserlerini, bizzat kendi varoluşunu da tehdit altına sokmadan, kendini kaosa teslim edemez.” (Stravinsky, s:17)
“... Saf haliyle müzik, özgür spekülasyondur...” (Stravinsky, s:40)
“Yaratma yeteneği bize hiçbir zaman tek başına verilmez; her zaman gözlem yeteneğiyle el ele
gider...” (Stravinsky, s:44)
“Gelenek alışkanlıktan bütünüyle farklı bir şeydir; en yerleşik alışkanlıktan bile, çünkü alışkanlık,
tanımı gereği, farkında olmadan edinilir ve mekanik olma eğilimindedir; Oysa gelenek, bilinçli ve
düşünerek kabullenme sonucunda oluşur. Gerçek bir gelenek, geri getirilemeyecek bir geçmişin
kanıtı değil, şimdiki zamanı canlandıran ve bilgilendiren hayat dolu bir güçtür. Geleneğe girmeyen
her şeyin intihal olduğunu öne süren paradoks, bu anlamda doğrudur.” (Stravinsky, s:45)
“...Sanat ne kadar kontrol edilir, sınırlanır, üzerinde çalışılırsa, o kadar özgür olur.” (Stravinsky, s:50)
“Modernizm terimi kendi içinde ne övgü ne de yergi ima eder, hiçbir yükümlülük de içermez. Zaafı
da tamıtamına budur. Sözcük elimizden kaçar, istenen her türlü kullanımın ardına saklanır... Sonuç
olarak, herkes boş terime biçim ve renk vermeye çalışarak onun esnekliğinden yararlanmıştır...” (Stravinsky, s:60)
“Yenilik ancak gelenekle el ele giderse meyve verir. Yaşayan diyalektik, yenilikle geleneğin eşzamanlı
bir süreç içinde gelişmesini ve birbirini teşvik etmesini ister. Rusya ise şimdiye kadar yalnızca yeniliği
olmayan muhafazakarlığı ya da geleneği olmayan devrimi yaşadı. Bundan kaynaklanan boşluk
üzerindeki korkutucu yalpalama başımı döndürüyor.” (Stravinsky, s:83)

İgor Stravinsky'nin, başarısız devrimleri ve devrimcilerin yetersizliklerini ve verdiği zararları vurgulaması size ilk bakışta aristokratça gelebilir, ama biraz sabır gösterebilirseniz sizi özgürlüğün de sınırları ve sorumluluk alanları ile tanıştırarak, yükümlülüklerinizi hatırlatacaktır. Böylece sanatın estetiğindeki tavizsizlikte,eksikliklerinizi ve hatalarınızı sakinlikle gözden geçirme, değerlendirme ve kendi özgün ve özerk tezlerinizi yaratma/düzeltme ve eylem alanlarınızı oluşturma olanağı bulabilirsiniz. Yani her tikellikten tümele giden yollarda gerekli bilgilerle ve doğru yöntemlerle donanmanın ve ilerleyebilmenin diyalektik kılavazluğunu sezdirmektedir bizlere. Ne de olsa eserleri ile müzik sanatına getirdiği yeniliklerle zamanın “avant-garde” sanatçılarındandır: Klasik akıma,“Bahar Ayini” adlı bale eseriyle derin halk kültürünü ve pagan düşüncenin etkilerini hatırlatarak besteciliğinin kozmopolit özelliğini sergilemiştir.

İgor Stravinsky sizi asla yanıltmasın; Bir sanat(müzik) eserinin yaratımında, tezatlık, karşıtlık, ritim, vb. basmakalıp yöntem ve unsurlara fazla yaslanılmamasını; bu şekilde üretilen eserlerin ilkin ilgi çekebileceğini ama uzun erimde etkili ve kalıcı olamıyacağına dikkat çekecek kadar yenilikçi ve zordan yana bir sanatçıdır. O sanatta 'çoktan bire ulaşma'nın vurgusunu yaparken de bu yolun en zor yol olduğunun ama en sağlam yapı olduğunun da altını çizer. Sanatsal etkinliklerin de akedemik çalışmalar ve bilimsel çabalar kadar zor olduğunu ve ciddi uğraşılar gerektirdiğini hissetmemizi sağlar. İster yaratıcı ister tüketici olalım, bizi hemen ve kolayca etkileyen fantezinin ve popülizmin her alandaki kolaycılığına, ucuzculuğuna, sorumsuzluklarına ve olumsuz sonuçlarına karşı uyarır.

Aynı yolun ve yönün bir “parelel evren” yolcusu da yazın sanatında Vladimir Nabokov'dur. Bir tesadüf olmayan bu benzerlikten söz etmemek olmaz: Onlar hem coğrafyanın hemde kendi bedenlerinin “mülteci”si ve bilinmeyenleri bilinir kılmanın yiğit ve gözüpek “iltica”cısıdırlar artık bireysel çileli yolculuklarında. Vladimir Nabokov da yazın sanatında gerçek yenilikçi ve devrimci bir yazı ustasıdır: James Joyce, Viriginia Woolf, Samuel Beckett gibi “Karşı Roman” (Anti-Roman) akımının en önemli temsilcilerindendir. Bu akımda, Geleneksel romandaki her şeyi bilen “tanrısal anlatıcı”nın tahtı ve hermetik misyonu kökünden sarsılır; klasik karekterler ve tiplerle kendini özdeşleştirmeyle edilgenliğe mahkum okuyucu da eseri yeniden üretmeye davet eden etkin bir yazar konumuna yükseltilir. Nabokov’un bu anlayışla yazdığı Solgun Ateş (Pale Fire, 1962) romanı, türünün en okunmaya ve incelemeye değer eserlerindendir. O da İgor Stravinsy ile birlikte, kültürlerarası yolculukları ve kültürlerüstü çabalarıyla, izlenme çabasına değer çağdaşlarımızdandır.

İgor Stravinsky'nin, -sanatın hata ve ihmal kabul etmeyen en disiplinli alanı olan müzik evrenindeki
ilkelerden, kurallardan, yaratma süreçlerinden, icra ve dinleme aşamasına kadar- kılı kırk yaran
titizlikle sunduğu görüşleri ve fikirleri, her kesimden okuyucunun yararlanabileceği bir evrensellik
içermektedir; Sanatın bir dalı olan müzik alanında yapmış olduğu çözümlemelerini ve yöntemini
kendinize rehber alarak, diğer sanat alanlarının, disiplinlerin ve özellikle sosyo politik uygulamaların
(rejimlerin) analizlerinde, gerek bireysel gerek toplumsal düşünce ve davranışlarımızın öz eleştirisini
ve kritiğini yapma olanağını da bulabilirsiniz.

İgor Stravinsky'nin müzik sanatı üzerine verdiği bilgiler, benim kaos-kozmos ve sanı-bilgi kavramları
ile olduğu kadar diğer sanat dalları, ekoller ve disiplinler ile de daha yeterli bir iletişim ve etkileşim
kurmamda, gerekli diyalektik yöntemlerin rehberliğini sağladığını söyleyebilirim: Müzik her zaman
kulaklarımızda hoş nağmeler bırakarak kaybolup gidecek melodilerden ibaret değildir; matematik
kesinliği gerektirecek kadar materyalist ve diyalektik tınılar da taşıyabilir, yeter ki “alımlama” için
gerekli “gösterge” niteliğini taşıyabilsin; yaratıcısı, yorumcusu ve izleyicisi ile hala kollektif gücümüz.

Kitapta yer alan İgor Stravinsky'nin, bu konferans notlarında beni en çok etkileyen şey; yaratma çabasında olan her kesimden insanda uyandırmaya çalıştığı, umut cesaret, yetkinlik, sorumluluk duygusu ve çabası.

İgor Stravinsky'nin ve uğraşdaşlarının yaşamı, yordamı, çabaları, eserleri ve bırak gitikleri izleri ile derinlemesine bir tanışma yolculuğunu, etkilenip etkilenmeme deneyimini ise sizlere bırakıyorum.

(*) Kaynak: İgor Stravinsky, Altı Derste Müziğin Poetikası, (Çev. Cem Taylan), Pan Yayıncılık, İstanbul
Ekim 2000.

Not: Yaba Edebiyat'da yayınlanan bu yazı (odtüistedebiyat klübü) için (Aralık 2012'de) yeniden gözden geçirilmiştir.

8 Aralık 2012 Cumartesi

Vasiliy Makaroviç Şukşin

Vasiliy Makaroviç Şukşin (Васи́лий Мака́рович Шукши́н), 1929 doğumlu bir Sovyet yazarı. Aynı zamanda bir senaryo yazarı, rejisör ve oyuncu. Edebiyatçı kimliğinden çok sinemacı kimliğiyle tanınıyor.

Köylü bir ailenin çocuğu. Babası 1933 yılında Stalin’in hışmına uğrayıp kurşuna dizilenlerden.

Kimse yazar doğmuyor, dolayısıyla o da gençliğinde ırgatlık, makine tamirciliği, ilkokul öğretmeliği gibi farklı işlerde çalıştı.

Daha çok memleketi Altayların kırsal yörelerinin öykülerini konu edinmiş. Şukşin’in öykülerindeki ana karakter sıradan Rus köylüsüdür.

İlk öyküsü 1958 yılında yayımlandı.

1982 yılında Adam yayınları arasında çıkan Yurdanur Salman’ın çevirdiği “Yaşamak Tutkusu” isimli bir öykü kitabı var. Ancak şu sıralar baskısı yok. Zaten Adam Yayınları kapanalı çok oluyor.
Türkçede Engin Toprak’ın derleyip, çevirdiği, İkaros Yayınları arasında yayımlanan “Çağdaş Rus Öyküsü Antolojisi” kitabında “İhtiyarın Ölümü” isimli bir öyküsü var.
Toplu öyküleri: Köylüler, Orada Uzakta, Karakterler.

Romanı: Aşıklar

Piyesleri: Bakış Açısı, Fakat Sabah Uyandılar.

02 Ekim 1974 yılında bir film çekimi sırasında öldü.

Ve işte filmlerinden birinden görüntülerin yer aldığı klipte Şukşin'in anısına bestelenmiş bir şarkı, :

6 Aralık 2012 Perşembe

Rusya’nın en seksi kadını açıklandı

Rusya’da yayımlanan Maxim Dergisi Aralık sayısında geleneksel olarak her yıl olduğu gibi bu yıl da ülkenin en seksi 100 kadını ile ilgili raporunu açıkladı.

Sıralamada bu yılın en seksi kadını ünvanına ünlü şarkıcı ve kadın oyuncu Vera Brejneva sahip oldu.

Bu birincilik şarkıcının ilk zaferi olmazken, daha önce birçok defa en güzel kadın ünvanını kazanmıştı. Brejneva geçen yıl da Ukrayna’da buna benzer bir ödül almıştı. Vera, 2010 yılında ise Glamour dergisi versiyonunda yılın kadını ilan edilmişti.

Güzel gülümsemesiyle ünlü Rus şarkıcının resimleri sokaklardaki reklam panolarını süslerken, soğuk kış günlerinde insanların yüreğini ısıtıyor.

Brejneva, ayrıca uzun yıllardan bu yana elit kurumsal kutlamalarda sahne alan en çok istenen misafir olma özelliğini de taşıyor. Yani iyi para kazanıyor.

Dergi’nin saptaması doğru mu değil mi? En iyisi ekli videoyu seyredip siz karar verin.

4 Aralık 2012 Salı

Rusya’yla “sigil sigil ay lulu”dan daha derinlikli stratejik işbirliğine

M. Hakkı Yazıcı

Kaynak: turkrus.com
http://www.turkrus.com/haber-hatti/58727/rusyayla-sigil-sigil-ay-luludan-derinlikli-stratejik-isbirligine-kosar-adim.html

Bu haftanın en önemli olayı kuşkusuz Putin’in Türkiye ziyareti.

Her ne kadar gezi, Suriye olaylarının gölgesinde başlayıp, bitse de taraflar, bırakalım bu konuyu, biz işimize bakalım mesajı verdi.

Ziyaretin verimli geçtiği söylenebilir. Yapılan Türkiye-Rusya 3. Üst Düzey İşbirliği Konseyi (ÜDİK) Toplantısı kapsamında iki ülkenin şirket, kurum ve bakanlıkları arasında toplam 11 adet işbirliği anlaşması imzalandı.

Gezi sırasında talihsiz bir olay da yaşandı. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov'un bileği kırıldı

Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Servis Ortopedi Bölümü’nde müdahale edilen Lavrov’un sol kolunda, bilek üzerinde kırık tespit edildi. Lavrov’un bileği alçıya alındı. Konuk dışişleri bakanının bileğinin nasıl kırıldığı açıklanmazken, kaldığı otelde, düşerek yaralandığı ileri sürüldü.

Lavrov çarşamba günü Brüksel’de NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’le görüşecek. Kötü tesadüfe bakın ki Rasmussen de Nisan 2009’da Medeniyetler İttifakı Forumu’na katılmak üzere geldiği İstanbul’da kaldığı Çırağan Oteli’nin merdivenlerinden düşmüş ve omzu çıkmıştı.

Lavrov’un bileğinin kırılması orta kuşak Ruslara hemen bir dönemin en popüler Rus filmlerinden birini hatırlattı: Brillantavaya ruka ("Бриллантовая рука"-Elmas El).

Mosfilm’in 1968 yılı prodüksiyonu olan, bu film halen pek çok televizyon kanalında arasıra gösterilmekte ve Rus toplumundaki o dönemdeki Türkiye algılaması açısından ilginç bir örneği oluşturmakta.

Moskova Sirki'nin efsanevi palyaçosu Yuri Nikulin'in başrolünü oynadığı bu filmin önemli sahneleri senaryoya göre İstanbul’da geçmişti. Senaryoya göre diyorum, zira çekilen sahnelerin bir iki plan dışında İstanbul’la hiç ilişkisi yoktu. Bakü'nün dar sokaklarında çekilen sahnelerde kara çarşaflı kadınlar, develer dolaşmakta, Arapça tabelalar bulunmaktaydı.

Filmde Yuri Nikulin’in canlandırdığı karakter, gemiyle turistik bir İstanbul seyahatine çıkar; ancak kendisini birden bir elmas kaçakçılığı olayının içinde bulur. Dar sokaklarda gezinir, bir dükkanın önünden geçerken karpuz kabuğuna basar ve kayarak kolunun üstüne düşer. Dükkanının önünde bekleyen çete elemanları onun bekledikleri kişi olduğunu zannederler ve içeri alırlar. Kolunu alçıya alırlar, alçının içine de kaçırılacak elmasları gizlerler. Böylece kaçmacası kovalaması bol olan filmdeki olaylar gelişir.

Kahramanımız, güya İstanbul sokaklarında dolaşırken evlerden birinin önünde müşteri bekleyen bir fahişeden davet alır. Kadın, “Sigil, sigil ay lulu” (цигель-цигель-ай-лю-лю) diyerek kahramanımızı içeri çağırır. Bu sözcükler tabii ki Türkçe değildir, bir anlamı da yoktur. Ama Rus seyircisi bunu bilmez. İlginçtir; bu uydurmaca sözcükler günlük yaşama girer, bir deyim gibi kullanılmaya başlar.

İşte, geçmişin algılaması biraz da böyleydi. Soğuk savaşın olumsuz koşullarında iki toplum da birbirini fazla tanımadan birbirlerinden uzak durmuşlardır.

Bugünse durum farklı gelişmektedir. Sanki o Soğuk Savaş döneminde heba edilen zamanının acısını çıkarırcasına çok sıcak, her iki toplum için de faydalı ilişkiler oluşmaktadır.

Rusya’yla ufak tefek sorunları saymazsak “sigil sigil ay lulu” döneminden daha derinlikli stratejik işbirliğine koşar adım ilerlenmektedir.

Filmin tanıtım videosu merak edenler için aşağıda:


Rusya-Türkiye: savaşma alışveriş yap

Murat Yetkin /RADİKAL

Rusya’nın sıcak denizlere inme stratejisi, 1700’lerin başında Çar Büyük Petro tarafından oluşturulmuştur. Sıcak denizlerden kasıt, o dönem Sibirya’nın fethi tamamlanmadığına göre, Akdeniz ve biraz da Basra’dır.

Gerileme dönemindeki Osmanlı İmparatorluğu için 1853’te Kırım Savaşı’ndan hemen önce çıkan ‘Hasta adam’ tabiri de yine bir Rus çarına Birinci Nicholas’a atfedilir.

Hasta adam, Rusya’daki devrimin ardından Mustafa Kemal önderliğinde giriştiği işgalcilerden kurtuluş savaşı ardından Cumhriyet’le yeniden ayağa kalkmıştır. Ama Sovyet liderler, özellikle de İkinci Dünya Savaşı ardından Yosif Stalin sıcak denizlere inme siyasetinin takipçisi olmuştur. Türkiye’nin Batı ittifaka katılımının bir nedeni Kore’ye asker göndermekse, diğer nedeni de Doğu sınırı ve boğazları Sovyetler’e karşı savunma, sıcak denizlere indirmeme stratejisidir.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, dün İstanbul Boğazı’na nazır Başbakan Tayyip Erdoğan ile birlikte imzaladığı 11 işbirliği anlaşmasıyla aslında Petro’nun, Nicholas’ın, Stalin’in yapamadığını yapmış, sıcak denizlere inmeyi Türklerle savaşarak değil, ticaret yaparak başarmıştır.

Rusya’ya 100 milyar dolarlık ticaret hedefi

Başbakan Tayyip Erdoğan, Rusya ile Türkiye arasında halen 40 milyar doların altında seyreden ticaretin önümüzdeki 7-8 yıl içinde 100 milyar doları aşmasını hedeflediğini söylemiştir. Rusya zaten ikili temelde Türkiye’nin bir numaralı ticaret ortağıdır.
Bu ticaretin büyük kısmı enerjidir. Türkiye, büyümek için çok ihtiyaç duyduğu elektrik üretiminde Rus doğalgazına Rusya’nın kendisinden daha fazla bağımlıdır. Yeni anlaşmalarla ve İran’a yaptırım nedeniyle doğabilecek kayıpların Rusya’dan telafisi ile bu bağımlılık artacaktır. Elektrik üretiminde doğal gazabağımlılığı azaltmak için yollardan biri görülen ilk nükleer enerji projesini de Rusya üstlenmiştir. Rusya’nın kendi toprakları dışında sahip olduğu ilk nükleer santral olacak Akkuyu’nun 20 milyar dolara (Türkiye’nin tek seferde en pahalı projesi) mal olacağını Erdoğan açıklamıştır.
Erdoğan ve Putin ayrı ayrı ‘stratejik’ ifadesini kullanmıştır; NATO üyesi bir ülkenin başbakanı için bu deyimi Rusya için kullanmak önemlidir. İlginçtir ki aynı saatlerde dünyanın en büyük NATO üslerinden sayılan İncirlik’e ev sahipliği yapan Adana’da konuşan ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Eric Rubin, ülkesinin Türkiye’nin bölgedeki güvenliği konusunda taahhüdünü yinelemiştir.

Rusya-Türkiye: Savaşma alışveriş yap

Her yıl Türkiye’nin sıcak sahillerine gelen 4 milyona yakın Rus turist ve her yıl artan Türk-Rus evlilikleriyle uzun soluklu olacağı tahmin edilen bu ilişki yanında Suriye gibi devasa bir kriz pürüz olmaktan çıkmış durumdadır. Rusya belki Suriye’deki Beşar Esed rejiminin yıkılmasıyla Tartus’taki askeri üssünü kaybedebilir, ama Türkiye ile işbirliği ile güney denizlerine inmiş sayılmaktadır. (Putin’in dün sarf ettiği ‘Rusya Suriye’nin avukatı değil’ sözü önemlidir ve Şam’daki çözülmeyi hızlandıracak şiddettedir. Nitekim bu açıklamadan kısa süre sonra Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil El Arabi, Suriye’de rejimin yıkılmak üzere olduğunu öne sürmüştür.)

Türk-Rus işbirliğinin ruhu belli: İş ticarete gelince diplomatik pürüzleri diplomatlara bırakıp yola devam etme. Bu ilişkinin sloganı ise, “Savaşma, alışveriş yap” olmalı belki de.

2 Aralık 2012 Pazar

Ruslar arabalarına isim vermeyi seviyor

Rus araba sahiplerinin yaklaşık üçte biri (%37) arabalarına isim verdiklerini itiraf etti.

Superjob Şirketi Araştırma Merkezi, en popüler takma isimlerin arasında "Lastoçka" (kırlangıç), "Devoçka" (kız), "Malışka" (bebek), "Krasavçik" (yakışıklı), "Vişenka" (kiraz), "Baklajançik" (patlıcan) gibi sevimli isimlerin yer aldığını bildiriyor.

Kasım ayında, 1000 kişinin görüşleri alınarak gerçekleşen anket çalışmasına göre arabalara daha az verilen isimler arasında Krokodil (Timsah), Mustang, Begemotik (su aygırı yavrusu), Raboçaya loşad (koşum atı) veya Tigreneok (kaplan yavrusu) gibi hayvan isimleri yer alıyor. Bazen otomobillere, film, çizgi ve edebiyat kahramanlarının isimleri de veriliyor: " Bucephalus ", "Bagheera", "Rocky", "Terminator".
Rusların %8’i arabaları için çok egzotik isimler kullanıyor: "Higgs bozonu", "Bathyscaphe", "Alçak herif".
Her on araba sahibinden biriyse soruya cevap vermeyi reddederek, “Arabamın ismi özel bir bilgidir,” dedi.

Avrupa Birliği ile Avrasya Birliği arasında Türkiye

Faridun Usmonov

Pek çok Türk uzmana göre, Türkiye'nin Avrupa Birliği kriterlerine uyma isteği ülkenin siyasi, hukuki, sosyal ve ekonomik gelişmesinde olumlu bir rol oynamıştır. Ancak, AB üyesi önde gelen ülkelerin Türkiye’yi kendi saflarında görmekteki isteksizliği ve Avrupa’yı etkisi altına alan ekonomik kriz, Ankara'yı ekonomik gelişmesinin devamı için yeni alternatifler aramaya zorladı. Bu işbirliği alternatiflerinden birisi de Avrasya Birliği’dir.

Türkiye'nin bu birliğe katılımı ile ilgili net çizgilerin henüz belli olmamasına rağmen bu birliğin farklı şekilleri hakkında tartışmalar çoktandır sürüyor. Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) uzmanı Hasan Selim Özertem anlatıyor:

Avrasya Birliği kavramı biliyorsunuz ideolojik bir kavram aynı anda. 1990’larda ortaya atılmış ‘Türk Birliği’ kavramının aslında bir boyutu olarak ifade edilebilir. Fakat burada son dönemde oldukça heterojenleşen bir anlayıştan da bahsetmek gerekiyor. Avrasya Birliği denilince özellikle bir dönem Çin, Rusya ile birlikte Türkiye’nin beraber hareket edip doğudaki büyük güçlerle, yükselen güçlerle birlikte bir birlik kurması ifade edildiği gibi aynı zamanda son dönemde Orta Asya cümhüriyetleri, Kafkaslar ve Rusya ile kurulacak bir birlikten ama onun ötesinde Orta Asya ve Kafkasya’daki cumhüriyetlerle de oluşturulacak bir birlikten bahsediliyor. Bu yönüyle Türkiye’deki özellikle çeşitli siyasi grupların kendi ideolojileri çerçevesinde kendi Avrasya Birliği tanımları olduğunu ifade etmek mümkün. Bu tanımın aslında bir devlet politikası hale dönüşmediği ve bir siyasi ülkü olarak nitelendirilmesi daha doğru analizlerin yapılması için uygun olacaktır diye düşünüyorum.

Bununla birlikte Türk yetkililer bu projeye karşı son yıllarda giderek daha fazla ilgi duyduklarını ifade etmektedirler. Örneğin, 2010 yılı Şubat ayında Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Avrasya Birliği ile ilgili konuşurken, "Doğu ve Batı Avrasya'nın iki ucunun bu coğrafya üzerinden yeniden birbirlerine bağlanması lazım. Bakü-Tiflis-Kars demiryolu ile Orta Asya Doğu Asya'ya bağlandığı zaman en kısa ölçekli Avrasya Birliği'ni sağlamak mümkün olacaktır" demişti.

Rus Türkolog Stanislav Tarasov’a göre, Ahmet Davutoğlu tarafından öne sürülen Avrupa Birliği benzeri bir Avrasya Birliği kurulması düşüncesi Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından önerilen Avrasya Ekonomik Birliği projesine benzemesiyle birlikte bu benzerlik sadece görünüşte bir benzerliktir. Aslında Türkiye Avrasya'da farklı bir karşı entegrasyon projesine hazırlanıyor.

Ancak Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) uzmanlarından Habibe Özdal’a göre, Türkiye’nin savunduğu projenin çizgilerini kestirmek şimdilik çok zor.

Ben şahsen Dışişleri bakanı Davutoğlu’nun şu anda öne attığı Avrasya projesinin çok net çizgilerini henüz göremiyorum. Örgütün vizyonu nedir, misyonu nedir, hangi bölge ülkeleriyle böylesi bir entegrasyon içine girilmek düşünülüyor bunları çok net görmek lazım. Avrasya bölgesindeki halihazırdaki yapılanmaların dışında ne önermektedir bunları görmek lazım. Özellikle eski Sovyet coğrafyasını da içine alan Avrasya coğrafyasında 1992 sonrası süreçte bağımsızlıklarını kazanan devletler örgütler sözkonusu olduğu zaman bağımsızlıklarını kati sürette terketmeden ve tabii ki kendi ekonomik ve sosyal kalkınmalarına katkıda bulunacak şekilde bir yapılanma içinde yer alabilir. Ama halihazırda bu amaca sahip pek çok örgüte üye zaten bu coğrafyadaki ülkeler. Dolayısıyla bunun dışında ne getirmesi gerekir ya da aynı anda birden fazla örgüte üyelik bu ülkelerin ulusal çıkarlarına uygun olacak mıdır, nasıl bir katkıda bulunabilir?

Bununla birlikte Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü kıdemli araştırmacısı İnessa İvanova’ya göre, Türkiye'nin "Avrasya Birliği"ne olası katılımı ile ilgili açıklamalar sadece "Avrupa oyunu"nda elinde tuttuğu bir kozdur.

Bu öneri yeni bir öneri değildir ve uzun zamandır AB projesine bir karşılık olarak öne sürülüyor. Türkiye bu yönde yavaş yavaş ilerlemektedir. Şanghay İşbirliği Örgütü’ne diyalog ortağı olarak katıldı. Pakistan, İran, Türkiye ve Orta Asya ülkelerin üye olduğu Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO), çerçevesinde, siyasi çalışmaları da dahil, çalışmalarını güçlendirmektedir. Türkiye bir yandan bu kartını oynamaya devam edecek, Avrasyacılık konusunda aktif olmaya devam edecek, ancak diğer taraftan da AB rotası devam edecektir. Bu arada, Türkiye'nin Rusya olmadan Avrasya'da bir birlik oluşturması da kesinlikle mümkün görünmüyor.

Bu arada, Rusya komşu ülkeleriyle aktif bir işbirliği yaparak Avrasya Ekonomik Birliği'nin oluşturulmasına ilerliyor. Nitekim 1 Ocak 2012 tarihinden itibaren, Rusya, Belarus ve Kazakistan entegrasyon sürecinin bir sonraki aşaması olan Ortak Ekonomik Alanı oluşturdular. 2015 yılına doğru ise Avrasya Ekonomik Birliği'nin kurulması hedefleniyor. Bu arada, Ortak Ekonomik Alanı, sürecin her aşamasında diğer ülkelerin katılımlarına da açıktır. Ve Türkiye hem coğrafi konumu itibariyle hem de ekonomisi itibariyle Avrasya Birliği’nin içinde görmek istediği ülkeler arasında yer alıyor.

Türkiye'nin NATO üyeliği birçok uzman tarafından bölgesel entegrasyon süreci yolunda engel olarak algılanmasına rağmen Türkiye hükümeti bunu reddetmektedir. Nitekim, geçtiğimiz hafta Mecliste sunum yapan Davutoğlu, ''NATO ile ilişkilerimiz ne kadar derinleşiyorsa, Afganistan dahil, aynı anda Şangay İşbirliği Örgütü'ne stratejik ortak olan tek ülke biziz. Bu da şunu gösteriyor. Bizi bir denklem içine kimse hapsedemez'' diye konuştu.

Ve işte herhangi bir denklem içinde hapsedilmemiş bir Türkiye Avrasya'da gerçekleşen entegrasyon süreçleri onlara doğru sayacağı anda katılması için yakından izliyor...

Kaynak: http://turkish.ruvr.ru/