Moskova

Moskova

16 Ekim 2023 Pazartesi

Moskovalı romantizmi: 'Sonsuz aşka' inanıyorlar

 


Kaynak: https://turkrus.com/ 


Yapılan bir ankette Moskovalıların aşka bakışları mercek altına alındı. 

Superjob’un anketine katılan Moskovalıların yüzde 58’i iki kişi arasındaki aşkın sonsuza dek sürdüğüne inandıklarını söyledi.

Anket katılımcılarının yüzde 14’ü her aşkın farklı olduğunu, ilişkilere göre süresinin değişebileceğini belirtti.

Araştırmaya katılan Moskovalıların yüzde 6’sı aşkın “üç yıldan çok daha fazla” sürebileceğini, yüzde 3’ü aşkın en fazla 1 yıl sürebileceğini ifade etti.

Yüzde 1’lik bir kesim ise aşkın süresinin beş yılı geçemeyeceğini düşündüğünü söyledi.

14 Ekim 2023 Cumartesi

İvan İlyiç, ölüm, Gerasim



Osman Akdemir

Kaynak: https://medyagunlugu.com/

 

“O günden sonra İvan İlyiç arada bir Gerasim’i çağırıyor, ayaklarını onun omuzlarına koyarak konuşmaktan haz duyuyordu. Gerasim bunu zahmet çekmeden, istekle, sade, içten bir tavırla ve İvan İlyiç’i duygulandıran bir iyi kalplilikle yapıyordu. Başka insanların varlığı, gücü ve diriliği İvan İlyiç’e dokunduğu halde Gerasim’de bunlar onu üzmüyor, tersine yatıştırıyordu.

İvan İlyiç’in başlıca ıstırabı, kendisine söylenen yalandı. Nedense bu yalan herkes tarafından kabul edilmişti. Güya o, yalnız çok hastaydı…

Sakinleşerek tedavi edilirse çok iyi sonuca varılacaktı. Oysaki İvan İlyiç, ne yapılırsa yapılsın sonucun daha korkunç azaplar ve ölümden başka şey olmadığını biliyordu. Bu yalan üzüyordu onu. Herkesin ve kendisinin bildiği şeyi açıkça söylemek istemeyişlerine, feci halini yalanla örtüp onu da bu yalana katmalarına üzülmemek elinden gelmiyordu.

Yalan, ölümün arifesinde çevresini kaplayan bu yalan; korkunç, muhteşem ölüm olayını onların ziyaretleri, perdeleri, yenmeğe hazırlanan mersin balıkları seviyesine indiren bu yalan, İvan İlyiç için son derece azap vericiydi, işin tuhafı, çevresindekiler ona bu hokkabazlıkları yaparken kaç defa: “Bırakın şu yalanları! Ölmekte olduğumu siz de biliyorsunuz, ben de biliyorum. Yalan söylemekten vazgeçin bari!” diye bağıracak oluyordu. Ne var ki hiç bir zaman kendinde bunu yapacak gücü bulamıyordu.

Korkunç, feci ölüm olayına çevresindekilerin, tesadüfî, tatsız bir olay, hatta bir münasebetsizlik şekli verdiklerini görüyordu. (Ona, üstünden kötü kokular saçarak salona giren bir adam gibi davranıyorlardı.) İvan İlyiç’i, hayatı boyunca yolundan ayrılmadığı terbiye ve kibarlık bu seviyeye indirmişti. Kimse halini anlamak istemediği için acımıyordu da ona. Yalnız bir Gerasim bu hali anlıyor, ona acıyordu. Bu yüzden İvan İlyiç kendini yalnız Gerasim’le bulunduğu zamanlar iyi hissediyordu. Gerasim, bazen, bütün gece sabaha kadar onun ayaklarını tuttuğu ve yatmaya gitmek istemediği zamanlar çok iyi oluyordu.

“Hiç meraklanmayın İvan İlyiç; sonra uyurum.” derdi Gerasim.

Arada bir, birdenbire senli benli konuşmaya başlayan Gerasim,

“Keşke sen hasta olmasaydın; yoksa ben hizmet etmekten çekinmem!” diye hastanın gönlünü almaya çalışıyordu.

Yalan söylemeyen yalnız Gerasim’di. İşin aslını yalnız onun anladığını, bunu gizlemeye lüzum görmediği ve erimiş bitmiş efendisine açıkça acıdığı belliydi. Hatta bir sefer onu yatmaya gönderen İvan İlyiç’e olanca saflığıyla, olduğu gibi,

“Hepimiz öleceğiz. Elimizden gelirken neden çalışmayalım?” diye hastayı avuttu.

Gerasim bu sözlerle, özellikle, ölümlük birisine hizmet ederken bu işe karşı bezginlik filân duymadığını anlatmak istiyordu. Kendi sırası gelince, başka birisinin de onun için aynı hizmette bulunacağını umuyordu.” (S:95-8)

Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü adlı romanı yayınlandığı 1886 yılından bu yana bireyin ölümle yüzleşmesinin destansı anlatımlarından birisi olarak okuyucularını derinden etkilemiştir. Son günlerini yaşamakta olan İvan İlyiç’in etrafındaki insanlar arasında ölümü öncesinde ona güç veren yalnızca bir köylü çocuğu olan hizmetçisi Gerasim’dir. Karısı, kızı, oğlu, ahbapları, diğer uşakları, doktorları ona empati kuramazken İvan İlyiç’in son anlarında tek tesellisi cahil bir hizmetçinin yakınlığı olmuştur.

Neden?

Gerasim’in ilgisini eşsiz kılan neydi?

Yalnız bir adamdı İvan İlyiç. Mevki sahibi bir hukukçu olarak sürdürdüğü itibarlı hayatının ona kazandırdıkları mutsuz bir evlilikle bir avuç yüzeysel arkadaşlıktan ibaretti. Sosyal muhitinde, kağıt oyunlarında bulduğu keyif hastalığıyla birlikte yerini acıya bırakmıştı. Bir yandan ölümüyle yüzleşirken diğer yandan ailesiyle kavga ediyor, Tanrı’yı kâh gaddarlıkla suçluyor kâh inkar ediyordu:

“Aczine, korkunç yalnızlığına, insanların, Tanrı’nın zalimliğine, Tanrı’nın yokluğuna ağlıyordu…

“Niçin bunu böyle yaptın? Niçin beni buraya getirdin?… Ne yaptım ben, ne yaptım da bu azapları çektiriyorsun bana?”

Cevap beklemiyordu. Cevap olmadığına, olamayacağına ağlıyordu. Ağrı gene depreşti. Ama İvan İlyiç kıpırdamıyor, kimseyi çağırmıyordu. Kendi kendine “Hah… vur… daha vur!.. Ama ne için? Ne yaptım sana ben?!.. Ne?…” (S:116-7)

İvan İlyiç’in Ölümü son anlarını yaşamakta olan insanlara yönelik olumsuz duygularımızı anlamamıza konuyla ilgili belki de her türlü metinden daha çok yardımcı olur. Öykü kasvetli olsa da ana fikri harikadır. Gerasim’in aksine doktorları ve ailesinin İvan İlyiç’e yaklaşımları tıbbi önerilerin sağlığına iyi geleceğine dair kibar yalanlarla doludur. Zariftir, kullanışlıdır bu kibar yalanlar, bilhassa doktorlar için; ne var ki hastanın kendi ölümünün ürkütücü gerçeğiyle yüzleşmesine engel olmaktadırlar. Ölümün inkarı sınırlarımızı ve eninde sonunda ona yenik düşeceğimiz gerçeğini kavrayışımızı önlemekten öteye geçmemektedir.

Gerasim’in kibar yalanlarla alıp veremediği yoktur. Ancak onun yaklaşımı İvan İlyiç’in kendi kendisini farklı biçimde görmesine, suçluluk duygusundan arınmasına yardımcı olmaktadır. Başarılı bir hukukçu olan İvan İlyiç hastalığıyla geçmişinde imza attığı bol miktarda hükümler arasında irtibatlar kurmaktadır. Öykünün anlatıcısı tanınmış bir hekimle olan görüşmeyi “Doktor tek gözüyle gözlüğünün altından sert bir bakışla onu süzdü. Bu bakışla sanki “soruların dışına çıktığınız takdirde sizi mahkeme salonundan çıkarmak zorunda kalacağım”demek ister gibiydi.” (S:61-2) cümleleriyle aktarmaktadır.

Gerek okuyucu gerekse İvan İlyiç hastalığın hastanın kabahati olmadığının bilicindedirler. Ancak başlarda İvan’ın hastalığının etrafındakilere çektirdiği güçlüğün farkında olan yalnızca okuyucudur. İvan İlyiç ise ancak lazımlığı yardım almadan kullanamayacağını anladığında bu gerçeği görmüştür.

“Gerasim, İvan İlyiç’e bakmadan ve besbelli hastayı incitmemek için yüzünden akan hayat sevincini gizlemeye çalışarak lazımlığa yaklaştı. İvan İlyiç ona halsiz bir sesle,

“Gerasim!” diye seslendi.

Gerasim birdenbire toplanıverdi. Bir yanlışlık yaptım diye korkmuştu galiba. Sakalları yeni yeni çıkan körpe, saf, genç yüzünü hızlı bir hareketle hastaya doğru çevirdi.

“Bir şey mi buyurdunuz beyim?

“Belki tiksiniyorsun, oğlum… Artık kusuruma bakma. Yapamıyorum.”

Gerasim parlayan gözlerinin bakışını ona çevirdi, taptaze, beyaz dişleriyle sırıtarak,

“Öyle şey mi olur beyim! Hastasınız…” dedi.” (S:92)

Gerasim’in tavrı affetmek değil, affedilmeyi gerektirecek bir durum olmadığını hissettirmek olmuştur. İvan İlyiç’in karısına ve ailesine merhametinin kapısı böylece açılmaktadır.

Gerasim efendisinin mensubu olduğu sosyal sınıfın mensuplarının aksine ölümü tüm doğallığıyla kabulleniyordu. Diğerlerinden farklı olarak zaman ayırma sıkıntısı bulunmuyordu. İvan İlyiç’in arkadaşları veya eşi gibi sosyal programları, cebinde opera bileti, ya da doktorları gibi başka hastalarla randevuları yoktu. Efendisine en iyi bakımı onun sağlamasının altında, maalesef günümüzde bu görevi üstlenen kişiler için de söz konusu olan sınırsızca vakit ayırmanın olanaksızlığı gibi bir sorununun olmayışı yatmaktaydı.

İvan İlyiç’in Ölümü yayınlanışından bir asırdan fazla süre sonra dahi tıp mesleğinin eğitimcileri için ilham kaynağı olmayı sürdürüyor. Ne ölçüde bilgili birer profesyonel olursak olalım hastaların yerine kendimizi koyabilmemiz Tolstoy’un çağının doktorları için olduğundan daha kolay, daha mümkün değil. İvan İlyiç ile bakımını üstlenenler arasına mesafe koymuş olan zorluklar bugün de hükümlerini yitirmiş değiller.

Üstelik “hastaya bir şeyler yapmak” “hastayla beraber olmak” ile kıyaslandığında daha fazla ücret ödenmesi gereken bir hizmet haline gelmiştir.

Bunu bizler yaptık.

Belki de yapmamız gereken, öğrencilerimize hastaya nasıl empati kurmalarını öğretmeye çalışmaktan ziyade, kendimiz birer tıp öğrencisiyken hayatımızda ilk kez hizmetlerine katıldığımız hastalara o günlerde hissetmiş olduğumuz yakınlığı korumaktan başka bir şey değildi.

KAYNAKLAR

•    Tolstoy. “İvan İlyiç’in Ölümü”. iBooks.

•    Charlton B, Verghese A. Caring for Ivan Ilyich. J Gen Intern Med. 2010;25:93-5

Putin’in Baltacı-Katerina yorumu



Fuad Safarov 

Kaynak: https://medyagunlugu.com/

 

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Türk-Rus tarihinde asırlardır pek çok dedikoduya neden olan “Baltacı Mehmet Paşa-Katerina ilişkisi”ni farklı bir açıdan yorumladı.

Resmi Rossiya-1 kanalının Kremlin Özel muhabiri Pavel Zarubin’in sunduğu programda Kremlin Sarayı’ndaki görüşme için Özbekistan Cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev’i bekleyen Putin’in gözleri duvardaki bir nişana takıldı.

Aniden muhabire yaklaşan Putin, Yekaterina Salonu’nun duvarında bulunan nişanı eliyle işaret ederek, “Pavel şu nişanı görüyor musun? Adı ‘Sevgi ve Vatan’ için. I. Petro, Rus ordusunun Türk ordusunun ablukasından çıkmasının ardından Katerina’ya vermiş” dedi.

Putin, “Olay nasıl yaşanmış biliyor musun? Türkler Rus ordusunu ablukaya alınca kadınlar tüm değerli ziynet eşyalarını toplayarak Türk Paşa’ya rüşvet vermiş” diye ismini söylemeden Baltacı Mehmet Paşa’nın hikayesini anlattı.

Muhabir Zarubin, söz konusu nişanı alan ünlü isimler arasında eski Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in eşi Naina Yelstin’in de yer aldığını hatırlattı. Putin nişanın hayırsever, barışçı ve insani faaliyetlerde bulunan kadınlara verildiğini de belirtti.

Rusya lideri, 2003 yılında Soçi’de Türk gazetecilerle görüşmesi sırasında Baltacı-Katerina ilişkisiyle ilgili olarak yöneltilen bir soruyu şöyle yanıtlamıştı:

“Bizde bu olay başka türlü biliniyor. Rus ordusu kuşatma altındayken, Katerina kuşatmayı yönetene rüşvet vermiş. Tüm kadınların takılarını zorla toplatmış, kendi mücevherleriyle birlikte paşaya rüşvet olarak vermiş. Böylece Türk kuvvetleri Rus askerlerini savaşmadan serbest bırakmış. Bu olaydan sonra Petro, özel olarak kadın nişanı çıkarmış. Adını da ‘Kutsal Katerina’ koymuş. Petro Moskova’ya döndüğünde ilk eşini manastıra sürgüne gönderip, Katerina’yı kendisine eş olarak almış.” 

Türk kaynaklarına göre, Türk-Rus savaşı sırasında sadrazam olan Baltacı Mehmet Paşa, 9 Nisan 1711’de 200 bin kişilik bir orduyla Tuna’yı geçerek Eflak’a girdi. Osmanlı kuvvetleri, 18 Nisan’da başlayan ve 4 gün süren Prut savaşı çarpışmaları ile Kırım ordusunun da desteği ile Rus birliklerini Prut Nehri kıyısında bulunan bataklık arazideki Stanileşti kasabası yakınına sürdü ve çember içine aldı. Rus Çarı I. Petro, Moskova’ya bir mektup yazarak durumun zorluğunu ve ümitsizliğini anlattı. Bunun üzerine Rusya Başkomutanı Mareşal Şeremitiyev Baltacı Mehmet Paşa’dan barış istedi. Baltacı Mehmet Paşa komutanlarıyla yaptığı toplantıda konuyu görüştükten sonra Rus tarafının önerisini kabul etti. Ardından Prut Antlaşması imzalandı.

Baltacı Mehmet Paşa ile Çariçe Katerina arasında bir tür ilişki kurulduğuna dair zaman içinde geniş kapsamlı söylentiler, tartışmalar ve dedikodular oluştu. Ancak bunların doğru olmadığı Osmanlı Araştırmaları Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Ahmet Akgündüz’ün Rus ve Osmanlı belgelerini incelemesi sonucunda ortaya çıktı. Akgündüz’e göre, Sadrazam Baltacı Mehmed Paşa ile Çariçe Katerina’nın o sırada karşı karşıya gelmesi söz konusu olmadığı gibi Katerina’nın o sırada oralarda bulunduğunu gösteren bir kaynak da yok.

 

İlgili yazı: https://medyagunlugu.com/putinin-yazliginda-2-saat/

Lenin felç olmasaydı…


Osman Akdemir

Kaynak: https://medyagunlugu.com/

 

Komünist Parti’nin 27 Mart 1922’de toplanan, altı gün süren XI. kongresinde partinin ve Ekim Devrimi’nin lideri, Sovyetler Birliği’nin kurucusu Vladimir İlyiç Ulyanov, bilinen adıyla Lenin artık hasta bir adamdı. Elli iki yaşındaydı. Bir önceki yılın kış aylarından itibaren uykusuzluk çekiyordu. Şiddetli baş ağrıları vardı. Sık sık midesi bulanıyor, zaman zaman bayılıyordu.

Kongrede asıl adı Josef Vissariyonoviç Cugaşvili olan Josef Stalin, Lenin’in önerisiyle Merkez Komitesi genel sekreterliğine atandı. Bu atama yapıldıktan bir hafta sonra Lenin’in en yüksek hükümet organı olan, ilk başkanlığını yaptığı Halk Komiserleri Kurulu’nun başkan vekilliği için Lev Troçki’yi önermesi her ne kadar Troçki bu teklifi bazı gerekçelerle geri çevirmiş olsa da kendisinden sonra yerine geçmesini umduğu isim için önemli ipucuydu. Bir taht kavgası için şartlar oluşmuş durumdaydı.

Karın ağrıları ve kusma şikayetlerinin artması üzerine 26 Mayıs’ta Lenin’i muayene etmesi için davet edilen Dr. Rozanov‘un dikkatini çeken, sindirim sistemiyle ilişkili şikayetlerden ziyade konuşmasındaki bozulma ve sağ koldaki, bacaktaki hafif güç kaybı oldu. Yirmi ay sonraki ölümün nedeni olacak felç ataklarının ilki buydu. Mümkün olduğu kadar az mesai yapacağı bir istirahat önerildi. Önceleri bir ölçüde iyileşme görüldü; hatta doktorlar Kremlin’deki mesaisine dönmesine izin verdiler. Ancak Aralık ayında bulantı, kusma, baş ağrıları ve uyku sorunları tekrarladı ve daha önce hafif şiddette olan sağ taraf güç kaybı aniden belirgin hale geldi. Bu, ikinci felç atağıydı. Bundan kısa bir süre sonra Stalin ile ilgili tereddütlerini ilk kez ifade ettiği kısa bir not yazdırdı:

“Yoldaş Stalin’in elinde genel sekreter olmasıyla birlikte sınırsız güç var; ve bu gücün yeterince özenle nasıl kullanılacağını her zaman bilebileceğinden emin değilim.”

Doktorları artık daha fazla istirahat etmesi gerektiği konusunda ısrar ediyorlardı. Gorki’deki evinde kalması, ziyaretçi kabul etmemesi, gelişmelerden haberdar edilmeyerek siyasetten uzak tutulması gerekiyordu. Ne var ki bunları uygulayabilmek zordu; düşüncelerini politikadan uzak tutabilmek imkansız gibiydi. Her gün birkaç dakika da olsa bazı notlar yazdırmayı sürdürüyordu ki bunlar şüphesiz günlük siyasete dair görüşleriydi. Stalin’i ve pek çok kişiyi 30 Aralık tarihli notunda “tipik Rus bürokratları, haydutlar, şiddet düşkünleri” olarak niteledi.

Ocak ayına gelindiğinde ise, “Stalin çok kaba saba; bu belki biz komünistler arasındaki ilişkilerde bir miktar tolere edilebilir bir kusurdur. Ancak genel sekreterlik konumu için katlanılması güç hale geliyor. Bizim yoldaşlar Stalin’i o konumdan uzaklaştıracak bir yol bulmalı ve daha toleranslı, nazik, sadık, yoldaşlarına karşı anlayışlı ve daha az kaprisli kısacası onun tam zıddı özellikleri olan birisini bu göreve atamalılar” diye yazacaktı.

Stalin’e muhalif sesler giderek yükseliyordu. Lenin hayatta kalabilse, hele iyileşebilseydi Stalin’in en azından siyasi hayatı sona erebilirdi.

Ancak aleyhine gelişen sıkışık, zorlu sürecin düğümü 9 Mart 1923’te bir bakıma çözülüverdi: Lenin üçüncü kez felç geçirdi. 

Sağ tarafı hiç tutmuyordu. İlk felcinden sonra sol elle yazmayı öğrenmişti; ancak şimdi sol el, kol ve bacaklarda da güç kaybı başlamıştı. En önemlisi, artık konuşamıyordu. Tedavisini üstlenmiş olan nöroloji uzmanı Profesör Kramer, günlüğüne Lenin’in bilincinin yerinde olduğunu, anlaşılamaz sesler çıkararak bir şeyler söyleyebilmeye gayret ettiğini yazmıştı. Tüm sorulara “vot-vot” (*) biçiminde bir sesi tekrarlayarak yanıt veriyordu. Eşi Nadejda Krupskaya üzerinde harflerin işlendiği bazı kartlarla ona “kongre”, “halk”, “devrim” gibi kelimeleri telaffuz etmeyi öğretmeye çalışıyordu. Bu dönemde Lenin aralarında nörologların, psikiyatristlerin, Rossolimo, Strümpell, Behterev gibi ünlü profesörlerin bulunduğu 26 farklı uzman tarafından muayene edildi. Aylarca süren bu kritik dönem sonrasında Lenin yavaş yavaş iyileşmeye başladı.

Doktorları durumunun düzelebileceğine dair iyimser olmaya başladılar.

Karamsar olma sırası, ölümüyle önü açılacak olan Stalin’de gibi görünüyordu.

Beklenmeyen sonun tarihi 21 Ocak 1924 olarak kayıtlara geçti. O sabah Lenin güne kendisini son zamanlarda olduğu gibi iyi hissederek başlamıştı. Ancak ilerleyen saatlerde iştahının kesildiği, bir şeyler yemek istemediği fark edildi. Yatağına uzandı. Gündüz saatlerini büyük ölçüde uyuyarak geçirdi. Akşam saat 18.00 civarında solunumu zorlaştı. Şiddetli kasılmalar gelişti. Saat 18.50’de hayata gözlerini yumdu.

Zehirlenmiş olabilir miydi? 

Her ne kadar bu iddia akla yakın gelmiş olsa da bunu destekleyen güçlü deliller yoktu. Otopsi yapılmış, toksikoloji analizi eksik bırakılmış olsa da beyin dokusunda geçirilmiş krizlerin bulguları ve beyin damarlarında ileri derece damar sertliğinin yaygınlığı mükemmel biçimde rapor edilmişti. Kendisiyle aynı yaşta kaybedilen babasının durumuna bakıldığında erken damar sertliğinin aileden kalıtıldığı yorumu akla yakın görünüyordu.

Değişmeyen gerçek şu ki hastalığı Lenin’in kendisinden sonra partisinin ve ülkesinin liderini belirlemede oynayacağı rolü engellemişti. Gerek Stalin gerekse Troçki kendilerini davalarına adamış komünistlerdi. Ne var ki kişilik yapıları, felsefeleri, entelektüel seviyeleri bir hayli farklıydı. Hastalığının öncesinde Lenin, Stalin’i yönetimde önemli konumlara yükselmesini sağlayan liderdi. Ancak son yıllarında Stalin’den yana çekinceleri belirginleşmiş, halefi olarak Troçki’yi tercih edebileceğini hissettirmişti.

Lenin’den sonra Stalin’in yerinde Troçki olsaydı dünya siyaseti ve batı dünyasının komünizmle ilişkisi nasıl bir seyir izlerdi? Bu sorunun yanıtı halen bir muamma olma özelliğini koruyor.

Yine de tahmin etmek güç değil: Bazı şeyler farklı olurdu…

 

*Rusçada vot “işte…” anlamına gelir..

Kaynaklar:

·Friedlander W.J.: About Three Old Men: An Inquiry Into How Cerebral Arteriosclerosis Has Altered World Politics: A neurologist’s view. Stroke 1972;3: 467-73

·Teive et al.: Historical aphasia cases. “Tan-tan”, “Vot-vot”, and “Cr nom!”. Arq Neuropsiquiatr 2011;69:555-8

Para pul olmuş meğer!



M. Hakkı Yazıcı

mhyazici@yandex.ru

 

 

Geçen hafta 1 dolar 100 rublenin üzerine çıktı, sonra geri indi. Gözlerimiz bir anda ekonomi nereye gidiyor haberlerine çevrildi.

Serkan, bir haber okumuş, kendine göre yorumlayıp, değerlendiriyordu.

"Dünyada dolara karşı, adil değerine kıyasla en düşük seviyede seyreden para birimi ruble imiş, abi," diyor.

Dinliyoruz.

Ria ajansına bağlı analistler Rusya'da adil dolar kurunun 33 ruble olması gerektiğini açıklamışlar. 

Ria'nın analizi farklı ülkelerdeki kombo tabir edilen burger, kola ve patates fiyatlarının karşılaştırılmasına dayanıyor. Buna göre dünyada en pahalı kombo Almanya'da, en ucuzu ise Rusya'daymış. 

Dolara karşı gerçek değerinin altında seyrettiği iddia edilen para birimleri arasında Türk lirası da varmış. Ria analistlerinin satın alma gücü paritesi hesabına göre dolar-TL kuru gerçek değerinin 1,6 kat üzerindeymiş. Salı itibarıyla 1 dolar 27,7 TL'den işlem görüyor.

Araştırmada bazı para birimlerinin de olması gerekenin üzerinde değere sahip olduğu sonucuna varılmış. Buna göre euro-dolar kuru adil değerinin yüzde 16, ABD doları-Kanada doları kuru da yüzde 15 üzerindeymiş.”

Falan da filan...

***

İgor, Serkan’a “Yeter bu kadar gevezelik ettiğin, hadi bize birer köpüklü Türk kahvesi yap da içelim,” diyor.

“Yaparım olur, ama mödevik tatlısı ısmarlama da senden,” diye cevap veriyor.

Mödevik, Rusların popüler tatlılarından.

Kapı aralığında bizi dinleyen Yuliya, “Ohooo! Bir kahvenin karşılığı bir mödevik tatlısı mı yani şimdi?” diye lafa karışıyor.

Gerçekten düşünülmesi gereken bir soru.”

“Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı varsa, bir mödevik tatlısının kaç yıl hatırı olur, gibi yani?”

Moskova’da Türk kahvesi yaygın değil. Türk restoranlarında var, siparişe göre yapıyorlar.

İrina:

“Bizim kafede bir mödeviğin fiyatı 290 ruble, latte kahve ise yaklaşık   210 ruble olmalı,” dedi.

İgor, “Kahve ve mödevik paritesi değişiyor mu? Değişiyorsa hangi etkenlere göre?” diye bir başka zihni sinir sorusu daha ortaya attı.

“Vay vay vay! Artık paranın hükmü kalmayınca insanlar ta eski çağlara, mal takasının, trampanın olduğu zamanlara geri mi dönecek yani?” diye tepki veriyorum.

***

Sanırım bu para meselesi, ABD Dolarının rezerv para olma durumunu devam ettirip ettiremeyeceği konusu, dünyayı oldukça uğraştıracak.

Görünürdeki bütün jeopolitik kavga, gürültünün arkasında gerçekte egemenlerin ekonomik sorunlarını çözmek için bilek güreştirmesi var.

Aklıma “BRICS parası yolda mı?” başlıklı yazımdaki konular geldi yeniden:

“Herkes sıkça konuşuyor ya, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diye. Evet, bir şeyler değişiyor. Ve dünya bunun doğum sancılarını yaşıyor.

Aslında her gün haberlerde izlediğimiz olayların arkasında bilinmesi, incelenmesi gereken tarihi, ekonomik, jeopolitik anlamlar var.

Ukrayna sorunu derken, Güney Pasifik, Afrika, Balkanlar, Ermenistan-Azerbaycan, Irak, Suriye’deki son gelişmeler…

Yarın nasıl bir güne uyanacağımızı bilemiyoruz,” demiştik ve derken neler oldu yine neler!

Genel kanaat sorunun artık dünyadaki mevcut düzenin sürdürülemez bir boyutta olmasından kaynaklandığı yönünde.

Yeni, adil, barış içinde yaşanılan bir dünyaya gereksinim var.”

...

Evet, bu rezerv para konusu çok önemli,” diye yazmıştım.

***

Serkan, son İstanbul gidişinde duyduğu, bir yakınının başına gelen, duruma uyan bir olayı anlatmıştı.

Matrak bir hikaye.

Ben onu öyküleştirmiştim, Oggito’da yayımlandı:

https://oggito.com/icerikler/para-pul-olmus-meger/67862

Sıkılmazsanız aşağıdaki kısa öyküyü okuyun.

Korkmayın, fazla uzun değil.

***

Para pul olmuş meğer!

 

“Ulan oğlum, bu kadar da mı salaksın yani, sen artık!”

Çaycı Burhan, Sultanhamam’da Tuhafiyeciler Çarşısı’ndaki çay ocağını oğluna emanet edip, fındığını toplamak için memleketine gidip, dönmüştü.

Döndüğünde karşılaştığı manzarayı görünce de emanet ettiğine edeceğine pişman olmuştu.

Yanında büyük ablasının kocası banka emeklisi Ragıp eniştesi vardı.

“Enişte bu heriften adam olur mu?”

“Sakin ol evladım, delikanlı çocuğa bu kadar yüklenmek doğru değil.”

Burhan, memlekete gitmeden önce toptancısından aldığı çay markası kutularının  neredeyse tamamının olduğu gibi rafta durduğunu görünce deliye dönmüştü..

Bunlar para demekti.

Halbuki normal zamanda böyle miydi?

Çay markalarını çarşı komşusu müşterilerine yüz, yüz elli adet, artık onların tiryakilik derecesine, gelen misafirlerinin çokluğuna göre bazen iki yüz, üç yüz adet peşin verir, içilen çayların, kahvelerin karşılığında markalarını geri toplardı.

Çay, kahve trafiği olağan bir şekilde devam etmiş, karşılığında markalar toplanmış, ama yeni marka alma neredeyse yarı yarıya düşmüştü.

İş başa düştü deyip, yeni demlenmiş çayları iki tepsiye sıralayıp bir eline bir askıyı, diğer eline diğer askıyı aldı. Koltuğunun altına sıkıştırdığı bir marka kutusuyla askıları sallaya sallaya müşterilerinin dükkanlarını, ofislerini dolaşmaya başladı.

Askılarda çay kalmadı. Hepsini dağıttı. Ancak hiç kimse yeni marka almadı.

“Sağol bizim kifayetli markamız var,” dedi çoğu.

Çay ocağına döndükten sonra bir kenara oturup hesap çıkarmaya çalıştı. Oğlu, bir köşeye sinmiş ona bakıyordu.

Aklı karışmıştı. Bu kadar çay sattıysak, bu kadar marka dönmesi lazım… Ama öyle değil.

Eeee!!??

Deli olmak işten değil.

“Ragıp enişte, onca senelik bankacısın bu durumu sen bile açıklayamazsın belki, d’il mi?”

Bu durumu Ragıp enişte bile belki çözemezdi, ama kahve siparişi için gelen tuhafiye toptancısı, fermuarcı Müzeyyen abla imdada yetişti.

“Abla, sen tiryakilerin sultanısın, n’oldu rejime mi başladın, çayı azalttın mı, misafirin mi az geliyor? Niye yeni marka almıyorsun?”

“Yok be çocuğum bende marka var. Bitince tabii alırım. Geçende şu bizim düğmeci Rıza, benden bir ay önce aldığı borcu ödemedi. Kapısına dayandım. Param yok, bana biraz müsade dedi. Evladım, benim de paraya ihtiyacım var, imalatçıya ödemem var, dediysem de ağladı sızladı. Hiç mi paran yok deyince çekmecelerindeki düğmeleri gösterip sana düğme vereyim dedi. Yok, be yavrum ben düğmeci miyim ki, n’apim ben düğmeyi dedim. Abla yemin ederim param yok, şu kadar çay markası var onu vereyim dedi. Devede kulak. Dişimin kovuğuna sığmaz, ama ver ulan o zaman dedim. Senden aldığı markaların hepsini bir torba içinde bana verdi. Hala onları kullanıyorum.”

Tuhaf bir durum. Düğmeci Rıza da marka almıyordu.

Astarcı Zühtü ve iplikçi Hüseyin de...

Tuhafiyeciler Çarşısı’nda anlaşılmaz, tuhaf bir durum vardı.

Peki, ama bunların çay, kahve, oralet siparişleri azalmıyordu da niye yeni marka almıyorlardı.

Üstelik son aldığı markaların kutuları bile açılmamışken çay ocağındaki marka sayısı artmıştı.

Hem işini yapıyor, hem de düşünüyordu. Demlenmiş yeni çayları tepsilere dizdi, Ragıp eniştesini de yanına alıp, iki elinde askıları sallaya sallaya komşuları bir daha dolaşıp bir daha işin aslını faslını anlamaya çıktı.

Telacı Süleyman’ı, kurdeleci Ayşe’yi, çıtçıtçı Eşref’i, çengelli iğneci Niyazi’yi, ponponcu Mustafa’yı tek tek dolaştı.

Meğer düğmeci Rıza, herkese, kimine üç kuruş, kimine beş kuruş borçlanmıştı. Sadece o mu, diğer esnaf ta birbirine borçlanmıştı.

Rıza, Müzeyyen ablaya borcunu Burhan’ın çay markalarıyla ödedikten sonra şeytana uyup, toptancısına koşturup yirmi kutu çay markası almıştı. Alacağını tahsile gelen komşularına çay markalarıyla ödeme yapmaya başlamıştı.

Astarcı, telacı, kurdeleci, çıtçıtçı, çengelli iğneci, ponponcu, düğmeci, fermuarcı, hepsi borcunu çay markası ile ödemeye başlamıştı.

***

Ragıp enişte, hemen kabaca bir hesap çıkardı.

Burhan’a, “Çayın bardağını kaça veriyorsun?” diye sordu.

“En son beş lira oldu.”

“Plastik markaları kaça alıyorsun?”

“En son toptancıdan 100’lük kutusunu 30 liraya aldım.”

“Markanın tanesi 30 kuruşa yani.”

“Evet.”

“Mesela ortada satılacak mal filan olmasa, çay, kahve falan da olmasa yani; 30 kuruşa aldığın bir adet plastik markayı bir bardak çayın fiyatına, 5 liraya satsan 100 markalık bir kutudan 470 lira cebine kalır. D’il mi? Artık kaç kutuluk marka kakalarsan o kadar karın olur.”

“Doğru be enişte! Vay alçak Rıza, vay…Vay cinin önde geleni…”

Ragıp enişte, “Vay ya, evladım şu senin komşu düğmeci Rıza, adeta ABD Dolarına rakip rezerv para yaratmış senin plastik çay markalarıyla,” diyor kahkahalarına hakim olamayarak.

Çaycı Burhan, “Para, ne yazık ki, yalnızca değerlerimizi değil, hayatlarımızı da bir hiçliğe indirebiliyor, bu örnekte göründüğü gibi,” dedi.

 “Enflasyonun müsebbibini bulduk.”

“Öyle enişte, para pul olmuş meğer.”

Şostakoviç’in Anıları


Burak Soyer

Kaynak: https://oggito.com/

 

Rus gazeteci Solomon Volkov’un yazdığı Tanıklık Tutanağı, 20. yüzyılın en büyük bestecilerinden Dmitri Dmitriyeviç Şostakoviç’in, 70 yıllık ömründe, hayatından gelip geçen insanlarla, tanıklık ettiği olaylarla ilgili anlattıklarından oluşan arşivlik bir kitap.

“Bunlar benim kendime ilişkin anılar değil. Başka insanlara ilişkin anılar. Bize ilişkin olanları başkaları yazacak. Doğal olarak da, utanmadan bir sürü yalan savuracaklar ama onların işi bu. Kişi, geçmişi konusunda ya doğruyu anlatmalı ya da ağzını hiç açmamalı. Çok zor bir şeydir anımsamak; bunu da ancak gerçek adına yapmaya değer. Ben, dönüp arkama baktığımda, yıkıntılardan, dağ gibi yığılmış cesetlerden başka bir şey görmüyorum. Ve bu yıkıntıların üzerine, bir de yeni yeni Potyomkin köyleri inşa etmek istemiyorum. Yalnızca doğruyu söylemeye çaba gösterelim bakalım. Zordur bu. Ben pek çok olayın görgü tanığı oldum; önemli olaylardı bunlar üstelik. Kalburüstü pek çok insan tanıdım. Bu kişiler hakkında, ne biliyorsam olduğu gibi söylemeye çaba göstereceğim. Hiçbir şeyi süslemeye, hiçbir şeyi değiştirmeye kalkmayacağım; dört açacağım gözümü. Bir görgü tanığının tanıklığı olacak bu.” 20. yüzyılın en büyük bestecileri arasında kabul edilen Dmitri Dmitriyeviç Şostakoviç, bunları söylüyor açık yüreklilikle Rus gazeteci Solomon Volkov’un yazdığı, Say Yayınları’ndan M. Halim Spatar çevirisiyle yayımlanan Tanıklık Tutanağı kitabında. Ve söylediği gibi “başka insanlara ilişkin anılar” anlatıyor Şostakoviç, “hiçbir şeyi değiştirmeye kalkmadan” ve “gözünü dört açarak.” Kitap da, onun çocukluğundan başlayarak mutsuz bir ihtiyar olarak öldüğü zamana dek hayatından gelip geçmiş önemli isimlerle ilgili anılarından oluşuyor. Bunları tüm içtenliğiyle anlatan ve yorumlayan Şostakoviç, kendisiyle ve içinde yaşadığı toplumla hesaplaşma riskini de göze alıyor.

25 Eylül 1906’da başlayan ve 9 Ağustos 1975’e dek süren hayatında gördükleri var bu kitapta ünlü bestecinin. İnandığı değerler uğruna ona tüm oklarıyla saldıranlar, yüzüne gülüp arkasından gammazlayanlar. Diğer taraftan da kendisi gibi ömrünü kendi değerlerine adayıp açlıktan sürünen, kıymeti bilinmeyi geçtim, adı sanı duyulmamış sanatçılar. Ama hiçbirini es geçmiyor Şostakoviç. Üzerinde bir etki yaratan, eserlerini değerli bulduğu ya da bulmayıp eleştirdiği, ilk başta kendine yalan söyleyen herkese hak ettiği mesafede yaklaşıyor. Hayatına dokunan tüm bu insanların yarattıklarına bir sanatçının gözüyle bakarken, onların yaşadığı hayata da bir insan ruhuyla bakıyor. İçinde bulunduğu sanat ortamının parıltılı ışıklarının altındaki sahteciliği açıkça gün yüzüne çıkarıyor. Perde ardında kalanların hakkını, eserlerini dört bir yandan inceleyerek veriyor. Toplumunun geçirdiği sürecin dönüşümlerini, onun tam içinden gelen bir sanatçı olarak ele alıyor ve bu dönüşümü sadece anlatı olarak bırakmıyor. Kendi düşüncelerini de ekliyor. İnsanı, insanın yarattığını, toplumu görmüş geçirmiş, yaşamış biri olarak Şostakoviç’in anlattıklarını buraya sığdırmak imkânsız ve ağzından çıkan her şey önemli olduğu için pek çok şeyi atlayıp göz ardı etme tehlikesi var. Bu yüzden böyle bir genel değerlendirme yapıp kitabı toparlamaya geçmek, kalanını okurun merakına bırakmak en iyisi.

“Belleksiz insan bir cesettir,” diyor Solomon Volkov kitabın önsözünde ve ekliyor: “O canlı cesetlerini yalnızca resmen tasdik edilmiş olayları –tasdik edildiği haliyle- anımsayan niceleri gözümün önünden geçti.” Kendini yalnızca müziğiyle “çıplak” olarak ifade edebilen Şostakoviç, belki onu karşılamak için ellerini sıvazlayan ölüme giderken arkada kapalı kalmış bir şey bırakmamak, belki de içinde bulunduğu yavan ortamdan gerçekten bıktığı için, içindeki “gerçekleri” anlatma gereği duymuştur, bilemeyiz. Ancak anıklık Tutanağı'nın sanatçıyla insanın, insanla sanatçının nasıl birbiri içine girdiğinin ve ikisi arasındaki çıkmazların kapışmasının somut bir örneği olduğunu söyleyebiliriz.