Moskova

Moskova

30 Ekim 2019 Çarşamba

Bir Andrei Tarkovsky röportajı: “Filmlerim ifade biçimi değil, bir duadır”



Çeviren: Ali Hasar



Andrei Tarkovsky ile 28 Nisan 1986’da, Paris’teki hasta yatağında gerçekleştirilmiş bir röportaj:


İnsanlığın sizi hayal kırıklığına uğrattığını düşünüyor, filmlerinizi izlediğimizde onların bir parçası olmaktan utanıyoruz. Bu karanlık kuyunun dibinde bir ışık var mı hâlâ?

İyimserliği veya kötümserliği tartışmayalım. Bunlar anlamsız. İyimser olan insanlar politik ya da ideolojik amaçlar uğruna iyilik yapıyor. Düşündüklerini söylemiyorlar. Bir Rus atasözü şöyle der: “Bir kötümser, oldukça bilinçli bir iyimserdir.” İyimserin düşüncesi ideolojik olarak zararlı, yapmacık ve bütün bir samimiyetten yoksundur. Buna karşılık, umut insanın gerçekliği. İnsan olmak büyük bir nimet. İnsan, umutla doğuyor, gerçeklik karşısında umudunu yitirmiyor, çünkü onun akıldışı olduğunu biliyor. Bütün mantığa karşı kendinde yoğunlaşıyor. Tertullian, “Saçma olduğu için inanıyorum” derken haklıydı. Umudumuz, günümüz kirlenmiş toplumlarına karşı güçlü olmalı. Çünkü; kötülük, her iyilik gibi, umudunu koruyan inançlı bir insanda duyguları harekete geçirir.

Hayatınızda sizi en çok etkileyen rüyalar hangileriydi? Saplantılarınız var mı?

Rüyalarımdaki çoğu şeyi biliyorum. Onlar benim için çok önemli. Ama açıklamayı 
sevmiyorum. Rüyalarım iki kısımdan oluşuyor. Birincisi; gaybdan, başka âlemden gelen peygambervâri rüyalar. İkincisi; gerçeklikle ilişkilerimden gelen anlamsız rüyalar. Peygambervâri rüyalar, uykuya daldığımda geliyor. Ruhum, yeryüzünden ayrılıp dağların zirvelerine doğru çıkıyor. İnsan, yeryüzünden ayrıldığında, yavaşça uyanmaya başlar. Uyandığında ruhu hâlâ temiz, gördükleriyse hâlâ anlamlıdır. Bunlar, bizi derinden özgürleştiren rüyalardır. Ama bu rüyalar çok hızlı bir şekilde yeryüzü görüntüleriyle karıştığı için, tekrardan hatırlanması oldukça zor. Derinlikleri, çizgisel; zamanları içe doğru, sarmal. Emin olduğum bir diğer nokta, zaman ve mekânın sadece onların maddi somutlaşmasında var olması. Zaman, nesnel değil.

Neden Solaris’i sevmiyorsunuz? Acı verici olmadığı için mi sadece?

Solaris’in alt-metnindeki bilinç kavramının oldukça iyi yedirildiğini düşünüyorum. Filmde aşırı derece bilimsel terimlerin olduğu doğru. Uzay istasyonları, uydular, bunlar beni ciddi bir şekilde rahatsız ediyor. Modern ve teknolojik hileler bana göre insanın yanlış düşüncesinin bir göstergesi. Modern insan; seküler gelişimiyle, gerçekliğin çıkarcı tarafıyla çok meşgul. Sadece beslenmeyi bilen yırtıcı bir hayvan gibi…İnsanın âleme ilgisi kayboldu. Şimdilik bir toprak solucanı gibi büyüyor: toprak yutuyor, sonra arkasında pek çok küçük pislik bırakıyor. Bir gün hepsini yediği için toprak kaybolursa, buna şaşırmayalım. Bizi hakikatten uzaklaştırıyorsa evrenin derinliklerine gitmenin pek de anlamı yok.

Çivisi çıkmış bu çağda, siz kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz?

Bir ayağı birinci geminin güvertesinde, diğer ayağı ikinci geminin güvertesinde olan bir insan olarak… Gemilerden biri dümdüz gidiyor, diğeriyse sağa doğru sapıyor. Yavaş yavaş suya düştüğümü fark ediyorum. İnsanlığın geldiği nokta bu. Eğer suya düşmek üzere olduğunu fark etmezse, onu oldukça karanlık bir gelecek bekliyor. Ama eminim ki er ya da geç bilinçlenecek. Uykusunda kanaması hiç dinmiyor insanın, uyumadan önce de yara bere içinde kalıyor. Sanat, insanın manevi bir varlığını, sonsuz ve kudretli İlah’ın bir parçası olduğunu ve de sonunda tekrar O’na döneceğini hatırlatmak için var. İnsan, bu sorularla ilgilenir, kendine bu soruları sorarsa, manevi olarak zaten kurtulmuştur. Cevabın hiçbir önemi yok. Biliyorum ki bu andan itibaren artık eskisi gibi yaşamayacaktır.

Filmlerinizi beğenenler, Spielberg’in filmlerini de beğeniyorlar. Spielberg’in filmlerini izlediniz mi? Ne düşünüyorsunuz?

Bu soruyu sorarak, söylediklerimi hiç dikkate almadığınızı gösteriyorsunuz. Spielberg, Tarkovski… Bunlar sizin için birbirine benzeyebilir, ama yanılıyorsunuz! İki türlü yönetmen vardır: Sinemayı bir sanat görüp kişisel sorular soran; onu bir acı, armağan, zorunluluk olarak kabul eden yönetmen! Diğeriyse, sinemayı para kazanma aracı olarak gören yönetmen! Bu ticari sinemadır. E.T. mesela. İnsanları memnun etmek, eğlendirmek için çekilmiş bir filmdir. Spielberg amacına ulaştı, yeteri kadar para kazandı. Bu benim hiç tenezzül bile etmediğim bir amaç. Bana göre tüm bunlar özgünlükten yoksun olmak demek. Örnek vereyim, Moskova’da turistler dâhil 10 milyon kişi yaşıyor ve sadece üç adet klasik müzik konser salonu var. Çaykovski Salonu, Konservatuarın büyük ve küçük salonu. Küçük yerler ama herkesi memnun edebiliyor. Şimdiye kadar, kimse kalkıp da bana Sovyetler Birliği’nde müziğin hiçbir rol oynamadığını söylemedi. Bu manevi, kutsal sanatın varlığı bile yeterli. Bana göre, kitlelere yönelik sanat anlamsız. Sanat, asil ve manevi olandır.

Yine de Sovyetler Birliği’ndeyken tanınıyordunuz. Filmlerinizi izlemek isteyenler, gişe önlerinde kavga ediyordu…

Birincisi, Sovyetler Birliği’nde film çekmesi yasaklanmış bir yönetmen olarak tanınıyordum. İkincisi, benim için olduğu kadar seyircilerim için de önemli olan ruhun derinliklerinden gelenleri çekmeye çalışıyorum. Üçüncüsü, filmlerim bir ifade biçimi değil, bir duadır. Film çektiğimde bu benim için bir düğün gecesi gibi oluyor. Bir resmin önüne yanan bir mum ya da çiçek koyduğum zaman, seyircim onunla bütün samimiyetiyle konuşur, hâl dilini anlar. Çok basit, kötü ya da zeki bir biçimde ortaya bir dil koymam, çünkü düşüncelerdeki tiranlık diyalogu bozar. Ayrıca, şuana kadar zamana yayıldım. İnsanlar bir benzerini yapmayıp doğal bir dille konuştuğumu, onları aptal yerine koymadığımı anladıklarında çektiğim filmlerle ilgilenmeye başladılar.

Soljenitsin, Batı’nın felakette olduğunu, hakikatin sadece Doğu’dan gelebileceğini söyler. Katılıyor musunuz?

Bu tip şeylerin benim açımdan bir önemi yok. Bir Ortodoks olarak Rusya’yı benim manevi vatanım olarak görüyorum. Bir daha orayı göremeyecek olsam da bunu reddedemem. Kimi, hakikatin Doğu’dan, kimi Batı’dan geldiğini söylüyor. Ama ne var ki tarih bizleri şaşırtabiliyor. Sovyetler Birliği’nde dini ve manevi bir uyanışa tanıklık ediyoruz artık. Bu göz ardı edilebilecek bir şey değil.

Ölümün ötesinde ne görüyorsunuz?

İnsan ruhunun ölümsüz olduğuna inanıyorum. Ölüm, ölüm değil. O yeniden bir doğuş. Bir tırtıl nasıl bir kozaya dönüşüyorsa, ölümden sonra da bir hayat var ve bu, insanda korku verici şekilde kendini gösteriyor. Telefonun fişini prizden çekmek kadar basit aslında. İstediğimiz gibi yaşayabiliriz. Tanrı’nın bizim yaptıklarımıza hiç ama hiç ihtiyacı yok.

Kendinizi insanlığa neden borçlu hissediyorsunuz?

Bu ilk başta Tanrı’ya, sonraysa insanlığa karşı bir hizmetim. Sanatçı, insanlardaki düşünceleri toplayıp bir noktada yoğunlaşır. Sanatçı, insanların sesidir. Gerisi, sadece iş ve tutsaklıktır. Benim etik ve estetik duruşum bu bilinçle şekilleniyor.

Ölmeden önce insanlara söylemek istediğiniz son şey nedir?

Söylemek istediklerimi filmlerimde söyledim. Ben, beni inşa etmeyen insanların kürsüsüne çıkamam.

Mühürlenmiş Zaman kitabınızda “Baksanıza, bu benim! Nasıl da acı çekiyorum! Nasıl da seviyorum! Beni! Ben! Benim…!” şeklinde ifadeler kullanıyorsunuz. Ünlü bir sanatçı olarak bu ego sorununu nasıl çözdünüz?

Henüz çözmüş değilim, ama Doğu kültürünün gizemini ve etkisini sürekli üzerimde hissettim. Doğu insanı, birbirini yardımlaşmaya davet eder. Halbuki Batı’da insanların yaptığı; gösterişte bulunmak, kendini belli etmek. Bu bana sahte, yapmacık geliyor; ayrıca hem manevi hem de insancıl değil. Bundan dolayı gittikçe Doğu’ya kayıyorum.

Hoffman’ın hayatını çekmekten neden vazgeçtiniz?

Vazgeçmedim, daha sonraya ertelemiştim. Kurban’ı çekmek daha önemliydi. Hoffman’ın hayatı romantik bir film olarak çekilmişti. Romantizm, tipik olarak batı yaşantısına ait. Bu bir hastalık. İnsan yaşlandığında gençliğini dünyayı romantiklerin gördüğü gibi görüyor. Romantik dönem manevi olarak zengindi, ama dinamizmini olması gerektiği gibi kullanamadı. Romantikler, nesneleri güzelleştirir. Romantizm, kendime yetmediğim zaman yaptığım şeyin aynısı yapıyor: kendim, kendimi keşfediyorum, yeni bir dünya kurmuyorum, onu keşfediyorum.

Neden “Başlangıçta söz vardı…” ?

Söze karşı her birimiz suçluyuz. Söz, hakikatli olduğunda güçlü bir etki bırakıyor. Günümüzdeyse düşünceleri gizlemek için kullanılıyor. Afrika’da yalanı bilmeyen bir kabile bulmuşlar. Beyazlar, onlara yalanı anlatmaya çalışmış ama anlamamışlar. Böylesine yaratılışların mükemmelliğini görmeye çalışın, o zaman başlangıçta neden sözün olduğunu anlayacaksınız. Sözle onun manası arasındaki mesafe artık büyüyor. Çok ilginç, değil mi? Bir bilmece gibi!

Dünyanın sonunu mu yoksa bir dünyanın sonunu mu yaşıyoruz?

Nükleer savaş mı çıktı? Bu, şeytanın kendi zaferi olamaz, olsa olsa kibritle oynayıp evi yakan bir çocuk olabilir! Ama onu yakma delisi olduğu için suçlayamayız. İnsan, kendi bombalarını patlatmaya henüz hazır değil, ölmeye de.Tarihten öğreneceği daha çok şey var. Öğrendiğimiz bir şey varsa, o da tarihin bize asla bir şey öğretmediği. Oldukça kötümser bir sonuç belki bu, insan hatalarını sürekli yineliyor. Ürkütücü… Yine bir bilmece! Tarihin, en sonunda bir üst mertebeye çıkabilmesi için bize çok önemli bir manevi zemin sağlaması gerektiğini düşünüyorum. Bundan da önemlisi, bilgiye doğrudan ulaşmak için bir bilgi özgürlüğü. Tek yol bu. Zira, saf bilgi özgürlüğün başlangıcıdır.

29 Ekim 2019 Salı

Zararlı eski arkadaşlara veda zamanı mı?



M.Hakkı Yazıcı
Kaynak: http://www.turkrus.com/

İki üç hafta önce Türkiye ve Rusya gündemine düşen sigara yasaklarıyla ilgili haberleri bizim işyerinde konuşmaya hala devam ediyoruz.
Yulia, Serkan’ın damarına basmak için: 
“Vah canım, yazık sana! Demek sizin memlekette artık kendi arabanın içinde bile sigara içmek yasak öyle mi?” diye takıldı.
Serkan’ın kızdığı kaşlarının çatılmasından hemen anlaşılıyordu. Yulia, bunu hissettiği için inadına konuşmaya devam ediyordu; ama Serkan, onun söylediklerine aldırmadan bana döndü:
“Tamam abi, sigara çok zararlı, ölümcül birşey anladık da kendi özel arabasında içen insanlara da ceza kesmek ne demek? Özel araba eşittir özel alan. D’il mi yani? Kime ne yahu?” diye isyan etti.
Ben de Serkan’a hayret ettim. Politikaymış, hak ve özgürlüklermiş,  falan gibi konularla pek ilgilenmeyen sevgili iş arkadaşım birden “özel alan”dan bahsetmeye başlamıştı.
Boynumu büktüm, “Bilmem, düşünmek lazım,” dedim.
Hayatında dudağına hiç sigara değdirmemiş birisi olarak, senelerce,  gençliğinde, öğrenciliğinde kamusal alanlarda, duman altı kantinlerde, kahvehanelerde o pis havayı solumak zorunda kalmıştım. Ha, bir de askerdeyken sigara içmediğim halde “mıntıka temizliği”nde bize yerdeki sigara izmaritlerini toplatmışlardı, çok zoruma gitmişti.
Araçların içinde yalnızca sürücülerin değil, yolcuların da sigara içmesinin yasaklanacağının açıklanması ve sonrasında özel aracında sigara içen sürücülere yönelik kesilen cezalar Türkiye’de gerçekten büyük tartışma yaratmıştı.
Aslında bu gelişmelere seviniyordum, ancak şimdi bunu söylesem siniri tepesinde olan Serkan’ı daha da kızdırabilirdim.
Serkan, konuyu uzattıkça uzatıyordu:
“Hukukçulara bir sorum var, özel aracında bir insanın tek başınayken, sigara içmesini yasaklamanın kanuni dayanağı nedir? Aradım aradım bulamadım da ben?”
Yulia, o anlattıkça keyifle kıkır kıkır gülüyordu.
“Abi, adamın biri oturmuş şoför mahallinde, elinde 30-40 cm uzunluğunda 2 tane plastik boru, boruları arabanın camından dışarı çıkarmış, birinin ucuna da sigara takmış, borunun birinden bir nefes çekiyor, diğer borudan dumanı araç dışına tahliye ediyor. Kendince arabada sigara yasağına karşı önlem almış. Türk insanı bazen mizahta sınırları zorluyor vallahi.”
***
Bir iki gün sonra Rusya’da basında yer alan ve tüm dünya basınına yansıyan “balkonda sigara yasağı” haberleri çıkınca dalga geçme sırası Serkan’a geldi, bu seferde Yulia’nın suratı asıldı.
“Vah vah Yulia’cık! Demek artık balkonda da sigara içemeyeceksin.”
Ancak daha sonra bir düzeltme yapıldı, “balkonda sigara yasağı” haberleriyle ilgili resmi bir açıklama geldi. Olağanüstü Haller Bakanlığı, yeni yasal düzenlemenin bakonda sigara içmeyi yasaklamadığını, ancak "yangın tehlikesi yaratacak durumlardan kaçınılması gerektiğini" duyurdu.
İgor da Serkan ile Yulia’nın birbirini kızdırma yarışına dahil oldu. Çok severdi bu tür konularda araya girmeyi. Yulia’ya :
“Sağlıklı olayım diye goji berry’lerin, nefes kurslarının, pilates kasetlerinin, çörekotu özlerinin peşinde koşup duruyorsun, ama elinde sigara! Sence bir çelişki yok mu?” diye sordu.
Ben de dayanamadım, “Arkadaş aklınızdan zorunuz mu var sizin? İçmeyin şu zıkkımı! İçmeyin dedim! Bitti!” diye ortaya konuştum.
Hayatının hiçbir evresinde sigara içmemiş biri olarak onların durumunu anlamam mümkün değil tabii ki, ama dileğim sigara alışkanlığının tümüyle sona ermesi.
Ama yasaklara gerek olmadan. Zira yasaklar bana hiç sempatik gelmiyor.
Aslında bunlar beni çok ilgilendiren konular değil, ama değişim şaşırtıyor.
Eskiden Moskova’da restoran girişlerinde “Sigara içiyor musunuz yoksa içmiyor musunuz?” diye sorarlardı:
“Курящие или некурящие?” ( Kuryaşiye ili nikuryaşiye?)
Diyelim ki “İçmiyorum,” diye cevap veriyordunuz, sizi alıp bir masaya götürüp oturtuyorlardı. Biraz kendinize gelip etrafınıza baktığınızda bir metre yanınızdaki masa oturan birilerinin sigara içtiğini görüyordunuz. Efendim orası sigara içenlerin bölgesiymiş…
N’oldu, yani şimdi!?” diye söyleniyordunuz.
Böyle bir zaman geçti; kurallar daha katılaştı, kapalı yerlerde sigara içmek tümüyle imkansız hale geldi.
Rusya'da sigara yasağı Avrupa ülkelerinden, bu arada Türkiye'den geç uygulamaya konulmuştu. Ancak 2013 yılında başlayan toplu yerlerde sigara içme yasağı aşama aşama yaygınlaştı.
Bazen işyerlerinin önünden geçerken kapının önünde soğuk havada sigara içen kızları görüyorum, üzülüyorum.
Rusya, bazı konularda çok geriden gelip, öne geçiyor.
1. Petro, 1710 yılında halkının Avrupalılara benzemesi için içki, sigara, kahve içmelerini önermiş.
Nerden nereye...
En taze haberse Rusya'da küçük yaşta sigara içen çocukların ebeveynlerine ceza verilmesini öngören yeni bir yasa tasarısı.  

Bu kötü alışkanlık tam dört asır önce başlamış. Kolomb, 1492'de Amerika kıtasına ayak bastıktan sonra keşif için Küba'nın iç kısımlarına gönderdiği mürettebatı ilk defa tütün içen insanlarla karşılaşmış. Amerika kıtasının keşfinden sonra tütün birçok yeni ürünle birlikte pek matahmış gibi “yeni dünya”dan “eski dünya”ya yayılmış.
***
Bu kadar sigara muhabbeti yaptıktan sonra Serkan, geçen ay İstanbul’a bir fuar için gittiğinde yaşadığı olayı anlatmaya başladı:
İstanbul’da fuar dönüşünde,  hiç ummadığım bir anda çok eski bir arkadaşıma rastladım.
Arkadaşım dedim, ama onu arkadaştan saymak doğru muydu bilmiyorum. Zira okul yıllarından tanıyordum, ama öyle pek fazla yakınlığımız olmamıştı. Ayrıca iyi de ayrılmamıştık. Tuhaf bir sebepten kavga etmiştik.
Bazen oluyor böyle şeyler, sudan bir bahaneyle birileriyle kapışıyorsun. Bir laf, arkasından bir küfür, bir yumruk… Peki, ya sebep? Ortada ciddi bir şey yok.
Ortaokulda yatılıydım; top oynamış, yorulmuş, lök gibi terlemiştim. Hatırladığım kadarıyla da bizim takım yenilmişti. Bahçedeki musluğun altında olabildiği kadar elimi, yüzümü, vücudumu yıkadım; yatakhaneye geldim. Niyetim ranzama kendimi atıp, iyi bir uyku çekmekti. Ayrıca ertesi gün bir sınavım vardı ve dinlenmeliydim.
Daha başımı yastığa yeni koymuştum ki koridorda bir gürültü.
Gürültünün sebebi bizim odanın yanında kalan bir çocuk.
Aynı sınıftan değildik. Adını bile bilmiyordum, fazla samimiyetimiz yoktu.
Muhtemelen ertesi gün sınavdan sonra bizim sınıfla yapacakları maça hazırlanmak için zulaladığı bir futbol topuna vurup duruyor, duvarla paslaşıyordu.
Gürültü neyse de ortalık toz duman içinde kalmıştı.
Dayanamadım, uyardım.
“Oynama,” dedim. “Biz burada oynuyor muyuz? Bak ben de dışarda oynadım geldim.”
Özür dileyeceğine saldırgan bir tavırla “Konuşma lan!” dedi.
“Ne diyorsun lan sen?!” deyince de yumruklarını sıkıp üstüme yürüdü.
Çok kızmıştım.
Beni fena halde tahrik etmişti; sinirim tepeme çıkmıştı. Çenesi budur deyip yumruğumu salladım; gırtlağına gelmiş, iki büklüm olup tekli bir yatağın üstüne serildi.
Nefesi normale dönünce, daha dersini almamış olacak ki, oturduğu yerden hakaretler yağdırmaya devam etti.
Ayağa kalkmadığı için vuramıyordum,  ama o konuşuyor da konuşuyordu.
“Ayağa kalk,” diyorum, kalkmıyor.
Vuramıyordum, zira benim dövüş ahlakıma göre yatana vurmak doğru değildi.
“Kalk!” diye üsteledim kalkmadı. Güya kavga etmek istemiyormuş. Öyle dedi.
Bir ara çok berbat bir laf daha edince dayanamayıp şamarı yapıştırdım.
Meğer canı onu çekermiş. Birden sesi soluğu kesildi, kuyruğunu kıstırıp yatakhaneyi terk etti.
Ertesi gün sınıf maçında karşılaştık. Hiç yüzüme bakmadı. Maç boyunca da benim oynadığım alana hiç girmedi. Karşı karşıya gelmeden maç bitti.
Böylesi de daha iyi oldu galiba; yoksa bir punduna getirip geçemeyen hırsımla sakatlayacaktım.
Daha sonra okulda pek karşılaşmadık. Karşılaştıysak da hep uzaktan uzaktan geçti. Birbirimizi görmezden geldik.
O mezun oldu, ben mezun oldum. Seneler geçti, sonrasında da hiç karşılaşmadık, birbirimizi hiç görmedik.
İşin tuhaf tarafı adını bile öğrenmemiştim. Bendeki de ne meraksızlık değil mi? İnsan onu tanıyan bir başka arkadaşına sorar en azından.
Neyse, İstanbul’da fuar çıkışında otele gidiyordum. Banliyö trenine bindim. Vagonlar hıncahınç doluydu. Bu saatlerde hep öyle olurdu. Üstüne üstlük o gün hava çok sıcaktı. Vagonun içindeki herkes bayılma derecesinde bunalmıştı.
Herifin biri kalabalığı yara yara kapıdan kendini içeri atar atmaz cebinden çıkardığı purosunu yaktı.
Bilen bilir, berbat kokar. İğrenç kokusu yetmezmiş gibi ortalığı duman bastı.
Yaşlı bir adam “sigara içilmez” levhasını işaret ederek:
“Evladım, burada sigara içmen doğru değil,” dedi.
“Babalık, bu sigara değil, puro,” diyerek sırıttı, sonra da adamcağızı iyice azarladı.
Hakaret dolu sözlerini “İşine bak moruk,” diye noktaladı.
Öyle ya adama neydi, o kendi işine bakmalı, üstüne vazife olmayan işlere burnunu sokmamalıydı.
Birkaç kişi daha uyaracak oldu, ama herif kabadayılık edip onları da susturdu.
Rica filan kar etmedi. Arsızın önde gideniydi.
Kokudan ve dumandan rahatsız olanlar, birbirlerini itekleyerek adamdan uzağa gitmeye çalıştılar.
Vagondaki manzara aynen şöyleydi: Herif bir tarafta tek başına ve epeyce bir alanı dumana boğmuş olarak keyifle purosunu tüttürürken, diğerleri üst üste yığılmış, boğulacak durumdaydı.
Hiç umurunda değildi.
Derken o kalabalığın içinden gençten, iriyarı biri dayanamayıp, gür sesiyle “Söndür ulan sigaranı, zübük!” diye bağırıverince bizim herif, anında purosunu yere atıp, ayağıyla söndürdü, "Şöyle söylesenize abi ya," dedi.
Bu defa herkes gülüşmeye başladı. Herifin durumu çok komikti.
Adama daha dikkatli baktım.
Aaaa! Bu, oydu.
Hiç değişmemiş diyeceğim, ama yaşlanmıştı haliyle. Ben de öyle değil miydim sanki?
Saçlarında kırlar vardı. Pis bir bıyık bırakmıştı. Briyantinli saçlarını arkaya doğru tarayıp yapıştırmıştı. Kılık kıyafet, yakıştırdığı renkler… Uğraşsan bu kadar züppe bir tip yaratamazsın.
Kalabalık arasından kendime yol açıp yanına yaklaştım. Omuzuna elimi koydum. İrkilerek arkasını döndü.
“N’aber?” dedim.
Gözlerini kısıp, yüzüme iyice baktı; sonra tanıdı.
“Vay mirim, nasılsın? Kaç sene oldu, hiç görüşemedik,” diyerek sarıldı. Çok sevdiği eski bir arkadaşına rastlamanın coşkusuyla yanaklarımdan öptü. Laf olsun diye söylediği aşikar beylik iltifatı eklemeden edemedi:
“Yahu, hiç değişmemişsin.”
“Sen de,” dedim.

Edebiyatın devleri hayırsız çocuklarını anlatıyor: "Neler çektim..."



Kaynak: http://www.turkrus.com/


Modern toplum, anne-babalarının çocuklarına yaşattıkları travmaları konuşabilme konusunda oldukça mesafe katetti. Peki ya tersi? Anne-babalar, çocukların yarattığı hayal kırıklığına dair kendilerini ne denli rahat ifade edebiliyor? Kommersant gazetesi, sorunun yanıtını Rus edebiyatında aradı. İşte önde gelen yazarlar ve çocuklarına dair dile getirdikleri hayal kırıklıkları.

Lev Tolstoy:

"Yaşı büyük çocuklar kaba oluyor, bu ise benim canımı yakıyor. İlya neyse. Onu lise ve hayat bozdu, ama içindeki yaşam ateşi hala canlı. Ama Sergey'in içinde hiçbir şey yok. Kendine karşı sarsılmaz memnuniyeti, bütün boşluğunu ve aptallığını ilelebet pekiştirdi. Yarabbi, beni ezen ve mahveden bu nefret dolu hayattan kurtar beni! İyi olan tek şey, artık ölmek istiyor olmam. Ölmek böyle yaşamaktan iyidir."

Mihail Saltıkov-Şedrin:

"Mutsuz olacak çocuklarım; kalplerinde hiç şiir yok; renkli hatıra yok, tatlı göz yaşları yok; hiçbir şey yok, sadece soytarılık".

Afanasi Fet:

"Çocuk demek, bela demek, o kadar. "Her insan rezildir, ama burada rezillik İm Werden." derken Gogol haklıydı. (im Werden: yapım aşamasında).

Leonid Andreyev:

"Vadim'in karakteri bana işkence ediyor. İçi altın gibi, ama bu altın pisliğin, bokun, kötü kokulu bir balçığın içinde. Kabalığı, yabani kibri, baron halleri ve hakkı olan en küçük şey hiç aklından çıkmazken yükümlülüklerini sık sık unutması. Ve ona bakınca, her şeyi anlıyorum: hem yıkımımızı, hem Bolşevikleri, hem de Rusya'nın ölümünü. Benim ailemde bile böyleyse, sıradan ailelerde kim bilir nasıldır."

Mihail Prişvin:

"Petya kızlara karşı sinsi entrikalar çeviriyor, kendini Peçorin gibi göstermeye çalışıyor, kalbinin temiz olmamasından çok korkuyorum. O kadar yazık ki! Lyuba ne güzel, ne çirkin, hiçbir şeye kararlı bir ilgisi yok ve eczanede çalışıyor, - Yahudi olsaydı bari, ama safkan Rus!"

Arkadi Strugatski:

"Lenka çocukları da alıp gitti. Nihayet doya doya çalışabileceğiz. Doya doya!"

Sergey Dovlatov:

"Oğlum Kolya masadan Finlandiya ile imzaladığım anlaşmayı almış, kağıtları tuttuğum hasır sepete koymuş ve üstüne işemiş."


Gorbaçov: SSCB'nin dağılmasını önlemek mümkündü



© REUTERS / SERGEI KARPUKHIN

Kaynak: https://tr.sputniknews.com/




Sovyetler Birliği'nin son lideri Mihail Gorbaçov, o dönemde SSCB'yi ayakta tutmanın mümkün olduğunu belirterek, birliğin parçalanmasını önlemek için neler yaptığını anlattı.

Sputnik'in metnine ulaştığı 'Bahiste Neler Var: Küresel Dünyanın Geleceği' adlı yeni kitabına göre Gorbaçov, SSCB'nin dağılmasının yolu bulunduğunu kaydetti.

Gorbaçov, "SSCB bünyesindeki cumhuriyetlerin siyasi egemenliğine, ekonomik bağımsızlığına, birliğin korunmasına giden yolun SSCB'yi yenilemekten, onu cumhuriyetlerin bazı yetkilerini devrettiği demokratik, gerçek ve etkili bir federasyona dönüştürmekten geçtiğine dair derin bir inanç besliyordum" dedi.

Gorbaçov, bu yoldaki belirleyici adımın yeni 'Birlik Anlaşması' olduğunu ancak Ağustos 1991'deki darbenin anlaşmanın imzalanmasını engellediğini söyleyerek, "Ülkenin birliği için son ana dek mücadele ettim. Ancak SSCB'deki en büyük ülke olan Boris Yeltsin liderliğindeki Rusya, bölünme yoluna gitti" diye vurguladı.

Onlarca milyon kişinin bu adımın ağır sonuçlarını çok kısa süre içinde hissettiğini kaydeden Gorbaçov, "Tüm kamuoyu anketlerinde çıkan sonuçlara göre Rusların büyük bölümünün SSCB'nin dağılmasından pişmanlık duyması ve hayatlarındaki en zor dönemin 90'lar olduğunu düşünmesi kimseyi şaşırtmamalı" diye ekledi.

23 Ekim 2019 Çarşamba

Gorbaçov, Soğuk Savaş’ın kazananını açıkladı


VASILY MAXIMOV





Eski SSCB Başkanı Mihail Gorbaçov, Sovyetler Birliği ve Batı ülkeleri arasındaki Soğuk Savaş’ın sona ermesinin her iki tarafın ortak zaferi olduğunu söyledi.  


Mihail Gorbaçov, Alman Welt am Sonntag gazetesine verdiği ve Gorbaçov Vakfı tarafından yayınlanan röportajında “Batılı siyasetçiler, özellikle de Amerikalılar kendilerini bu konuda kazanan olarak ilan ettiler. Bunu her yerde yaydılar. Medya da bu konuda onlara yardımcı oldu” ifadelerini kullandı.

Gorbaçov, Batı ülkeleri liderlerinin bu durumun Rusya’da nasıl algılanacağını ve bunun gelecekteki ilişkileri nasıl etkileyeceğini dikkate almadıkları gibi, yaptıkları her şeyin kendilerine reva görüleceği şeklinde hareket ettiklerine vurgu yaptı.

Gorbaçov, Rusya’nın ortaklarının yeni dönemin testinden geçemediğini ve Moskova’yla aralarındaki mevcut anlaşmazlığın başlıca nedeninin de bu olduğunu kaydetti.

Gorbaçov, son zamanlarda Avrupalı bazı siyasetçilerin Rusya’yı tecrit etme çabalarının her iki tarafa da zarar verdiğini ve ortak çıkarlara uygun bir çözümün bulunması gerektiği hakkında daha ciddi düşünmeye başladıklarını kaydetti.

Soğuk Savaş 1946 ile 1980’lerin sonu arasında ABD önderliğindeki Batı Bloku ile Sovyetler Birliği önderliğindeki Doğu Bloku ülkeleri arasında yaşanan küresel jeopolitik, askeri, ekonomik ve ideolojik gerginliktir. SSCB ve ABD liderleri Mihail Gorbaçov ile George W.Bush, Aralık 1989’da Soğuk Savaş’ın sona erdiğini resmen ilan ettiler.



Putin'in bilinmeyenleri







Yoğun programı nedeniyle Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'i sık sık dışarıda görmek mümkün değil. Peki Rus lider, yoğun resmi programının dışında, nadiren de olsa "dışarı çıktığında" ne yapıyor, nereye gitmeyi tercih ediyor?




İşte RBTH'nin derlemesi:

Kendinden önce gelen bazı Sovyet ve Rus liderleri gibi Putin de bir "tiyatro" sever (Rusların tiyatro kelimesini opera ve bale için de kullandığını hatırlatalım.) Bu nedenle başkan yabancı misafirlerini Moskova'da Bolşoy, St. Petersburg'da ise Mariinski tiyatrolarında ağırlamayı tercih ediyor. Operanın yanı sıra Sovremennik, Et Cetera ve MHAT gibi Rusya'nın ünlü tiyatrolarında oyun izlemek Putin'in sevdiği bir diğer boş zaman aktivitesi. Rusya'nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov'un suikaste kurban gittiği akşam Rusya devlet başkanının Malıy Teatr, yani Küçük Tiyatro'da Aleksandr Griboyedov'un "Akıldan Bela" adlı oyununu izlemeyi planladığı hatırlanacaktır.

Putin'in bir tutkusu da müzik. Basına verdiği bir demeçte "Klasik müzik dinlemekten hep keyif aldım. Hem Avrupalı, hem de Rus bestecileri. Bach, Beethoven ve Mozart elbette. Ruslar arasında da Rahmaninov" demişti. Komsomolskaya Pravda gazetesi Putin'in en sevdiği şarkıcının ünlü opera sanatçısı Anna Netrebko olduğunu yazıyor.

Sobesednik gazetesinin aktardığına göre, Putin ayrıca milliyetçi şarkıları ile bilinen "Lyube" adlı grubu, Grigori Leps'i, Sovyet film müziklerini ve Çingene müziğini dinlemeyi çok seviyor.
Putin'i sanat galerilerinde sık görmek mümkün olmasa da büyük sergileri kaçırmadığı iyi biliniyor. Başkan 2017 şubatında Moskova'da Tretyakov Resim Galerisi'nde Roma ve Bizans Başyapıtları sergilerini ziyaret etmişti. Putin'in kaçırmadığı bir diğer sergi 2016'nın sanat olaylarından ressam Valentin Serov'un sergisi olmuştu. Putin'in ziyaretinin ardından halk sergiye hücum etmiş ve sıfırın altındaki sıcaklıklarda saatlerce sıra beklemişti.

Rusya lideri sinemaya da uzak değil. Başkan yılın önemli Rus filmlerini kendisi için düzenlenen özel seanslarda izliyor. Son izlediği film Sovyet uzay istasyonunun kurtarılma öyküsünü işleyen ve yer çekimsiz ortamda çekilen "Salyut-7" filmi.

Putin'in hemen her Rus şehrinde en sevdiği bir restoran var. St. Petersburg'da gemi-restoran "New Island", Moskova'da "Tsarskaya Ohota", "Şinok" ve Alman mutfağından yemekler ve bira sunan "Pivnuşka", Devlet Başkanı'nın misafirlerini götürmeyi sevdiği restoranlardan.


Not: Bu yazı Medya Günlüğü'nde daha önce yayınlanmıştır.

Önce farelerde denenmedi: "Her 4 Rustan biri Perestroyka kurban..."

Kaynak: http://www.turkrus.com/




Sovyet devrinin meşhur fıkralarındandır: Perestroykanın en hararetli günlerinde bir emekçi ihtiyar Kızıl Meydan'dan geçmekte olan Gorbaçov'un önünü kesmiş. "Size bir sorum var" demiş: "Perestroyka bilim adamlarının fikri miydi, yoksa sizin mi?" Gorbaçov göğsünü gururla gerip, "Elbette benin kendi fikrim!" demiş. İhtiyar boynunu bükmüş, "Anlamıştım" demiş, "Bilim adamlarının fikri olsa zaten önce fareler üzerinde denerlerdi!"

Üstünden yıllar geçmesine rağmen SSCB'deki Perestroyka (yeniden yapılanma) döneminin Rus halkının bilincinde açtığı yaralar hala taze. Devlete bağlı VTsİOM tarafından gerçekleştirilen yeni bir anket, her 4 Rusya vatandaşından birinin kendini "Perestroyka kurbanı" olarak gördüğünü ortaya koydu.

Sovyetler Birliği'nin son dönemine bu gözle bakanların oranının en yüksek olduğu yaş dilimi 60 ve üzeri. Bu grupta halkın yüzde 37'si kendini kurban olarak görme eğiliminde. 24-45 yaş arası genç kuşakta ise oran yüzde 8'e kadar düşüyor.

Ankete katılanların büyük bir bölümü Perestroyka'nın Rusya için olumsuz sonuçlar doğurduğu düşüncesini savunuyor. Katılımcıların yüzde 40'ı Perestroyka'nın ülkeyi siyasal kaosa ittiğini söylerken, yüzde 30'u da ekonomik krizi derinleştirdiği yönünde görüş beyan ediyor. Öte yandan, yüzde 37'lik bir bölüm ise Perestroyka yüzünden insanların yarınlara duyduğu güveni kaybettiğini ileri sürüyor.

Ekim ayı başlarında LDPR üyesi Duma milletvekili Boris Çernişov, "Perestroyka kurbanı" şeklinde bir resmi kategori tanımlanmasını ve bu kategorideki insanlara çeşitli teşvikler verilmesini teklif etmişti. Çernişov, ülkenin içinde bulunduğu nüfus darboğazından da Perestroyka dönemini sorumlu tutuyor.

Sovyetler Birliği'nde 1985-1991 yılları arasını niteleyen ve Türkçede "yeniden yapılanma" anlamına gelen "perestroyka" ifadesini ilk kez SSCB lideri Mihail Gorbaçov 1986 yılında Tolyatti'yi ziyareti sırasında telaffuz etmişti.

14 Ekim 2019 Pazartesi

Mayski Günlükleri’nin yazarı Prof. Dr. Gorodetsky: Sovyetler, Hitler’i durdurmasa, Türkiye sonraki hedef olacaktı



Elif Sudagezer




SSCB Londra Büyükelçisi İvan Mihayloviç Mayski’nin günlüklerinden derlenen “Stalin ile Churchill Arasında” kitabının yazarı, tarih profesörü Gabriel Gorodetsky, Sputnik’in sorularını yanıtladı. Gorodetsky “Türkiye’nin 2. Dünya Savaşı’nda doğru kartları oynaması yeterli değildi. Sovyetler, Hitler’i durdurmasa, Türkiye sonraki hedefti" dedi.

Tarih profesörü Gabriel Gorodetsky, İstanbul'da Sputnik'in sorularını yanıtladı.


Tarih profesörü Gabriel Gorodetsky’nin 15 yıllık çalışmaların sonucu, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) Londra Büyükelçisi İvan Mihayloviç Mayski’nin 1932-1943 yılları arasında tuttuğu günlüklerinden derlediği “Stalin ile Churchill Arasında: SSCB Londra Büyükelçisi Mayski’nin Günlükleri (1932-1943)” isimli kitabı, sekizinci dil olan Türkçeye çevrildi. İş Kültür Yayınları’ndan çıkan kitap, Sovyetler Birliği’nde 1930’lu yıllarda ve II. Dünya Savaşı yıllarında görev yapmış bir diplomatın gözünden dünya tarihini değiştiren olayların seyrine ışık tutuyor. Kitabın yazarı Gorodetsky, çocuk yaşlarında, babasının mesleği gereği 1 yılını geçirdiği İstanbul Pera’da Sputnik’in sorularını yanıtladı ve raflarda henüz yerini alan kitabının detaylarını anlattı.


GORODETSKY: ANNE VE BABAM, RUS TOPRAKLARINDA DOĞMUŞ, RUS TARİHİNE İLGİM ORADAN GELİYOR

Rus tarihi çalışmasının, anne ve babasının Rus topraklarında doğmuş olmasından kaynaklı bir ilgiyle başladığını anlatan Prof. Dr. Gorodetsky “Rus tarihine ilgimin büyük olmasının sebebi, ailemin Rusya’da doğması. Annem St Petersburg’da, babam ise Odessa’da doğmuş. Ailemin St. Petersburg’un en ünlü caddesi olan Nevski Caddesi’nde bir kuyumcu dükkanları varmış. Devrimden sonra bütün mallarına el koyulmuş. Annem Danzig Serbest Şehri'ne, babam ise ailesiyle birlikte Paris’e göç etmiş. Babam Paris’e taşındıklarında 5 yaşındaymış. Annem de 10 yaşındaymış. Bense, ailemin geçmişinin bende oluşturduğu merak duygusu sebebiyle, Rus tarihi öğrenmeye başladım” diyor. 



‘PROFESYONEL BİR KLARNETÇİ OLMAYI DÜŞÜNÜRKEN, KENDİMİ RUS TARİH ÇALIŞMALAR İÇİNDE BULDUM’

Gorodetsky  “Rus tarihi öğrenmeye başladığımda, bu alanla profesyonel olarak ilgilenmek gibi bir amacım yoktu. Zira o dönem klarnet çalıyordum ve kariyerime profesyonel bir müzisyen olarak devam etmek çok daha olası bir senaryo gibi gözüküyordu. Neticede Kudüs’te bir müzik akademisinde eğitim almıştım. Daha sonra aklıma siyaset bilimi okumayı koydum. Böylece gazeteci olabilirim diye düşünüyordum. Ancak merak sebebiyle başladığım Rus tarihi beni bırakmadı ve bu benim ana alanım oldu. Sonra Oxford Üniversitesi’ne gittim. Orada ‘Tarih Nedir?’ ve 'Bolşevik Devrimi' kitaplarının yazarı Edward Hallett Carr’ın öğrencisi olma şansına sahip oldum. Böyle tarihçi oldum. Ben de Büyükelçi İvan Mihayloviç Mayski gibi neredeyse dünya vatandaşı gibi hissediyorum. Ailem Rusya’da doğmuş ve farklı yerlere göç etmiş. Bense İsrail’de, İngiltere’de uzun yıllar yaşadım, pek çok ülkede uzun dönem çeşitli çalışmalar için bulundum” diye anlatıyor.

‘BÜYÜKELÇİ MAYSKİ’NİN GÜNLÜKLERİ 20. YÜZYILI ANLAMAK İÇİN GEREKLİ NADİR BELGELERDEN BİRİSİ’

SSCB Londra Büyükelçisi Mayski’nin 1932-1943 yılları arasındaki günlüklerinin, 20. yüzyılı anlamak için önemli belgeler olduğuna işaret eden Gorodetsky “Bu günlükleri eşsiz yapan en önemli noktalardan biri, dönemin şartları sebebiyle insanların kağıda bir not almaktan bile tedirginlik duyması. Öylesi bir dönemde bir büyükelçinin bu denli önemli noktaları kağıda dökmüş olması büyük önem taşıyor. O dönem başka bir siyasetçi veya diplomatın notlarına rastlamak mümkün değil. Mayski, genç yaşlarından beri edebiyata son derece ilgili ve şiirler kaleme almış bir diplomat. Sonunda kendisini Rus devriminin ardından Churchill ve Stalin arasında ve bir diplomatın o dönemde bulunabileceği en önemli başkentte buluyor. Bence Büyükelçi Mayski’nin günlükleri, 20. yüzyılı anlamak için en fazla önem teşkil eden belgelerden birisi. O yüzden kitabın Türkiye’de de basılması çok önemli” diyor. 


‘MAYSKİ, SIRADIŞI BİR DİPLOMATTI, EVRAK İŞİYLE UĞRAŞMAK YERİNE SHAW VE WELLS GİBİ FİGÜRLERLE İLİŞKİLER KURUYORDU’

Mayski’nin dönemi için son derece sıradışı bir diplomat olduğunu söyleyen Gorodetsky “Mayski’nin günlükleri Sovyet dış politikasının nasıl formüle edildiğinin kodlarını barındırıyor. Zira Mayski görevi boyunca yalnızca siyasetçilerle bir arada bulunmuş bir diplomat değil, kültürden edebiyata pek çok alanda önemli sanatçılarla da yakın dostluklar tesis etmiş, medyaya son derece başarılı şekilde nüfuz edebilen bir isim olmuş. Onun günlükleriyle ilgili yaptığım 15 yıllık arşiv araştırmaları, Mayski’nin döneminde eşi benzeri olmayan bir diploması yürüttüğüne işaret ediyor.  O dönemki bir diplomatın bir gazeteciyle birebir konuşması bile skandal olarak addedilirken, Mayski bu kalıpların çok ötesine geçerek, bütün ilişkilerini kişisel temasla geliştirmiş. Bu esnada dönemin Sovyet dışişleri bakanı Vyaçeslav Molotov, Mayski’yi ofisinde oturup, evrak işleriyle ilgilenmesi konusunda telkin ederken Mayski ise diplomasinin nasıl yüzlerce kanaat önderiyle birebir ilişki kurmaktan geçtiğini anlatan bir rapor hazırlamış. Ancak bu esnada Mayski, Yazar George Bernard Shaw, H. G. Wells, dönemin ünlü heykeltraşlarından Jacob Epstein ve sayısız öncü figürle birebir ve sıcak ilişkiler kurmakla uğraşıyormuş. Mayski’nin hem dönemi hem sonrasında en bilinen Sovyet figürlerden birisi olması bu sebeple hiç şaşırtıcı değil. İnce bir ipin üzerinde yürüyen bu diplomat, tarihe önemli katkılarda bulundu” dedi. 

‘İNGİLTERE-SOVYETLER ARASINDAKİ İLİŞKİDE TÜRKİYE’NİN BÜYÜK ÖNEMİ VARDI’

2. Dünya Savaşı döneminde, Mayski, sembol bir diplomat haline geldiğine işaret eden Gorodetsky “İngilizler için Mayski, Nazi Almanyası’na karşı Avrupa’da tek mücadele veren ülke olan Sovyetlerin temsilcisiydi. Mayski o dönem, Londra’da neredeyse Stalin’den bile daha fazla adı geçen bir isim haline gelmişti. Günlükler daha önce 3 cilt haline yayınlanmıştı ama 2015’te Britanya’da bu günlüklerden seçkileri tek cilt olarak yayınladık. O tek cildi, Türk okur için daha ilginç hale getirdim. Zira 2. Dünya Savaşı çalışan tarihçilerin genellikle gözden kaçırdığı, Türkiye ve Balkanlar’ın bu savaş süresince önemiydi. Stalin, Hitler’le olası bir işbirliğine de hazırlık yapıyordu. Bu olası işbirliğinde de Sovyetler açısından Türkiye’nin önemi büyüktü. Mesela, İnönü ve Churchill, Adana yakınındaki Yenice tren istasyonunda buluşmuş ve 30-31 Ocak 1943’te bir vagonda görüşmüşlerdi. Bu görüşmeler doğrudan hiçbir kayda geçmedi. Bu yüzden hiçbir Batı arşivinde yok” diye konuştu. 


‘TÜRKİYE’Yİ KORUYAN DOĞRU KARTLARI OYNAMASI DEĞİL, SOVYETLER’İN NAZİLERİ DURDURMASI OLDU’

Sovyetler Hitler’i durdurmasaydı, sıranın Türkiye’ye geleceğine işaret eden Gorodetsky “Hitler, Sovyetler’e karşı başarısız olmasa sıranın Türkiye’ye gelmesi çok muhtemeldi. Çünkü Türkiye bu savaşa doğrudan dahil olmasa da, o dönemde de olası hedefti. Peki, Türkiye’ye ne yardımcı oldu? Unutulmaması gereken bu. Çünkü Türkiye’ye yardımcı olan yalnızca ülkenin kartları doğru oynaması değil, Hitler’in Sovyetler’e yenilmesiydi. Hitler’in ilerleyişi durdurulmasaydı, Türkiye, Hitler’in düşmanı haline gelecek. Hitler, Türkiye üzerinden Ortadoğu’ya erişmeye çalışacak, Lübnan, İran ve Mısır’a varıp İngiltere’yi oralarda yenecekti. Türkiye’yi, Sovyetler kurtardı” diye ekledi.  

‘CHURCHILL’İN EMPERYAL HIRSLARI BRİTANYA’YI STRATEJİK HATALARA SEVK ETTİ’

İngilizlerin 2. Dünya Savaşı’nda önemli hatalar yaptıklarına değinen Gorodetsky “Churchill, bana göre, 2. Dünya Savaşı’nı yalnızca Nazi saldırganlığını durdurma gerekliliği değil İngiltere’nin Kuzey Afrika ve Balkanlardaki tahakküm kurmasının fırsatı olarak gördüğü için yanıldı. Onun bu hırsı, İngiltere’yi stratejik hatalara sevk etti ve ikinci cephenin açılmasını en az 1 yıl geciktirdi. Eğer bu gecikme olmasaydı, savaş süreci çok farklı olabilirdi. Bu gecikmenin yarattığı en büyük sonuçlardan biri de Batılı devletler ile Sovyetler arasında güvensizlik oldu. Bugün bile onun sonuçlarını görüyoruz” dedi. 

‘2. DÜNYA SAVAŞI’NDAN DERS ALINMALI, DEVLETLER ARASI GÜVEN HAYATİ ÖNEMDE’

İkinci Dünya Savaşı’nda devlet arasındaki güvensizlik ortamının, tarihin akışını değiştirecek kadar büyük etkisi olduğuna değinen Gorodetsky “Bir tarihçi olarak, o dönemden çıkarılabilecek dersler olduğunu inanıyorum. Kültürel farklılıklar ve güvensizlikler, tarihin akışını askeri müdahalelerden çok daha büyük şekilde etkileyebiliyor. Devlet arasında güven oluşması çok önemli. Bu da sağlıklı diyalogdan geçiyor. Çünkü o dönem yaşananların pek çoğu güvensizliğin doğurduğu yanlış anlaşılmaların etkisiyle gerçekleşmiş. Batı’nın o dönem Sovyetler’e duyduğu güvensizlik, Churchill’in Sovyetleri sürekli ‘timsah’ diye nitelendirmesi ve bütün bu tutumlar, bugün değiştirilmesi gereken tutumlar. Ama bunun değişeceğine çok umutlu muyum? Tarihe bakarsak, bu zor gözüküyor. Yine de diyalog hiç bitmemeli” ifadelerini kullandı.

11 Ekim 2019 Cuma

Nobel ödülünün kıyısından dönen 6 Rus yazar


Kaynak: https://tr.sputniknews.com/




Bugüne dek Nobel Edebiyat Ödülü’nü İvan Bunin, Boris Pasternak, Mihail Şolohov, Aleksandr Soljenitsin ve Joseph Brodsky olmak üzere 5 Rus yazar kazandı. Ancak bu saygın ödüle layık görülmüş olması gereken pek çok Rus yazar daha var. Ödülün kıyısından dönen 6 yazar kim?


2018 ve 2019 Nobel Edebiyat Ödülü dün sahiplerini buldu. Bu seneki Nobel Edebiyat Ödülü'nü Avusturyalı yazar Peter Hanke aldı. Polonyalı yazar Olga Tokarczuk da 2018'de ertelenmesi nedeniyle verilemeyen ödülüne kavuştu. Russia Beyond sitesi ödülün kıyısından dönen ünlü Rus yazarları derledi.


Lev Tolstoy (1828-1910)

Nobel Edebiyat Ödülü’nün ilk kez verildiği 1901 yılında, Tolstoy çoktan yaşayan bir efsane olarak görülmekteydi. Ancak ilk Nobel Edebiyat Ödülü, muhtemelen bugün adını bile hatırlamadığımız Fransız şair Sully Prudhomme’a verildi. Nobel komitesi ise, yıllar boyunca 
Savaş ve Barış gibi bir başyapıtın yazarını görmezden geldi.

Komite’nin Tolstoy’un ödüllendirilmesine karşı isteksiz olması, büyük ölçüde yazarı anarşist görüşlere sahip olmakla eleştiren komite üyesi Carl Wirsen’dan kaynaklanıyordu.
​Öyle ki Wirsen, “Tolstoy medeniyetin tüm biçimlerini ayıplayarak, daha ilkel bir yaşam tarzı benimsemeyi savunan ve yüksek kültürün hiçbir kurumundan nasibini almamış biridir” şeklinde açıklamalarda da bulunmuştu.

Bu durum, Tolstoy’un isminin 1906 yılına dek her sene Nobel ödülü adayları arasında anılmasına engel olmadı. Bu tarihten sonra ise yazar, Rusya Bilimler Akademisi’ne başvurarak kendisi yerine diğer adayların desteklenmesini önerdi. Zira Tolstoy’un istediği, yalnızca huzur içinde yaşamaktı.

Yazar, “Ödülü kazanmayarak kendimi büyük bir kötülükten kurtardım, zira bana göre bu tür maddi kazançlar yalnızca bela getirir” açıklamasını yapmıştı.


Maksim Gorki (1868-1936)

Nobel Edebiyat Ödülü, 1933 yılında ilk kez bir Rus yazara verilmişti. Ödülün kazananı İvan Bunin, uzun zaman önce ülkesini terk edip yeni komünist rejimi kınayan bir göçmendi. Bunin’in rakibi ise, Bolşevik devrimini olumlu karşılayan eski dostu Gorki’ydi. Gorki, 1920’li yıllardan 1930’lu yıllara dek beş kez Nobel ödülüne aday gösterilmişti. Bu sebeple de eşit şartlarda yarıştıkları düşünülebilirdi.

​Ancak söz konusu ödülün kime verileceği yönünde alınacak karar, yalnızca edebi değerler kıstas alınarak verilmiyordu. Gorki’ye karşı Bunin’i tercih eden komite, gerçek Rus kültürünün esir olduğunu ve Sovyetler Birliği tarafından yansıtılmadığını açıkça dile getirmekten de çekinmemişti.

Kararı açıklayan komite üyesi şair Marina Tsvatayeva, “Gorki’nin kıyaslanamaz biçimde Bunin’den daha büyük bir yazar olduğu aşikâr. Daha başarılı, daha insancıl, daha özgün, daha diri… Ancak işin içine siyaset girdiği zaman, İsveç Kralı’nın komünist yazar Gorki’ye ödül veremeyeceği de malum” ifadelerini kullanmıştı. Bu ise, yazarın Nobel Edebiyat Ödülü’ne son aday gösterilişi oldu.


Dmitriy Merejkovski (1865-1941)

Günümüzde Gorki ve Tolstoy’dan çok daha az tanınan bir yazar olan Merejkovski, kaleme aldığı dini-felsefi eserlerle hem Avrupa’da büyük yankı uyandırmış hem de Nobel Edebiyat Ödülü’ne ondan fazla kez aday gösterilmişti.

​Ekim Devrimi’nin ardından Bunin gibi Merejkovski de Bolşevikleri sert bir dille eleştirmiş ve ülkeyi terk etmişti. Hatta devrimi, 'Deccal’ın hükümdarlığının Rusya’ya ulaşması' olarak görüyordu. Bu sebeple de Nobel ödülü kazanan adaylarda bulunması gereken özellikleri, en azından siyasi yönden taşıyordu. Ancak her seferinde, kendisinden çok daha zayıf adaylara ödülü kaptırmıştı.


Mark Aldanov (1886-1957)

Nobel Edebiyat Ödülü’ne en çok aday gösterilen yazar, tartışmasız bir şekilde göçmen Rus yazar Mark Aldanov’du. Merejkovski’nin arkadaşı olan Landau doğumlu yazar, tam 13 kez Nobel ödülüne aday gösterilmişti. Esasen kimyacı olan yazar, 1917 yılında Rusya’yı terk ederek Bunin’in kanadı altına girmişti. Göçmen Rus yazarlar arasında oldukça popüler olan Aldanov’un tarihi romanları, yıllar içerisinde İsveç Akademisi’nin de ilgisini çekmişti.

​Ancak yazarın adaylığından 50 sene sonra gizliliği kaldırılan arşivlere göre, komite Aldonov’un çalışmalarının herhangi bir özel yanını görememişti.  Öyle ki alınan karara göre Aldanov, Nobel ödülü kazanmak için yeterli niteliklere sahip değildi ve İvan Bunin’le bir tutulması mümkün değildi. Ölümünden kısa süre önce yazar, edebi mirasının cenazesinden üç hafta sonra unutulacağını öngörmüştü. Yaklaşık olarak dört hafta sonra ise, gerçekten unutulmuştu.


Vladimir Nabokov (1899-1977)

Rusya’da doğan aristokrat yazar Vladimir Nabokov, iki ülkenin dilini de rahatlıkla kullanabildiği için Rus-Amerikan yazar olarak kabul ediliyordu. Dünyaya 17 sanatsal roman bırakan yazar, pek çok ünlü eserinin karşılığında tek bir Nobel ödülü dahi almadı.

1963 yılında Nabokov’un adaylığına mani olan Nobel komitesinin daimi üyesi Anders Österling, “Lolita isimli başarılı ancak edepsiz kitabın yazarının Nobel ödülüne layık görülmesi söz konusu dahi değildir” açıklamasını yapmıştı.

​Her şeye rağmen sonraki yıl Nobel’e aday gösterilen Nabokov, ödülü rakibi Jean-Paul Sartre’ye kaptırmıştı. Ancak yazar, konu Rus yazarlar olduğunda komitenin yalnızca göçmen Bunin ve muhalif Pasternak’ı tanıdığını ifade ederek komitenin siyasi önyargılarından ötürü ödülü kabul etmemişti. Fransız yazarın bu sert çıkışını ciddiye alan komite, 1965 yılında komünist yazar Mihail Şolohov’u Nobel ile ödüllendirmişti. Ancak Nabokov, eli boş kalmaya devam etmişti.


Anna Ahmatova (1889-1966)

İsveç Akademisi, 1965 yılında iki Sovyet yazarı arasında kararsız kalmıştı. Bunlardan birisi yukarıda bahsi geçen Şolohov, diğeri ise yazar Anna Ahmatova’ydı. Ancak komite üyesi Österlin, bu karara yine karşı çıkmış ve şu ifadeleri kullanmıştı: “Anna Ahmatova ve Mihail Şolohov’un adaylığının tek gerekçesi aynı dilde yazmalarıdır, bunu dışında hiçbir ortak noktaları olmadığı aşikâr.”

Gerçekten de yazarlar, yazgıları ve eserleri yönünden birbirlerinden oldukça farklılardı. Şolohov, bir Kazak destanı olan Ve Durgun Akardı Don’u kaleme almış bir Sovyet yandaşıydı; Ahmatova ise duygu dolu şiirler yazan, baskı ve zulme uğrayan bir yazardı. Söz konusu yıl ödülü Şolohov kazanmış olsa da, Österling Ahmatova’nın eserini oldukça beğenmiş ve ileride Nobel ödülünü kazanabileceğini düşündüğünü ifade etmişti. Ancak Ahmatova, sonraki yıl yaşama ve edebiyata veda etmişti.