Moskova

Moskova

19 Ağustos 2017 Cumartesi

Yüzyıllık çocukluk

Puşkin, Gogol, Turgenyev, Dostoyevski, Tolstoy, Çehov ve Nabokov... Yoksa, roman diye onların çocukluklarını mı okuduk?


Elif Türker

Cansev Turan’a

Hani şu, geçenlerde Erzurum’da, karda, leğene oturup kayan dedeleri hatırlıyor musunuz? “Ne yapalım yani, yaşlıyız diye çocukluğumuzu hatırlamayacak mıyız” diye sormuştu içlerinden uzun sakalları en beyaz olanı. Ne haklı bir soru. Çocukluk üzerine düşününce o dedeler geldi gözümün önüne. Onlar gelince de dede diye bildiğim kimi koca koca sakallı, kimi fraklı, kimi manşetleri fırfırlı mintanlı Rus yazarlar geldi. Sahi ya, onlar da çocuk olmuşlardı. Klasikler diye, sakallılar diye çocukluklarından söz etmeyecek miyiz yani? Ya da, roman diye çocukluklarını mı okuduk biz o dedelerin? Biraz uzun olacak. Onun için hemen başlayayım.

En büyük ama en genç dedemden başlamak isterim: Aleksandr Puşkin. 1799’da, sevgisiz bir ailede dünyaya gelmiş Puşkin. Aristokrasiye abartılı bir düşkünlüğü olan ebeveyni, bu kara tombul oğlanı kendilerine pek yakıştıramamış. Üstüne bir de, sessiz ve hantalmış bu oğlancık. Dışarıya nasıl göründüğü her şeyden önemli olan annesinin sinirine dokunan bir evlatmış. Bu gülmez, konuşmaz, sakar ve uyuşuk çocuğun annesinin hayalindeki ise, atak, canlı, cıvıl cıvıl bir oğulmuş. O kadar ki, annesi, “kötü beyazlatılmış zenci çocuğa” benzeyen oğluna tiksinti beslermiş. Babası da anne gibi aristokrasiye yaraşacak bir evlat sahibi olmak istermiş ama çocuğun sorumluluğunu almak istemezmiş. O her zaman meşgul bir babaymış; her zaman çocuklarından daha önemli işleri varmış.

Çocukları eğitmek de anneye düşmüş böyle olunca. Eğitmekten anladığı da, sinirini bozan huyları yüzünden çocuklara işkence etmekmiş. Mesela Aleksandr’ın, avuçlarını sürekli birbirine sürtmesine sinir olduğu için ellerini arkadan bağlayıp bir gün aç kalma cezası vermiş oğluna. Mendilini, cebinden düşürüp durmasına da katlanamadığı için cebine diktirmiş, misafirlerin karşısına çıkarıp oğluyla alay ederek neden bu cezayı aldığını anlattırmış. Aleksandr’ın kız kardeşi Olga da benzer cezalar alırmış. Olga bir gün, “Kendimi asarım da af dilemem” diye ortalığı ayağa kaldırınca, bir telaşla çivi bulup duvara çakmaya çalışmış Aleksandr, kardeşi kendini asabilsin diye.


İşkenceci anne ve umursamaz babaya rağmen Aleksandr’a rahat nefes aldırabilen büyükler de varmış evde neyse ki. Büyükannesi ona kendi çocukluğunu, atalarını anlatırmış tatlı tatlı; torununu sever, onun için endişelenir ve ona çok iyi davranırmış. Kimi zaman da sütninesi kurtarırmış Aleksandr’ı annesinin işkencelerinden. Pek şen tabiatlı olan bu kadıncağız, Puşkin’in dinlemekten asla sıkılmadığı Rus sözleriyle, masallarla şefkat gösterirmiş ona; zaman zaman şımarıklık yapmasına müsaade ederek çocukluğunu yaşama fırsatı verirmiş.

Puşkinler St. Petersburg’dan ayrılıp Moskova’daki Zakharovo malikânesine yerleştiklerinde Aleksandr Puşkin için de, büyükannesinin ve sütninesinin anlattıklarına benzer yeni bir hayat başlamış. Burası bir köymüş ve etrafında, aristokrasinin kasım kasım kasılan tipleri yerine sahici insanlar varmış. Anne babasına görünmeden çamurlara bata çıka yaşıtlarıyla oyunlar oynayabilmekteymiş Aleksandr. Bir gün, “düşman başları” olarak gördüğü otları bir değnekle biçerken saçları karmakarışık bir kadın görmüş. Kadın bir şeyden korkmuş, kaçıyormuş. Puşkinlerin acıyıp tedavi ettirmek için yanlarına aldığı uzak bir akrabaymış bu kadın. Akıl hastasıymış ve doktorlar şok tedavisi uygulamak için kadını yangın hortumuyla ıslatmışlar. Baştan ayağa sırılsıklam olmuş zavallı kadın, Aleksandr’ı görünce korkuyla, “Hey kardeş, beni yangın sanıyorlar” diye bağırmış. Puşkin sakin ve müşfik, “Yanılıyorsun” demiş, “seni yangın değil, çiçek sandıkları için suluyorlar.” Yazar olacak çocuk hayal gücünden belli olur, diyelim mi burada? Aleksandr Puşkin’in tombul yanaklarını sıkalım mı? Gerçi bütün çocuklar yaratıcıdır; onları büyükler sıradanlaştırır, değil mi?

Köye yerleşmeleri Aleksandr’ın bünyesine epey hareket getirmiş. Annesinin tiksindiği uyuşuk çocuk değilmiş artık o. Kimi zaman ateş parçasına dönüşürmüş. Kimi zaman da, hayallere daldığından belki, biraz durgun olurmuş. Büyükannesi torununun geleceği için kaygılanırmış. Ya, dermiş büyükannesi, bu çocuk çok önemli biri olacak ya da yitip gidecek.

Gel zaman git zaman bizim küçük Puşkin büyümüş, lise çağına gelmiş. Zorlu bir sınavdan geçerek Rusya’nın sayılı öğrencilerinden biri olmuş. Okulda da biraz gelgit akıllıymış. Ne zaman sakin davranacağı, ne zaman taşkınlık çıkaracağı belli olmazmış pek. Ne ki, hiçbir öğretmeninin görmezden gelemediği, kimisinin görmezden gelmek için çaba sarf ettiği yeteneği gün yüzüne çıkmış o günlerde. Sonrası malum. Sonrası, küçük Aleksandr büyümüş, büyümüş, büyümüş ve “Aleksandr Puşkin” olmuş.

Puşkin’in şöhreti Rusya’daki edebiyat heveslisi gençlerin hassas kalplerini gümbüdü gümbüdü attırırken o gençlerden biri bir gün Puşkin’in kapısının önünde heyecanla dolanmaktaymış. Kapıyı çalıp Puşkin’le tanışmak istediğini dile getirecek cesareti kendinde bulsa gerisi gelecekmiş de… Bir kadeh bir şeyler içse mi? Cesaret verir belki, ha? Tamam, oldu. Bir cesaret kapıyı çaldığında karşısına çıkan hizmetçi, Puşkin’in uyuduğunu söylemiş. E tabii, demiş genç adam, bütün gece eserleri üzerine çalıştığı için yorgun düşmüş olmalı. Hizmetçi alayla gülmüş, genç adam yanılmışmış. Puşkin bütün gece arkadaşlarıyla oyun oynadığı için sabaha karşı uyumuş meğer. Ne ki, böylesi sıradan bir gerekçeyle tatmin olabilecek biri değilmiş kapıdaki genç adam. Ta çocukluğundan itibaren gerçekle azıcık oynamanın nesi kötü olabilir ki fikrini keşfeden Nikolay Gogol’müş o. Değil mi ki kaderinde “Gogollük” varmış onun. Kötü uçan, iyi yüzen ve hiç yürüyemeyen; donuk tüylü, upuzun sorguçlu, sivri gagalı bir deniz kuşu olan “gürlü kuşu” manasındaki “gogol”ün, ismiyle müsemma olmadığını iddia edebilir misiniz?

Kimi der ki Nikolay Gogol 1 Nisan’da doğdu. Kimi de der ki, hayır efendim, 20 Mart 1809’da dünyaya gelmiştir fakat doğum günlerini hep bir gün önce kutlardı. Hangi gün doğduğunun bir önemi var mı bilemem de, 1 Nisan da Gogol’ün Gogollüğüyle mümkün, 20 Mart’ta doğmasına rağmen 19 Mart’ta doğduğunu kabul etmesi de. İyi ki doğmuş ya, o yeter.

Annesi de öyle dermiş hep. Korkarmış evladına bir şey olacak diye. Üst üste iki kez ölü doğum yapmış. Ne var ki, uğruna bir kilise yaptıracağı küçük oğlu da hastaymış. Hep ağrı sızı içindeymiş. Doktorlar ellerinden geleni yapıyormuş ama ne çare. İş annenin başına düşmüş elbet. Günde yüz kere kontrol edermiş oğlanı; terledi mi, üşüdü mü, üstünü değiştirsem mi… Bu zavallı anne kimi zaman oğlunun öldüğünü düşünür, kederler içinde kıvranır; kimi zaman da onun dünyayı sarsan bir dâhi olduğunu hayal eder kıvanırmış. Nikolaycığından sonra iki yavrusu daha olmuş bu annecağızın ama Nikolay başkaymış. Evdeki herkes de anne gibi düşünür, bütün dünyayı el birliğiyle Nikolay’ın etrafında döndürürlermiş. E çocuk bu tabii; gak dese olur guk dese olursa biraz şımarır, kendini tanrı gibi görür.

Dört- beş yaşındayken akşam vakti bir kedi görmüş. Kedinin bakışlarından ürkmüş ve tuttuğu gibi havuza atmış kediyi. Yerden bulduğu bir değnekle de havuzdan kurtulmaya çalışan kediyi suya itmiş. Kedi nihayet nefessiz kalıp öldüğünde Nikolay yorgunluktan bitap düşmüş bir halde yere çökmüş ve ağlamaya başlamış. Yıllar sonra bir mektubunda bu olaydan bahsederken aynı travmayı tekrar yaşadığını hissettirecek tonda “Bir insanı öldürmüş gibi hissetmiştim” diyecek. Bu olay küçük Nikolay’ın dünyasında atlatamadığı bir travma yaratmış olsa gerek. Bir de burun meselesi var, tabii. O da travmatik bir durum. Nikolay oldubitti burnundan şikâyetçiymiş. O ünlü “Burun” hikâyesindeki “Affedersiniz, siz benim burnumsunuz galiba” sözünü eden adam Gogol’ün ta kendisiydi belki. Nikolay’ı kitapların dünyasına iten bu takıntıları mıydı, bilemem.

Neşeli bir ailede, çok nazlı yetiştirilen bu çocuğun Allah vergisi gözlem yeteneği varmış. Bir yere geziye gidip döndüklerinde Nikolay gözlemlerini çok canlı tasvirler ve zengin kelime hazinesiyle öyle güzel anlatırmış ki dinlemeye doyamazlarmış. Babası da ufacık oyunlar yazarmış. Zengin bir akrabalarının parkta yaptırdığı tiyatro sahnesinde oynanırmış bu oyunlar. Nikolay, babasının cümlelerini başkalarının sahnede canlandırmasını hep büyüleyici bulmuş.

Okul çağına gelince tanışmış kitapların efsunlu dünyasıyla. Okul arkadaşlarıyla bir kütüphane kurmaya karar vermiş. Üstü başı her zaman darmadağınık ve hatta kirli olan Nikolay Gogol’ün kitaplara karşı aşırı bir hassasiyeti varmış. Kütüphanede diğer çocuklar kitapların sayfalarını kıvırmasın diye, okurlarken başlarından ayrılmazmış. Sayfaları çevirirken kirletmesinler diye de kâğıttan bir kılıf taktırırmış parmaklarına. Bu özeni sayesinde okul müdürü, gelen kitapları ilk okuma hakkını Nikolay’a verirmiş.

Nikolay’ın kitaplara bu kadar düşkün olmasını, gerçekle arasının hoş olmamasına bağlıyorum. Çocukluğunda kendini tanrı gibi gördüğünden mi, travmalarından mı bilemem ama Nikolay Gogol, gerçekle oynamayı hep sevmiş, gerçeği olduğu gibi kabullenmekten kaçmış. Sevmediği okul ortamından uzaklaşmak istediğinde, ailesine hasta olduğu yalanını, doktora götürüleceği zaman da, birdenbire iyileşiverdiğini söylermiş. Okulda yaramazlık yapıp dayak yediği bir gün deli taklidi yapmış ve müdürü tedirgin etmiş, üstelik bir daha da ceza almamış. Aslında yalancıktan yaptığı taklit bir süre sonra Nikolay’ı bir hafta kadar etkisi altına almış. İyileşince de herkesle alay ettiğini söylemiş arkadaşlarına. Duygularını böyle uçlarda yaşarmış o hep zaten. Hüzün onda her an neşeye dönüşebilirmiş. Hayatına ya da diğerleriyle ilişkilerine bazen eser miktarda bazen de fazlaca yalan katarak geçirmiş ömrünü. Evet, o, çocukken değil, yetişkin olduğunda da yalancıktan katılmış büyüklerin arasına. Sözgelimi, üniversitede tarih hocası olduğunda, ilk gün öğrencilerini kendine hayran bırakacak kadar güzel anlatmış dersi. Sonraki hafta, sonraki hafta ve daha sonraki hafta da, diş ağrısı çektiği bahanesiyle başına beyaz bir mendil bağlayıp hiç ders anlatmamış. Anlatmazdı tabii ya, üç dersten ikisini kaçırır, zahmet buyurup kürsüye çıkarsa da anlaşılmaz birkaç cümle eder giderdi, diye anlatır Gogol’ü öğrencilerinden İvan Sergeyeviç Turgenyev. O; kibarlığıyla, soyluluğuyla meşhur Turgenyev ki, hoca Gogol’e değil, yazar Gogol’e hayranmış.

 “Oryol’da, malikânemde, öğlen 12’de, 53 cm boyunda oğlum İvan doğdu” yazmış günlüğüne Rus aristokrasisini dize getiren anne Turgenyev. Aristokrasiye, sanata düşkün bir anneymiş. Öyle ki, koca malikânelerinin bahçesindeki binalardan birini tiyatro ve opera gösterimleri için ayırtmış. Çocukların eğitimi ve gelişimi için elinden gelen ne varsa yaparmış. İlerleyen yıllarda oğlunun yazar olmasına da engel olmaya çalışmış örneğin. Onun çok daha saygın bir meslek edinmesini istiyormuş çünkü. Çocuklarının tam bir aristokrat gibi yetişmesini baba da arzularmış. Fakat mesafeli biri olduğundan çok ilgilenmezmiş. Av tutkunuymuş baba. İvan da, babasının gözüne girebilmek için onunla ava çıkar, at binermiş. Oysa İvancık, hayvanları öldürmeye çalışmaktansa yol boyunca rengârenk açan çiçekleri incelemeyi, kuşları seyretmeyi severmiş. Fakat babasının duygulara, kölelere yaraşacak türden duygulara tahammülü yokmuş. Aristokrat kişinin sert ve güçlü bir yapısı olması gerektiğine inanırmış. Zannediyorum ki İvan duygularını bastıramayacağını anlayınca avcılıkta çok iyi olursa babasına yakın olabileceğini düşünmüş. Ölümünün yaklaştığı günlerde bile tıpkı gençliğindeki kadar atikmiş ava çıktığında. Belki de, Rus edebiyatının Batı’ya açılan yüzü olacak genç İvan, ilk Avrupa seyahatine çıktıklarında, bir ayı inine düşmekten son anda babası sayesinde kurtulduğu için ispatlamak istiyordu kendini. Meydan okuyuştur bu belki. Belki, tabutu için ölçü alınacak denli hasta olup ölmeyişinin karşılığını vermek istiyordu babasına. Neyse, hangi baba- oğul ilişkisine akıl sır ermiş ki zaten.

Kibarlığın dozunun kaçtığı noktada çok sinsi bir kabalık başlar ya, kabalık olduğunu bilirsiniz ama ispat edemezsiniz, bir şey diyemezsiniz hani. Turgenyev’de de varmış bu huy. Onun bu huyundan en çok mustarip olan da içten içe yeteneğini kıskandığı, kıskanmakta da haklı olduğu bir fukara yazarmış. İvan Turgenyev hem kibarlığı, hem serveti ve yanı sıra yeteneği sayesinde Rus edebiyatının önde gelen isimlerinden biri olunca, henüz romanı bile yayımlanmamış, toprak sahibi olmayan bu tuhaf sesli, fakir adam peydahlanmış. Eleştirmen Belinski’nin “Yeni bir Gogol” diye selamladığı bu Fyodor Mihayloviç Dostoyevski de kim ola?

Turgenyev’le tanıştıktan sonra kardeşine, “Öyle sanıyorum ki doğa ondan hiçbir şeyi esirgememiş” diye yazmış doğanın her şeyi esirgediği Dostoyevski. Başta da çocukluk tabii. Turgenyev’in de çocukluğu harika geçmemiş ama Dostoyevski’ninkiyle kıyas bile kabul etmez. Müşfik bir annesi varmış Fyodor’un. Çocukları için elinden geleni ardına koymazmış, kocası da öyleymiş ama farklı açılardan. Kendi doğrularından bir milim sapmayan bir doktormuş o. Varlıklı değillermiş, neredeyse kıt kanaat geçinirlermiş. Fakat çocuklarının iyi eğitim alması için didinip durur, bu yolda elinde avucunda ne varsa harcarmış. Belli ki iyi eğitimin yolunun da çok sert bir disiplinden geçtiğine inanıyormuş.

Evde neredeyse askerî disiplin varmış. Çay, yemek, uyku saatleri asla şaşmayan bir düzende devam edermiş. Fiziksel şiddete maruz kalmasınlar diye çocuklarını devlet okulu yerine özel okula gönderen babanın hassas biri olmasını beklemekte haklıyız. Fakat gerçek tam tersi: Oğullarını Latince çalıştırmak isteyen baba, ders boyunca çocukların hazırolda beklemelerini istermiş, saatlerce ayakta kalan çocuklar yorulup da kollarını bir kenara dayamaya kalkıştılar mı, öyle bir bağırırmış ki çocuklar neye uğradıklarını şaşırır, tir tir titrerlermiş. Ailece gezmeye çıktıklarında, babanın kontrolünde aritmetik ve geometri pratikleri yaparlarmış gezi boyunca. “Bayağı çocuklar” gibi oyunlar oynamak, şımarıklık etmek, koşmak, çamurlara bulanmak katiyen yasakmış. Çocuk olmak yasakmış yani Dostoyevskilerde. Doğrusu, baba varken yasakmış bunlar. Babadan uzaklaşıp yazları köye gittiklerinde ise sınırsız bir özgürlükle cıvıldarmış Dostoyevski kardeşler. Özellikle Fyodor, köylülerle ya da babasının hastalarıyla sohbet etmeye bayılırmış. Karısı Anna’ya, harika bir çocukluk geçirdiğini söylemesine neden olan, gururu muydu, yoksa bu köy hayatı mıydı acaba? Şunu biliyorum ki, yılda bir iki ay çocuk olmakla çocukluk yaşanmıyor.

Dostoyevski, babasının ölüm haberini aldığında müthiş bir suçluluk duygusuna kapılmış. Okuldaki zengin arkadaşlarından geri kalmak istemediği için -ki bu, babanın empoze ettiği manasız bir gururdur- sürekli para istermiş babasından. İlk yıl, yüksek notlar almasına rağmen sınıfta kalınca, babası kısmi felç geçirmiş. Ve gelen son mektupta, açlıktan ölecek durumda olmasına rağmen oğluna para gönderdiği yazılıymış. Babanın ölüm haberi de aynı mektupla gelmiş. İlk sara nöbetini bunun üzerine geçirmiş Dostoyevski. Suçluluk duygusundan bir türlü kurtulamıyormuş; oğluna para gönderebilmek için sıkıştırdığı, kötü davrandığı köylüler tarafından linç edilerek öldürülmüş babası çünkü. Baba Dostoyevski’nin ölüm sebebi hakkında kesin bir yargı yoksa da Dostoyevski’nin ilerleyen yaşlarında ya da romanlarında görüleceği üzere suçluluk duygusu yakasını hiç bırakmamış.

Artık Rus yazarlar arasında yerini aldığı zaman Turgenyev’in “Edebiyatın burnunda kızaran bir sivilcesin sen” diye alay etmesinde, Dostoyevski’nin yeteneğini kıskanması, onun soylu olmayışı kadar, her durumda kendini suçlu kabul etmesi ve kontrolsüzce kibirli ya da gururlu davranıp kendini küçük düşürmesi de varmış. Ne var ki, Dostoyevski’yi böyle davranmaya iten somut sebepler de yok değilmiş. Yayıncılar bile Dostoyevski’ye yeteneğinin hak ettiği kadar ödeme yapmazmış. Eşit şartlarda yaşamadıkları için eşit koşullarda değerlendirilmenin yanlış olduğunu anlatamadıkça deliye döndüğü, deliye döndükçe de daha çok kıskandığı kişi ise Lev Tolstoy’muş. O Lev Tolstoy ki, ömrünün sonlarına doğru, aç ve yarı çıplak yaşayan insanlar varken kendisinin bu derece lüks ve budalaca yaşamasından tiksindiğini dile getirecek.

Turgenyev’le garip bir dostluğu, Dostoyevski ile hiç karşılaşmadan tuhaf bir ilişkisi, dahası rekabeti olmuş Tolstoy’un. Çok zengin bir ailede dünyaya gelen, yaşlılığında bu zenginliğin ağırlığı ve ailesinin hakları üzerine düşünürken ıstıraplar içinde kıvranacak Lev Tolstoy’u yazmaya iten, annesini çok ufacıkken kaybetmesi olsa gerek. Annesi öldüğünde Lev konuşmayı bile bilmiyormuş daha. Kaderin cilvesi mi demeli; annesinin on- on iki yaşlarındaki bir portresinden başka resmi de yokmuş evde. Şefkat açlığı çektiği her an, sığınabileceği tek yer hayalleriymiş Lev’in. Kendisine hayalinde bir anne yaratmalı ve ondan saçlarını okşamasını istemeliymiş. Ölene kadar da o hayale sığınmaya devam etmiş, biliyor musunuz? Ölümünden birkaç yıl önce yazdığı bir notta, okşanma ve şefkat arzusu çektiği bir anda, bir kez bile seslenemediği annesinin yanına gidip “Anne sev beni, okşa, al beni anne” demek istediğini yazmış.

Anne eksiğini kapatması mümkün değil ama anne hayalini canlı kılmasını sağlayan bir şansı varmış Tolstoy’un: Ağabeyi Nikolay. Müthiş bir hayal gücü olan bu çocuk, kardeşleri için tek başına bir anaokulu yaratmış sanki. Her gün türlü türlü oyunlar üretirmiş. Bir gün, kardeşlerini toplayıp onlara bir sır vereceğini söylemiş. Bu sır açığa çıktığında, hastalıklar dünyayı terk edecek, herkesin kalbine sevgi yerleşecek ve insanlar nihayet mutlu olarak karınca kardeşler hâlini alacakmış. Bu müthiş sırrı öğrenme heyecanı küçük Lev’i ağlatmış. O kadar mutluymuş ki artık insanlar kavga etmeyecek, birbirlerini daima sevecekler diye. Nikolay nihayet açıklamış: O sır yeşil bir sopaya kazılıymış ve o sopa da Zakaz ormanındaki dar bir vadinin kıyısına gömülüymüş. “Vaktiyle,” diye yazmış Tolstoy, “insanların içindeki tüm kötülüğü yok edecek ve onlara en büyük iyiliği getirecek şeyin yazılı olduğu yeşil bir sopanın varlığına nasıl inandıysam, bugün de bu hakikatin varlığına inanıyorum. (…) Eğer bir gün bedenimi bir yere gömmek gerekecekse, bunun Nikolay’ın anısı olmasını isterim.”

Lev Tolstoy’un çalkantılarla geçen hayatında değişmeyen yegâne şey, o ilk çocukluktaki hissiyatı her daim korumasıymış. Yaşlılığında, etrafındaki insanları telaşlandırma pahasına da olsa bisiklete binmekten hiç vazgeçmemiş mesela. Ne ki, ziyaretçilerinin kendisini bisiklet üstünde görmesini hiç istemezmiş. O dönem Tolstoy’un kapısını pek çok hayranı çalarmış. Bunlardan biri, omzuna havlu atıp nehirde yüzmeye giden Lev Tolstoy’u köylü zanneden Anton Çehov’muş. Ziyaretçi, adını söylediğinde Tolstoy’un yüzü aydınlanmış çünkü yazarlık hayatına yeni başlayan bu genç adamı çok beğenirmiş. Aralarında sıkı bir ilişki oluşmuş Tolstoy’la Çehov’un. Her ikisi de birbirlerinin yazdıklarını beğenmekle birlikte, fikirlerini benimsemiyor, hatta eleştiriyormuş. Öte yandan birbirlerinin yazdıklarını da eleştiriyorlarmış ve birbirlerine darılmıyorlarmış. Sevgileri çok kuvvetliymiş. Çehov, Tolstoy için, “Onun ölmesinden korkuyorum. Birincisi, kimseyi onun kadar sevmedim. İkincisi, Tolstoy eserlerini herkes için yaratıyor, edebiyata bağlanan tüm ümitlere cevap veriyor. Üçüncüsü de, Tolstoy bir otorite ve o giderse geriye çobansız bir sürü kalacak” diye yazmış bir mektubunda. Tolstoy da, “Tanrıtanımaz bir kafa ama altın bir kalp. Dili olağanüstü. İlk okuduğumda bana tuhaf, beceriksizce görünmüştü ama zamanla beni içine çekti. Çehov’un teknik olarak benden üstün olduğunu söyleyebilirim” diye yazdığında ne yazık ki Çehov artık hayatta değilmiş.

Gencecik yaşında hayattan ayrılan Anton Çehov’un fotoğrafına bakınca bile insan dinginleşiyor, değil mi? Bakışlarında anlayış var çünkü. Anlamışlık var hatta. O da, ne toprak sahibi ne de çocuk olmuş Dostoyevski gibi. Fakat Dostoyevski’den farklı olarak o kadar hırçın da olmamış, öfkeli de. Dostoyevski’den fazla olarak babasından şiddet görmüş. Yine de anlayış göstermiş. “Büyükbabamızı beyler döverdi. Büyükbabamız, babamızı; babamız da bizi döverdi” dermiş.

“Sürekli diş ağrısı gibi” yoksulluk çeken bir ailenin oğludur o. Ders çalışması gereken vakitlerde, soğukta, babasının bakkal dükkânında beklermiş titreyerek. Akşamları küçük bir meyhaneye dönüşen dükkânda, içki içenlerin gürültüleri arasında dersini yapmaya çalışırmış. Tabii ne mümkün. Başarılı bir öğrenci olamamış o yüzden. Fakat her zaman esprili bir çocuk olmuş. Okulda, arkadaşlarıyla kırıcı olmadan alay eder, en büyük alay konusu kendisi olur ve arkadaşlarının da espri yapabilmesi için zemin hazırlarmış. Bu tatlı özellikleri öğretmeninin dikkatinden kaçmamış ve onu yönlendirmek için, Puşkin, Gogol, Shakespeare, Molière gibi yazarları okumasını önermiş. Operaya, tiyatroya gitmesini salık vermiş. Derslerden daha keyifli olduğu için Anton seve seve tutmuş bu tavsiyeleri. İlk kez opera izledikten sonra ise başka birine dönüşmüş. Kardeşleriyle bir tiyatro topluluğu kurmuş hemen. Böylece üzerindeki baba şiddetini, baskısını biraz olsun hafifletip neşelenebiliyormuş. Tam da bu neşeli günlerde, yazın kavurucu sıcağında buz gibi bir nehre girip hasta olmuş. Tedavi olduğu doktor, Anton’u iyileştirmek için o kadar özveriyle, şefkatle uğraşmış ki, Anton da büyüyünce tıpkı o doktor gibi, insanların acılarını dindirebilmek istemiş.

İnsan ve acıları üzerine kafa yoran hemen herkesin uğradığı, kiminin ömür boyu kaldığı köydür yazı. Fakat taze kanı, yeni bir dili kolay kabullenmez bu köyün insanları. Çehov’un başına gelen de aynı hikâye. Kalıpları kırdığının farkında olmasına rağmen buna engel olmamış, olmak istememiş, aksine çok keyif almış. Başarısız olmayı da göze almış çünkü onun güvenli bir sığınağı varmış: Öykü. “Öykü yazarken kendimi evimde hissediyorum. Bir piyes yazdığımdaysa sanki birisi enseme tokat atıyormuş gibi keyfim kaçıyor” dermiş. “Yapmacıklı, şamatacı, küstah ve yıpratıcı bir sevgili” gibi görüp bir daha oyun yazmayacağına yüz kez ant içmesine rağmen kendine engel olamaması, hatta Martı’nın ilk sahnelendiği gece yaşadığı hayal kırıklığının hastalığını artırdığını düşününce, oyun yazarlığının onda bir tutku olduğunu düşünmekte haklı oluruz. İşte o tutkuya bir ad vereceksek de onu, çocukluğunda oynadığı oyunlarda aramak gerek bana kalırsa. “Zira,” diyor Nabokov çocukluğundaki ilk anıyı hatırlarken, “dünya yüzünde zamanın varlığını fark eden ilk yaratıklar, aynı zamanda, tebessüm edebilen ilk yaratıklardı.” Fakat ben, “Tasavvur edilebilecek en mutlu çocukluğu” geçirdiğini iddia eden Nabokov’a inanmıyorum yine de. Çünkü, zekâmın yetmediği oyunlarla aklımı karman çorman eden Vladimir Nabokov’un, Yunan mitolojisinde “hafıza tanrıçası” anlamına gelen “Nimozini”nin yardımıyla çocukluğunu anlatırken satırlarına sinen huzursuzluğu hissedebiliyorum.

Dostoyevski ve Çehov’a nazaran sahip olduğu olanaklar açısından, şanslı bir çocukmuş Nabokov. Petro ve Pavel Kalesini’nin kumandanlarından olan büyük dedesi, Dostoyevski burada tutuklu olduğu zamanlarda, kitaplarını ödünç verirmiş ona. Ayrıca bu dede, Puşkin’in en yakın arkadaşlarından İvan Puşçin’in kız kardeşiyle evliymiş. Nabokov’un babası da annesi de iyi eğitimli, çocuklarına düşkün kimselermiş. Adaleti her şeyden üstün tutan aktivist bir adammış babası. Kelebeklere çok düşkünmüş; adının verileceği kelebek türlerini keşfedecek kadar tutkun olacağı bu sevda, babasından geçmiş Vladimir’e. Vladimir’in kardeşi Sergey’e de opera tutkusunu miras bırakmış baba.

Sergey, Vladimir’den bir yaş küçükmüş. Kekemeymiş ve gözleri iyi görmediği için kocaman gözlük takmak zorundaymış. Vladimir ise karizmatik, dışa dönük bir çocukmuş. Kardeşi Sergey’i hiçbir zaman dostu olarak görmemiş; aksine onu her zaman ezebileceği, kendi istekleri için kullanabileceği bir “şey” gibi görmüş. Bir Almanya seyahatlerinde örneğin, Vladimir, Sergey’i kandırmış ve birlikte mürebbiyelerini atlatıp Wiesbaden’den demir alarak Ren Nehri boyunca yol alan buharlı bir gemiye binmişler. Zavallı Sergey, Vladimir’in her dediğini yaptığı yetmezmiş gibi, evde de rahat yüzü göremezmiş. Canı sıkılan Vladimir, piyano çalan kardeşinin arkasından sessizce gelip onu korkuturmuş. Ya da buz pateni yaptıkları sırada sürekli kardeşinin etrafında döner ve ona rahat vermezmiş. Bilmem, belki erkek çocuklar arasında mümkün olabilecek mücadelelerdir bunlar. Fakat Vladimir, kardeşine karşı biraz fazla acımasızmış. İlk gençlik yıllarında kardeşinin günlüğünü karıştırmış ve onun eşcinsel olduğunu anlayınca da günlüğü öğretmenlerine vermekten çekinmemiş. Öğretmenler de durumu aileye bildirmiş ve Sergey okul değiştirmek zorunda bırakılmış.

Vladimir Nabokov, keşfettiği ilk hayal dünyasına, annesinin attığı okları takip ettiğinde ulaşmış. Hayal kırıklığının verdiği acıyı iyi bilen anne, yanlarındaki yaşlı kâhyanın ya da baba tarafından dedenin hayallerini bozmamak için evin düzenini onların hayallerindekine göre dizayn edecek denli titizmiş bu konuda.

Zaten çok zeki bir çocuk olan Vladimir’in hayal dünyasını annesinin yanı sıra, babasından öğrendiği kelebek avcılığı da etkilemiş olmalı. Çünkü nadir bulunan kuyruklu kelebekleri eterle öldürüp gövdelerine iğne batırarak sergiler, sınıflandırır ve bütün özelliklerini incelermiş. Sadece kelebekleri değil tabii, olur olmadık her an, herhangi bir yerdeki bir deseni izleme ihtiyacı hissedebilirmiş Nabokov. Bu, muşambadaki bir desen de olabilir, bir kelebeğin kanatları da. Oralarda çeşitli yüzler görürmüş çünkü. Anne- babalardan bir ricası var Nabokov’un: “Bir çocuğa asla ve asla ‘çabuk ol’ demeyin.”

Nabokov’un hayal dünyasındaki esas etkiyi sihirbazlık yapan birkaç tanıdık gerçekleştirmiş olsa gerek. Vladimir bu sihirbazlık oyunlarıyla gerçeğin yanılsamalı bir şey olduğunu keşfetmiş. Çünkü, sonuna kadar şımarabileceği bir hayat yaşarken, gerçeğin yanılsamalı bir şey olduğu bilgisine ihtiyaç duymuş. Ona bu ihtiyacı yaşatan ise eşcinsel dayısı Ruka’ymış. İlginç bir adammış Ruka dayı. Çok iyi eğitim almış, Rusçayı pek iyi bilmezmiş, şiir yazarmış ve genellikle yurt dışında yaşarmış. Nabokovlara geldiğinde, uşaklar yemek odasındaki masayı temizlerken Ruka dayı Vladimir’i kucağına oturtur, mırıltılar ve süslü sözlerle severmiş. Vladimir, dayısının uşakların önünde böyle davranmasından utanır ve babası gelmeleri için seslendiğinde rahatlarmış. Daha fazla detay vermiyor Nabokov bu konuda. Sanırım gerek de yok. Elli hizmetçinin çalıştığı bir evde büyüyen, banyo suyu termometreyle ölçülen, Çehov’un köpeğinin yavrusuna sahip olan, çok sayıda özel öğretmenden eğitim alan, babasının muhteşem kütüphanesinde dilediğince okuyabilen bir çocuk yazmış Lolita’yı. Tesadüf mü bu yani? Yoksa Ruka dayının bir etkisi olduğunu düşünelim mi?

Velhasılıkelam.

Salıncak sanki şu çocukluk, bir ileri bir geri, ancak iplerinin müsaade ettiği kadar yükselebiliyorsun işte. Ve gidebildiğin en yüksek noktada bile çocukluğuna bağlısın. Yoksa çakılıverirsin yere. İyisi mi, illa çakılacaksak da çocukluğumuzu hatırlatan leğenle çakılalım yere, derim ben. Ve hadi bir kez daha düşünelim: “Yazar öldü mü?”

Hamiş: Okuma akışını bozmasın diye alıntıların sayfa numaralarını vermedim. Aşağıdaki kaynak listesini de ilgilenen olursa diye geniş tuttum.

KAYNAKÇA
Bahtin, Mihail M. Dostoyevski Poetikasının Sorunları. Çev.: Cem Soydemir. İstanbul: Metis
Yayınları, 2004.
Berdayev, Nikolay Alekseyeviç. Dostoyevski. Çev.: Ender Gürol. İstanbul: Adam Yayınları,
1984.
Carr, Edward Hallett. Dostoyevski. Çev.: Ayhan Gerçeker. İstanbul: İletişim Yayınları, 2010.
Dostoyevski, Fyodor Mihayloviç. Bir Yazarın Günlüğü I-II. Çev.: Kayhan Yükseler. İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları, 2001.
Dostoyevski, Mektuplar. Çev.: Hüseyin Kandemir. Konya: Çizgi Kitabevi Yayınları, 2014.
Dostoyevski, Puşkin Konuşması. Çev.: Tektaş Ağaoğlu. İstanbul: İletişim Yayınları, 2012.
Dostoyevski, Anna Grigoryevna. Anna Dostoyevski’nin Hatıraları. Çev.: Kenan Durdu.
İstanbul: İnsan Yayınları, 2016.
Frank, Joseph. Dostoyevski: Çağının Bir Yazarı. Çev.: Ülker İnce. İstanbul: Everest
Yayınları, 2016.
Girard, René. Dostoyevski: Yeraltı İnsanı. Çev.: Orçun Türkay. İstanbul: Everest Yayınları,
2014.
Nabokov, Vladimir. Nikolay Gogol. Çev.: Yiğit Yavuz. İstanbul: İletişim Yayınları, 2012.
——. Konuş, Hafıza. Çev.: Yiğit Yavuz. İstanbul: İletişim Yayınları, 2015.
——. Rus Edebiyatı Dersleri. Çev.: Yiğit Yavuz, Fatih Özgüven, Ayşe Nihal Akbulut.
İstanbul: İletişim Yayınları, 2014.
Olcay, Türkan, İvan S. Turgenyev, Tabevi, İstanbul 2005.
Pitzer, Andrea. Vladimir Nabokov: Yazarın Gizli Tarihi. Çev.: Yiğit Yavuz. İstanbul: İletişim Yayınları, 2014.
Rolland, Romain. Tolstoy’un Yaşamı. Çev.: Tahsin Yücel. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları,
1995.
Tolstoy, Lev. Çocukluk. Çev. Rana Çakıröz. İstanbul: Cumhuriyet Dünya Klasikleri Dizi: 33,
1999.
Troyat, Henri. Çehov. Çev.: Vedat Günyol. İstanbul: Ada Yayınları, 1987.
——. Dostoyevski. Çev.: Leylâ Gürsel. İstanbul: İletişim Yayınları, 2010.
——. Gogol. Çev.: Bedia Kösemihal. İstanbul: Multilingual, 2000.
——. Puşkin I-II. Çev.: Oğuz Peltek. Ankara: Millî Eğitim Basımevi, 1951.

——. Tolstoy. Çev.: Z. Canan Özatalay, Işık Ergüden. İstanbul: İletişim Yayınları,
2010.

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Nazım Hikmet ve Moskova şehri




Uğur Mumcu Vakfındaki seminerlerde Mehmet Eroğlu hocamızın “bazı yazarların yapıtları büyüktür çünkü büyük hayat yaşamışlardır” sözünü düşününce buna en iyi örneklerden birinin Nazım olduğunu anladım.

Nazım Hikmet ölümünün 54. yıldönümünde Moskova’da, Novodeviçi’deki mezarı başında anıldı ve sonsuza kadar da anılmaya devam edecek. Çünkü O, Türkçe sözlerinin gücü kıtaları aşan büyük bir şair ve büyük bir hayat yaşadı.

Çünkü O yürekli bir insandı. Yürekliydi çünkü şiirlerinin gücü yüzünden hapis yattı. Yürekliydi çünkü Stalin’i o dönemde eleştirebildi. Yürekliydi çünkü doktorunun uyarısına rağmen ölüme kafa tuttu ve aşkı seçti.

Nazım 61 yaşında Moskova’da hayata veda etti. 1921 yılında ilk kez geldiği Moskova’da 3 yıl kaldı. Üniversite okudu ve Rusça öğrendi. Ömrünün 13 yılı Türkiye’de hapiste geçti. 1951 yılında ikinci kez geldiği Moskova’da ölümüne kadar 12 yıl yaşadı.

Türkiye’deki uzun hapislik dönemi sağlık sorunlarına neden oldu. Özgürlüğü için açlık grevine girdi, hakkında dünyanın büyük yazar ve şairlerinin de katıldığı imza kampanyaları başlatıldı. Bu kampanyalara Albert Camus ve John Paul Sartre gibi yazarlar da dahil oldu.

Moskova’ya ikinci kez başka seçeneği kalmadığı için geldi. İki buçuk aylık oğlunu, karısı Münevver’i, İstanbul’u geride bıraktı ve bir daha görmesi de mümkün olamadı.

29 Haziran 1951 günü Vunukovski havaalanına indi. Sovyet Yazarlar Birliği üyeleri karşıladı Onu.

Gelişinden kısa bir süre sonra Yazarlar Birliğinin verdiği yemekte yaptığı konuşmada o dönem Stalin Rusya’sında duyduğu hayal kırıklığını anlattı.

Stalin’e, Moskova’da bir sürü zevksiz heykelini gördüğümü söyleyeceğim dedi, onun güneşe, aya benzetilmesini komik bulduğunu söylüyordu. Ölümlerin, sürgünlerin yaşandığı Stalin yıllarında Nazım bu cesurca lafları edebilmişti.

Hasta kalbine rağmen kendisinden 30 yaş küçük bir kadına aşık oldu. Vera Tulyakova’ya ilk görüşte gönlünü kaptırdı büyük şair. Doktoru aşksız 10 yıl, aşkla 3 yıl yaşarsın demişti, O aşkı seçti.

Nazım Moskova’da yakıcı bir memleket özlemi çekiyordu. Türkiye’de kendisine yapılan haksızlıklara öfkeleniyor, dertleniyordu elbet. Ama onu suçlayanların hayal edemeyeceği ölçüde hizmet etti ülkesine. Çünkü O dünyanın her yerinde tanınan, Türkçe dizeleriyle halkını gururlandıran evrensel bir şair.

Onu teselli eden şey Moskova’da olabilmekti biraz da. Sonuç olarak Moskova’yı sevmişti Nazım. Bunu şöyle anlatıyor bir şiirinde:

Mavi bulutlar geçiyor altın kubbelerin üzerinden, 
kırmızı bacaların, 
beyaz kulelerin üzerinden mavi bulutlar geçiyor. 
Bakıyorum Moskova pencerelerinin birinden 
seni düşünüyorum memleketim 
memleketim, Türkiye’m seni düşünüyorum 
zaten bir dakka çıktığın yok aklımdan, 
hasretin dayanılır gibi değil 
Moskova’da yaşamanın saadeti olmasa, 
burda herkes sormasa seni benden, 
Sovyet insanlarından her gün mektup gelmese, 

sevmese seni onlar
benim onları sevdiğim kadar.

11 Ağustos 2017 Cuma

Moskova metrosunun “en” leri: Derin, uzun, eğri, şatafatlı, kalabalık…




Dünyanın sadece “metro” değil “müze metro” olarak anılan belki de tek toplu taşıma sistemi: Moskova metrosu…

Her gün 8 milyon insan Moskova metrosunu kullanıyor. 190 istasyonunun 44’ü Rusya Federasyonu kültür mirası listesine giren ulaşım sistemi hakkındaki birbirinden ilginç bilgileri sıraladık.

En derin istasyon: Moskova metrosunun yerin en derinine inen istasyonu 85 metre ile Park Pobedı. Zafer Parkı’na açılan istasyonun duvarlarında Rusya’nın tarihteki askeri zaferlerinin resmedildiği panoları ünlü sanatçı Zurab Tsereteli hazırlamış.

Yere en yakın istasyon: Sadece 5 metrelik derinliği ile Peçatniki.

En uzun istasyon: 284 metre ile Vorobyovı Gorı. Bir ucundan bir ucuna 5 dakikada yürünebilen istasyon ayrıca Moskova’nın en popüler yürüyüş parkurlarının başlangıcı konumunda.

En şatafatlı istasyon: Komsomolskaya. Moskova’yı Rusya’nın diğer şehirlerine bağlayan 3 önemli tren garının yakınında bulunan istasyon adeta şehrin giriş kapısı olarak tasarlanmış. Diğer istasyonlara kıyasla daha geniş bir iç mekana sahip olan Komsomolskaya’nın tavanı kobalt camı ve yarı değerli taşlarla kaplı.

En dar istasyon: 4 metre ile Volgogradksiy Prospekt. 1960’ın son günü açılan istasyonun duvarlarını Stalingrad çarpışmalarını betimleyen panolar süslüyor.

En eğri istasyon: 750 metrelik eğrilik yarıçapı ile Aleksandrovskiy Sad. İstasyonun platformu o kadar eğri ki, makinist son vagonu aynadan göremediği için ancak bir sinyalden sonra treni harekete geçirebiliyor.

İsmi en çok değişen istasyon: Ohotnıy Ryad. Rusya’nın geçirdiği politik dönüşümlere paralel olarak sırasıyla Ohotnıy Ryad, Kaganoviç, Marks Bulvarı ve tekrar Ohotnıy Ryad isimlerini alan istasyon Kızıl Meydan’a en yakın istasyon olması itibariyle metronun tam kalbinde yer alıyor.

İki istasyon arası en uzun mesafe: 6 bin 625 metre ile Strogino-Krılatskoye arası. Trenler bu mesafeyi ortalama 7 dakikada kat ediyor.

En kalabalık istasyon: Günlük 170 bin kişilik yolcu trafiğiyle Vıhino. Moskova’yı banliyölere bağlayan tren istasyonuna yakın olması Vıhino’yu başkentin en kalabalık metro istasyonu yapıyor.


İnşaatı en uzun süren istasyon: 40 yıl ile Tuşinskaya-Şukinskaya hatlarının kesiştiği Spartak istasyonu.

8 Ağustos 2017 Salı

Ne Tolstoy ne Dostoyevski: Tolstoyevski


Aytekin Yılmaz



…Bundan birkaç yıl öncesine kadar söz ne zaman Rus klasiklerinden açılsa, ateşli bir taraftar gibi favorimin Tolstoy olduğunu söylemişimdir. Bir roman okurunun hayatında yazarlar ve kitaplar olur. Bunların apayrı anlamları vardır her insan için. Benim için de Tolstoy böyle bir yazardır. Bazen soruyorum kendime, Tolstoy’da beni etkileyen nedir diye? Elbette severek okuduğum daha başka yazarlar da var. Ama Tolstoy her daim ayrı bir yerde duruyor. Kitaplığımızda bile bunu fark ettim. Arada bir bazı eserlerini yeniden okuyorum. Her okumada yeni şeyler keşfettiğim oluyor. Maksim GorkiTolstoy için “Yüz gözlü yazar” demişti. Eğer bu romanlar yüz gözü olan bir yazar tarafından yazılmışsa neden yüz defa okunmasın. Dünya dillerine en çok çevrilen Shakespeare’den sonra ikinci yazar Tolstoy’muş.

Tolstoy’un dünya klasikleri içindeki yeri de tartışılabilir ama ben Rus klasikleri üzerinden bir şeyler yazmak istiyorum. Her şeyden önce Tolstoy’un hayatın içinde bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. Her daim insana dokunan ve dokunacak bir yazardır. Bunu başka yazarların Tolstoy hakkında yazdıklarından değil, günlük yaşamda Tolstoy okuyucularından anlamak mümkündür. Tolstoy’u hapishanede okudum. İlk okuduğum romanı da Diriliş’tir. İtiraf etmem gerekirse çok etkilendim. (O gün bugündür başucu kitaplarımdan biridir.) Mahpus olduğum yıllarda koğuş arkadaşlarıma da öneriyordum. Onlar da okur elden ele dolaştırılırdı. Bir ara Bursa Hapishanesi’nde koğuş olarak birden ‘Tolstoycu’ olduk. Ben dâhil, “Diriliş” romanının etkisinde kalanlar oldu. Bir büyü vardı sanki bu romanda, okuyan etkileniyor, bir başkasına öneriyordu. Zaman içerisinde romanı okuyanlardan, “Diriliş’i okuduktan sonra bana bir şeyler oldu” diyenler oldu. Benzer duyguyu ben de yaşadım. Peki, Diriliş romanında bizleri etkileyen ne vardı? Kendi duygularımı aktaracak olursam bu romanda beni en çok etkileyen şey bir insanın geçmişiyle yüzleşme cesaretini gösterebilmiş olmasıydı. Geçmişte yapmış olduğu bir hatanın telafi edilmesi için her şeyinden feragat edebilme becerisini göstermesi hayatta çok rastladığımız bir şey değildir. Romanın bu özür ve telafi mücadelesi üzerine kurulması beni etkileyen en önemli şeydi. Romanı okuyan başkaları başka sonuçlar çıkarmış olabilir ama beni etkileyen ve bu romanda önemli bulduğum şey bir yüzleşme felsefesi üzerine kurulmuş olmasıdır.

Rus edebiyatının peygamberi kim?

Araştırabildiğim kadarıyla Rus klasikleri içerisinde sadece üç yazara peygamber denilmiştir. Bunlar PuşkinDostoyevski ve Tolstoy’dur. Puşkin’e peygamber diyen ilk yazar Dostoyevski’dir. 1880’de Moskova’daki Puşkin Anıtının açılış konuşmasını yapan Dostoyevski, “…Puşkin bize gelecekten haber getiren bir peygamberdir” der. Edebiyat tarihinde önemli bir yer tutan bu Puşkin konuşması Dostoyevski için yazarlık kariyerinin doruğa ulaştığı bir gösteri olduğunu yazar edebiyat eleştirmenleri var. Dostoyevski bu konuşmasında en çok Puşkin’in Yevgeni Onegin adlı şiir romanındaki kadın kahraman Tatyana üzerinde durur. O gün orada anıtın önünü dolduran katılımcıların büyük çoğunluğu kadınlardır. İnsan bunu öğrenince Dostoyevski konuşmasını Tatyana üzerinden sürdürmüş olması kadınlara dağıtılan bir mavi boncuk olabilir miydi? diye düşünmeden edemiyor. Edebiyat tarihçileri bu konuda çok şey söylemiyor ama bu konuşma mercek altına alındığında bazı soru işaretleri yok değil. Çünkü kalabalığın büyük çoğunluğu kadınlardır. Ve Dostoyevski Puşkin’in şiir romanındaki, kocasına sadakatiyle tanınan Tatyana’yı anlatır ve konuşmasının bir yerinde, “Tanık mı istiyorsunuz? İşte Tatyana: Korkunç yalandan kendini koruyan olgun Rus kadını” Tatyana’nın kocasına nasıl sadık bir Rus kadını olduğunu anlata anlata bitiremez. Tatyana örneğinden iz sürüp, Rus kadınlarının kocalarına sadık olduklarını uzun uzadıya anlatınca, onu orada dinleyen kadınlar heyecanla alkışlamaya başlarlar. Yine edebiyat tarihçilerinin anlatımlarına bakılırsa Dostoyevski o gün hayatının en ateşli konuşmasını yapmıştır. Bunun karşılığı olarak da Dostoyevski kürsüden, “Sen bizim peygamberimizsin!” diyen kadınların yoğun alkışları eşliğinde inmiştir. Dostoyevski, o gün orada kadınları etkilemek istemiş ve bunu fazlasıyla başarmıştır. Ve bunu Puşkin’in kadın karakteri Tatyana üzerinden yapmıştır. Görüldüğü gibi konuşmasında Puşkin’e peygamber diyen Dostoyevski kürsüden peygamber olarak iniyor.

Şimdi biraz da eleştiri zamanı. Puşkin konuşmasının tamamı okunduğunda eleştirilecek iki nokta önemli bence. Birincisi Puşkin konuşması milliyetçi bir konuşmadır, o günün Rusya’sı için “Belki de bu zavallı, perişan ülke bir gün gelecek bütün dünyaya yeni bir ülkü aşılayacak” dedikten sonra, Avrupa’nın gelecekte çökeceğini ileri sürüyordu.

Daha önemlisi edebiyat tarihçilerinin övüp bitiremediği Dostoyevski’nin “Puşkin konuşması”na damgasını vuran şey, erkek egemen bir dil ve serzeniştir. Çünkü sadakat gibi sorunlu bir konuda, sadakat eden ve etmesi istenen kişi bir kadındır. Tersinden düşünecek olursak kadına sadakat eden neden bir erkek karakter seçilmemiştir? Daha da önemlisi Tatyana’dan yola çıkılarak bütün Rus kadınlarının kocasına sadakatli kadınlar olduğu yargısına ulaşılmıştır. Madem edebiyat konuşuyoruz, Tolstoy konuşuyoruz o halde bir de Tolstoy romanlarındaki Rus kadın karakterlere bakalım. Mesela Anna Karenina Romanındaki Anna’ ya bakalım nasıl biri? Anna sekiz yıllık kocasından henüz boşanmadığı halde Voronski ile aşk yaşar. Demek ki Puşkin’in Tatyanası kocasına sadık bir kadın olabilir ama bundan yola çıkılarak bütün Rus kadınları eşlerine sadıktır genellemesi yapılamaz ve bu sadakat kadından beklenmemelidir.

Tolstoy mu, Dostoyevski mi?

Dinler tarihi peygamberlerin birer mucize yaratmasını zorunlu kılıyor. Her peygamberin yaratıcı bir özelliğinden bahsedilir. Bu mucize yaratma şartını 19.yüzyıl Rus edebiyatına tuttuğumuzda hangi eserin mucize sayılabileceği tartışılabilir. Dinler tarihinde neyin mucize olacağını ve kimin peygamber olacağını tanrı belirliyor. Ayrıca sadece mucize yaratmak da yeterli değildir. Yaratılan mucizeye inanmış insanların olması gerekmektedir. Bu iki şey yan yana getirildiğinde ve biraz zorlandığında Rus edebiyatı tarihi Tolstoy’u gösteriyor. Çünkü Rusya’da ve Uzak Doğu’da sadece Tolstoy’a inanıldı ve tapıldı. Eğer daha da zorlarsak bu konuyu peygamberlik tanımına en yakın ve somut isim Tolstoy’dur. Bilindiği üzere ölümünden sonra bazı Uzak Doğu ülkelerinde ve Rusya’da Tolstoyculuk diye bir akım başladı. Hatta sağlığında bile insanlar tarafından bir peygamber gibi ziyaret edildi. 1902 de resmen kiliseden aforoz edilmesine rağmen kendisine inananlar her geçen gün çoğalıyordu. 1910’lu  yıllarda Lenin tarafından “Rus devriminin aynası” denilip, övgüler dizilmesine rağmen sonraki yıllarda Tolstoyculuk gerici bir akım olduğu gerekçesiyle yasaklandı. Lenin’in çok önemsediği, “Rus işçi sınıfı kapitalizm eleştirisini Tolstoy’un eserlerinden öğrenecektir.” demesine rağmen aynı ilgi SBKP döneminde gösterilmedi.

Tolstoy’un asıl mucizesi eserleridir. Diriliş romanında katilden melek yaratabilmiş olması edebiyat tarihinin en büyük mucizesidir. İşte bu yüzden de tüm dünyada çok okunan bir yazardır Tolstoy. Birçok edebiyat eleştirmeni ne zaman Tolstoy’dan söz açılsa “Savaş ve Barış” romanını öne çıkarmaktadırlar. Hatta bu roman için Rusların en büyük kitabı diyenler var. Böyle de olabilir. Ama ben yine de Tolstoy’un mucizesinin Diriliş romanı olduğunu düşünenlerdenim. Çünkü Tolstoy yaşam felsefesini Diriliş’le dile getirmeye çalıştı. Bir derece de Anna Karenina da yaptı bunu.

Tolstoy üzerine konuşurken Rus klasiklerinin usta yazarlarını önemsizleştirme gibi bir gayemin olmadığını belirtmeme gerek yok sanırım. Rus klasikleri büyük bir edebiyat denizi ise, Puşkin, Gogol, Dostoyevski, Çernişevski, Turgenyev bu denizi oluşturan damlalardan bazılarıdır. Her yazarın bu edebiyat denizine kattığı ayrı bir özgünlük vardır.

Ne Tolstoy ne de Dostoyevski: Tolstoyevski

Rus edebiyatının bu iki dev yazarını birbiriyle karşılaştırmak gereklidir ama birini birinden daha büyük göstermenin doğru olmayacağını düşünenlerdenim. Geçmiş yıllarda Tolstoy hayranlığından kaynaklı olarak Tolstoy’u öne çıkarıp Dostoyevski’yi ötelemek gibi bir yanılgım oldu. Esasında sadece Tolstoy ve Dostoyevski için değil, bir yazarı bir başka yazarla karşılaştırırken sadece eserlerinin özgünlüklerini dile getirmek doğru olanıdır. Yoksa ki hiçbir yazarın bir diğerinin yerinde olması gerekmiyor. Buradan hareketle iki yazarın özgünlüklerini sıralayacak olursak,  Tolstoy, Rus edebiyatında epik geleneğin en önemli mirasçılarından biridir, Dostoyevski ise, Shakespeare’den sonra gelmiş en önemli dramatik yazarlarından biridir; Tolstoy’un zihni mantık ve gerçeklerle ilgilidir, Dostoyevski akılcılığı aşağılar, büyük bir çelişki aşığıdır; Tolstoy, toprağın, kırsalın ve pastoral tarzın yazarıdır; Dostoyevski tipik kentli, dilde modern metropolü yaratan kişidir; Tolstoy, gerçeğin peşinde koşarken çok aşırıya kaçarak hem kendini hem çevresindekileri yok etmiştir, Dostoyevski, Mesih’e karşı olmaktansa gerçeğe karşı olmayı yeğleyen, bütüncül anlayışlardan kuşku duyan ve gizemi seven biridir; Tolstoy “Sürekli olarak ahlak yolunda kalan”, Dostoyevski ise doğal olmayan labirentlere dalan, ruhun dehlizlerinde ve bataklıklarında gezinen biridir; Tolstoy, somut dünyayı adımlayan, somut yaşantıların dokunulabilir niteliğini ve duyularla algılanabilir gerçekliğini aktarabilen bir dev, Dostoyevski ise sanrıların, hayaletlerin sınırında gezinen, sonunda yalnızca bir düş olduğu anlaşılabilecek şeytani ayartmalara her zaman açık biridir; Tolstoy, bir sağlık ve Olympos canlılığı timsalidir, Dostoyevski ise hastalığın ve cinler tarafından ele geçirilmenin yüklediği enerjilerin toplamıdır. Tolstoy, insanlığın varacağı yeri tarihsel olarak ve zaman akışı içinde görmüştür, Dostoyevski ise kendi çağında ve dramatik anın canlı durgunluğunda; Tolstoy mezarına Rusya’da ilk kez yapılan laik bir cenaze töreniyle konmuştur, Dostoyevski ise Petersburg mezarlığında Ortadoks kilisesinin  ağırbaşlı bir cenaze töreniyle toprağa verilmiştir; Dostoyevski Tanrı’ya inan bir insandır, Tolstoy ise ona gizlice meydan okuyanlardan biridir.

Dostoyevski romanlarında insanın içini açarak en çukur yanlarına kadar bütün çıplaklığıyla vermeye çalıştı. Belki Dostoyevski ve Tolstoy arasındaki fark tam da burada anlaşılabilir. Dostoyevski tüm romanlarında insanın ruhundaki yaraları göstermekle yetindi. Tolstoy ise yaraların sarılması için dilinin döndüğünce melhem olmaya çalıştı. Peki, bu yaralar sarılabildi mi? Tolstoy “İnsan Ne İle Yaşar?” Sorusu ile bu sihirli boşluğu doldurmak istedi. 

Bulduğu çözümü Diriliş romanında Nehludov’a söyletti, ona göre, “İnsan hayatının temel yasası insanlar arasındaki karşılıklı sevgidir.”  Bunu besleyecek, yaşatacak şeyin ise şiddetsizlik olduğunu söyledi.

Kaynaklar

1- Diriliş- Lev Tolstoy – Çev. Ergin Altay – 1.Baskı 2004 İletişim yay.
2- Puşkin Konuşması – Dostoyevski –Çev. Tektaş Ağaoğlu – 1. Baskı 2009 İletişim Yay.
3- Sanat ve Edebiyat – Lenin – Çev. Emre Kapkın – Payel Yay.
4- Tolstoy mu, Dostoyevski mi? George Steıner-İş Bankası yay. 2015
5- İnsan Ne İle Yaşar? Lev Tolstoy – Çev. İhsan Özdemir – 2009 – Lacivert yay.

Aytekin Yılmaz – edebiyathaber.net (7 Ağustos 2017)

5 Ağustos 2017 Cumartesi

Kızıl Meydan'ın Ruhu



Samih Güven

Golden Ring Oteli’nin önünde yeşil ışığı beklerken, bu denli trafiğe rağmen sakin kalmayı başaran ve hiç korna çalmayan sürücüleri düşünüyorum bir an. Sonra da Meydan’a kim bilir kaçıncı kez yürüyor olduğumu. Her seferinde çekiyor Kızıl Meydan. Ustaca tasarlanmış, ana unsurları hünerle birleştirilmiş ve bir hikayesi olan hemen her yapıtın bir ruhu var galiba. Eksik olan eğreti duruyor çünkü. 

Meydanlar ve nehirler ne çok şey katıyor şehirlere. Şehirlere ne çok yakışıyor meydanlar. Arka planda, tarihin güçlü bir fon müziği gibi yer aldığı, hikâyesi, gizemi olan, yanı başından nehir geçen bir meydandan söz ediyorsak bu tam anlamıyla böyle.

Alelade bir pazar yeriyken önünde bir sarayın boy verdiği, taç giyme törenlerine sahne olan, idam sehpaları kurulan, görkemli törenlerin, zafer geçitlerinin mekânı, göz kamaştırıcı bir katedralin bütün Rusya’nın sembolü haline geldiği bir meydandan söz ediyorsak, bu gerçekten de böyle.

İçli bir keman ezgisi eşliğinde ilerliyorum alt geçitte. Dışişlerinin önünde, otobüslerden arı gibi boşalan, dakikada kaç fotoğraf çektiklerini sayamayacağım uzak doğulu turistlerin arasından dikkatle yürüyorum.

Eski Arbat’ın girişindeyim. Oradan yürüyeceğim Meydan’a. Yürümek iyi geliyor. Sokaklarda, meydanlarda olmak da.

Sokak iyidir. Meydan iyidir. Dosttur. Anlar. Kol kanat gerip, bağrına basar herkesi. Yersizi, yurtsuzu, uykusuzu, avareyi, gezgini, işine gideni, eğlence arayanı, kimi neye göre, nereye, hangi başlığa koyuyorlarsa işte. Ki yoktur bir önemi bunların. Ayırım yapmaz, kabul eder meydan. Anıların, arzuların, hayallerin, hayal kırıklıklarının sınırlarında, içimizde yankılanan belli belirsiz müziğin eşliğinde ağırlar bizi.

Kızıl Meydan adının nereden geldiğini öğrendiğinizde tatlı bir heyecan duyuyorsunuz. Çünkü tamda olması gereken bir nedenden doğuyor. Bu adı gerçekten hak ettiğini anlıyorsunuz o zaman. Ne komünizmle ilgili, ne Kremlinin tuğlarıyla ne de yangınların yakıcı kızıllığıyla. Rusça’da kırmızı ve güzel kelimelerinin benzer olmasından kaynaklanıyor bu. Yani güzel meydan manasına geliyor Kızıl Meydan. (Кrasnaya ploşad)

Bu yüzden, fırsat olunca giderim oraya. Gündüz de giderim, gece de, yağmur yağarken de kar yağarken de. Ama en çok gece, kar yağarken severim. Işıklar içinde kendi girdaplarına sürüklenen kar tanelerinin izini sürerim o zaman. 

Saint Basil Katedrali’nin kubbelerine, Kremlinin duvarlarına, GUM’un pencerelerine, Lenin’in Mozolesine, Tarih Müzesinin çatısına ve Meydan’ın o kara, güçlü parke taşlarına dokunan kar tanelerini izlerim. Bütün bu mekânlardan oluşur Kızıl Meydan işte. Ama yine de bunların toplamından daha büyüktür. Bütündür ve ruh da bütünlüktedir zaten. Eksik olan ruhsuzdur. Kızıl Meydan’ın ruhu vardır bu yüzden.

Gökyüzüne bakarım oradayken, gizemli bulutlara. Bulutların içinde ya da gökyüzünde bir yerlerde çok şey, çok ses gizlidir belki de. Bir zamanlar, pazar yeriyken, tezgâhları başındakilerin bağırışlarını, Çarların taç giyme törenlerine katılan tebaanın heyecanlı kıpırdanışını, idam sehpalarında can verenlerin iniltisini, onları izleyen kalabalığın uğultusunu, at arabalarının tekerlerinin, zafer geçitlerindeki tank paletlerinin seslerini duyabilirsiniz belki. Gökyüzündedir bütün bunlar, bir yerlerde saklanmışlardır belki.

Rusların fazla elektrik tükettiği söyleniyor. Işıklı caddeleri, özenle aydınlatılmış binaları düşününce bir sorun görünmüyor bunda. Aydınlatacak güzel şeyleriniz olduktan sonra.

Ve o ışıl ışıl, aydınlık Kızıl Meydan’da kar yağarken gece, Nazım’ı da düşünürüm. “Yağdı bütün gece yağdı kar, yıldızlarla aydınlanarak, bir şehir, bir sokak bir ev var, ahşap bir ev, uzak mı uzak”, diye başlayan “Yılbaşı” adlı şiiri gelir aklıma. Kim bilir kaç kez geldi buralara. Kaç kez gelip kendi şehirlerini düşündü, kim bilir.

Eski Arbat’ın ortalarındayım artık. Yüzlerce yağlı boya tabloyu, tezgâhlara yayılmış eski, yeni ama ucuz kitapları, sağlı sollu hediyelik eşya mağazalarını, raflarındaki matruşkaları, sanatını icra eden müzisyenleri, coşku ile şiir okuyan gençleri ve bütün bunlara kıymet veren sakin kalabalığı görebilirsiniz yürürken.

Eski Arbat caddesinin sonuna geldiğinizde sola doğru tam dönüş yaparsanız, bu defa Yeni Arbat karşılar sizi. Canlı yayın yapan Arbat radyosu cadde boyunca eşlik eder. Ama bu defa Eski Arbat’dan sola doğru dönmeyip alt geçitten geçip Vozdvizhenka caddesi boyunca yürüyeceğiz.

Bir süre sonra Lenin Kütüphanesi çıkacaktır karşınıza. Kütüphaneye ve önündeki büyük ve güzel Lenin heykeline vardığınızda artık çok yaklaşmışsınızdır Kızıl Meydan’a. Manezhnaya caddesine çıkıp Manezh binasını sağınıza alıp yürürseniz Meydan’ın giriş kapısına varırsınız çok geçmeden. 
Meydan oradadır işte! Gözünüzün önünde. Bütün ihtişamıyla ve gizemiyle sizi beklemektedir artık.

Kuzeyde tarih müzesi durur, güney tarafında Saint Basil ve Kremlin yer alır. Doğu tarafında Devlet Satış Mağazaları (GUM) alış veriş merkezi ve Kazan Katedrali bulunur. Bütün bu mekânların tarihinden de kısaca söz etmenin vakti geldi sanırım.

Orijinal Kremlin 1156 yılında Moskova nehrinin kuzeyine inşa edilmiş ahşap bir yapıymış. 1400’lü yıllarda prens III. Ivan tarafından suçluların ve hırsızların uğrak mekânı olan ve fakir halkın yaşadığı bölgenin boşaltılması istenmiş. Büyük Ivan ise bir İtalyan mimar getirterek Kremlinin taş duvarlı olarak yeniden inşasını sağlamış.

Saint Basil, 1555 - 1561 yılları arasında  Kazan ve Astrahan hanlıklarına karşı kazanılan zaferleri kutlamak amacıyla Korkunç İvan tarafından yaptırılmış. Sekiz kubbenin, sekiz ayrı zaferi simgelediği söylenir. Geleneksel renkler olan beyaz, kırmızı ve altın rengine, daha sonra mavi ve yeşil renkler de eklenmiş.

1893 de tamamlanan bugünkü GUM binası ise Avrupa’da en önemli alış veriş merkezlerden biriymiş. 1928 yılında Stalin tarafından kapatılmış ve birinci beş yıllık kalkınma planının hazırlık çalışmalarında görev alan yöneticilere tahsis edilmiş. 1953 de yeninden açılmış ve Sovyetler döneminde önünde kuyruklar oluşan önemli mekânlardan biri haline gelmiş.

1924’den itibaren Lenin’in mezarı da meydanın bir parçası haline gelmiş.

Meydan ilk zamanlarda bir pazaryeri işlevi görmüş, tören ve gösteri yeri olarak da kullanılmış. Rus Çarlarının taç giyme törenlerine ev sahipliği yapmış. Bugüne kadar aşağı yukarı bütün Rus hükümetleri tarafından resmi tören yeri olarak kullanılmış.

Sovyetler zamanında önemini korumuş hatta daha da artırmış. Resmi törenlerin ve askeri geçitlerin merkezi olmuş. Sovyetlerin gücünün ve ihtişamının sergilendiği en önemli mekân olmuş. En görkemli askeri törenin Nazilerin yenilmesi sonrası 1945 yılında yapılan tören olduğu söylenebilir.

En ilginç olaylardan biri de 28 Mayıs 1987’de bir Alman öğrencinin Cessna 172 model bir uçakla meydana inmesi olmuş.

Oradayken bütün bunları düşünebilirsiniz işte. Emeği geçenleri, iz bırakanları: Mimarları, işçileri, Çarları, Korkunç İvanı, Lenin’i. Ve kim bilir kaç kez gelip geçmiş olan büyük yazarları. Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Çehov’u, Gogol’u, Bulgakov’u ve daha nicelerini. Ve Nazım’ı elbette.


Bugün bir kış günü değil. Gece de değil. Rüzgârlı bir sonbahar günü. Sararmış yapraklar sürükleniyor Meydan’da. GUM’a gireceğim şimdi. Bir kahve içip dinleneceğim biraz. Belki siz de oralardasınızdır kim bilir.