Moskova

Moskova

30 Eylül 2018 Pazar

Pozdnişev’in İtirafları


Sedat Sezgin




Tolstoy antik çağda yaşamış bir bilge gibidir aynı zamanda.

Sevdiklerimiz ya da hayatımızın merkezinde uzun zamandır yer edinmiş kişiler o kadar tanıdıktır ki çoğu defa onlara bakmayız bile. Güzelliklerini unutur, yüzlerinde ya da ellerinde oluşan kırışıklara gözlerimiz bazen takılıp geçer ama daha fazlası değil. Zaman ağır ağır bizden bir şeyler eksiltip çaldığının farkındayız belki, fakat üstünde pek düşünmeyi gerekli bulmayız yine de. Nefret, kıskançlık, imrenme gibi duygular ise farklıdır; aksini iddia etmek isterdim, ancak tecrübelerime ve okumalarıma dayanarak söyleyebilirim ki bu duygular sevgiden daha kararlı ve daha istekli davranır. Sevgi dediğimiz mutlak güç ne kadar derin olursa olsun, kıskançlığın ateşiyle kısa sürede gölgelenebilir; yerini nefret ve aşağılamaya bırakabilir.  

Tolstoy’un Kreutzer Sonat’ı neden yazdığı ya da yazmayı ihtiyaç duyduğu başka bir konu. Kreutzer Sonat’taki kadın cinselliği hakkındaki yanlış bilgi de ayrı bir konu, ki bildiğimiz kadarıyla Tolstoy epeyce kadınla da birlikte olmuştur. Hiç kuşkusuz Tolstoy büyük bir deha, bilge, vaizci ve kendi çağının bir peygamberi. Kreutzer Sonat’ı yayımlandıktan sonra gelen tepkileri yumuşatmak adına takındığı muhafazakâr tutumu (yanıt olarak bir yazı kaleme almıştır, çoğu çevirilerinde romana ek bir bölüm olarak yer edinmiştir) bile bu romanının büyüklüğünü gölgeleyememiştir.  

Şunu da eklemekte fayda görüyorum. Tesadüfen karşılaşan iki kişi ya da daha fazlası. Bunlardan biri yazar görevi üstlenir. Sayfalarca konuşup dururlar, ki Kreutzer Sonat’ın neredeyse tamamı aynı kişinin konuşmalarından oluşur. İtiraf etmeliyim ki karşısındaki kişinin ya da kişilerin ağzından çıkan her sözcüğü, o uzun söylevleri hafızasında tutmanın imkânsızlığı boğazımı kıskıvrak yakalar. Teknik olarak bu biçeme yakın, günümüzde yazılan romanları okumakta zorlandığımı söylemeliyim. Elbette çoğu roman bir kurgudur, buna itirazım yok. Ama en azından Calvino gibi, Varolmayan Şövalye romanının anlatıcısını kitabın sonunda bir manastırın penceresinin önüne oturtup, “Anımsadığım kadarıyla böyleydi” demesini beklerim. Ama Tolstoy antik çağda yaşamış bir bilge gibidir aynı zamanda. Sokrates’in Platon’un yaşadığı dönemler. Düşüncelerini, hikâyelerini hayali ya da gerçek, uzun uzun süren karşılıklı tartışmaların bolca olduğu metinler.   

Kreutzer Sonat’ın kahramanı Pozdnişev hareket halindeki trenin kompartımanında karşısında oturmakta olan yabancıya içini döker. Bence de en samimi itiraflar burada olur: Birbirini tanımayan ve bir daha karşılaşma olasılığın az olduğuna inanan kişiler arasında. Tanımadığın ve yüzünü bir daha görmeyeceğini kesinkes bildiğin insanlara içini dökmek gibisi yoktur, çok az kişi bu karşı konulmaz duygudan kendini koruyabilir, yeter ki samimi bir ortam oluşmuş olsun.

Pozdnişev’in ağzından dökülen itirafları dinlerken okur olarak,  etkilerinin bizimki gibi Müslüman toplumlarında hâlâ hissedildiği ve daha uzun zaman hissedileceğine inandığım bir dönemin ahlak anlayışına da tanıklık ederiz. Pozdnişev karşısındaki yabancıya karısını tarif ederken ketum davranır, rakibi olarak gördüğü adamın ise neredeyse hangi gün hangi desenli kravatı taktığını bile anımsar. Kol düğmelerini, parmaklarını nasıl hareket ettiği, hatta nasıl nefes aldığını bile. Tolstoy, Pozdnişev’in düşmanını Pozdnişev’in ağzından aktarırken neredeyse bir bölümü onu tarif ederek yapar.

Sevdiklerimizi değil, rakibimiz ve düşmanımız olarak gördüğümüz kişilere bakarız. Nefret boğazımızdan bizi kıskıvrak yakalar, nefret ettiklerimizin her hareketini gözlemleriz. Belki de Pozdnişev gibi biz de sevdiklerimizin güzel yanlarına bakmayız ya da baksak da güzelliklerini fark etmeyiz, onlarda hilekârlığı ve çirkinliği görürüz sadece.

Italo Calvino, Varolmayan Şövalye, Çeviren: Gül Işık, Can Yayınları.
Tolstoy, Kreutzer Sonat, Çeviren: Nihal Yalaza Taluy, Can Yayınları


29 Eylül 2018 Cumartesi

Moskova Metrosundan Sahneler






Moskova metro sistemi şu an 80 yaşın üstünde ve her gün iki yüzden fazla istasyona dokuz milyon yolcu taşıyor. Mimarinin ve dekorasyonun neredeyse tamamı Sovyet sanatçılar tarafından on yıllar önce inşa edildi.

Lüzumsuz Şeyler / Öykü



Tatyana Tolstaya



Bu ayıcığın bir zamanlar, her birinin içine gözbebeği ve iris yerleştirilmiş özel camdan yapılma kehribar rengi gözleri vardı. Keçe gibi gri, sertti tüyleri. Onu severdim.

Sonrasında ömür geçti gitti tabii. Kendime St. Petersburg’ta nezih bir aile apartmanından bir daire aldım ve bütün zamanımı kıyafetler, kitaplar istifleyerek geçirmeye başladım. Bir yandan da anneme eski sandıkların içinde duran bibloları, yırtık pırtık çaputları, ıvır zıvırları bana vermesi için yalvarıyordum. Nasılsa kimsenin böyle lüzumsuz şeylere ihtiyacı yoktu, hatta annemin, hatta benim bile. Ama ben lüzumsuz şeyleri seviyordum. Bütün önemini, maddi değerini, çekiciliğini, anlamını yitirmiş olan, tüm yararı üstünden uçup gitmiş, buharlaşmış, çırılçıplak bir ruhla ve geçen onca zamanın hayhuyundan gizlenip su katılmamış bir benlikle baş başa kalmış eşyaya tapıyordum ben!

Bir gün annemin evinde, merdivenlerin altındaki üstü tozlu bir örtüyle kaplı dolabı karıştırırken, karanlıkta sandıkla duvar arasındaki boşlukta, kimsenin onca zaman neden atmadığını bilmediğim eski bir kayak sopasına rastladım önce. Sonra da o ayıcığı buldum, daha doğrusu, ondan kalanları: tek pençeli bir bacak, tüylü ahşap bir iskelet, gözünün birinin yerinde özensizce duran plastik bir düğme ve diğerinin yerinde de küçük küçük siyah ipler.

Elime aldım, sıkıca tuttum, tozlu, tüylü, başsız, kolsuz gövdesini kavradım iyice, sonra gözlerimi kapattım, öyle sıkı kapattım ki yanaklarımdan aşağı aniden düşen bir gözyaşı olursa üstüne damlamasın diye. Orada, o boğucu ve daracık, yarı aydınlık yerde, deli gibi çarpan kalbimi dinleyerek öylece kaç dakika dikildim bilmiyorum. Kim bilir, belki ayıcık da benim kadar mutluydu, belki de o çarpan ayıcığın kalbiydi, kim bilir? Yahu şimdi nasıl anlatsam? Hani bebekleriniz olur, büyürler, kırk yaşına gelirler, siz de bu gerçeğe alışmış ve bununla yaşamaktasınızdır. Sonra birden çekmeceleri karıştıracağınız tutar ve o da ne, bebeğiniz oradadır. O sekiz aylık, daha konuşamayan, yulaf ve elma sosu kokan, yumuş yumuş ağlak suratlı bebek karşınızdadır. Sanki bunca zamandır kayıptır da yeni bulmuşsunuzdur onu, asırlardır çekmecenin içinden size seslenmiştir ama siz onu duyamamışsınızdır. Sonunda da kavuşmuşsunuzdur işte.

Aldım onu öyle bir hisle yeni evime götürdüm. Ev incitici bir şekilde yeniydi ki bu da kimsesiz ve yabancı hissettiriyordu eşyaya kendini. Her yerde antikacıdan ve ikinci el dükkânlardan satın alınmış, başkalarının evinde yaşamaya alışkın, yeni habitatlarına uyum sağlamaya çalışan eski eşya vardı. Ortamdaki bu yabancılığı ve soğuk havayı dağıtmak için elimden geleni yapmıştım. Orayı burayı annemin ıvır zıvırları ve çaputlarıyla doldurmuştum. Ama yine de aşinalık duygusu yeterli değildi hâlâ. Ayıcığı yatağımın üstüne koydum. Onunla başka ne yapacağımı bilemedim o an.

O gece ona sarılıp yattım. O da tek pençesiyle bana cılızca sarıldı biraz. Bulutlu bir yaz gecesiydi. Tan ağarana kadar uykum gelmedi bu yüzden uykuya bir yandan sancılı bir özlem de duyuyordum. Ayıcık tozu, tozlu seneleri, on yılları, bin yılları kokladı, çekti içine uykusunda. Gecenin gökyüzünü karanlık sular gibi bulanıklaştırdığı bir vakitte ben gözlerimi açtım, ayıcığın gözünün olması gereken yerde ufak siyah iplerin sarktığı boşluğu gördüm. Onun tahta kafasını okşadım; yara bere kaplıydı her yeri. Kulaklarına dokundum. Sonra birden içim ürperdi.

Hayır, dedim, bu böyle devam edemez. William Faulkner’ın bir kısa öyküsü vardır hani, adı “Emily İçin Bir Gül”, o geldi aklıma. Sevgilisi tarafından terk edilmemek için onu zehirleyen ve akabinde de kendini eve kilitleyip kırk yıl boyunca orada kalan bir kadının hikâyesidir. Kadının cenazesinin ardından evin içinde buldukları çürümüş bir pijamanın içinde çürümüş bir erkek cesedi, sanki yanında yatan birine sarılıyormuş gibi yan dönmüş yatmaktadır. Tepesinde bir tutam kır saçı kalan kafasını altında durmaktan çukurlaşmış bir yastığa koymuş, öylece uzanıyordur.

Ertesi gün, sabah olur olmaz, onarılamaz bir kararlılıkla Moskova’dan ayrıldım. Ama bir ay sonra, çaresizce geri döndüm. Döndüğümde, ayıcık ortadan kaybolmuştu. Yatağın üstünde değildi. Altında da değildi. Ne çekmecelerin içinde ne de döşemelerin altındaydı. Hiçbir yerde yoktu. Anlatabildim mi? Hiçbir yerde hem de.

İngilizceden çeviren: Eda İşler

Boris Akunin’den Tarihi Roman Tadında Polisiyeler




A. Ömer Türkeş




Rus yazar Boris Akunin’in art arda yayımlanan Azazel ve Türk Gambiti isimli romanlarında suç örgüsünü macera, dram ve tarihle süslemiş. İşin içine biraz da mizahın katıldığı, keyifle okunan polisiyeler...

Gürcistan’ın Zestaponi şehrinde doğan Boris Akunin (1956), edebiyata 10 yaşında annesinin önerisiyle Savaş ve Barış’ı okuyarak yöneldi. Tunus ve Japonya’da geçen çocukluğundan sonra, 1973 yılında Moskova Devlet Üniversitesi Asya Enstitüsü’nde Japon Filolojisi bölümüne girdi. Mezun olduktan sonra Japon edebiyatından çeviriler yaptı; 1986 yılında editör olarak girdiği ünlü Inostrannaya Literaturadergisinin, bir süre sonra, yayın yönetmeni oldu. Gerçek adı Grigory Shalvovich Chkhartishvili olan yazar 1998 yılından itibaren B. Akunin adını kullanmaya başladı. Erast Fandorin dizisi, ilk kitabının yayımlandığı 1998 yılından itibaren büyük bir başarı kazandı. Kısa sürede Rusya’nın en başarılı tarihsel polisiye yazarı haline gelen Akunin’in kitapları 30’dan fazla dile çevrildi, sinema ve televizyona uyarlandı. Çarlık dönemi uzmanı olan Akunin’in 60’a yakın kitabı bulunuyor.

Biraz Muamma, Biraz Macera

Fandorin dizisinin ilk kitabı Azazel 1998’de yayımlanmıştı. Takvimlerin 1876 yılını gösterdiği bu ilk macerada okuyucu Moskova polis teşkilatında işe yeni başlayan kalem kâtibi Erast Petroviç Fandorin’le tanışıyor. Henüz yirmi yaşında. Hayata varlıklı bir ailenin çocuğu olarak başlamış, iyi bir temel eğitim almış ama babası servetini banka işinde kaybedince üniversiteye gidememiş ve ekmek parasını kazanmak için en düşük dereceyle polis teşkilatındaki memurluk görevini kabul etmek zorunda kalmış. Meraklıları için Erast Petroviç’in fiziksel özelliklerini de tarif edelim: “Çok hoş görünümlü bir gençti Erast; kara saçları vardı (gizlice gururlanırdı bununla) ve mavi (heyhat, keşke onlar da kara olsaydı) gözleri, çok uzun boyu, beyaz teni ve kahrolası, silinmeyen bir kızarıklığı vardı yanaklarında.” Birkaç sıradan adli vaka dışında meslek deneyimi olmayan Fandorin, genç bir öğrencinin Alexander Bahçeleri’nde herkesin gözü önünde intihar etmesinden kuşkulanır. Zira aynı gün kentin değişik yerlerinde başka –başarısız– intihar girişimlerine dair haberler almıştır. Ölen gencin, servetini kimsesiz çocuklar için okullar açan bir İngiliz leydiye bırakmasından da kuşkulanır. Kendi başına yürüttüğü soruşturma sırasında saldırıya uğrayıp ölümden kıl payı kurtulması Fandorin’in kariyerini ve kaderini derinden etkileyecektir. St. Petersburg’dan gönderilen yeni amiri olayların ardında devrimci terörist grupların olduğu, bunların Avrupa’nın çeşitli kentlerinde bağlantılarının bulunduğu düşüncesiyle, Fandorin’e İtibari Danışman unvanı verilmesini sağlar ve genç adamı şüphelilerin peşinden Londra’ya gönderir. Londra’dan Venedik’e, oradan Paris’e uzanan Fedorin Rusya’ya döndüğünde meselenin siyasi komplo teorilerinden çok daha karmaşık olduğunu anlayacaktır: “Şef haklı olabilir, fakat Fandorin de yol tahsisatını boşa harcamamıştı. İvan Frantsyeviç kâbus görürken bile ne kadar güçlü bir şebekeyle mücadele ettiğini hayal edemezdi. Burada öğrenciler ve bombalı tabancalı histerik kadınlar yoktu, burada tümüyle gizli, içinde bakanlar, generaller, savcılar ve hatta Petersburglu bir başmüsteşar bile olan bir tarikat vardı!” İlk maceradan genç yaşta saçlarına kırlar düşürecek kadar büyük bir acıyla çıkan Fedorin ile Türk Gambitiisimli ikinci macerada Osmanlı-Rus Savaşı sırasında karşılaşıyoruz. Genç bir kızı kurtarıp himayesine alan kahramanımız, Rus ordusuna sızmış bir Osmanlı casusunun peşinde. 1877 yılında savaş bütün hızıyla sürer, Gazi Osman Paşa Plevne’yi büyük bir dirençle savunurken cephenin diğer tarafında Fedorin casusun maskesini düşürüp savaşı Rusların lehine çevirebilmek için zamana karşı yarışıyor...

Savaşa Karşı

Azazel ve Türk Gambiti, 2000’li yılların başlarında Kar Kraliçesi ve Türk Hamlesi isimleriyle Türkçeye çevrilmiş, oldukça ilgi de görmüşlerdi. Bu kez farklı çevirilerle yayımlanıyorlar. Şunu da eklemek gerekir ki gerek Sabri Gürses’in Azazel gerek Uğur Büke’nin Türk Gambiti çevirileri çok başarılı. Tarihi arka planı çok sağlam olmakla birlikte Fedorin dizisinin genel yapısında parodik bir yaklaşım var. Boris Akunin, maceraların geçtiği yıllarda üretilen polisiye metinleri biçimsel anlamda taklit etmiş. Örnek olarak Ponson du Terrail’in ilki 1859 yılında yayımlanan Rocambole serisini, Emile Gaboriau’nun ilk macerası 1863’te yayımlanan Polis Müfettişi Lecoq tiplemesini sayabilirim. Bu tarz polisiyelerde bir suçun/cinayetin araştırılması söz konusu olmakla birlikte macera ve drama da yer verilmiştir. Erol Üyepazarcı’dan aktaralım: “Gaboriau henüz emekleme aşamasında olan polisiye romana, töre romanı ile serüven romanının konuyla ilgili olabilen o pek büyük potansiyelini de eklemiştir.” Boris Akunin de bu yolu izliyor. Fandorin bir yandan işlenen cinayetleri analitik yöntemlerle çözmeye çalışırken diğer yandan bu cinayetlerin arkasındaki gizli teşkilatlarla, onların her yere sızmış tetikçileriyle, devleti tehdit eden entrikalarıyla mücadele etmek zorunda. Muamma kadar mücadelenin baş döndürücü temposuna da kapılıyoruz. Karanlık sokaklar, tekinsiz hanlar, adam kaçırmalar, suikastlar... Polisiye tarihinin ilk örneklerindeki motifleri güncelleyerek kullanıyor Akunin. ‘Azazel’deki eğitim kurumları aracılığıyla dünyayı ele geçirmeyi hedefleyen tarikat örgütlenmesine baktığımızda, özellikle Türkiye için fazlasıyla güncel olduğunu söyleyebilirim. Sanki hayat edebiyatı taklit etmiş... Türk Gambiti de Rus tarihi kadar Osmanlı-Türk tarihine dayanan bir roman. Romanın başında Osmanlı devleti ve saray hakkındaki değerlendirmeler gösteriyor ki hem Akunin dersine çok iyi çalışmış hem de Türkleri iyi tanıyor. Çıkarsamaları yerli yerinde. Ne yazık ki bugün bile şaşırtıcı şekilde geçerli olan bir değerlendirmesiyle örnekleyelim: “Beyler, doğuda en önemli olan şey kendini padişah gibi gösterebilmektir. Eğer bağırıp çağırıyor, küfrediyorsan demek ki buna hakkın vardır”... Arka planına Plevne kuşatmasını, ön plana iki tarafın casusları arasında geçen mücadeleyi koyarak kurgulanan Türk Gambiti’nde dönemin siyasal olayları, uluslararası ilişkileri, yer yer gazete yazıları da kullanılarak başarıyla canlandırılmış. Açıkçası bir polisiye roman kadar tarihi roman olarak da ilgi çekici. İşte bu özellikleri nedeniyle Fedorin romanları – Azazel, Türk Gambiti, The State Counseller ve The Decorator– büyük bütçeli prodüksiyonlarla sinemaya da uyarlanmışlar. Hoşça vakit geçirmeyi hedefleyen popüler türde tarihi polisiyeler yazmakla birlikte Boris Akunin’in yazarlık duruşunun ‘politically correct’ (siyaseten doğrucu) olduğunu, milliyetçi zırvalara ya da hamasete kapılmadığını söylemek gerekir. Ülkesinde Putin’e muhalefetiyle tanınan Akunin, her iki romanında da tarihi olaylardan yola çıkıp günceli yakalamasını biliyor. Fedorin’in sözleriyle bitirelim: “Savaş, Varvara Andreyevna, korkunç bir alçaklıktır. Savaşta ne haklı ne de haksız vardır. Her iki tarafta da iyiler ve kötüler vardır. Ne yazık ki, genellikle kötüler iyileri öldürür.”

Boris Akunin, Türk Gambiti, Çeviren: Uğur Büke, Alfa, 2018, 265 s.
Boris Akunin, Azazel, Çeviren: Sabri Gürses, Alfa, 2018, 270 s.

Teoride ve Pratikte Tolstoy



Michel Aucouturier



Tolstoy’da birbiriyle çatışan, rekabet halinde bir düşünür ve sanatçı hep bir aradadır. Kuramsal kanaatler ve estetik deneyler arasındaki bu çekişme hayatının son otuz yılını şekillendirir.

İki Tolstoy sık sık karşı karşıya getirilir: Bir yanda Anna Karenina ve Savaş ve Barış’ın yazarı güçlü romancı, bütün dünyada tanınmış evrensel edebiyatın en “büyüklerinden” biri; öbür yanda uzun, beyaz sakallı, köylü gömleği giyen, inatla yeni bir Hıristiyanlık vaaz eden saygıdeğer ihtiyar. Günümüzdeyse ilk Tolstoy, okurların büyük bölümünün zihninde canlılığını yitiren ikinci Tolstoy’u neredeyse unutturdu. Ama 1910 yılında, Tolstoy öldüğünde, dünyanın her yerinden gazete manşetleri bunun tam aksini söylüyordu: Ününün doruklarında bir yazardı elbette ama dünyanın asıl ağladığı, yeni bir dinin öncüsü, Eski Ahit’tekilerle memnuniyetle kıyaslanan peygamberiydi.

Bu karşıtlığın bir nedeni vardı: İnkâr, Tolstoy’un hayatını tam anlamıyla ikiye bölen ruhsal krizin derinliğini ve önemini azaltacaktı. Kendisine miras kalan geniş bir arazinin, Yasnaya Polyana’nın sahibi, sevgi ve hayranlık dolu bir eşin yardımıyla kalabalık bir aileyi bolluk içinde geçindiren elli yaşındaki romancı, Rus romancılar arasında birinci sıraya yerleşen ve onu kısa sürede bütün dünyada tanınır hale getiren bir eserin yazarı, refah ve aile saadeti içinde, yaratıcı dehasının baharında, bir anda özel bir sebebi olmaksızın şiddetli bir umutsuzluk buhranına kapılıyor, şu sancı verici soruyla karşı karşıya kalıyor: “Kaçınılmaz olarak beni bekleyen ölümün yok etmeyeceği bir anlamı var mı hayatımın?”

Manasızlığın tahammül edilemez tecrübesi, ölüm karşısında her şeyin geçici olmasının umut kırıcı kanıtı, bu kaygıdan kaçınarak yaşayan Rus köylüleri arasında yaşama nedeni aramaya götürdü onu: “Eğitimli ve bilge kişilerdeki akla dayalı bilgi hayatın anlamını inkâr ederken, büyük insan kitleleri, tüm insanlık hayatın anlamını akıldışı bilgileriyle kavrıyor. İnanç işte bu akıldışı bilgiden çıkıyor.” Burada söz konusu olan, tüm geçmiş yaşamının ona anlam ve değerden yoksunmuş gibi görünmesiyle ortaya çıkan gerçek bir düşünce değişimi: İçinden geçeceği bir sınavı ve onu peşinden sürükleyen “değerlerin yıkılışı”nı anlattığı 1882 tarihli İtiraflar’ın mesajı budur. İtiraflar, “öteki Tolstoy”un doğumunun belirtisidir; artık Kilise’yle uzlaştırılmış İsa’nın mesajını taşımaz, dağdaki İsa’nın buyruklarını Kilise’den arındırarak geri getirir; bilhassa da şu sonuca varır: “kötülüğe karşı şiddetle direnmeme” – yani pasif direniş. Bu bilgi ışığında, emekçi insanlar arasında aylak azınlığın egemenliğini sağlamaktan başka bir amacı olmayan çağdaş toplumun tüm kurumlarını (kiliseler de dahil) yargılayıp mahkûm eder; insan türünün tükenme tehlikesine karşı evlilikte iffet vaaz eder; çağdaş sanatın ayrıcalıklı sınıfların egemenliğine hizmet ettiğini belirtip kendisininki de dahil tüm çağdaş sanatı fiilen mahkûm eder. 20. yüzyılın büyük sarsıntılarının öncesinde kaygılar içindeki uygar dünyanın ölümünün ardından ağladığı işte bu Tolstoy’dur.

İlk Felsefi Yazılar

Savaş ve Barış’ın yazarı ve İtiraflar’ın yazarıyla aynı zamanlarda tanışan okur için iki Tolstoy’un birbirine karıştığı bir gerçektir. Yazarın birbirini izleyen bu iki farklı çehresinin alaşımı bizim için avantaj haline gelir ve bize şunu sezebilme imkânı sağlar: Buhranın yol açtığı kopuşa, sanatçı ve düşünür arasında ortaya çıkan görünürdeki kronolojik engele rağmen iki Tolstoy değil, tek bir Tolstoy vardır. Bu Tolstoy da her zaman birbirine eşit iki güçlü temayülü, birbirine eşit iki istisnai yeteneği birleştiren derinden çelişkili bir dâhidir – bir yandan zekâsının gücüne sınırsız bir güvene dayanan soyut düşünme ve muhakeme eğilimi, başkasını yargılarken duyulan sistematik kuşku; diğer yandansa canlılığa dair titretici bir duyarlılık ve yanılmaz bir önsezi vardır. Geometrinin ve inceliğin ruhu birbirini en yüksek aşamaya taşımıştır.

İlk yazıları, on dokuz yaşında yazdığı felsefi parçalardan oluşur: “Felsefenin Amacı Üzerine”, “Anlamın Anlamı” ve “Gelecekteki Hayat Üzerine Muhakemeler”. Fakat iki yıl sonra başlayacağı ilk edebi romanı Çocukluk, sanatçının önündeki düşünürü nasıl gölgede bıraktığını ortaya koyar: “Hayatının izinde ne olursa olsun bir ilke, onu yönlendiren bir ideal bulma” arzusuyla gerekçelendirdiği, onu bambaşka bir yere götüren, “tesadüften, kaderden başka bir şey” bulamadığı çocukluk anılarına dönüş. Düşünür sahneyi terk eder ve sanatçı, gündelik hayattaki konuşma ve jestlerinin temelini oluşturan mizaçların ve duyumların sonsuz çeşitlemelerinin dirilmesi için çocukluk anılarına dalmanın zevkine varır.

“Umarım Rusya’da yeterince ahlaklı yazar vardır” diye yazar 1885’te savaş anlatılarında sansüre uğramış bir parçada, “ama kesinlikle sevimli bir yazar olamam, hiçbir şey söylemeden –düşünmeden ve özellikle de amaçsız– sırf yazmak için yazamam.” “Mayısta Sivastopol” anlatısı inanç beyanıyla sonlanır: “Tüm benliğimle sevdiğim, var gücümle tüm güzelliğiyle ortaya koymaya çabaladığım ve geçmişte de, şimdide de, gelecekte de güzel kalacak olan hikâyemin kahramanı hakikattir.” O zamanlar hakikat, muhakemeyle erişilemeyecek bir şeydir: Tolstoy’un kapı dışarı etmekte gecikmediği âdetlerin ya da toplum baskısının yarattığı uzlaşmalarca gizlenen canlılığın hakikiliğidir. Amacı belirleyip konuyu seçen düşünürdür, ama başlangıçta var olan tasarıdan uzaklaşmak pahasına uygulamaya geçen, yanılmaz bir hakikat içgüdüsünü rehber edinen sanatçıdır.

Eserlerinin büyük bölümü soyut bir düşünceden doğar. Kafkasya’da askeri görevde olduğu dönemden ilhamını alan ilk anlatısı “Ani Darbe”, gerçek cesaretin doğası üzerine bir soru olarak ortaya çıkar. “Üç Ölüm” adlı ünlü anlatı, bir araya getirdiği soylu bir kadının, yaşlı bir köylünün ve yüz yıllık bir ağacın ölümünden ders çıkarır. En tutkulu tasarılarından birini gerçekleştirmek istediğini, yazarlık kariyerinin başındayken planladığı “dogmatik roman”ı, “taşralı bir asilzadenin romanı”nı yazmak istediğini belirtir: “Romanımın temel düşüncesi, günümüzün eğitimli toprak sahibi için doğru bir yaşamın kölelikle birlikte olanaksızlığı olmalı. Bütün bu sefalet ifşa edilmeli ve bunu düzeltmenin yolları gösterilmeli.”

Devamını getiremeyeceği Taşralı Bir Asilzadenin Sabahı tasarısında, köleliğin kaldırılmasından önce çarpıcı dört mujik portresi sunar.

Çoğu zaman birbirine aykırı olan kavramsal düşünce ve sezginin bu birleşimi, yazarın eserlerinin en önemlisi ve en etkileyicisi olan Savaş ve Barış’ta kusursuz resmedilmiştir. Kişilerin bolluğunun karmaşıklığıyla ortaya çıkan, aile hayatının, sosyetenin, askeriyenin, Napoléon savaşları dönemindeki pek çok soylu ailenin bu anıtsal kronolojisi Flaubert’e hayranlık çığlıkları attırmıştır: “Birinci sınıf! Nasıl bir ressam, nasıl bir psikolog!” Bu roman da soyut bir felsefi meseleden doğmuştur: tarihin işleyişi ve faillerinin bireysel iradeleri arasındaki ilişkiler. Flaubert’i şaşkınlığa uğratan tezat da buradan kaynaklanır: “İlk iki kısım ulvi ama üçüncü bölüm korkunç şekilde kötüye gidiyor. Kendini tekrar ediyor! Felsefe yapıyor! Nihayet beyefendiyi, yazarı ve Rusu görüyoruz – oraya kadar sadece Doğa ve İnsanlık var.” Aslında Napoléon’un 1812’de Rusya’yı işgaliyle birlikte konu dışı stratejik sözler metni sık sık kesintiye uğratır; tarihin alanı ve tanıklığıyla, Tolstoy kendini karakterlerden ayırır, romancının hayal gücünü harekete geçiren sorulara felsefi yanıtlar vermeye uğraştığı epilogla roman sona erer.

Anna Karenina’da bütün “düşünceler” soyut değildir; eserin merkezinde, 1860 yılının liberal reformlarından sonraki çağdaş Rus toplumunda yaşanan çift ve aile sorunu vardır. Ama bu sorulara, karakterlerin hayali durumlara tepkisi dahilinde sanatçı olarak yanıt bulmak zorundadır.

Yazar eleştirilere de duyarsız kalmayacaktır; Savaş ve Barış’ın yeniden baskısında epiloğu ayrı bir bölüm haline getirir (sonraki basımlarda, “sanatsal okur”a çağrıda bulunduğu bir önsöz tasarısında bu imtiyaza değinir). Ardından yazdığı Anna Karenina’yla daha geleneksel bir roman modeline döner.

Anna Karenina’da bütün “düşünceler” soyut değildir; eserin merkezinde, 1860 yılının liberal reformlarından sonraki çağdaş Rus toplumunda yaşanan çift ve aile sorunu vardır. Ama bu sorulara, karakterlerin hayali durumlara tepkisi dahilinde sanatçı olarak yanıt bulmak zorundadır. 5 Mayıs 1893’te günlüğüne, roman bir “laboratuvar deneyi”dir diye yazar, ona göre roman şundan ibarettir: “İnsanları karakterleriyle, içinde bulundukları durumlarla olabildiğince çeşitli hallerde sunmak ve onları çözülmesi önemli olan ama hâlâ çözülememiş hayati bir problemle karşı karşıya bırakmak, hareket etmeye zorlamak, bu soruyu nasıl çözdüklerini anlamak için onları izlemek.” Anna Karenina hakkında, eserin “düşüncesini” ele almaya çalışan eleştirmen arkadaşı Nikolay Strahov’a şöyle yazar: “Romanla anlattığım her şeyi kelimelerle ifade etmek istersem, bu yazdığım romanın son satırının ilk satır olacağı bir roman daha yazmam gerekir.” Anna Karenina’da bir krizin ilk belirtileri açığa çıkar: Düşünürün sanatçı üzerindeki zaferi yakındır. Bu durum, intihara teşebbüsten kaçmak için odasında ip bırakmayan ve bir köylünün sözlerinde onu hayata döndüren bir inancı keşfeden otobiyografik Konstantin Levin karakterinde beden bulur. Ancak Levin, Çocukluk’tan itibaren Tolstoy’un birçok karakter arasında, iyiye olan özlemini dile getirmeye ve anlamaya çalıştığı, hayatını yönlendirecek bir kusursuzluk, hayatta onu tatmin edebilecek bir anlam bulmaya çalıştığı son karakter değildir. Eserlerindeki kahramanların mayasında hep bu ortak arzu vardır: Çocukluk’taki küçük Nikolenka İrtenyev’den Anna Karenina’daki Konstantin Levin’e, Lucerne ve Taşralı Bir Asilzadenin Sabahı’ndaki Prens Nehludov’dan Kazaklar’daki Dmitri Olenin’e, oradan Savaş ve Barış’taki Piyer Bezuhov’a kadar karakterler tüm çeşitliliğiyle “hakikat arayışlarında” Tolstoy’un kendi ruhsal rotasındaki aşamaları yansıtır.

Karakterler arasında aradığı ve İncil’de bulunduğuna inandığı hakikat, kurgu eserinde peşinden gittiği canlı varlıklar arasındaki sonsuz çeşitliliğin hakikati değildir; hepimizin yaşamına anlam veren bu biricik hakikat ölümü ilga etmez. İtiraflar’da bu keşfini anlattıktan sonra, Dogmatik Teolojinin Eleştirisi, Dört Havarinin Tahlili ve Birliği, Din Nedir?, Tanrı’nın Egemenliği İçinizdedir, Ne Yapmalı?, Sanat Nedir?’de, yazıştığı kimselerden gelen gündelik istek ve ricaları yanıtlayan daha pek çok yazısında bu keşfi geliştirmeye çalışır. Adım adım çürütülemez bir mantık kurmaya çalıştığı bir düşünce geliştirir, apaçıklığına inanabileceği bir imana ulaşmayı dener. Sergilediği ahlaki öğreti, başkasının emeğini sömürmeye ve baskıya dayalı bütün kurumları mahkûm eder; tüm şiddete başvurma yollarını, politik eylemlilik de dahil olmak üzere kara listeye alır; bireysel mükemmellik, başkasını sevmek ve topluma zarar veren tüm dertlerin tek devasının emekçinin basit hayatına dönmek olduğu üzerine vaaz verir. Kuşkusuz temeli bu ahlak anlayışına dayanan şiddetsizlik ilkesi, Gandhi’nin eylemi ve tesiriyle kendini kanıtlar, ki günümüzde de pek çok taraftarı vardır. Fakat büyük bir disiplinle uygulanan “Tolstoyculuk”, günümüz toplumunun bütün kurumlarında sona, en azından çöküşe yaklaşmakta. Rusya’da ve dünyada (örneğin Japonya’da) hâlâ yüz kadar inananı var. Ama yazarın ölümünün üstünden geçen son yüz yılda insanın evrimi bu öğretinin ütopik karakterini göstermeye yetiyor.

Dönüşüm Saplantısı

Gelgelelim, hayatının son otuz yılında yazdığı eserler öğretisini açıklamaya ve yaymaya yetmedi. Tolstoy, hoşça vakit geçiren bir aylak gibi değil, içinde hiç ölmeyen sanatçı gibi edebiyat yapmaya devam etti. Uyanışı, İsa’nın dağdaki vaazıyla tecelli eden hakikatle temasından değil, bu hakikatin varlığımıza nüfuz etme, gözlerimizi açıp kamaştırma biçiminden kaynaklanıyordu. İşte bu yıllarda yazılan büyük eserlerin neredeyse hepsi bu konu etrafında döner; bu dönüşüm, kahramanlarının gözlerindeki perdeyi indirir ve o zamana dek yaşadıkları yalan hayatın bilincine varmalarını sağlar. İvan İlyiç’in Ölümü’nde ve Efendi ile Uşağı’nda ölüm kaçınılmaz biçimde yaklaşır ve kabullenilir; tasarıda veya fiiliyatta cinayet deneyimi, kahramanların gözlerini, Kreutzer Sonat’ta evlilik hayatının yalanına, Sergi Baba’daysa azizliğin kibrine açar; Diriliş’te, uzun zamandır unutulmuş bir yanlışın hatırlanmasıyla gelen yakıcı vicdan azabı, Dmitri Nehludov’u, işbirlikçisi olduğu toplumsal düzenin adaletsizliğine uyandırır. Burada sanatçı, bilinçteki ve vicdandaki dalgalanmaların duyarlı psikoloğudur; acımasızca izini sürdüğü yalanları ve aldatıcı görünüşleri gün yüzüne çıkarır. Tolstoy kendi roman sanatının tüm kaynaklarını seferber etmeye devam eder; en uç durumları ve deneyimleri tüm paradoksları ve karmaşıklığıyla hayal gücünde yeniden şekillendirip gerçeğe yakın kılmasını bilir. Tolstoy’un içindeki sanatçıyı öldürmeyi beceremeyişini en iyi gösteren, en başarılı anlatılarından biri olan Hacı Murat’ta dediği gibi, “kendinden saklanarak” uzun yıllar çalıştığı son eserleridir. Tolstoy’un son eseri olan Hacı Murat bir fikirden değil de görüntüden doğar; işlenmiş bir tarlanın ortasında kırmızı çiçeğini gururla kaldırmaya devam eden sabanla ezilmiş bir devedikenin görüntüsü, ona özgürlüğünü savunmak için yerleşik tüm güçlerle mücadele eden dağlı isyancı Kafkas Hacı Murat’ı anımsatır – dönüşümün dini izleği unutulmuştur; bu izlek yerini tüm zorbalıkların üstesinden gelen bir hayat ve saf yaşamsal enerji methiyesine bırakır..

Fransızcadan çeviren: Melis Oflas
(Magazin Littéraire)


Büyük Rus edebiyatı (Kısa özet)




Vikipedi, özgür ansiklopedi



Rus Edebiyatı, 11. yüzyılda Ruslar'ın Hristiyanlık'ı benimsemesinden sonra yazılan yapıtlarla başlar. Doğu Slav toplulukları ilk kez 10. yüzyılın hemen başında Kiev'de merkezi bir yönetim altında bir araya gelmişlerdi. Aynı yüzyılın sonlarında Kiev prensi tarafından benimsenen Hristiyanlık'ın halkın arasında yayılmasıyla okuryazarlık gelişebilme olanağı buldu. Bu yeni dinle birlikte Rusya'ya Yunanca’ya da Slavca dinsel yapıtlar girdi. Yunanca'dan çeviriler yapılmaya başlandı.

Rus edebiyatının Batı edebiyatına entegrasyon süreci I. Petro’nun çarlığı döneminde (1689-1725) başlar.

Rus edebiyatında öykü türünde başarılı ilk örnekler XVIII. yüzyılın ikinci yarısında verilmiştir. Sentimentalist akımın en önemli temsilcisi olan Nikolay Mihayloviç Karamzin (1766 - 1826) Batılı ölçütlerde yazdığı uzun öykülerle Rus okurların dikkatini çeker. Tefrika halinde yayımlanan bu öykülere okurların gösterdiği ilgi, düz yazı türlerini yasaklayan klasisizm akımının temsilcilerini ürkütecek derecede yoğundur. XIX. Yüzyıl genel olarak Rus edebiyatının Batı edebiyatlarına entegrasyon sürecini tamamladığı dönemdir.

Rus edebiyatında poema (epik şiir) türünün ilk örneklerini Puşkin vermiştir.

Gogol biçim açısından yaptığı en önemli denemesini Ölü Canlar adlı eserinde gerçekleştirir. Ölü Canlar, Dante’nin İlahi Komedya’sından yola çıkılarak kaleme alınmış ve grafiksel görüntü olarak düz yazı biçiminde, içerik olarak da Rus öğelerle donatılmış çok başarılı bir poema denemesidir.

Ayrıca İ. A. Bunin (1933), B. L. Pasternak (1958), M. A. Şolohov (1965), A. İ. Soljenitsın(1970), J. Brodski (1987) ve son olarak S. Aleksiyeviç Nobel Edebiyat Ödülü sahibidirler.

Eski Çağ Rus Edebiyatı

Folklor, Vakayinameler ve Destan türü eski çağ Rus edebiyatının en önemli kaynaklarıdır.

Klâsik Dönem Rus Edebiyatı

Kantemir (1708-1744) ve Lomonosov (1711-1765) şiir türünde, Krilov (1768-1844) fabl türünde, Fonvizin (1744-1792) de komedya türünde bu akımı Rusya'da temsil etmişlerdir.

Romantik dönem Rus edebiyatı

Hemen hemen her edebî türde eser vermiş olan Puşkin, en önemli romantik Rus sanatçısıdır. Puşkin, romantizmi Rus halkının yaşamından yerel renkler alarak zenginleştirmiştir. En ünlü eseri Yüzbaşının Kızı'dır.

Gerçekçi dönem Rus edebiyatı

Realizm akımı Fransız edebiyatından sonra en önemli sanatçılarını Rus edebiyatından yetiştirmiştir. 

Nikolay Gogol özellikle yergi üslûbuyla toplumunun kokuşmuş, bozulmuş yöntemlerini eleştirmiştir. En ünlü romanları Müfettiş adlı oyun ile Ölü Canlar romanıdır.

Rus Edebiyatını doruk noktasına çıkaran Dostoyevski ise toplumdan çok, birey olarak insanın ruh dünyasını hem tabiî hem de sosyal çevresi içinde en ince ayrıntılarına kadar sergiler. Psikolojik tahlilleri oldukça başarılıdır. Suç ve Ceza, Ezilenler, İnsancıklar , Kumarbaz,Yeraltından Notlar ,Budala ve özellikle Karamazov Kardeşler ünlü romanları arasındadır.

Bir başka önemli realist yazar Tolstoy, aristokrat kesimi iyi ve kötü yanlarıyla eleştirmekle beraber ve çiftlik ağalarının yaşamını romanlarında konu eder. Anna Karenina ile Savaş ve Barış en bilinen romanlarıdır.

Anton Çehov daha çok hikâye ve tiyatro türlerinden ürün vermiştir. En önemli oyunları: Vişne Bahçesi, Vanya Dayı, Martı (oyun)'dır. Diğer önemli Rus realist yazarlar arasında nihilizmi ve kuşak çatışmasını konu aldığı Babalar ve Oğullar adlı eseri ile İvan Turgenyev ve savunduğu sosyalizmi romanlarında (Ana) sıkça konu eden Maksim Gorki sayılabilir.

20. Yüzyıl Rus Edebiyatı

Fütürizmin Rus edebiyatındaki önemli temsilcisi Mayakovski olmuştur.

Şiirde Pasternak; hikâye ve roman da ise Zoşçenko, Nobel Ödülü kazandığı kitabı Don Hikayeleri ile Şolohov ve bir mahkûmu anlatırken hapishaneleri eleştiren yine Nobel Ödüllü İvan Denisoviç'in Bir Günü eseri ile Soljenitsin önde gelen sanatçılar arasında yer alırlar.

Rusya Tarihi / Sovyetler Birliği Dönemi


Rusya Tarihi / Sovyetler Birliği Dönemi


Rusya Tarihi / İlber Ortaylı




Rusya Tarihi

İlber Ortaylı
















28 Eylül 2018 Cuma

Tolstoy'un Türkçe merakı



Fuad Seferov



Eserleriyle edebiyat dünyasında unutulmaz izler bırakan ünlü Rus yazar Lev Tolstoy'un nispeten az bilinen yönlerinden biri de Türkler ve Türkçe ile yakın ilişki içinde bulunması.

Üstelik sadece o değil...

Örneğin, Tolstoy'un dedesi Pyotr Tolstoy, 1701-1714 yıllarında Rusya İmparatoğlu'nun Osmanlı devletindeki ilk daimi büyükelçisi görevini yapmış. Rus kaynaklara göre, ilişkiler gerilince Sultan'ın talimatıyla tutuklanmış, 1711-1713 yıllarında İstanbul Yedikule cezaevinde yatan dede Tolsytoy, iki ülke anlaşınca serbest kalmış. Rusya'ya geri dönen Büyükelçi dönemin çarı Büyük Petro tarafından "kont" unvanıyla onurlandırılmış.

Tolstoy'un torunu Vladimir Tolstoy şu anda Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in kültür danışmanlığını yapıyor. 2013 yılında Rus basınına konuşan torun Tolstoy, kendi soyu ve Türkiye arasındaki ilişkilerinin 18. yüzyıla dayandığını söyledi ve büyük dedesinin Yedikule'de hapis yattığını hatırlattı. Bunun üzerine muhabirin, "Türklerden intikam almak gibi bir arzunuz yok mu" sorusuna Tolstoy, ünlü Rus şair Aleksandr Puşkin'in şiiriyle yanıt verdi: "Çoktan geçmiş günlerin olayları, kadim zamanların masalları."

Torun Tolstoy daha sonra Türkiye'nin Moskova Büyükelçiliği Rezidansı'na şairi anma programı vesilesiyle davet edildi. Etkinlikte konuşan dönemin Türkiye'nin Moskova Büyükelçisi Ümit Yardım, "'Her şeyden önce Tolstoy ailesiyle fiziki bir bağlantımız var. Ailenin büyük dedelerinden birisi General Volkonskiy'nin bulunduğumuz binanın olduğu yerde bir evi bulunuyordu. Dolayısı ile 'Savaş ve Barış'ta da yaşayan isimler olan General Volkonskiy ve Mariya Nikolayevna'nın burada izlerinin olması bizleri çok onurlandırıyor" dedi.

Moskova'daki Türk büyükelçiliği konunutunun bulunduğu arsa da, 18. yüzyılın sonlarında Tolstoy'un dedesi General N.S. Volkonskiy'e aitti. Arsada yer alan ahşap yapı, Fransa İmparatoru Napolyon Bonapart'ın 1812 yılında Moskova'yı işgali sırasında çıkan yangın sonucunda kül oldu. General Volkonskiy'nin kızı ve Lev Tolstoy'un annesi Prenses Mariya Nikolayevna arsayı Yarbay Azançevski'nin ailesine sattı.

Tolstoy, 1844'te Kazan Üniversitesi'ne girmeden önce Doğu dilleri okumaya başladı. Halası onun dedesi gibi gelecekte İstanbul'da büyükelçi olarak görev yapmasını arzu ediyordu. Azeri asıllı Rusyalı ünlü Şarkiyat uzmanı Mirze Kasım Bek onu Türkçe sınavlarına hazırladı. Giriş sınavlarında Tolstoy Türkçe'den 5 aldı. Tolstoy uzmanı Sovyet araştırmacı yazar Aleksandr Şifman, "Lev Tolstoy ve Doğu. Tolstoy ve Türkler" adlı eserinde ünlü yazarın Kazan Üniversitesi'nin kütüphanesinde Türk kültürü ve edebiyatı ile ilgili zengin bilgiler edindiğini belirtiyor.

Böylece Tolstoy Türklere karşı ilgi duymaya başladı.

Fakat, üniversite eğitimini tamamlayamadan orduya katıldı ve 1854 yılında Kırım'da Osmanlı'ya karşı savaştı. İşte burada yazar, Türklerle karşılaştı. Karşıdaki siperlerde Türk askerlerini dikkatle izliyor, tutsak alınan Türk askerleriyle muhabbet etmeye çalışıyordu. Ne de olsa Türkçe eğitimini almıştı. 

Rus yazar Pavel Biryukov'un 1905-24 yıllarında kaleme aldığı 4 ciltlik "Tolstoy" adlı eserinde Tolstoy'un 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda esir düşen Türk askerlerini ziyaret ettiğini anlatılıyor. Esirlerin Tula'ya geldiğini duyan Tolstoy, onlarla görüşerek bir şeye ihtiyaçları olup olmadığını soruyor. Yazar, Türk esirlerin arasında bir imamın olup olmadığını da merak ediyor. Tolstoy, bütün askerlerin çantasında Kuran bulunmasından çok etkilendiğini anlatıyor.

Daha önce Türk basınında Tolstoy'un İslam'ı kabul ettiği yolunda iddialar çıkmıştı. Bu haberler üzerine Türk basınına konuşan torunu Pyotr Tolstoy, "Büyük dedem Tolstoy dünya dinlerine ilgi duyardı. İslam'ı da derin şekilde araştırdı. Tolstoy, dinlerin halklar arasında engel değil, tam tersi birbirlerini anlama, karşılıklı saygı ilişkilerini arttırdığına inanıyordu" demişti.

Son yıllarında Kazan'dan konuklarıyla Tatarça konuşmaktan büyük keyif alan Tolstoy, Kumuk (Dağıstan'da yaşayan Türk asıllı bir halk) Türkçesi de biliyordu.


16 Eylül 2018 Pazar

Kadınlar bekarlığı, erkekler evliliği...







Çünkü son ankete bakılırsa, Rusya'da bekar erkek sayısı, kadınlara kıyasla bir kat daha fazla çıktı! Yani "yalnızlık" kadınlardan çok erkeklerin sorunu gibi gözüküyor... Ankete göre, Rusya'da erkeklerin yüzde 16'sı hiç evlenmemiş. Evlenmemiş kadınların oranı ise yüzde 7.  VTsIOM anketini değerlendiren uzmanlar "Meğerse Kadınlar bekar olduklarını, erkekler ise evli olduklarını gizliyorlarmış!" diyorlar.
 
Evli erkeklerin oranı yüzde 54, kadınların oranı da yüzde 47 olarak ölçüldü.

Rusyalıların yüzde 50'si resmi nikahlı. Nikah olmadan birlikte yaşayan çiftlerin oranı yüzde 10.

Bir yıldan uzun süredir ilişkide olduğu halde birlikte yaşamayanların oranı sadece yüzde 2.

Katılımcıların yüzde 30'u hayat arkadaşını arkadaş ortamında bulmuş.

Yüzde 20'nin tanışma mekanı ise iş yerleri. Okulda tanışanlar yüzde 13, parkta tanışanlar yüzde 11, konserde tanışanlar yüzde 6 ve internet üzerinden tanışanlar yüzde 5.

Rusya'da 'düello yasası'





Rusya medyasında bir süredir düello konusu sık sık gündeme geliyor. Bazı gazeteciler ironi ile, bazıları da ciddi bir üslupla Ruslar açısından tarihi önemi olan "düello geleneği"nin bugün ortaya çıkmasının nedenini sorguluyor.

Ancak mesele sadece gazetecilerle sınırlı bir tartışma değil. Konu Duma'nın da gündemine geldi. Liderliğini milliyetçi Vladimir Jirinovski'nin yaptığı Rusya Liberal Demokrat Partisi'nin milletvekili Sergey İvanov, "düello yasası"nı parlamentonun gündemine getirdi. Gerçi Duma yönetimi, böyle bir yasayı görüşmek için ne tarih verdi ne de konuyla ilgili herhangi bir açıklama yaptı. Ama düello konusu toplumda tartışılmaya devam ediyor.

Milletvekili İvanov'un yasa önergesinde Rusya İmparatorluğu'nda hakkında kapsamlı bir yasa olan düello uygulamasının tekrar gündeme gelmesi gerektiği vurgulandı. Buna göre her ne kadar "bazı durumlarda sıradan yurttaşlar arasında da düello olabileceği" kaydedilse de, yurttaşların mevcut hukuk sisteminden yararlanmasının daha doğru olacağının altı çiziliyor.

Ama devlette çalışanlar, özelikle bürokratlar ve belediye yetkilileri açısından "düellonun doğal bir hesaplaşma şekli" olması gerektiği kaydediliyor. Yasa önergesinde "düello, eşit durumda olan taraflar arasında yapılır" kaydının yer alması gerektiği savunuluyor. "Düello" ile kastedilen silahla değil, çeşitli biçimlerde (ringde veya minderde) dövüşerek kozların paylaşılması.

İvanov daha önce de  "yurttaşların sarımsak yiyenlerden korunması" hakkında bir yasa önergesini Duma'da tartışmaya açmak istemişti.

Konuyu uzun bir yazıyla ele alan Gazeta.Ru sitesi, düellonun tekrar gündeme gelmesinin Rusya'daki ahlaki ve hukuki sorunlarla ilgili olduğunu, yalan ve iftiralarla aşağılanan insanlar açısından "onurunu korumak ve alenen savunmak için mevcut koşulların yetersiz kaldığını" iddia etti.

Gazeteye göre, Rusların dünyada hukuk sistemine en az güvenen halklardan biri olması da konunun önemli bir boyutu.

Komutan Zolotov, muhalif Navalnı'yı düelloya davet etti

Düello konusunun yaygın tartışılmasında önemli bir aşama da, geçtiğimiz günlerde Rusya Ulusal Muhafızları'nın Başkomutanı Viktor Zolotov'un, yolsuzluk karşıtı gösterilere liderlik eden muhalefet lideri Aleksey Navalni'yi düelloya davet etmesi oldu.

BBC'nin konuyla ilgili haberine göre, geçmişte Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in korumalığını yapan Zolotov, Navalnı'nın hesap vermesi gerektiğini söyledi ve ekledi: "Anlaşılan kimse senin kıçına sağlam bir tekme atmamış Seni düelloya davet ediyorum. Ve sadece birkaç dakika içinde senden sulu bir biftek yapacağım."

Ulusal Muhafızlar, Rusya ordusundan bağımsız olan ve ülkenin iç güvenliğini sağlamak, gerektiğinde toplumsal olayları bastırmak için kurulmuş olan 350 bin civarında asker barındırdığı tahmin edilen ve doğrudan Putin'e bağlı bulunan bir ordu.
 
Navalnı geçen ay yayınladığı bir videoda Zolotov da dahil olmak üzere Ulusal Muhafızlar liderlerinin yolsuzluğa bulaştığını söylemişti. Videodaki iddialar arasında askerlere düşük kaliteli gıda alınması, fiyatının pahalı gösterilmesi ve aradaki farkın zimmete geçirilmesi vardı.

Bazı yasal gerekçelerle son başkanlık seçimlerine katılmasına izin verilmeyen muhalif lider Navalnı, bugün de protestoları düzenleyen yasaları çiğnediği gerekçesiyle hapiste bulunuyor. Navalnı yolsuzluk iddialarına yer verdiği videosunu yayınladıktan günler sonra, Ocak ayında izinsiz gösteri yapmaktan 30 gün hapis cezasına çarptırıldı.

Düello çağrısını Ulusal Muhafızlar'ın YouTube hesabından bir video yayınlayarak yapan Zolotov iddiaların "pis birer yalan" olduğunu söyledi.

Yeniçeri torunu Rus yarbay




Fuad Seferov



Rusya'nın köklü öğrenim kurumlarından Plehanov Ekonomi Üniversitesi öğretim görevlisi Doç. Dr. Aleksandr Perenciyev'in bir yeniçerinin torunu olduğu ortaya çıktı.

Emekli yarbay Perenciyev, askeri, siyasi ve antiterör konularında Rus medyasının sık sık görüşüne başvurduğu bir uzman. 

Perenciyev, Osmanli topraklarında yaşamış atalarının  öyküsünü Medya Günlüğü'ne şöyle anlattı: 

"Soyadım Türkçedeki 'birinci' sözünden geliyor. Sonradan Rusçada Perenciyev'e dönüşmüş. Osmanlı sultanlarının bir kaç yeniçeri alayı varmış. Bunlar birinci, ikinci diye sıralanıyormuş. İşte birinci yeniçeri alayında büyük dedemin dedesi görev yapmış. Bana anlatıldığına göre, atalarım o dönem Osmanlı'ya ait olan Bulgaristan'da yaşıyordu. Bulgar çocuklarını yeniçeri alaylarına alıyorlardı. Büyük dedemin dedesi de böylece 1.Yeniçeri alayında hizmet etmiş. Dedem yeniçerilerin Sultan'a çok sadık askerler olduğunu anlatırdı. Osmanlı'ya bağlı olarak yetiştirilen bu yeniçerlerin torunları daha sonra çeşitli ülkelere dağılmış, bazıları da Rusya'ya gelmiş. Örneğin benim ailem. Büyük dedem 20. yüzyılın başlarında Burgaz'tan Rusya'nın Karadeniz kıyısına, Novorossiysk kentine göç etmiş. Büyük dedem Bulgar prensliği ailesine yakın soylu bir kızla evliymiş. Evet, biz Bulgar kökenliyiz ama köküm Osmanlı Türklerine de uzanabilir."

Türk-Rus ilişkilerine de değinen Perenciyev, Türkiye'nin BRICS ve Şangay İşbirliği Örgütü'ne üye olması gerektiğini, böylece Rusya ile arasındaki birçok sorunu çözebileceğine inandığını söyledi. Perenciyev, "Unutmamak lazım ki Rus-Türk işbirliğinin temelinde ekonomi ilişkiler yatıyor. Ekonomik işbirliğinin artmasıyla siyasi işbirliğimiz de gelişti" dedi.

Rusya'nın 'az bilinen' 7 simgesi





Rusya sembolleriyle meşhur bir ülke: Balalayka, votka, semaver, ayı ve daha niceleri... Peki, bu ülkeyi en iyi niteleyen 7 sembol hangisi? Matryoşkadan votkaya, yabancıların "basmakalıp" simgeleri bir yana konduğunda, "memleketin yerlileri" neleri alamet-i farika sayıyor? İşte Rossiyskaya Gazeta'nın ekinden yayımlanan, Rusya halkının gözünden hazırlanmış "semboller" listesi

1. AK-47 Kalaşnikof. Hediyelik eşya tasarımcısı Aleksandr Elzesser "Rusya için tek bir sembol seçmem gerekirse bu Kalaşnikof olurdu" diyor şakayla karışık.

2. Hruşyofka. Yani Hruşyov, ya da bizde daha bilinen şekliyle Kruşçev dönemi inşa edilen standart toplu konut daireleri. Tasarımcı Vladimir Lifanov'un tercihi bu yönde. Yüz yıldan fazla bir süredir konut sorununun derinden hissedildiği ülkede sembollerden birinin milyonlarca insana yuva olmuş, ama bugün çirkin görünüşü ve zayıf nitelikleriyle iç burkan "Hruşyofkalar" olması hiç de şaşırtıcı değil.

3. Olivye. Bizdeki adıyla Rus salatası. Yine tasarımcı Lifanov'a göre, "karmaşıklığı, ilk bakışta bıraktığı nahoş izlenim, ama bir kere tadına bakıldığında damakta bıraktığı eşsiz tat" ile Rusya'yı olivye salatası kadar iyi sembolize eden başka bir şey yok.

4. Çeburaşka. Ağustos ayında hayatını kaybeden ünlü çocuk yazarı Eduard Uspenski'nin 1966'da yarattığı, çizgi filmi ile efsane olan canlandırma karakteri Çeburaşka adeta bir ikon niteliğinde. Eleştirmen Konstantin Milçin'in sözleriyle ifade etmek gerekirse "türü bilinmeyen bu tüylü, hantal ve küçük hayvan kocaman kulakları ve nazik gözleriyle kötülüğün üstesinden gelebilen samimiyeti ve dürüstlüğü simgeliyor". Çeburaşka, Afrika'dan gelen bir portakal sandığından çıkan, koca kulaklı acayip bir hayvandır. 

5. Şal. Kendine has deseni, çeşitliliği, geleneksel el işiyle kurduğu canlı bağlar ile şal "Rusya ana"nın simgelerinden bir tanesi.

6. Sputnik. Türkçesiyle yoldaş, yol arkadaşı. Eşler için kullanıldığında da "hayat arkadaşı" demek. Kimilerine göre, 1957'de dünyanın yörüngesine oturtulan bu küçük uydu Rusya'nın dünyadaki varlığını simgeleyen en iyi sembollerden bir tanesi.

7. Valenki. Yani kışlık keçe çizme. Şarkılara, şiirlere ve resim sanatından örneklere konu olmuş bu kaba ama bir o kadar da kullanışlı çizmeler tam bir kış ülkesi olan Rusya'nın en sıcak sembollerinden. Ayağınızda valenki var ise soğuktan korkmanıza gerek yok.

15 Eylül 2018 Cumartesi

Çevirmen Sabri Gürses ile Rusça, Rus edebiyatı ve çeviriler üzerine: Rus edebiyatı, Puşkin demektir



NATALIA KOLESNIKOVA




Çevirmen Sabri Gürses, Rus şair ve yazar Aleksandr Puşkin’in ‘Rus edebiyatının ilk romanı’ olarak adlandırılan manzum romanı Yevgeni Onegin’in Türkçe çevirisinin yayımlanmasının ardından Sputnik’e konuştu.

Çevirmen Sabri Gürses, "Bugüne kadar Turgenyev, Dostoyevski, Tolstoy, Gonçarov dahil Rusça'dan 30'a yakın eser çevirdim. Fakat ilk göz ağrım Yevgeni Onegin. Onu defalarca çevirdim. Çünkü benim için Rus edebiyatı Puşkin demektir. Hangi yazarı çevirsem ondan bir iz buldum, onun sesini tekrar gördüm. Bilerek ya da bilmeyerek onun izinden gitmek zorunda kaldım" diyor.

Nihal Yalaza Taluy, Leyla Soykut, Hasan Ali Ediz, Mehmet Özgül, Ergin Altay, Ataol Behramoğlu, Mazlum Beyhan, Ayşe Hacıhasanoğlu, Sabri Gürses, Koray Karasulu, Günay Çetao… Bunlarla sınırlı olmasa da bu isimler, cumhuriyetin ilk dönemlerinden günümüze Rus edebiyatını Türk okuruyla buluşturan çevirmenler.

Rus edebiyatının Türkçe'ye çevrilmeye başlanması, Osmanlı Devleti'nin son dönemlerine denk düşüyor. 1800'lerin sonunda ilk olarak Puşkin, Turgenyev, Lermontov'un bazı küçük öykülerinin ve şiirlerinin Türkçe'ye çevrildiği ve önce İstanbul'da yayımlanan gazetelerde, ardından kitap olarak yayımlandığı biliniyor. Cumhuriyet dönemine kadar çoğunluğu Ahmet Mithat Efendi'nin davetiyle 1890'da Rusya'nın Kazan şehrinden İstanbul'a gelen ve "Madam Gülnar" olarak bilinen doğubilimci Olga Lebedeva tarafından yapılmış olan Tolstoy ve Puşkin çevirileri Türkçe'de yayımlanmış.

Cumhuriyetle birlikte 1928'deki harf devriminin ardından Türkçe'ye çevrilen yabancı edebiyat eserlerinin sayısı artarken özellikle Hasan Ali Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığı döneminde faaliyet gösteren Tercüme Bürosu öncülüğünde 1940'larda yapılan klasik çevirileri, dünya edebiyatının Türkçe'ye aktarılmasında bir dönüm noktası oldu.

Bu dönemde ortaöğretimini Rusya'da tamamladıktan sonra Türkiye'ye gelen Nihal Yalaza Taluy'un yanı sıra eğitim için gönderildiği Sovyetler Birliği'nde Rusça öğrenen Hasan Ali Ediz yoğun olarak Rus klasiklerini çevirdi. Aynı dönemde yine eğitim için Sovyetler Birliği'nde bulunmuş olan dünyaca ünlü Türk şair Nazım Hikmet, Zeki Baştımar ile Tolstoy'un Savaş ve Barış romanını birlikte çevirse de bu çeviride o dönemde cezaevinde bulunan Nazım Hikmet'in ismi yer almadı. Daha sonra Baştımar'ın birçok Rus klasik çevirisi yayımlandı.

Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde 1936'da kurulan Rus Dili Kürsüsü'nün ilk mezunlarını vermeye başlamasıyla buradan mezun olan Ataol Behramoğlu, Ergin Altay, Mehmet Özgül gibi isimler ‘ikinci kuşak' Rusça çevirmenleri olarak Rusça edebiyat eserlerini çevirmeyi sürdürdü. Ardından Mazlum Beyhan ve Ayşe Hacıhasanoğlu Rusça'dan Türkçe'ye edebiyat çeviri yapan isimler arasında yer alırken ‘son kuşak' Rusça çevirmenleri olarak adlandırılabilecek Sabri Gürses, Koray Karasulu ve Günay Çetao isimleri öne çıkıyor.

‘PUŞKİN BENİM İÇİN İLK LİMANLARDAN BİRİ OLDU'

Gürses, Rusça'yı 1995 yılında, 23 yaşındayken, İstanbul Üniversitesi Rus Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrenmeye başlamış:

"Rusça öğrenmeye başlarken Rusça'nın büyüklüğü hakkında bir fikrim yoktu. Dili öğrendikten sonra geçmişte yaşadığı büyüklüğünü sürdürdüğü gibi gelecekte de büyüklüğünü sürdüreceğini gördüm. Rusça'nın bu kadar bitmek bilmez bir zenginliği olduğunu açıkçası bilmiyordum. İnsan yeni bir dile girdiği zaman yeni bir okyanusa giriyor; açıldıkça açılıyor, sonu gelmiyor gerçekten. İlla limanlar bulmak zorunda oluyorsunuz, bu limanlar da sanırım yazarlar oluyor. Bu açıdan şanslı oldum; Puşkin benim için ilk limanlardan biri oldu.
Puşkin'in Türkçe'de birçok çevirisi olmasına rağmen Yevgeni Onegin'in çevrilmemiş olduğunu gördüm. Rusça'yı öğrenirken benim aklımda bu eseri tanımalı, öğrenmeli, bu eseri Türkçe'ye katmalıyım düşüncesi doğdu."

Yevgeni Onegin, 2003 yılında Türkçe olarak Ahmet Necdet ve Kanşaubiy Miziev'in çevirisiyle Everest Yayınları ve Azer Yaran'ın çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı, ancak Gürses yine de Yevgeni Onegin'i çevirmekten vazgeçmemiş.

‘HANGİ RUS YAZARI ÇEVİRSEM PUŞKİN'DEN BİR İZ BULDUM'

Rusça'dan Türkçe'ye çeviriye 1999 yılında başlayan Gürses, "Bugüne kadar 30'a yakın eser çevirdim. Turgenyev, Dostoyevski, Tolstoy, Gonçarov dahil pek çok yazardan çevirim var. Fakat ilk göz ağrım Yevgeni Onegin. Onu defalarca çevirdim. Çünkü benim için Rus edebiyatı Puşkin demektir. Hangi yazarı çevirsem ondan bir iz buldum, onun sesini tekrar gördüm. Bilerek ya da bilmeyerek onun izinden gitmek zorunda kaldım" diyor.

Sabri Gürses, kendi Yevgeni Onegin çevirisini şöyle anlatıyor:

"Yevgeni Onegin'i 2015 yılında çevirmeye başladım ve Nabokov'un yaptığı gibi ‘serbest çeviri' yolunu izledim. Serbest çeviri; yani kafiyeleri bir kenara ayırıp asıl olarak anlamı, şiirin özünü vermeye çalıştım, bunun için de Puşkin'in karakterini olabildiğince vermeye çalıştım. Fakat kanımca kafiyesi olmayan ama yine de kendi iç ahengi olan şiirsel bir çeviri oldu. Onun için çeviriyi, Rus kültürüne yabancı olan okurların yakınlaşabilmesi için dönemle ilgili resimler, tablolar, notlara yer verdim. Dolayısıyla Rus kültürüyle ilgili ne öğrendiysem aktarmaya çalıştım."

‘RUS EDEBİYATIYLA AVRUPA EDEBİYATININ BİRBİRİNİ ETKİLEDİĞİNİ GÖRÜYORUZ'

Gürses'in edebiyatla ilişkisi çeviriyle sınırlı değil. Çeviriye başlamadan önce yayımladığı şiirleri ve ‘Sevişme', ‘Boşvermişler Bir Bilimkurgu Roman Üçlemesi' gibi romanları bulunuyor. "Her koşulda ciddi bir edebiyat yapmak için insanın doğru dürüst Rus edebiyatı bilmesi gerekiyor. Suç ve Ceza'yı bilmesi gerekiyor, Raskolnikov'u tanımış olması gerekiyor, Ecinniler'i okumuş olması gerekiyor" diyen Gürses, Rus edebiyatının dünya edebiyatı ile ilişkisini şöyle anlatıyor:

"Aslında Rus edebiyatının, modern Avrupa edebiyatını yarattığını görüyoruz. Küçük küçük etkileşimler olduğunu zaten biliyorduk ancak arşiv ve tarih çalışmasına girince daha büyük bir etkisi olduğunu görüyoruz. Örneğin Virginia Woolf'un Dostoyevski ile bağı benim yakın zamana kadar dikkatimi çekmemişti. İlk dönemde İngilizce'ye yapılan Rus edebiyatı çevirilerinin İngiliz edebiyatını nasıl etkilediğini görünce şaşırtıcı şeyler ortaya çıkıyor. Cidden form olarak etkilemiş. Ama tabii karşılıklı bir etki bu. Örneğin Tolstoy'un hayatına bakınca, gidip evini görünce Charles Dickens, Emily Brontë gibi yazarları okuduğunu görüyor insan. Aslında oradaki edebi biçimin Rusça'ya taşındığını, sonra da bunun bu eserlerin İngilizce'ye, Fransızca'ya çevrilince Avrupa'ya geri döndüğünü görüyoruz."

Sosyalist bir aileden geldiğini ve çocukluğundan itibaren Rus ve Sovyet edebiyatı ile iç içe büyüdüğünü söyleyen Gürses, "Benim yazma ile ilişki kurduğum dönem Sovyetlerin çöküş dönemine denk geliyor. Ben tam Sovyetler çöktükten sonra Rus edebiyatına ve diline giriyorum. Ama üzerimde aileden gelme Sovyetlere yönelik bir ilgi var; orada daha eşitlikçi, daha adil, halkın yararına yönelik bir kültür olduğuna dair. Rus klasiklerini algılarken de biz öyle algıladık" ifadelerini kullanıyor.

‘YAYINEVLERİ, YENİ RUS YAZARLARIN İNGİLİZCE'YE ÇEVRİLMESİNİ BEKLİYORLAR'

Rusça'dan Türkçe'ye yapılan çevirilerde Puşkin, Gogol, Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev gibi Rus klasikleri ağırlığı oluştururken Gorki, Blok, Şolohov, Ostrovski'nin eserlerinin de aralarında bulunduğu Sovyetler Birliği dönemi edebiyatı da büyük ölçüde Türkçe'ye çevrilmiş durumda. Ancak son dönem Rus edebiyatı ise Türkiye'de sınırlı ölçüde tanınıyor.

Gürses, 2000'lerin başında kendisi ve birkaç çevirmen arkadaşıyla ‘Sadece klasikler çevrilmesin, çağdaş Rus edebiyatını da tanıtalım' çabası içinde olduklarını ancak bunda tam başarıya ulaşamadıklarını anlatıyor: "Örneğin 2000'lerde Viktor Pelevin çevrilmiş ama İngilizce'den çevrilmiş. Tamam, tanıtmış oluyorsunuz ama aktarmış olmuyorsunuz. Biz yeni kuşak insanlarız, bunu yapabiliriz diye düşündük, Kayhan Yükseler'le, Koray Karasulu, Günay Çetao ile bir site kurduk. Herkeste bu istek vardı. Ama yayınevine gidince anlatmak zor oluyor. Onun İngilizce'ye çevrilmiş olup oradan referans alıp gelmesini bekliyorlar. Sonra zaman içinde şunu fark ettim; çağdaş Rus yazarları da aslında İngilizce'den, küresel onay alabilecekleri bir dilden onay alarak harekete geçmeyi öncelikli buluyorlar."

‘EDEBİYAT PİYASASINDA DA STANDARTLAŞMA EĞİLİMİ YÜKSEK'

Sovyetler Birliği'nin dağılması sonrası edebiyat alanında da Batı'nın kültürel hegemonyasının baskın çıktığını ifade eden Gürses, "Kitapçılara bakınca da onu görüyorsunuz. Örneğin Rusya'da bir kitapçıya gittiğinizde Türkiye'dekiyle çok fazla ortak kitap olduğunu görüyoruz. Amerikan piyasasından gelen, eşzamanlı çevrilmiş kitaplar raflarda. Genelde piyasada bir standartlaşma eğilimi yüksek. O yüzden Rus yazarlar kendi kültürleri içinde de mücadele ediyorlar o raflara girmek, öne çıkmak, kendilerini tanıtmak için. Burada da öyle; yerli yazarlar kendilerini vitrinde göstermek için uğraşıyorlar. İki taraf da o anlamda sorunlarla baş etmeye çalışıyor. Çok satan belli başlı isimler öne çıkıyor. Biz de bunun dışındakileri tanımakta zorluk çekiyoruz. Evet, çağdaş Rus edebiyatını çevirelim diye uğraştık ama sınırlı bir etkisi oldu. Fakat arada beklenmedik şeyler geliyor; ben şu yazarlar iyi diye bakıyorum, onları öneriyorum; sonra Alisa Ganiyeva diye beklemediğim bir isim çıkıyor. Beklemediğim kadar iyi bir edebiyatçı, teması, anlattığı şeyler ortak. Bunu bulmak, yakalamak gerekiyor. Evet, iki tarafta da eksiklikler var ama rastlantıları örtüştürebilirsek iyi eserler yakalanabiliyor. İsimden çok eğilimler, konular, temalar önemli" diyor.

‘YENİ BİR ŞEY KATABİLECEKSEM DAHA ÖNCE ÇEVRİLMİŞ ESERİ ÇEVİRİYORUM'

Gürses, daha önce Türkçe'ye çevrilmiş Dostoyevski, Turgenyev, Tolstoy gibi isimlerin klasik eserlerinin bazılarını yeniden Türkçe'ye çevirmiş. Daha önce çevrilmiş bir eseri Türkçe'ye çevirirken "Yeniden çevirirsem bunda benim katabileceğim yeni bir şey var mı?" anlayışıyla hareket ettiğini şöyle anlatıyor:

"Benim ilk yeniden çeviri yaptığım kitap Beyaz Geceler oldu. Ben Beyaz Geceler'i Nihal Yalaza Taluy'un çevirisinden okumuştum. Klasiklerin yeniden çevrilmesi için yayınevlerinden öneriler geliyordu fakat ben yenileri çevirmek; Andrey Belıy, Mihail Bahtin, Yuri Lotman gibi yazarlara öncelik vermek istiyordum. Klasik çevirilerini reddederken bir gün şunu fark ettim; Beyaz Geceler'in Taluy çevirisini okuduğumda ‘Bu, Dostoyevski değil, burada başka bir şey var, bunu bir de ben yapsam nasıl bir şey çıkar acaba' diye düşündüm. O arada çeviribilim yüksek lisansı yapıyordum, onun etkisi de olabilir. O dönem doğum günüm yaklaşıyordu, kendime doğum günü hediyesi vermiş olurum diye düşündüm. Beyaz Geceler'i çevirdim ve daha önce okuduğumdan başka bir eser olduğunu gördüm. Eser romantikleştirilmiş, cümleler kısaltılmış, kolay okunur hale getirilmiş, temposu düşürülmüş. Ve gördüm ki bu yazar, o yazar değil. Ondan sonra yeniden çeviri teklifi geldiğinde ‘bunda benim katabileceğim yeni bir şey var mı' diye baktım. Yeniden bir şey katmayacaksa zaten yapmaması gerekir çevirmenin. Fakat içimden ‘onu ben de yapayım' dediğim şeyler oluyor."

‘ÇEVİRİDE İNTİHALİ DURDURAMIYORUZ'

Türkiye'de çeviride intihal konusu da son dönemde edebiyat çevrelerinde sıkça tartışılan bir konu. Özellikle Milli Eğitim Bakanlığı'nın okullar için ‘100 Temel Eser' listesi yayımlamasının ardından aralarında Rus klasiklerinin de yer aldığı klasik eserlerin çok ucuz fiyatlara satılan bazen çevirmen isminin yer almadığı, bazen de bir çevirmenin çevirisinin başka bir çevirmen ismiyle yayımlandığı biliniyor.

Çeviride intihal konusunu sıkça gündeme getiren isimler arasında yer alan Sabri Gürses, "Tek tek çevirilerin intihalinden öte kitlesel bir intihalle karşı karşıyayız uzun zamandır. Bir gün eski çevirilerin yeniden basımına bakarken okullara 100 temel eseri dayattılar, onun ardından piyasa patladı. Sonra bir gazete kampanya yaptı, o kampanyada kitabı aldım, birebir aynısı. Ondan sonra ağı incelemeye başladım, dehşet bir ağ. Aleni olarak piyasada piyasa aktörlerinin kimin nasıl yaptığını bildiği bir durumla karşı karşıyayız. Bunu durdurmanın yollarını bulamamışlar, ya da işler fazla çetrefil. Takma isimle basılmış bir intihal gazete tarafından dağıtıldığında bunu basanlar da biliyor. Gazete kampanyası sırasından çeviribilim sitesinde düzenli olarak bu intihalleri dile getirdik, daha sonra çevirmenler birliği olarak bu intihalleri ortaya koyduk. Orada yavaş yavaş alenen isim söyleyemeyeceğimizi söylediler; bunun markaya zarar vereceği gibi sorunlar çıkartacağını söylediler. Ardından yayıncılar birliği ve çevirmenler birliği olarak bir rapor hazırladık, orada raporu hazırlayanlar olarak isimleri ilan etmemiz gerektiğini söyledik fakat yine aynı çekinceyle karşılaştık. Daha sonra çevirmenler birliğine üye olmuş isim saptadım ben. Bunu yapan yayınevini alenen uyaramayacağımız söylendi. Şimdi yıllar sonra çevirmen arkadaşın kitabının başka yerde kopyası çıktı" diyor.

Özellikle çeviride intihalle mücadelenin zorluğuna dikkat çeken Gürses, "İşin özü, intihal benim yaralı bir alanım. Durdurmak için çılgınca mücadele ediyoruz. Kitlesel yapılan intihaller var. Şu anda diyelim bir kitap fuarı düzenlenecek, orada satılanlar var. 2-3 TL'ye satılan çeviriler var, çevirmen ismi bile yok. Ama bunu durduramıyoruz" ifadelerini kullanıyor.

‘ÇEVİRMEN, YAZAR İLE YAN YANA DURMALI'

Gürses ile çevirmenin çeviride tutumunun ne olması gerektiği, yazar-çevirmen ilişkisini de konuşuyoruz. "Benim görüşüm, bir başka dildeki eser, sadece yazarın değil çevirmenin de eseri. Yazar ve çevirmen orada yan yana duruyorlar. Çevirmenin olabildiğince yazarın yaptığı şeyi kendi dilinde yapabilmesi lazım. Orada biçim olarak, üslup olarak, his olarak neyi gördüyse okura bunu aksettirebilmesi lazım. Çevirmen, edebiyatçı olmasa bile edebiyatı, özellikle kendi edebiyatını bilmeli. Kendi dilinde ifade etme olanakları nereye varmış, kendi kalem gücüne sahip olabilmeli ki onu aktarabilsin. Yoksa bir makineye veririz, aynısını verir, o zaman bir sorun kalmaz. Çevirmen ve yazar yan yana durmalı ve çevirmen, yazarın yaptığını kendi dilinde yapmalı. Çevirmen kendini illa göstersin, öne çıksın gibi bir görüşü de savunmuyorum, ama aslında gerçekte olan şey o. Çevirmen perspektifinden baktığımda, örneğin Calvino'yu okurken doğru anlayabilmem benim için önemli. Onun ne dediği konusunda çevirmenin beni yanıltmaması lazım. Ama Calvino mu çevirmen mi ben onu düşünmemeliyim. O anlamda ikisi yan yana duran kişiler olmalı" diyor.

Sabri Gürses şu anda Tolstoy'un bütün eserlerinin Türkçe'ye çevrilmesi üzerinde çalışıyor. Tolstoy Yasnaya Polyana Müzesi ile ortak bir çalışmaya girdiklerini anlatan Gürses, "Tolstoy'un bütün eserlerinin Türkçe'ye kazandırılması üzerinde çalışıyoruz. Birkaç yıl içinde yaklaşık 33 cilt halinde Tolstoy'un bütün eserlerini Türkçe'ye kazandırmış olacağız. Daha önce dağınık olarak yayımlanmış eserleri külliyat halinde toparlayacağız" diyor.