Moskova

Moskova

28 Şubat 2016 Pazar

Dağlarına bahar mı gelecek memleketimin?



M. Hakkı Yazıcı


Pencereden dışarı baktım. Hafiften kar yağıyor, ama hava yumuşak.

Havada Moskova’da şimdiye kadar Şubat ayında hiç görmediğim bir hoşluk var. Yoksa bahar erken mi gelecek diye sevineyim, diyorum; ama ünlü “Mart kapıdan baktırır…” atasözümüz sanki keyfimi yarım bırakmak için hızla dağarcığımdan fırlayıp önüme dikiliyor.

Erken sevinmek doğru değil diye düşünüyorum. Benim tecrübelerime göre Moskova’da değil Mart, Nisan bile bahar sevinci için erken sayılan aylardan. Sevinmek için Mayıs bayramlarını beklemek lazım.

Sonra bilgisayarımı açıp, internetten haberleri gözden geçiriyorum.

Artvin Belediyesi, 'iyi haber' diyerek Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun talimatıyla Artvin Cerattepe'de hukuki süreç bitene kadar maden şirketinin çalışmalarının durdurulduğunu açıklamış.

Al sana halkın kararlı direnişinin minik bir zaferi…

Davutoğlu, “Maden inşaatı için sadece birkaç bin ağaç kesilecekti, bunu büyütmenin ne anlamı vardı” kabilinden bir şeyler söylemiş.

Ürkmüşler belli.

Gezi Direnişi’nin üç beş bin değil, üç beş ağaç için başladığını hatırlamışa benziyorlar.
Keyifleniyorum.

Cerattepe’de inşaatın ertelenmesi, Suriye’de barış ihtimali, falan keyiflenmek için yeterli haberler.

Dağarcığımdan bu defa başka bir şey çıkıp geliyor.

“Dağlarına bahar gelmiş memleketimin,…” diye bir türkü tutturuyorum.

Hakikaten, Türkiye’min dağları şimdi ne güzeldir?

Bu türküyü okul kantininde arkadaşlarla hep birlikte söylediğimiz günlerdeki gibi coşkuluyum.

Ahmet Arif’in güzelim şiirinden bestelenmiş bu türküyü Rahmi Saltuk da pek güzel söylerdi.

Gerçi, Sam Amca ve Şürekası, “bahar” sözcüğünü de kirletmişlerdi.

Gördük işte “Arap Baharı”nı Libya’da, Mısır’da, Suriye’de…

***
Dışarı çıkıp biraz yürüdüm.

Çok akıllı telefonumla internetten bir Türk haber kanalı bulup bağlanıp, kulaklığı takıp dinliyorum.

Akşam Lokomotif Moskova-Fenerbahçe maçı var.

Türkiye ile Rusya arasında yaşanan "uçak krizi"nin ardından Rusya’da iki ülke arasındaki gerçekleşecek ilk önem spor karşılaşması olacak.

Endişeliyim aslında. Kötü bir olayın, pis bir provokasyonun olma ihtimali ben korkutuyor.

Parkta yürürken karşılaştığım insanlar kulaklığımdan Türkiye haberlerini dinlediğimi bilseler çok gülerler diye düşünüyorum. N’apim, memleket meselelerinden binlerce kilometre ötede bile olsam kurtulamıyorum.

Derken avluda Vladimir İvanoviç’le karşılaştık.

Birlikte yürümeye başladık. 2. Pesçanaya Sokağına kadar gittik. Lev Yaşin’in evinin önünde durup, onu andık. Yolun karşısında da Nazım’ın evi var.

Nazım’la, Yaşin komşuydular.

“Nazım’la, Yaşin komşuymuşlar. Acaba birbirlerini tanır, komşuluk yaparlar mıydı?” diye soruyorum.

Vladimir İvanoviç, “Olabilir,” diye cevap veriyor. “Nazım’ın karısı Vera, Yaşin’le eşine Türk kahvesi yapmıştır belki de.”

***
Vladimir İvanoviç, akşam maçı beraber seyretmeyi teklif etti, kabul ettim.

Maç 3. Kanalda, şifresiz. Çayımızı içerken arkamıza yaslanıp maçın başlamasını bekliyoruz.

Bana “Sen şimdi Türk takımı diye Fenerbahçe’nin kazanmasını istersin,” dedi.

Durdum, düşündüm.

Fenerbahçe yensin ister miydim? Vladimir İvanoviç benim Galatasaraylı olduğumu, damarlarımı kesseler sarı-kırmızı akacağını biliyor.

Tamam, ben Galatasaraylıyım, ama başka takımların düşmanı değilim. Güzel, dürüst oynayan takımları da takdir ederim. Milliyetçi falan olduğumdan değil, ama ülkemin ve ülkemin takımlarının başarısını da isterim.

Vladimir İvanoviç’in de Dinamo Moskova taraftarı olduğunu biliyorum ya “Peki, bu maçta senin gönlün Lokomotif Moskova’nın galip gelmesinden yana mı?” diye bir karşı soru soruyorum.

Bu sefer o, durup, düşünmeye başlıyor.

“Yahu,” diyor, “Türk takımı, Rus takımı diyoruz da şu takımların kadrolarına baksana kaç tane Rus ya da Türk futbolcu var.”

“Eeee,” diyorum, “Futbol artık böyle bir şey oldu.”

Neyse, fazla uzatmayıp, heyecan olsun diye bu maçta onun Loko’yu ve benim de Fener’i desteklememize karar veriyoruz.

“Bari bahse girelim,” diye ısrar ediyor Vladimir İvanoviç, “Maçı Loko kazanırsa beni Artvin Cerattepe’ye tatile götür,” diyor.

“Peki, Fener kazanırsa sen beni nereye götüreceksin? Lenin Tepeleri’ne mi?”

Gülüşüyoruz.

“Tamam, güzel bir maç olmasını dileyelim. İyi oynayan kazansın,” diyorum.

Bu dakikadan sonra fazla konuşmayıp, gözlerimizi ekrana dikiyoruz.

Hava mülayim, saha güzel…

Maç başladığında hava sıcaklığı “0” dereceyi gösteriyordu. Moskova’ya göre sıcak bir hava denilebilir.

Lokomotiv Stadyumu’nun yeni yapılan çimleri alttan ısıtma olduğu için kar yağışından etkilenmemiş. Karşılaşma mükemmel bir zeminde oynanıyor.

Karşılaşmayı Moskova’da yaşayan yaklaşık 30-40 Fenerbahçeli taraftar izliyor. Eski Moskova muhabiri gazeteci arkadaşımız Fenerbahçeli Cenk Başlamış da İstanbul’dan gelip, tribündeki yerini almış.

Bir önceki Fenerbahçe-Lokomotiv Moskova maçında giydiği tişörtle olay yaratan ve ceza alan Dimitri Tarasov, rövanşı tribünde izliyor.

Tarasov, sahaya üzerinde Putin'in fotoğrafı olan bir tişörtle çıkmıştı. Putin'i askeri giysiler içinde gösteren fotoğrafın altında ise Rusça “Самый вежливый из людей”, yani “en nazik insan" diye tercüme edilebilecek bir ifadenin yazılı olduğu dikkat çekmişti.

Bakalım şimdi ne olacak, UEFA buna bir ceza verecek mi diye merak etmiş, ceza vermezler diye tahmin yürütmüştüm; ama öyle olmadı.

Aslında Tarasov’un giydiği olay yaratan tişört ( Ruslar tişörte “futbolka” diyorlar) internette 450 rubleye satılıyor. Bu olaydan önce de sokakta, dükkanlarda satılan sıradan bir tişört.

“Niye böyle olay yapıldı ki bu?” diye sordu Vladimir İvanoviç.

Ben, Amedspor’lu Deniz Naki olayını örnek gösterdim.

Hani Amedspor seyircisi, pankart açmıştı da Federasyon hem kulübe, hem de futbolcu Deniz Naki’ye ceza vermişti ya.

Halbuki bundan daha masum, güzel ve anlamlı bir talep olabilir miydi?

“Çocuklar ölmesin, maça da gelsin.”

Nazım’ın “Çocuklar öldürülmesin, şeker de yiyebilsinler” dizesine benziyor.

Dalıyorum. İçimden “Çok miskin bir burjuvazimiz var, maalesef onların yapamadığı ‘demokratik devrimi’ de yapmak devrimcilere, sosyalistlere düşüyor,” diye hayıflanıyorum.

“Deniz’in ayağının kramponu olalım,” diyorum.

***
Loko-Fener maçı olaysız, şükürler olsun ki dostane bir havada geçti.

Samimi söylemek gerekirse futbol kalitesi vasadı geçemedi. Öyle ayağa hoplatacak çok pozisyon da olmadı.

Bunun ölçütü ne, nasıl yapıyorsun bu yorumu derseniz Vladimir İvanoviç’in bir ara horlayarak uyumaya başladığını örnek olarak gösterebilirim.

Mehmet Topal’ın golünden sonra gürültüden uyandı.

“Kim attı golü,” diye sordu.

“Mehmet Topal” deyince şaşırdı.

“Türk futbolcusu topal mı,” diye sordu.

“Yok canım, soyadı öyle; hem golü ayağıyla değil kafayla attı,” dedim.

“Topal” sözcüğünü “Aksak Timur”dan dolayı biliyordu. Ne de olsa hemen hemen aynı dönemde her iki ülke; hem Anadolu toprakları, hem de Rusya uzun süren bir Moğol istilasına uğramıştı.

Hele Rusya’da bu tarihi dönem iki üç yüz yıl sürmüştü. Hala izi var bu dönemin bu her iki coğrafyada ve halkların kültürleri üzerinde.

***
Maç bitti.

Fenerbahçe, UEFA Avrupa Ligi Son 32 Turu rövanşında konuk olduğu Rusya'nın Lokomotiv Moskova takımıyla 1-1 berabere kaldı. İstanbul'daki ilk maçı 2-0 kazanan sarı lacivertli takım, bu skorla adını son 16'ya yazdırdı. 

Maçın sonunda herkes kardeşçe el sıkıştı.

Dimitri Tarasov'un ilk maçta giydiği tişörtün hatırlatılması üzerine ise Lokomotiv Moskova Teknik Direktörü İgor Çerevçenko da "Politika ile spor karıştırılmamalı. Taraftarımız da bugün iyi bir duruş sergiledi," diyor zaten.

Bu arada çok akıllı telefonumun internet bağlantısından Anayasa Mahkemesi'nin (AYM)'hak ihlâli' kararının ardından, 26 Kasım'da tutuklanan gazeteciler Can Dündar ve Erdem Gül'ün İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 92 gün sonra serbest bırakılması haberi geliyor.

Haberler akıyor. Suriye’de savaşın başladığı 2011 Mart ayından bu yana ilk kez geniş çaplı bir ateşkes denenecekmiş.

Rusya ile aramıza giren kara kedilerde aradan çıkar diye umutlanmak istiyorum.

Hep kötü haberlerle günü kapatacak değiliz ya; bazen de iyi haberler geliyor işte. 

***
“Eeee, maç berabere bitti. İkimiz de bahsi kazanamadık. Kim, kimi nereye götürecek şimdi?” diye soruyorum.

“Öyle oldu, n’apalım,” diyor Vladimir İvanoviç.

“Tamam,” diyorum. “Bahsi kazanamamış olsan da seni bu yaz Artvin Cerattepe’ye götüreceğim. Söz. Memleket görsün gözün,” dedim.

Mutlu olduğunu gülümsemesinden anlıyorum.

“Sportmence bir maç oldu. Senin Fenerbahçeli arkadaşların vardır. Onları kutladığımı ilet,” dedi.

Ben de görevimi yapıp onun selamını iletiyorum. Rusya’dan sevgilerle.

22 Şubat 2016 Pazartesi

Troçki'nin İstanbul günlerinin hiç bilinmeyen hikayesi

 
Turhan Feyizoğlu
Odatv.com

Asıl adı Leon Davidoviç Bronstein olan Troçki, 7 Kasım 1879'da Güney Ukrayna'nın Yenovka köyünde doğdu. 1896'da Nikolayev'de sosyalist düşüncelerle tanıştı. 1897'de Rusya İşçi Birliği adlı gizli örgütü kurdu. Çar polisince tutuklanıp Sibirya'ya sürgüne gönderildi.

1902 yılında Troçki takma adını kullandığı sahte pasaportla Viyana'ya, oradan da Londra'ya kaçtı. 1905 devriminde St. Petersburg'a dönüp İşçi Sovyeti başkanlığına seçildi. Devrimin yenilgiye uğramasıyla tutuklanıp 1907'de Doğu Sibirya'ya sürüldü. Yeniden Londra'ya kaçtı. 1917 devriminde Rusya'ya döndü. Dışişleri Komiserliği, ardından da Savaş Komiserliği'ni üstlenip Başkumandan sıfatıyla Kızıl Ordu'yu kurdu. 1924'te Lenin'in ölümünden sonra Stalin'le giriştiği iktidar mücadelesini kaybetti.

1926'da Politbüro'dan çıkartıldı. 1928'de Alma Ata'ya sürüldü. Fakat Alma Ata, Troçki için geçici bir sürgün yeriydi. Çünkü Stalin’in asıl istediği, Troçki’yi Rus topraklarından tamamen atmak, başka bir ülkede sürgüne yollamaktı. Bu konuda birçok ülkeyle Troçki’yi kabul etmeleri için görüşme yapılmıştı ama hiçbir hükümet, dünyada savaş rüzgarlarının estiği bir dönemde Troçki gibi siyasi birisini kabul etmeye yanaşmıyordu.

20 Ocak 1929’da Rus hükümeti tarafından sürgün emri Troçki’ye verildi. 

Sovyet Rusya Dışişleri Bakanı Georgiy Vasilyeviç Çiçerin de Troçki’ye ülke arayanlardan biriydi. Bu dönem Moskova’daki Türk Büyükelçisi Vasıf beydi. Sovyet Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Y.Z.Surits’di. Çiçerin, Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ve Vasıf Bey’le defalarca konuşmuş ve sonunda Türk hükümetini razı ederek vize almayı başarmıştı.

12 ŞUBAT 1929'DA İSTANBUL'A GETİRİLDİ

Ancak Türkiye’nin Troçki’yi kabul etmek için bazı koşulları vardı: “Troçki, politik bir göçmen olacaktı. Ona özel ve ayrıcalıklı işlem yapılmayacaktı. Başka ülkeye gitmek isterse, serbest olacaktı. Türkiye’de komünizm uğraşısı göstermeyecek, fakat istediğini yazabilecek ve bunları dışarıda bastırıp yayabilecekti. Troçki’ye Türkiye’de Rusya tarafından hiçbir suikast düzenlenmeyecek, Türk Emniyeti her türlü güvenlik önlemlerini alacaktı.”

Moskova, bu koşulları kabul etti ve 23 Ocak 1929’da Moskova’daki Türkiye Büyükelçiliği’nden Troçkilere “Sedov” adıyla vize verildi. Çok sert geçen hava koşulları nedeniyle 22 günlük bir yolculuktan sonra Leon Davitoviç Troçki, Lenin’in küçük adını taşıyan “İlyiç” vapuruyla Odesa’dan 12 Şubat 1929 Salı günü İstanbul’a getirildi. Yanında ikinci karısı Natalya, oğlu Leon Sedov ve iki de (GPU) Sovyet gizli polisi vardı.

ATATÜRK'E MEKTUP

Troçki’yi getiren İlyiç Vapuru, öğleye doğru Büyükdere açıklarında demirliyor, gemiye binen bir Türk görevli, gelenlerin pasaportlarını inceledi. Bu sırada Troçki’nin oğlu Lev Sedov, Türk görevliye Atatürk’e sunulmak üzere bir mektup verdi. Troçki’nin imzasını taşıyan mektup şöyleydi:

“Sayın Başkan, İstanbul’un kapısında size şunu bildirmekle onur duyuyorum: Türkiye sınırlarına kendi dileğimle gelmedim. Bu sınırlardan içeri zorla sokuluyorum. Rusya’dan çıkarıldıktan sonra, dilini bildiğim ve tanıdığım bir ülkeye gitmeyi yeğlerdim. Fakat sürenler, sürülenlerin bu isteklerine çok ender özen gösteriyorlar. Ülkemden çıkarılmam sorunun sonu değildir. Olaylar kısa ya da uzun sürede gelişecektir. Ben Marks’ın okulunda tarihe sabırla bakmayı öğrendim. En iyi duygularımı kabul buyurunuz Bay Başkan. Leon Troçki.”

Troçki, daha sonra Türk polisinin güvenlik önlemleri arasında Tünel’deki Sovyet Konsolosluğu’na gitti. Burasını herhangi bir otelden daha güvenli sayıyordu. Stalin herhalde Sovyet konsolosluğunda kendisini öldürme girişiminde bulunmaya cesaret edemezdi. Türk polisi ise Rusların bir şeyler yapmasından kuşku duyduğu için Troçki’nin güvenli bir eve taşınması düşüncesindeydi. Hatta İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, konsoloslukta kaldığı sürece 
İstanbul Valisi’nin sık sık Troçki’yi ziyaret etmesini ve durumunu incelemesini istedi.

Gelişinin ikinci günü dünya basını, büyük başlıklarla “Troçki İstanbul’da” diye yazıyor, Türk basını ise Basın Yayın’ın emrine uyarak yayın yapmadı bir süre.

Troçki, Rus konsolosluğunun Tünel’deki konukevine yerleşmişti ve cebinde yaklaşık 1.500 doları vardı. Ama Troçki’nin maddi konuda güvendiği, Avrupa’daki dostları ve yazacaklarından alacağı telif ücretleriydi.

Troçki, Almanya’dan yanıt beklediği sırada durmadan yazıyor, İngiliz, Fransız ve Amerikan gazetelerine durumunu anlatıyordu. Özellikle de, “Türkiye’ye zorla sokulduğunu” öne sürüyordu.

18 Şubat’ta İstanbul Emniyet Müdürü Şerif Bey, Sovyet Konsolosluğu’nda kendisini ziyaret etti ve Vali Muhittin Üstündağ’ın mektubunu verdi.

Türkçe ve Fransızca yazılan mektupları aldığını ve okuduğunu bildirmesi isteniyordu. Troçki, Türkçe bilmediği için yalnız Fransızca yazılı mektubu okudu ve imzaladı. Türkçe mektubu ise almadı.

Mustafa Kemal Atatürk adına kendisini yanıtlayan İstanbul Valisi Üstündağ, Türkiye’ye zorla sokulması iddiasına da değiniyor ve şöyle diyordu:

“SSCB eski Halk Komiseri Troçki cenaplarına, Cumhurbaşkanımıza sunulmak üzere bıraktığınız mektubu ait olduğu makama gönderdim. Size aşağıdaki hususları bildirmekle görevliyim: Sovyet hükümeti, sağlık nedeniyle ülke dışında tedaviniz gerekçesiyle Cumhuriyet Hükümeti’nden vize istemiştir. İyi ilişkiler sürdürdüğümüz dost bir devletin girişimini olumlu karşılamak, bizim yönümüzden doğaldı. Sovyetler Birliği’nden çıkış nedenlerinizi bilemeyiz. Bunları araştırmak da bizim görevimiz değildir. Mektubunuzda belirttiğiniz “zorla sokuldum” deyimi de bizimle ilgili değildir. Buradan istediğiniz bir ülkeye gitmekte serbestsiniz. Oturma sürenizi uzatmak isterseniz de Türkiye konukseverliğini sizden esirgemeyecektir. Bu konuda bütün yabancıların yararlandığı genel kuralların dışına çıkılması düşünülemez. Polislerimiz, kalacağınız sürece güvenliğinizi sağlamak için gereken önlemleri almışlardır. Buna karşın, bir saldırı kuşkusu duyarsanız, sizi korumakla görevli polislerimize bilgi vermeniz en doğru yol olur. Bu mektubu aldığınızı ve içeriğini öğrendiğinizi bize bildirmenizi rica ederim. Saygılarımla. Muhittin Üstündağ - İstanbul Valisi. 18 Şubat 1929.”

MOSKOVA RAHATSIZ OLUNCA TROÇKİ KONSOLOSLUK'TAN ÇIKARILDI

Ancak dış basında çıkan yazılar Moskova’yı rahatsız etmişti. Sonuçta elçiliğe, Troçki’nin bir an önce konsolosluktan çıkartılması bildirildi. 8 Mart gece yarısına doğru Troçki konsolosluktan çıkarıldı ve Türk polisinin önlemleriyle Taksim İstiklal Caddesi’ndeki Tokatlıyan Oteli’ne arka kapıdan sokularak ikinci kattaki 66-68 ve 70 numaralı odalara yerleştirildi. 

Troçki’nin ayrıca sağlık sorunları vardı. Rahatsızlanan Troçki’yi Fransız Hastanesi baş hekimleri, 31 Mart 1929’da ziyaret etmiş, muayene yapmışlardı. Troçki, karısı ve oğlu, 1 Nisan 1929 günü saat:14 civarında Tokatlıyan Oetli’nden ayrılarak Bomonti’deki eve gitti.

VAKİT: TROÇKİ MÜSLÜMAN OLDU

1 Nisan 1929 tarihli Vakit gazetesi tüm dünyayı şok eden bir başlıkla çıktı: “Troçki Müslüman Oldu”. Bu büyük haber üzerine tüm yabancı muhabirler Tokatlıyan’a gitti ama Troçki’yi bulamadı. İşin aslı sonradan anlaşıldı. Vakit gazetesinin muzip bir muhabiri tüm dünyaya 1 Nisan şakası yapmıştı.

Troçki, Türk gazetecileriyle ilk konuşmasını 19 Mart 1929 Salı günü saat:12’de, Tokatlıyan Oteli’nde yaptı.

Yaklaşık 20 Türk gazeteciyi küçük otel odasında kabul eden Troçki, “Odamın İstanbul gazetecilerini sığdıramayacağını hiç düşünmemiştim. Size aslında kısa bir söyleşi için randevu vermiştim”, dedi.

Troçki, bundan sonra, ellerinde fotoğraf makineleriyle gelen gazetecileri baştan ayağa kadar süzdükten sonra şunu söyledi, “Fotoğrafımı çektirmekte mazurum, bu nedenle önce fotoğraf makinelerinizi ellerinizden bırakınız.”

Türk gazeteciler buna itiraz etti. Troçki, üzerinde “Taymis” gazetesi bulunan masanın önünde bulunan koltuğa oturdu, “Sorularınızı bekliyorum”, dedi.

Almanya’ya gidip gitmeyeceği sorusuna şu yanıtı verdi: “Lisanını bilmediğim bir memlekette kalmak istemiyorum. Öteden beri lisanına vakıf olduğum bir memlekete gitmek istiyordum. Almanya’nın bana karşı gösterdiği misafirperverlikten yararlanarak Almanya’ya kabulüm için başvurdum. Henüz bir yanıt alamadım. Fakat olumlu bir yanıt alacağımı ümit ederim.”

TÜRKÇE BİLMEDİĞİM İÇİN AYRILMAK İSTİYORUM

“Özgürlüğünüz kısıtlanmıştır anlamına gelen bir yazınız yayımlanmış! Buna ne diyeceksiniz"sorusuna Troçki, şu yanıtı verdi:

“Yanlış anlaşıldım. Türk hükümetinin özgürlüklerimi kısıtladığını hiçbir zaman söylemedim. Fransız gazetelerine 6 bin sözcük tutan Rusçu makaleler yazdım. Bu yazılar telgrafla çekilirken ve Fransızcaya çevrilirken büyük hatalara uğradı. Türk hükümeti bana büyük konukseverlik göstermiştir, minnettarım. Tekrar ediyorum: Türk hükümeti hiçbir biçimde özgürlüğümü kısıtlamamıştır. Türkiye’ye gelir gelmez Rus Başkonsolosluğu’na indim. Almanya’dan vize istemiştim. Buna yanıtın kısa zamanda geleceğini umuyordum. Bu nedenle otele geçmek istemedim. Sizlerle konuşmayı bugüne kadar ertelememin nedeni de böyle bir toplantıyı konsolosluk gibi resmi bir yerde yapmak istemeyişimdir. Şimdi herkesle konuşuyorum. Türkiye’den neden ayrılmak istediğimi sorabilirsiniz. Türkçe bilmediğim için. Artık yaşlıyım ve yeni bir dil öğrenemem. Yoksa çok sevdiğim ve konukseverliğine tanık olduğum ülkenizde oturmamam için hiçbir neden yoktur.”

“Bolşevik Rusya’nın geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz" sorusuna Troçki, gülerek şu yanıtı verdi: “Bu sorunuz önemli ve pek karışıktır. Bu nedenle yanıtını böyle kısa bir söyleşi içine sıkıştırmak oldukça zordur. Özelte şunu söyleyebilirim ki, Rusya’nın 1917 bolşevik ihtilalinde çizilen hattı hareketi izleyeceğini ümit ederim. Ben, 1917 ihtilalinde vazedilen esaslara nazaran noktai nazarımı asla değiştirmedim. O zaman ne isem, bugün de oyum. Esasen Stalin’i Rusya’nın yolunu değiştirmekle suçluyorum. Be nedenle Stalin’e karşı açtığım mücadele sosyal demokratlara açtığım mücadelenin aynıdır. Şimdi ki Stalin’in tuttuğu yol beynelmilel bir demokrasi yoludur. Rusya’da sürgün olarak bulunduğum Almaata şehrinde buna dair bir eser yazmağa başlamıştım. Şimdi bir yerde yerleşince bu eseri tamamlayacağım. Stalin ile mücadele ve çatışmamızın esası şudur: Benim fikrimce Rusya gibi mütecerrit bir vaziyette bulunan bir memlekette sosyalizm olamaz. Halbuki Stalin’in tuttuğu yol bir nevi milliyetperver sosyalizm yoludur. Fakat Rusya’nın bugünkü vaziyeti buna uygun değildir. Stalin ile aramızdaki anlaşmazlık Lenin’in ölümü ile başlar. Aramızda şahsi bir kavga değil bilhassa bir düşünce çatışması vardır. Biz Rusya’nın bugünkü siyasetini değiştirmek istiyoruz.”

KIZIL ORDU İÇİNDE GİZLİ ÖRGÜTÜMÜZ VAR

“Bu amacı gerçekleştirmek için nasıl çalışacaksınız. Rusya’da gizli örgütünüz var mı?”sorusuna ise Troçki şu yanıtı verdi: “Evet Rusya’da hatta Kızıl Ordu içinde gizli örgütümüz vardır. Bu nedenle taraftarlarım izlenmektedir. Fakat tarafımızdan bir isyan hedeflemek söz konusu değildir. Biz barışçıl bir yöntemle partinin çoğunluğunu kazanmak istiyoruz ve elbette bir gün kazanacağız. Bunun için de partinin siyasetini değiştirmeğe zorunluyuz. Bu konuda müddet tayin etmek olanaklı değildir. Siyasette müddet tayin edenler daima aldanırlar. Müddet tayini heyet şinaslıkta olur, siyasette olmaz.”

Troçki, uluslararası durumu pek karanlık görüyordü. Ona göre yakında dünya karışacak ve savaş olacaktı.

Troçki, bu konuda şunları belirtiyor: “Dünya yeni bir savaşa doğru gidiyor. Uluslararası durum değişmezse savaş kaçınılmazdır. Bundan önce İngiltere, Fransa’ya karşı savaşmıştır. Bu defa birlikte olduğu Amerika’ya karşı savaşacaktır. Bugün Amerika deniz gücü ve sermayesi ile nereye el uzatsa karşısında İngiltere’yi görüyor. Amerika ile İngiltere arasında denizlerin egemenliği ve kapitalizm diktatörlüğü mücadelesi vardır. Fakat Amerika daha güçlüdür. Bu rekabet ihtimaldir ki daha bir müddet devam edecektir. Bu nedenle savaş zorunlu gibidir. Halbuki önünü alabilmek için işçi sınıfını hükümete kabul ettirmelidir. Kellog misakı, Cemiyeti Akvam savaşın önüne geçmek şöyle dursun özellikle savaşı kolaylaştırmağa hizmet etmektedir. Kelleg misakı savaşı kanun dışı saymakla manen bunu hazırlamaktadır. Cemiyeti Akvam da, her şeyde olduğu gibi savaşı da Fransa ve İngiltere lehine inhisar altına almak içindir."

TÜRK İHTİLALİNE YARDIM ETTİM, MUHTEREM REİSİNİZ DE BİLİRLER

Troçki, Türk devrimleri hakkında sorulan soruya şu yanıtı verdi:

“Türkiye’nin içişleri hakkında söz söylemek istemem. Fakat öteden beri Türk ihtilalini takdir edenlerdenim. Hatta o zaman Türk ihtilaline yardım ettim, bunu muhterem Reisiniz de bilirler.” 

Troçki, masası üzerine iki kitap koymuş ve küçük kâğıtlarla bazı yerleri işaretlemişti. Bunları göstererek konuşmasını şöyle sürdürmüştü:

“İşte, kitaplarımdan ikisi… Türkiye için yazdıklarımdan bazıları burada. Birini 1909′da yazmıştım. Bu ve daha sonraki yazılarımda Türkleri o kadar övdüm ki, bana Türkofil dediler. O tarihlerde Rusya’da Türklere karşıt çok insan vardı. Türk dostluğunu daha sonra Türklerin ulusal savaşında da gösterdim. Dostum General Frunze’yi Rus ordularının temsilcisi olarak Ankara’ya yolladım. Türkiye’nin bağımsızlık savaşını çok büyük ilgiyle izledim ve sonuçtan kıvanç duydum. Bağımsızlığınızı, bu uğurdaki savaşı büyük önderinizin yönetimine borçlusunuz. Atatürk’ün büyüklüğü artık dünyaca kanıtlanmış bir gerçektir, öyle bir gerçek ki, burada yinelenmesinden ben de tat duyuyorum. Türk-Sovyet ilişkileri içtenliklidir ve böyle kalacaktır. Politik alandaki bu dostluğun ticaret ve ekonomiye dönüşmesini isteriz.”

Troçki, İngiliz-Amerikan gazetelerine yazdığı makalelerden oldukça para kazanmış, sürekli kendisine daha güvenli bir eve taşınmasını söyleyen Emniyet Müdürü’nün dediğini yapıp daha güvenli ve rahat bir eve çıkmak istiyordu.

Sonunda Şişli Bomonti Mahallesi’nde İzzet Paşa Sokak Numara 29’daki mobilyalı bir ev uygun bulundu ve buraya taşınmıştı. Fakat sorunlar bitmemişti. Mahalle halkı bir anda çevrelerinin polislerle ve tanımadıkları insanlarla dolmasından rahatsızlık ve korku duyduklarından kısa süre sonra şikayet yağdırmaya başladı. Köşkün, çevredeki evlere yakın olması nedeniyle ortaya çıkan güvenlik açığı Troçki’yi de huzursuz etmeye başladığından, korunma yönünden kolaylık sağlayacak çevresi açık yeni bir ev arandı.

Bomonti civarındaki yeni evine taşınmasından sonra Troçki, çok ender dışarıya çıkmakta, yayınlayacağı eserleri hazırlamaktaydı.

Troçki, 16 Nisan 1929’da bir basın açıklaması yaptı, Almanya’ya ademi kabulü hakkında Berlin hükümetinin kararından üzgün olduğunu belirtti. Basın açıklaması özetle şeyleydi:
“Bir çok gazeteciler bana ne yapmak niyetinde olduğumu sordular, her birine ayrı ayrı mülakat vermek kabil olmadığından şu notaların nazarı dikkate alınmasını rica ederim. Türkiye hükümeti İstanbul’da kalmaklığım için hiçbir mani ihdas etmediğinden şimdilik İstanbul’da kalacağım. Şurasını da söyleyeyim ki bu memleketin iç işlerine karışmak istemiyorum. Hükümet, benim Türkiye’de ikametimi teshil için mümkün olan her şeyi yapmıştır. Elveym, Amerika, Almanya, Fransa’da tab edilmek üzere bazı kitaplar hazırlamaktayım. Bunlar meyanında Lenin’in ve haleflerinin tercümei hallerine dair yazılmış diğerleri Rusya’da yazdığım, fakat bugün Avrupa ve Amerikalılar için tercümesi lazım gelen eserlerdir. Eski mesai arkadaşlarımdan mühim bir kısmı, Türkiye’ye gelip bana iltihak etmelerine müsaade edileceği hakkında Stalin tarafından vaki olan sarih vaidlere rağmen tep’it edildiklerinden, alakadar müessesatın yardımıyla bir iş için bana yardım edecek yeni mesai arkadaşları tedarik etmeğe mecbur oldum. Sükunetle çalışabilmek için ailem ve mesai arkadaşlarım ile birlikte İstanbul civarında bir yerde yerleşmek niyetindeyim. Tedavi için Avrupa’ya gidip gitmeyeceğime gelince: Almanya’daki sosyal demokrat hükümetin talebimi ret ile mukabele etmek için bu meseleyi iki ay sürüncemede bırakması bana biraz garip görünüyor. Zannederim ki açıktan açığa burjuva olan bir hükümet bile bu kadar kararsızlık göstermeyecekti. Hükümet işlerindeki tecrübelerim bana öğretmiştir ki, ameli işlerde büyük veya küçük olsun, muavinlerden ziyade, asıl sahip ve amir olanlara müracaat etmek daha iyidir. Bununla beraber, Avrupa’da beni tedavi için olsun, ikamet hakkını verecek bir hükümet bulunacağını ümit ederim.”

Troçki vize almak için Almanya’ya başvurduysa da kısa bir süre sonra Ankara’daki Alman Elçisi Nodolny, kendisine hükümetinin vize veremeyeceğini bildirecekti.

Bu kez İngiltere’ye başvuran Troçki, başvurma nedenini 15 Haziran 1929’da şöyle açıklıyordu:

“İngiltere’ye gitmek için izin talep etmekliğim Türkiye’den memnun olmadığımdan ileri gelmiş değildir. Özellikle burada gördüğüm hüsnü kabul ve misafirperverlikten pek memnunum. İngiltere’ye gitmekliğim karımla beraber tedaviye zorunlu olmamızdan ileri gelmektedir. Aynı zamanda Lenin hakkında hazırlamakta olduğum eserin İngilizce nüshası için İngiltere’de incelemede bulunmak istiyorum.”

Troçki, İngiltere tarafından da kabul edilmedi. İngiliz parlamentosunda bu konuda yapılan konuşmalarda İngiliz hükümeti, “korkaklıkla” suçlandı.

Almanya’ya kabul edilmeyeceği anlaşılması üzerine Troçki, yazı Yeniköy veya Yeşilköy’de geçirmeğe karar vermişti. Bunun için buralarda uygun bir ev aratmaktaydı.

1929 Mayıs’ında Büyükada İskelesi’ne oldukça yakın olan Arap İzzet (Hulo) Paşa Yalısı bulundu. Polis, buradan Büyükada’ya gelip gidenleri kolaylıkla denetleyebilir ve büyük bahçeli evde istediği gibi koruma önlemleri alabilirdi.

Troçki, Büyükada’ya yerleştikten sonra yine çok yoğun çalışamaya başladı. Gazetelere yazı yazıyor, kitaplar hazırlıyordu. Troçki’nin çalışma odasında birkaç daktilo çalışıyor, daktilolar Troçki’nin söylediklerini hızla yazıyorlardı.

Troçki’yi bazan yabancı gazeteciler, bilim adamları da ziyaret ediyordu. Alman bilim adamı Emil Ludvig, 1929 Kasım ayında Troçki’yi ziyaret etmiş, görüşmüştü. Emil Ludvig, daha sonra da Ankara’ya gitmişti.

Troçki, bir de tekne almıştı. Boş zamanlarının çoğunu Yunan balıkçı Haralambos ile birlikte balık tutarak değerlendiriyordu. Rusya’daki alışkanlıklarından da vazgeçememişti. Örneğin çayını sıcak olduğu için fincanın tabağına döküp öyle içmeye devam ediyordu. Köşke bir tane de doğal ıstakoz havuzu yaptırmıştı.

MAHSUR KALINCA GECEYİ KÖY İMAMININ EVİNDE GEÇİRDİ

Balığa çıkmanın yanı sıra avlanmak üzere de kayıkla Kartal'a uzanıp Samandıra gibi uzak ormanlık alanlara bıldırcın ve tavşan avına çıkıyordu. Yine böyle bir av partisini uzatınca hava bozduğu için Şile yakınlarındaki bir köyde mahzur kaldı. Geceyi beraberindeki jandarma, polis, Jean van Heijenoort adlı sekreteri ve muhafızı Bilal Ertürk’le köyün imamının evinde geçirdi.

EVİ YANDI, TÜM KOLEKSİYON KÜL OLDU

1 Mart 1931’de Troçki’nin evi alevler içinde kaldı. Troçki bunu önce suikast girişimi sandı. Ancak karısı Nathalie’nin unutkanlık sonucu açık bıraktığı şofbenin yangına neden olduğu sonra anlaşıldı. Ama Stalin’in yayımlanmasından korktuğu belgeler, fotoğraflar ve fotokopilerin büyük bir bölümünü kapsayan bir koleksiyon kül olmuştu.

Yangından sonra geçici olarak Savoy Otel’e yerleştirilen Troçki için yeni bir ev arandı. Gazetelere verilen ilan sonucunda Moda semtinde Şifa Sokak’ta Dr. Mahmut Ata’ya ait olan ev kiralandı. Fakat Troçki, Büyükada’da geçirdiği günleri unutamamaktaydı. Üstelik ev hemen sokağın yanı başında olduğundan yine huzursuz geceler başlamıştı. Bir gece bahçeye atlayan iki kişinin alarm zillerini çalıştırmasıyla Troçki bu evden ayrılmaya kesin karar verdi. Valilik ve Emniyet’in gayretleriyle Büyükada’daki Yanaros Köşkü Troçki’nin yeni evi olarak kiralandı.

Troçki, 21 Mart 1932’de de yeni aldığı motorlu kayıkla Pendik kıyısındaki Pavli adası civarında balık avlarken motorlu kayığı bozuldu, bu arada fırtınada çıkmıştı. Troçki ve yanındakiler zorunlu olarak Pavli adasına çıktı. Adadan devletin motoruyla Büyükada’ya dönebildi.

İstanbul'da geçirdiği 5 yılda şehir merkezine zaman zaman inen Troçki'nin, bunlardan birinde Taksim'de Charlie Chaplin'in, “Şehir Işıkları” filmini izledi.

Bir kez Süleymaniye, Ayasofya, Beyazıt ve Yavuz Sultan Selim Camii gibi anıtsal yapıları ziyaret etmişti.

Maslak civarında Belgrad ormanlarını gezdi.

İstanbul’da yaşadığı süre içinde bir kez de yurtdışına çıktı.

1932 yılında, Danimarka Sosyal Demokrat Öğrenciler Birliği’nin çağrılısı olarak Rus Devrimi’nin on beşinci yıldönümü konulu bir konferans vermek için Kopenhag’a gitti. Bu gezisini, vatansızlara verilen Türk pasaportuyla yapmıştı. Ancak pasaportunda, “Türk sınırları dışında başına geleceklerden Türkiye Cumhuriyeti sorumlu değildir” kaydı vardı. Çünkü Sovyet hükümeti 20 Şubat 1932’de Troçki’yi vatandaşlıktan çıkartmıştı.

14 Kasım 1932 Pazartesi günü Troçki, ailesiyle birlikte yanında iki büyük bavul, birkaç el çantası ile Tophane açıklarında bulunan vapura bindi. Troçki’nin sağlık sorunları olduğu, Danimarka’da doktorlar tarafından muayene edileceği açıklandı.

Troçki’nin bindiği vapur 16 Kasım 1932’de Pire limanına uğradığında komünistler onu karşılamak için toplu halde rıhtıma gitti. Polis, komünistlerin gümrükten geçmelerine izin vermemiş, komünistler de “Enternasyonal” marşını söylemişlerdi. Dağılamamakta ısrar eden komünistlere polis saldırdı, bazılarını gözaltına aldı. 

Troçki, 23 Kasım’da Kopenhag’a vardı. Konferans, 27 Kasım 1932’de Kopenhag’da yapıldı. Troçki, Danimarka’dan Adriya vapuru ile 11 Aralık 1932’de İstanbul’a döndü. Troçki’yi görmek için kalabalık bir kitle rıhtıma toplanmıştı. Troçki, vapurda kendisini görmeğe gelen gazetecilere sözlü bir açıklama yapmamış sadece yazılı açıklama vererek tekrar kamarasına çekildi. Fransızca yazılı açıklamada özetle şunlar belirtiliyordu:

“Karım ve katiplerimle beraber geziden dönüyorum. Kopenhag’da Rus ihtilali hakkında bir konferans verdim. Ayrıca Amerikalılara hitaben bir nutuk söyledim. Seyahatimiz bizi çok memnun bıraktı. Yalnız Marsilya’da mahalli memurların işgüzarlığı yüzünden üzücü bir olay oldu. Fakat İtalya hükümetinin Venedik-Birendizi üzerinden gezimize izin vermesi üzerine bu olay kapandı. Bu süretle de Venedik’i ziyaret etmiş olduk. Marsilya’da geçirdiğimiz kötü saatleri telafi ettik. Türkiye’ye geldiğimden beri yani 4 senedir ilk defa seyahat ediyorum. Bu seyahat vize işlemleri yüzünden bir aralık olanaksız bir hale gelmişti. Fakat Türk hükümetinin alicenabane girişimiyle bu olanaksızlık giderilmiştir. Özellikle şunu belirtmek isterim: Avrupa’da bizim Türkiye’de esir muamelesi gördüğümüze dair söylentiler var. Her gittiğim yerde bu söylentilerin tamamen asılsız olduğunu söyledim. Türk basını ile şunu tekzip etmek isterim: Seyahatim Rus hükümeti ricalinden kimse ile görüşmek için yapılmış değildir. Bu söylentiler de asılsızdır. Bu tarzda görüşmeğe esasen Danimarka toprakları değil, Türk toprakları daha uygun olsa gerekir. Gezim tamamen özeldir. Siyasi bir yönü yoktur. Büyükada’ya dönüyorum. Yeniden kütüphanemde çalışacağım ve balık avlarına devam edeceğim. Gezim hakkında bir kitap yayımlamak istiyorum. Bu işe bir iki hafta sonra başlayacağım. Ben ve arkadaşlarım bir süreden beri uluslararası iktisadi ve siyasi sahada olağan çalışmalarımıza 1933 yılında da –eğer olağanüstü bir durum meydana gelmezse- devam edeceğiz.”  

BELGELERİ AMERİKA'DAKİ ÖZEL BİR ÜNİVERSİTEYE SATTI

Vatandaşlıktan çıkarıldıktan sonra İstanbul’daki Rus Konsolosluğu da, Vali’den Troçki’nin artık Rus vatandaşı olmadığı gerekçesiyle “gösterilen ilginin kaldırılmasını” istemişti. Ancak İçişleri Bakanlığı bu öneriyi reddediyor ve “Türk topraklarından çıkıncaya kadar güvenlik önlemlerini kaldırmayacağını”, bildiriyordu. Başbakan İsmet İnönü’nün 1932’de Rusya’ya gidişi ve Türk-Sovyet ilişkilerindeki yeni gelişmeler Troçki’yi iyice kuşkulandırmıştı. Stalin’in Türkiye’ye baskı yapacağını ve buna Türklerin boyun eğeceğini düşünüyordu. Bu yüzden Fransa’dan vize istedi. Daladier hükümeti bu kez isteği kabul etti. “Leon Sedov Efendi” adına düzenlenmiş pasaportuyla 17 Temmuz 1933’te Bulgaria isimli bir gemiyle Türkiye’den ayrılarak Fransa'ya giden Troçki burada 2 yıl kaldı ve sınır dışı edildi. Daha sonra Norveç'e gittiyse de burada da 2 yıl kaldıktan sonra ayrılmak zorunda kaldı. 9 Ocak 1937'de Meksika'ya sığındı ve Mexico'ya yerleşti. Troçki, arşivindeki belge, bilgi ve görsel dokümanları 1938 yılında Amerika’daki özel bir üniversiteye sattı. 

BİR BUZ KIRACAĞIYLA ÖLDÜRÜLDÜ

Stalinciler tarafından amansızca izleniyordu. Meksika Coyocan'da Stalinci bir komünist olan İspanyol asıllı Ramon Mercader tarafından 20 Ağustos 1940 Salı günü öğleden sonra Troçki'yi kafasına vurduğu bir buz kıracağıyla ağır biçimde yaraladı ve Troçki, 21 Ağustos sabahı saat 07.30’a doğru öldü.

Troçki’ye suikast düzenleyen katilin değişik takma isimler arasında Frank Jackson, Jasques Mornard ve Roman Mercader anılan adları vardı.

Cinayet duruşması Şubat 1943’te başladı. Katil o tarihte Meksika kanunlarına göre en ağır cezası olan “20 sene ve 1 gün” müddetle hapse mahkum oldu.

SON SÖZLERİ...


Troçki saldırganla boğuştuğu sırada odaya giren Troçki'nin korumaları Mercader'e saldırdı. Troçki korumalarına "Onu öldürmeyin, bu adamın anlatacak bir hikâyesi var", diye seslendi. Ölümünden önce iki kez bilinci yerine geldi, ilkinde eşine "Burjuva basına (basınına?) iyi malzeme olduk" diyerek ölümle yüz yüze geldiği bir anda cesaretini yitirmediğini gösterdi. Bir sonraki bilincin geri gelişi ise son sözlerini sarf etmesini sağladı. Bu sözler: "Dördüncü Enternasyonal'in zaferinden eminim, ileri!" olmuştu.

20 Şubat 2016 Cumartesi

Zenit nostaljisi yaşayanlara müjde!




Şu sıralar orta yaşını yaşayan, gençliğinde fotoğraf amatörü olup işe Rus malı Zenit marka bir makineyle başlamayanların sayısı sanırım çok azdır.

Benim de ilk makinelerimden ikisi Zenit idi.

Cep delik, cepken delik; bütçe küçük, merak büyük olunca haliyle ucuz makine almaktan başka çare kalmıyor.

Ucuzdular, ama allah için iyi makineydiler.

Sovyetler Birliği dağılınca yer tezgahları ve hatta Sirkeci’deki fotoğrafçıların kutsal mekanı meşhur Hayyam Pasajı Zenit’lerle dolmuştu.

Sonra Zenitler, hala ara ara bulunabilmesine rağmen tebahhur etti. Üretimi sona erdirilmişti.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasına mı şaşırırsın, yoksa Zenit üretiminin sona ermesine mi? Karışık işler...

Makinelerden TTL olanını İstanbul’da Tahtakale’de yer tezgahlarından birinden almıştım. 15 Liracık mı vermiştim ne?

Ve hatta hatırı sayılır bir objektif koleksiyonum bile olmuştu.

En değer verdiğim ödül almış 35 mm. lik bir objektifti. Ustalarım, halamın oğulları kademe atlayıp Japon makinelerine geçince bana onu armağan etmişlerdi. Bu vidalı objektifin çapı bendeki gövdeye uymayınca İstanbul’da Beyazıt’ta ara sokaklardan birinde ince işler yapan bir tornacıya ilave bir halka yaptırıp öyle kullanmaya başlamıştım.

Ne güzel resimler çekmiştim o makinelerle.

Zenit nostaljisi yaşayanlara müjde!

Rusya Başbakanı Dimitriy Medvedev, 2014 yılında, Zenit makinelerin yeniden üretime başlayabileceğini söylemişti.

Şu günlerde de Rusya’nın devlet teknoloji şirketi Rostec, dünya genelinde birçok fotoğrafçının 'fotoğraf makinelerinin tankı’ (tank yerine başka bir benzetme yapsaymışlar daha iyi olurmuş) kabul edilen Zenit’lerin yeniden üretimine başlayacaklarını duyurdu.

Rostec'in İletişim ve Bilgilendirme Departmanı'nın başında bulunan Vasiliy Brovko, RNS'ye yaptığı açıklamada, "Zenitler çok popüler ürünler, biz de Leica'nın (Alman fotoğraf makinesi üreticisi) analog versiyonu gibi lüks ürünler üretmek istiyoruz" dedi.

Afferim, doğru karar.

Hadi inşallah!

Zaten niye bazı ülkeler kendi markalarına sahip çıkmazlar ki?! Marka yaratmak, çok zahmetli ve pahalı bir şey.

Şimdi yine, huyum kurusun büyük laf edeceğim: 

Ülkelerin değerleri, buna markaları da dahil, bazen bir toprak parçasından daha önemlidir.

Bunu bilenler zaten atına atlayıp Üsküdar'ı geçiyor.

SSCB'de oldukça popüler olan Zenit makinelerden yaklaşık 15 milyon tane üretilmiş ( iki tanesi bende muhafaza altında ) ve büyük bir kısmı Almanya, İtalya, Fransa ve İngiltere'ye ihraç edilmişti. Ancak Zenitlerin üretimine 2005 yılında son verilmişti.

Umarım teknolojik ürünler üretirler ve benim gibi fanatiklerine yeniden üretimine son verilmesi üzüntüsü yaşatmazlar.

16 Şubat 2016 Salı

Karda kışta Moskova’nın hayvanları ve Kolya Dayı’nın sıçanı


Kaynak: Turkrus.com    
M. Hakkı Yazıcı

Bizim mahallede hikaye hiç eksik olmuyor.

Kesinlikle şikayetim yok bu durumdan, çok eğleniyorum; bana da anlatacak çokça malzeme çıkıyor.

Benim bu hikayeleri keyifle dinlediğimi bilen komşularım Türkiye’ye gittiğim, ya da iş seyahatinde olduğum zamanlarda atladığım konular olduğunda beni kapı önünde, avluda, markette, yakaladıkları her yerde bir çırpıda anlatıyorlar.

Bizim avluda bugünlerin kahramanlarından biri sahipsiz ya da evinden uzaklarda kaybolmuş siyah bir köpek.

Komşular ona hemencecik bir isim taktılar: Çernişka. Biraz bizdeki Karabaş’a karşılık gelen popüler bir köpek ismi.

Çernişka aşağı, Çernişka yukarı.

Hemen herkesin derdi onun bu sert kış günlerinde ayazda kalıp, donmaması, karnını doyurabilmesi. Yani yaza salimen çıkabilmesi.

Daha da önemlisi eğer sahibi varsa onun köpeğini bulabilmesine yardımcı olunması.

Komşulardan biri Çernişka’nın resmini cep telefonuyla çekip, sosyal medyadaki forumlarda paylaştı. Öyle bir trafik oluştu ki şaşırdım kaldım. Mesajlaşmalar, telefonlar, falan… Köpeğin resmini gören bir genç kızın kendi kaybolan köpeği olabileceğini söylemesi hepimize kısa bir sevinç yaşattı.

Kız bir taksiye atlayıp geldi. Ama resimde çok benzeyen Çernişka’nın kendi köpeği olmadığını anlayınca yanaklarından süzülen gözyaşlarına engel olamadı.

Çernişka yine sahipsiz kalmıştı. Ama belki sahibi yoktu; belki de sokakların başına buyruk, tatlı serserisiydi. Özgür olmak onun için sahipli olmanın lüksünden çok daha önemliydi.

Eğer öyleyse gerçekten çok saygı duyardım.

Benim bir başka kahramanım ise evin önündeki parktaki sincap. Pencereden her baktığımda karların arasında hoplaya sıçraya dolaştığını görüyorum. Hop deyince bir çırpıda dallardan dallara atlayıp ağaçların tepesine tırmanıyor.

O da rızkının peşinde.

“Yav, soğukta üşümez mi bu? Yerin altında falan bir yuvası var mıdır?” diye soruyorum Vladimir İvanoviç’e.

“Sen bu işlerden hiç anlamıyorsun,” diye gülüyor bana, “Bu sıçan mı ki? Onun ağaç kovuklarından birinde mutlaka yuvası vardır. Üstelik şunun kürküne bir bak; bizim hanımı bile kıskandırıyor,” diyor.

Devam ediyor; “Ha, bir de bir yer sincabı (zemlinaya belka) dedikleri tür var, aslında sincap değil, ama öyle diyorlar. Benim Zelenagrad’da oturan kuzenimin böyle bir yer sincabı var. Yahu ne sincabı bu basbayağı sıçan (kırısı) dediğimizde çok fena alınıp, kızıyor.”

***

Rusların hayvan ve doğa sevgisi hep anlattığım şey.

Örneğin kendi deyimiyle hayvanları kocasından daha çok seven bir komşumuz var. Daçasında beslediği üç köpek, dört kedi, bir at, onlarca tavuk ve horoza ilâve olarak, kanadı kırıldığı için uçamayan dişi bir karganın da bakımını üstlendi. Büyük ihtimalle yırtıcı bir kuşun saldırısına uğrayan yaralı karga için arka bahçesinde yuva yapan komşumuz, kargayı hazmı kolay et sulu tahıl çorbalarıyla itinayla besliyor.

Sadece bildiğimiz evcil hayvanlara değil, her türlü hayvana merakı var Rusların.

Çin astrolojisine göre Fare Yılı olarak ilan edilen, benim henüz Moskova çaylağı olduğum 2008 yılına günler kala Moskova'daki hayvan dükkanlarında fare ve sıçan satışlarında patlama yaşanmıştı.

Sevdiklerine yılbaşı hediyesi almak amacıyla hayvan dükkanlarına akın eden Moskovalılar fare ve sıçanları adeta kapışıyorlardı. Moskova'nın en kalabalık yerlerinden sayılan Arbat sokağındaki dev evcil hayvan mağazası, müşterilerin sıçan ve fare talebini karşılamakta güçlük çekiyordu.

Nataşa Kerjokova isimli bir müşteri, "Yeni yılın Fare Yılı olması dolayısıyla ben de sarı sıçan almaya karar verdim. Sıçanları çok seviyorum. Yeni hayat arkadaşımla iyi anlaşacağımızı ümit ediyorum," demişti. Svetlana Zubkina isimli bir başkası ise "Ailece hayvanları çok severiz. Evde papağan besliyoruz. Kızımın ısrarı üzerine bu kez de fare satın almak için bu dükkana geldik," diye konuşmuştu.

Bana çok tuhaf gelmişti.

İçinde bulunduğumuz bu sene de “Maymun yılı” ya, bütün evler maymunlarla dolarsa hiç şaşırmamak lazım.

Malum Rusça “mış” fare demek. Rusya’daki Mışkin şehri gibi adı fareden gelen bir şehir dünyanın bir başka ülkesinde yoktur herhalde?

Anlayın artık.

Üst kat komşum Vladimir İvanoviç’e göre bunun hikayesi de şöyleymiş:

Şimdi Mışkin kentinin bulunduğu yer, çok eski zamanlarda bir ormanlık yermiş. Zengin insanlar bu ormanlarda avlanmayı çok seviyorlarmış. Bir gün ayı avına gelen prens Fedor Mstislavskiy tek bir ayı bile vuramamış, sonra biraz dinlenmeye karar vermiş ve uykuya dalmış. Derken uykudayken yüzünün üzerinden bir fare koşup geçmiş. Prens, irkilip, hemen ayağa kalkmış ve ayaklarının yakınında zehirli bir yılan görmüş. Fedor Mstislavski yılanı kılıçla öldürmüş ve böylece farenin sayesinde ölümden kurtulmuş. Ondan sonra prens bu yerde küçük bir şapelin inşa edilmesini emretmiş. Şapel yakınına insanlar yerleşmeye başlamışlar. Ve yeni oluşan bu yerleşim yerine de Mışkin adı verilmiş. 

***

Ben de kesinlikle hayvanları çok seviyorum. Köpeği, kuşu, kedisi, tavukları olan bir evde büyüdüm. Ancak ona rağmen hayvan sevgisinin böylesini anlamam bazen zor oluyor. Farklı bir kültürden geldiğimden olsa gerek.

Benim anacığımın farelerin lafına bile tahammülü yoktu. Hele hele yemek sırasında… Hem korkar, hem tiksinirdi. Ancak kadere bakın ki tek katlı, bahçeli evimizde fare, sıçan hiç eksik olmazdı.

Bir ara bizim ofiste de fareler ve sıçanlarla ilgili yoğun bir muhabbet olmuştu.

Serkan yine ilginç sorularından birini ortaya atmıştı:

“Klavyemizin yanındakine ‘mouse’, fare diyen var ya, niye kimse sıçan demez? Nedir fareyle sıçanın farkı; hepsi aynı cinsten değil mi?”

İgor, Serkan’a sabırla bilimsel açıklamalarda bulunmuştu:

“Genetik bağlamda değerlendirildiğinde farelerin sıçanlara olan benzerliği, senin bir maymunla olan benzerliğinden daha azdır,” demişti.

Serkan, bu sarsıcı açıklamadan sonra anlamış bir ifadeyle “Hımm,” diye düşünmüş ve felsefi yorumlarına devam etmişti:

“Fare çizgi filmlerde, sıçan korku filmlerinde olur.

Fare küçük olduğu için pisler, sıçan sıçar.

Fare dostumuz, arkadaşımızdır, ondan Jerry olur, Mickey Mouse olur; sıçanlardan ise Ratatouille'un Remy'si dışında sevimli bir kahraman bildiğim kadarıyla çıkmamıştır,” demiş, sonra da eklemişti: “Bu haksızlık bence!”

Ofis ortamı değil mi? Akşam saatlerine doğru herkes yoruluyor, iş de yoğun olmayınca tamamen gevezeliğe vuruyoruz. Sohbet dallanıp, budaklanıyor. Konudan konuya atlayıp anlattığım, uzattığım için mazur görülsün; ama bizim konuşmalarımız da aynen böyle. Yani bu benim kabahatim değil.

İgor, yine mesleki teknik bilgilerini gösteren açıklamalar yapmaya devam etmişti.

Bizim İgor’u da, komşum Vladimir İvanoviç’i de vakit uygunsa sözlerini kesmeden dinlemek lazım. İnsan adeta televizyonda belgesel izliyormuş gibi bilgileniyor. Ben de zaten öyle yapıyorum.

İgor:

“Biz La Fontaine masallarından hep kargaların ahmaklıklarını biliriz. Hani şu ağzındaki peyniri tilkiye kaptıran gibi... Birçok edebi eser, dini inanç, masal ve efsanede de kargalardan aleyhte bahsedilir. Oysa kargalar, töresel ve dini inançların tam tersine, zeka seviyesi -insandan sonra- en gelişmiş hayvan türüdür.

Yaşadıkları ortama kolaylıkla uyum sağlayabilen kargaların; kedi miyavlaması, endüstriyel makinelerin motor gürültüleri ve insan seslerini taklit etme yetenekleri de var. Kargalar farklı gruptaki hemcinsleriyle iletişim kurmak için melodi ritimli sesleri tercih ederler.”

İgor, ayrıntılardan cimrilik yapmadan, yine konudan konuya atlayarak konuşuyordu:

“Şöyle bir teori var: Nükleer silahların kullanılacağı bir Üçüncü Dünya Savaşı sonrasında yeryüzünde hamam böceği imparatorluğu kurulacak. Zira olası bir nükleer savaşta insanlar 500, hamam böcekleri ise 100.000 birim rem’lik radyoaktiviteye dayanma gücüne sahipler.”

Bunu duyunca birden irkildim. Yeni bir dünya savaşı ihtimali mi? Bırrrr!!!

Hemen aklıma bir dize geldi:

“İnsandım, kargadan çirkin, hamam böceğinden daha acizdim.”

Vah biz garip insan evladının haline, vah!

***

Vladimir İvanoviç’le o gün yarım kalan konuşmamız yüzünden bunları hatırladım. Onunla muhabbetimizi her karşılaştığımızda bıraktığımız yerden sürdürüyoruz. Geçen gün onu bizim avluda çöp döktüğümüz konteynerlere muhkem bir bankta oturmuş, çöpleri karıştıran sıçanları dikkatle izlerken gördüm. Beni kenara çekip, “Çöpleri sonra atarsın. Gel yanıma otur, sen de bak,” dedi.

Bir süre konuşmadan, beraberce izledik.

“Biliyor musun, bu sıçanlar çok akıllı.”

“Nerden biliyorsun?” diye merakla soruyorum.

Anlatmaya başlıyor:

“Günlerdir şu sıçanları izliyorum. Çöp poşetlerini tanıyorlar. Mesela şu bizim alışveriş ettiğimiz ucuz hipermarketlerin plastik poşetlerinin yanına bile yanaşmıyorlar. Haklılar, içinde yenecek ne bulacaklar ki? Ancak öyle her babayiğidin alışveriş yapamayacağı gurme marketleri var ya, onların paketlerini gördüklerinde bayram ediyorlar. Hepsi birden gelip, paketi parçalayıp, içindeki pahalı yiyecek artıklarını yuvalarına taşıyorlar.”

Moskova’nın sıçanları, kargaları ve tarakanları (hamam böceği) meşhur. Belki de kedi sayısından daha fazla sıçan vardır bu şehirde.

Eee, öyle ya, malum Moskova’nın bir örümcek ağı gibi kocaman Metro ağı, yeraltı nehirleri, efsanevi sığınakları, savunma tünelleri düşünüldüğünde bu çok normal. Baş etmek zor…
Moskova’nın üstü gibi yeraltı da kocaman bir dünya.

Tarakanlarla amansız bir mücadele var, ancak kargalara ve sıçanlara pek dokunulmuyor.
Belki Avrupa Birliği normlarına uyarak hayvanları zehirlemek istemediklerinden, belki de hayvan sevgisinden diyordum, ama geçen sene resmi merciler sıçanlara karşı ciddi bir itlaf kampanyasına girişmişti. Ancak doğa her şeye rağmen hükmünü sürüyordu. İşte hayvanlar yeniden ortaya çıkmaya başlamıştı.

Bir de güncel, yeni bir mevzu… Geçen gün Belediye’nin ani bir gece baskınıyla Metro istasyonlarının etrafındaki yıkılan “palatka”ların, ticari “kiosk”ların temelinden, enkazından çıkan sıçanlar şimdi kim bilir nerelerde kendilerine yeni yuvalar bulacaklar?

Dertlendiğimi fark eden Vladimir İvanoviç, “Sıçanlara mı üzülüyorsun, yoksa ekmek teknelerinden olan insancıklara mı?” diye soruyor.

“Her ikisine de diyorum,” kısaca.

Yine öbür konuya devam ediyoruz.

Fare ve sıçanlar son derece zeki yaratıklar. Yaşam kurallarına sıkı sıkıya bağlılar. Aslında şüpheli herhangi bir yiyeceği tüketmeme eğilimleri var. Genelde alışkanlıklarına uyar, bilmedikleri, yabancı gelen bir yiyeceği tüketmezler. Örneğin; fareler insan elinin değdiği yiyecekleri çok mecbur kalmadıkça yemezler ve topluluk içerisinden bir farenin yediği yiyecekten hastalanması durumunda o yiyecekten diğer fareler kaçınırlar.

Rusya’da uzmanlar sıçanların boyutlarının giderek irileşmesini ve sayı olarak çoğalmalarını birçok nedene bağlıyorlar. Öncelikle evsel atıkları ve iklimin ısınması gibi ekolojik nedenleri, sonra AB’nin kemirgenlere karşı zehirli madde kullanılmasını kısıtladığından dolayı onlara karşı mücadelenin zorlaşmasını neden olarak gösteriyorlar.

Viladimir İvanoviç, sıçanların kargalar gibi akıllı hayvanlar olduğuna dair bir tezinde ısrarcı. Hararetle anlatmaya devam ediyor.

Bu arada bizim yan padiyezdden, yani öteki apartman girişinden, komşumuz Azeri Hüseyin de geldi. Yanımıza oturdu.

Böylece gelen geçenin gülerek baktığı, sıçanları izleyen tuhaf bir erkekler grubu oluşturmuştuk.

Hüseyin:

“Bax mən siçanlarla əlaqədar bir hekayə izah edəcəyəm. Mənim alt qatda oturan qonşumu bilirsiniz. Yoxsul, fukara, pulsuz bir qocadır.”

Hikaye yine bizim komşulardan, pek insan içine çıkmayan, fazla kimsenin tanımadığı Kolya Dayı’ya aitti.

***

Vladimir İvanoviç tanıyordu ihtiyar Kolya Dayı’yı. Hüzünlü bir yaşam öyküsü vardı. Bu hikayeyi, bu sırrı saklayacağımı, fazla dillendirmeyeceğimi bildiği için daha önce bana da anlatmıştı.

Kolya Dayı’nın sol gözü kör, sağ ayağı da aksaktı. Yolda sağ ayağının üzerinde yaylana yaylana yürürdü. Bu nedenle de savaşta askere alınmamıştı.

Kolya Dayı eskiden postacıydı. Büyük Anavatan Savunması’nda postacı olmak zor işti. Zaman gelmiş cephelerden ölüm haberleri ulaşmaya başlamıştı. Köyden kiminin babasının, kiminin kocasının ölüm haberlerini getiriyordu Kolya Dayı. Köye gelen yolun başında Kolya Dayı’yı gördüklerinde köyün çocukları, kadınları tir tir titremeye başlıyorlardı: Acaba kimin babacığı veya oğulcuğu ya da kocacığı ölmüştü?

Kolya Dayı’nın kuşkusu bunda hiçbir suçu yoktu. Ama faşistlerin öldürdükleri erkeklerin haberini getirmek onun işiydi. Zamanla tüm köy adeta düşmanı olmuştu. Nefret ediyorlardı ondan.

Hele hele, sevgili kocasını yitiren bir genç kadın daha onu daha görür görmez taşa, sopaya sarılıyor, köyün dışına kadar kovalıyordu.

Nihayetinde savaş bitmişti, insanlar acılara alışmıştılar, ama Kolya Dayı da aklının yarısını yitirmişti. O köyde daha fazla yaşamak istememişti. Moskova’da yaşayan teyzesinin yanına gelmişti.

Teyzesi ölünceye kadar da bize komşu evlerinde beraberce yaşamışlardı.

Sonrasında da, bugüne dek aynı evde, Azeri Hüseyin’in padiyezdinin giriş katındaki küçük evde Kolya Dayı tek başına yaşamını sürdürüyordu.

Maslow’un “ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisi”ndeki piramidin üstteki üçünden vazgeçmiş, tabanındaki ilk ikisiyle iktiva ediyordu.

Korkardı insanlardan. Acil ihtiyaçları dışında çok dışarı çıkmaz, yalnız başına evinde otururdu genellikle. Güvenip, konuştuğu nadir insanlardan biri komşusu Vladimir İvanoviç’ti.

Kolya Dayı, Mayıs Bayramlarından birinde şöyle demişti:

“Evde nefes alan bir canlının daha bulunması ne güzel… Evde iki kişi olduk. Bayramı birlikte geçiriyoruz.”

Onun yalnız yaşadığını bilen Vladimir İvanoviç meraklanmıştı.

Kolya Dayı’nın şimdilerde en yakın arkadaşı evine bir yolunu bulup giren bir sıçandı.

İlk kez bir sabah gözlerini güçlükle araladığında yatağının kenarında görmüştü sıçanı. Yerde akşamdan kalma votka kadehinin yanındaki tabağın içindeki ekmeği kemiriyordu.

Terliğini kapıp, fırlatıp haklamayı düşünmüş; ama hali olmadığından üşenmişti.

Yattığı yerden izlemeye başlamıştı. Sıçan da alışmış, kaçmamıştı. Uzun süre karşılıklı bakışmışlardı.

Zararsız bir hayvan diye düşünmüştü.

Daha sonraki günlerde de sıçan ziyaretine gelmişti.

Kolya Dayı, yemek artıklarını çöpe dökmek yerine bir köşeye bırakmaya başlamıştı. Sıçan geliyor, ona armağan edilen artıkları yiyor, minnet duygusuyla bakıyordu. Sonra hangi delikten geldiyse dışarı çıkıp kayboluyordu.

Tuhaf bir dostluk oluşmuştu aralarında. Adeta bir anlaşma yapmışlardı; Kolya Dayı, ona yemeğinden arta kalanları veriyordu; o da onu fazla rahatsız etmiyor, orayı burayı kemirmiyordu.

Bir sabah Kolya Dayı, uyanıp, uykulu gözlerle etrafına baktığında gördüklerine inanamamıştı. Sıçan yine gelmişti, ama bu sefer ağzında bin Rublelik bir banknot vardı.
Parayı yere bırakıp, yemek artıklarını yiyip, yine ortadan kaybolmuştu.

Bu olayın aynısı neredeyse her hafta tekrarlanmaya başlamıştı.

Kolya Dayı, hiçbir şey anlamamış, ama olanlardan hoşnut kalmış, birden çok zengin olduğu hissine kapılmıştı. Hiç denilebilecek emekli maaşına ek bir geliri olmuştu.

Artık paraya kıyıp, marketten hem kendisi, hem de sıçan için daha fazla yiyecek almaya başlamıştı.

Mahalle dedikodularını herkesten önce öğrenen, kulağı delik Hüseyin, olayı anlamış, ancak hiç kimseye bir şey söylememişti. O da severdi Kolya Dayı’yı.

Bizim avludaki Stalin binalarından birinde, tadilatlı, “evro remont”lu, çok odalı, lüks bir evde oturan mahallelinin hiç sevmediği zengin bir adam oturuyordu. Kocaman jipini garajına sığdıramadığı için dışarıya, üç arabalık bir yeri işgal edecek şekilde park ediyordu.  Garajını da depo gibi kullanıyordu. Kimse bir şey diyemiyordu. Herif belalıydı. Ne iş yaptığını ise kimse bilmiyordu.  

Bir gün karısı, Hüseyin’in karısı Elena İvanovna’ya salya sümük ağlayarak anlatmıştı. Meğer adam, büyük bir ihtimalle pek temiz olmayan işlerden temin ettiği paralarını korkudan bankaya yatıramaz, evinde muhafaza edemez, garajındaki zulasında saklarmış.

Böyle adamların huyudur ya, bizim herif de Walt Disney’in resimli roman kahramanı Varyemez Amca (Ruslar “Dyadya Skruç” diyorlar) gibi bazen garajına kapanır, paralarını sayarmış. Bir gün paraların yavaş yavaş eksildiğini fark etmiş. Yapsa, yapsa bizim hanım yapmıştır diye, hışımla, koşa koşa eve gidip kadıncağızı haşlamış.

Adamın karısı, sabaha kadar ağlayıp, ertesi günü de bizim Hüseyin’in hanımı Elena İvanovna’ya dertlenip, “Beni hırsızlıkla suçluyor, paralarımı benden habersiz alıyorsun diyor,” diye anlatmış.

Karısı da haberi hemen Hüseyin’e yetiştirmiş. Tabii, Hüseyin zeki adam, hemen kafasında irtibatları kuruvermiş.

Eeee, boşuna “haydan gelen huya gider,” dememişler.

Böylece Kolya Dayı’nın sıçanının sırrını anlamış oluyoruz; ancak bu, aramızda bir sır olarak kalacak tabii ki.

Azeri Hüseyin, Kolya Dayı’nın evindeki sıçanı Robin Hood’a benzetiyor:

“Bu siçan Robin Hood kimi,” diyor, “Zəngindən alıb, kasıba verir.”

***

Hava soğuk, güneş de batınca üzerimizdeki kalın paltolar, kaşkol, şapka, eldiven de bir işe yaramıyor. En iyisi sohbeti tadında bırakıp, evlere kaçmak. Hep yaptığımız gibi araya yine günün mana ve önemine uygun bir anekdot sokuşturup muhabbeti noktaladık.

Kaç sene önce gazetelerde okuduğum komik bir olay olmuştu onu anlattım:

Avrupa Birliği üye ülke bakanlarının Brüksel'de yediği öğle yemeği sırasında "casus fare heyecanı" yaşanmıştı.

Bakanlar sofradayken yemek masasına yaklaşan bir fare, canlı olarak yakalanmıştı.
O zamanki İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband, "Umarım bu çalışma yemeğinin en akılda kalacak yanı, fare vakası olmaz. Fakat kimse çığlık atmadı," demişti.

Bir soru üzerine esprili bir karşılık veren David Miliband şöyle konuşmuştu:

"Farenin üstüne mikroçip takılı gibi görünmüyordu. İngiltere ile kriz yaşayan Moskova'nın bizi farelerle dinlemeye çalıştığını da düşünmüyorum."

Vladimir İvanoviç, şu ambargo olayları falan için Avrupa Birliği’ne çok kızgın ya, “Aslında yemek masasına değil tabağın içine girmeliydi. Fare bile biliyor nereyi basacağını,” diyor.   

Bense son zamanlarda her gün bir yenisini yaşadığımız olumsuz olayların yorgunluğu nedeniyle fazla yorum yapmak istemiyorum.