Moskova

Moskova

30 Temmuz 2021 Cuma

Rusya nasıl bir ülke?



Samih Güven

 

Kaynak: https://samihguven.blogspot.com/

 

Rusya büyük olduğu kadar çok ilginç bir tarihi ve kültürel geçmişe de sahip. Zorlu ve doğal çeşitliliğe sahip Rusya coğrafyası, Rus insanlarının mücadele ile karılmış tarihleriyle bir araya gelince heyecan verici bir öğrenme isteği uyandırıyor. Ancak Rusya’ya bakarken önyargılardan arınmakta fayda var. Çünkü tarihsel ve kültürel özelliklere dönük objektif bir değerlendirme peşindeyseniz bu bir zorunluluk.  

Rusya ile ilgili bir şeyler yazmak ya da bir değerlendirme yapmak durumunda olanlar hemen bir niyet okuma çabasıyla karşılaşır. Çünkü defalarca savaştığımız, tarihsel ve kültürel kodlarımızda birbirimize dönük gizli, açık olumsuz kodlamaların söz konusu olduğu, Batıcılık, Ümmetçilik, Sağcılık, Solculuk, Avrasyacılık, Turancılık gibi fikirlerin bakışımıza etki ettiği bir ülkeden söz ediyoruz. Bu yüzden kimileri ne yazıldığına değil neden yazıldığına odaklanıyor.

Peki, Rusya’yı ilginç kılan şeyler neler? Bir defa Rus tarihine biraz yakından bakınca bu büyük ülkeyi korumayı ve gerektiğinde onun için acı çekmeyi kutsal bir görev sayan Rus halkının çileli yolunu da görüyor insan. Rus halkı bir yandan zorlu iklim koşullarıyla mücadele ederken bir yandan da yöneticilerinin büyük ve güçlü Rusya idealine dönük hırslarının sonuçlarını yaşadı kuşkusuz. Savaşlarla, felaketlerle, mücadeleyle, Petro reformlarıyla, Bolşevik Devrimle, komünist deneyimle, 90’lardaki çöküş gibi son derece radikal değişikliklerle yüzleşildi.  

İşte tarihlerindeki bu çok önemli dönemeçleri zorluklarla, kanla ve gözyaşıyla geride bırakmış, kendi kültüründen ve özgünlüğünden taviz vermemiş Rus halkının tutkulu, boyun eğmeyen mücadelesi, kültüründeki köklü değişim ve ilerlemeler, bunları öğrenenler açısından heyecan verici kanımca. 

Rusya’nın dünyanın en büyük ülkesi olmasının önemli sonuçları var kuşkusuz. Bir defa ciddi bir savunma refleksi gerektirdiğinden büyük bir orduya sahip olmak ve savunma harcamalarını yüksek tutmak gerekiyor. Rusya dünyanın en büyük on birinci ekonomisiyken en büyük ikinci orduya sahip. Savunma ve ekonomi dengesinin iyi kurulması ise hayati bir konu aslında. Zira birçok ülkenin ve kültürün tarihsel deneyimleri bu dengenin iyi kurulamamasının olumsuz sonuçlarıyla dolu. Rusya örneğinde de hem Çarlık hem de komünist dönemde bu konunun etkisi yadsınamaz. Kimi tarihçiler çöküşün temeline bu çelişkiyi koyuyor çünkü.

Her ülkede olduğu gibi bu büyük coğrafyada da idari çabaların koordine ve konsolide edilmesi gerekiyor. Ulaştırma ve enerji altyapısı önemli bir yatırım faaliyetini sürekli ve zorunlu kılıyor. Özellikle kış dönemlerinde tüm yolları açık tutmak, karla mücadele etmek, iletişim altyapısını korumak sanıldığı kadar kolay bir iş değil. Diğer taraftan, Rusya anayasasıyla oluşturulan federal sistem çerçevesinde cumhuriyetler, kraylar, oblastlar, özerk bölgeler, okruglar gibi birimler söz konusu. Dolayısıyla hem idari hem de mali anlamda konsolidasyon ve etkinlik sağlamak önemli bir çabayı gerekli kılıyor.

Başka bir nokta ise birçok farklı etnik grup ve farklı dil konuşan insanların bulunması. Rusya Federasyonunda aktif şekilde konuşulan çok sayıda dil ve etnik grup bulunuyor. Rusça’dan sonra en çok konuşulan diller Tatarca, Çeçence, Başkırtça, Çuvaşça ve Ermenice gibi diller. Hristiyanlardan sonra en büyük kesimi ise Müslümanlar oluşturuyor.  

Rusya bu büyük coğrafyası sayesinde Hitlerin yenilmez denilen ordularını alt etmiş aslında. Onları büyük boşluklara, derinliklere çekmişler ve top yekûn bir mücadeleyle faşizme tarihi bir ders vermişler. Peki Rusya ne kadar büyük? Rusya 17 milyon kilometrekare yüzölçümü ile Türkiye’nin yaklaşık 22 katı büyüklükte. On dört sınır komşusu bulunuyor. Bir ucu ABD’ye, Japonya’ya uzanırken, bir ucu Karadeniz’e, bir ucu Finlandiya’ya, bir ucu Çin’e dayanıyor. Tarih boyunca büyük bir kara devleti olmuş. Büyük Petro’nun reformlarından sonra ise denizlerde de önemli bir güç haline gelmiş.

Bu büyük coğrafyada 11 farklı zaman dilimi bulunuyor. Çok farklı bir iklim çeşitliliği söz konusu. Yüzölçümünün yüzde 45’ini oluşturan ormanlar önemli bir zenginlik sunuyor. Önemli su kaynakları söz konusu. Sadece Baykal Gölündeki tatlı su kaynakları dünya rezervlerinin yüzde 20’sini oluşturuyor. Rusya çok önemli bir tahıl üreticisi. Küresel ısınmanın ve tarımsal üretimin konuşulduğu günümüzde şanslı ülkelerden biri Rusya olacak gibi görünüyor. Ayrıca küresel ısınma sonucu Arktik’te yeni ve alternatif bir ticaret yolu oluşması söz konusu.

Yer üstü zenginlikler kadar yer altı zenginlikler oldukça önemli. Rusya dünyanın en yüksek doğal gaz rezervlerine sahip. Petrol üretiminde de dünyanın önde gelen ülkelerinden. Kömür, demir, bakır, altın gibi madenler açısından zengin. Yani Rusya önemli doğal kaynakları olan ve bunların ihracından ekonomisine büyük katkı sağlayan bir ülke. İşte bu sebeplerle tarih boyunca başka ülkelerin de dikkatini çekmiş. 

Rusya’nın bugünkü nüfusu 146 milyon civarında. Tabi bu büyük coğrafya için az görülebilir ama nüfusun eğitimli olması önemli bir avantaj. Kadın nüfus da oldukça eğitimli ve topluma ve ekonomiye önemli katkıları söz konusu. Ancak nüfus artış hızındaki düşüklük ve zaman zaman aktif nüfusun azalıyor olması önemli bir sorun olarak görülüyor ve devlet politikaları ile nüfus artışı destekleniyor. Rusya son yıllarda işgücü açığını karşılamak amacıyla daha fazla göçmen işçi ve yabancı uzmanın Rusya’da çalışması için mevzuatını kolaylaştırmaya çalışıyor. 

Rusya’yı Rusya yapan en önemli unsurlardan biri de insanlarının vatanseverliği sanırım. Bu top yekûn mücadele azmini 1812’deki Napolyon işgalinde de İkinci Dünya Savaşında da görmek mümkün. Tabi bu noktada vurgulamak istediğim başka bir konu “Rus ruhu” dediğimiz kavramı gündeme getiren bakış açıları. Sert görünümlü, sizi tanıdığında arkadaş olabileceğiniz, duygusal bakış açısının ön planda olduğu Rus insanlarını daha iyi anlamak için iklimin, coğrafyanın, tarihin, farklı ekonomik sistemlerin ve Rus yetiştirme tarzının etkilerini dikkate almak gerekiyor. “Rusya akılla anlaşılmaz” sözünü de işte bu bağlam içinde düşünmek önem taşıyor kanımca. Bu sözün anlamını 19. yüzyılda yaşamış Rus şairi Fyodor Tyutçev’in dizelerinin devamından kavramaya çalışmak mümkün aslında. Rusya’nın büyüklüğünü, yalnız ve özgün olduğunu, ona sadece inanılacağını vurguluyor şair. 

Rusya’yı farklı kılan başka bir konu da Ortodoks inancı malum. Ruslar 10. yüzyılda Hristiyanlığı ve Ortodoks inancını kabul etmişler. Bu inanç ve kilisenin konumu Rus kültürünü ve yaşamını önemli ölçüde etkilemiş. Fakat Ekim Devrimi’nden sonra komünist anlayışın dine olan soğuk tavrı durumu önemli ölçüde değiştirmiş. Ancak Ortodoksluk özelliği Rusların kendilerini tanımlamada öne çıkardığı önemli bir özellik olmuş tarih boyunca. Hatta Dostoyevski Ortodoksluğu anlamayanlar Rusya’yı asla anlamayacaktır, demiş. Bu noktada dikkatimi çeken en önemli konu bu inanç temelinde Rusların kendi geleneklerini, kültürlerini ve dillerini her zaman koruyacak şekilde hareket etmiş olmaları. 

Kültür demişken Rusya’nın özgün bir kültürel geçmişe ve geleneğe sahip olduğunu söylemek gerekiyor. Pagan inancının hakim olduğu dönemlerden günümüze kadar gelmiş çok sayıda önemli gelenek söz konusu. Hristiyanlığın kabulü ise Rus kültürüne yeni özellikler eklemiş. Diğer taraftan Petro reformlarının Batı etkisini gündeme getirmesi söz konusu. Ruslar özellikle 19. yüzyılda edebiyat ve müzik alanında yaptıkları atılım ile dünya kültür mirasına çok önemli bir katkı sağlamış. Bugün Rusya’yı Rusya yapan ve dünya ölçeğinde bilinirliğini pekiştiren Tolstoy, Dostoyevski, Puşkin, Gogol, Çehov gibi yazarların katkısı başka hiçbir şeyle kıyaslanamaz sanırım. 

Bugünkü Rusya’yı anlamak açısından üzerinde durulması gereken bir konu da komünist dönemin özellikleri, 90’lardaki çöküş ve kapitalist sisteme eklemlenme tecrübesi elbette. Aslına bakılırsa Lenin başka ülkelerde de devrim olacağını ve böylece komünist ideallerin hayata geçirilmesinin daha kolay olacağını düşünüyordu. Ama Lenin’in beklediği devrimler olmayınca Rusya yalnız başına kaldı. Karşısında koskoca bir kapitalist dünya bulunuyordu. Rusya bir yandan ekonomisini geliştirme, halkının refahını artırma mücadelesi verirken bir yandan da sistemin başarılı olduğunu herkese göstermeye çalışıyordu. Sonraki yıllarda silahlanma, uzay yarışı gibi konular gündeme gelince buralara daha çok kaynak ayırmak gereği ortaya çıktı. Böyle olunca halkın refahını artırma konusunda yeterli başarı sağlanamadı. Sistem kendini yenileyemedi ve sonunda Gorbaçov döneminde herkesi şok edecek şekilde çöktü. 

90’lı yıllar Rusya’da büyük bir hayal kırıklığı yaşanan, idarenin ve devletin çöktüğü, büyük bir kaosun yaşandığı yıllardı. Bir anda insanlar aç kaldı. Devletin malları ve işletmeler kaşla göz arasında kimi parti elitleri, eski devlet görevlileri  ve bazı iş bilirlerin eline geçti. Düzen ve adalet sağlanamadı uzun süre. Sovyetler Birliğini oluşturan devletler bağımsızlığını kazandı. Bir çok bölgede güvenlik sorunları baş gösterdi. Tabi bu Ruslar için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Uğruna savaştıkları, mücadele ettikleri sistem dağılmış ve ortada kalmışlardı deyim yerindeyse. Bir anda herkes kapitalist sistemin acımasızlığı içinde buldu kendini.

Sorunlar 2000’li yılların başından itibaren düzelmeye başladı. Bunda hem Putin’in iktidarı hem de petrol fiyatlarındaki yükselmenin etkisi oldu. Aynı zamanda insanların kaosun bir an evvel sona ermesi ve yeniden düzen kurulması yönündeki çabası ve isteği etkili oldu. Yatırımlar arttı ve ekonomi büyümeye başladı. Ancak yine de kapitalist sistemin norm ve değerlerinin yerleşmesi, bireylerin, firmaların ve devlet idaresinin eski alışkanlıklarını bırakıp tamamen yeni sisteme adapte olması tam olarak sağlanmış değil. Hiç şüphesiz bu önemli bir geçiş süreci gerektiren ve hiç de basit olmayan bir konu. 

Neticede bugünkü Rusya kapitalist dünyanın bir parçası ve bir çok önemli kuruluşun üyesi. Ancak yine de dünyadaki farklı kutuplardan biri ve dünya politikasında bu farklılığı ile önemli bir etki yaratıyor. Bu etkinin sürekliliği Rusya’nın kendi dönüşümünü sağlıklı şekilde sürdürmesine, ekonomisini geliştirmesine ve rakiplerinin durumuna bağlı elbette.

Peki, Rusya ve Türkiye ilişkileri hakkında ne söylenebilir? Ruslar ve Türkler tarih boyunca birbirine rakip olmuşlar malum. Çok sayıda savaş yaşanmış. Büyük Katerina döneminde Kırım’ın alınması önemli bir travma yaratmış Osmanlıda. 17 ve 18. yüzyıllarda Rusya özellikle denizcilik alanında kendini geliştirirken Osmanlı’nın denizlerdeki hakimiyetini kaybetmesi önemli sonuçlar doğurmuş aslında. Tarihte Osmanlı’yı ilk defa “hasta adam” olarak niteleyen kişi Rus Çarı I. Nikolay. 1853 yılında bir konserden çıktıkları sırada yanındaki İngiliz sefire söylemiş bunu. Gerek Avrupalılar ve gerekse Çarlık Rusya’sı Osmanlı’yı paylaşmak için epey mücadele etmiş aslına bakılırsa. Bizim 93 Harbi dediğimiz 1877-78 yıllarındaki savaşta Ruslar İstanbul’a kadar gelmiş. Yani çok sayıda savaş ve acı hatıralar söz konusu. 

Genel olarak bakıldığında özellikle 19. yüzyılın sonlarında önemli bir Slavcılık akımı olmuş Rusya’da. Ruslar Slav halkların hamisi olmak istemiş ve hatta İstanbul’u gözlerine kestirmiş denebilir. Dostoyevski’nin “İstanbul bizim olmalı” dediği malumdur. Ama Osmanlı ve Çarlık Rusya’sı arasındaki savaşlar kimseye yaramamış aslına bakılırsa. İki imparatorluk da zamanını tamamlayıp çökmüş. Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Rusya’da yükselen Lenin ve modern Türkiye’nin kurucusu Atatürk işbirliğine gitmiş ve kendi devrimlerini inşaya girişmiş. Sovyet Rusya ile yapılan bu işbirliği hem Kurtuluş Savaşı’nı desteklemiş hem de Türk sanayinin kurulmasına katkı sağlamış. 

Günümüzde Rusya ve Türkiye’nin itidalli davranarak, Batı ile ilişkilerini belli bir dengede tutup bölgesel anlamda işbirliği yapması her iki ülkenin de çıkarına olacaktır. Tarihte önemli bir etkileşim içinde olmuş, birbirlerinin kültürünü etkilemiş, ortak aileler kurmuş ve önemli bir ekonomik ilişki geliştirmiş bu iki halkın iyi ilişki içinde olması ilişkilerin kötü olmasından kat kat yararlı olacaktır.

29 Temmuz 2021 Perşembe

Anneme mektup / Yesenin /Sovyet şiiri


ПИСЬМО МАТЕРИ

С.Есенин, 1924

 


Ты жива еще, моя старушка?

Жив и я. Привет тебе, привет!

Пусть струится над твоей избушкой

Тот вечерний несказанный свет.

Пишут мне, что ты, тая тревогу,

Загрустила шибко обо мне,

Что ты часто xодишь на дорогу

В старомодном ветxом шушуне.

И тебе в вечернем синем мраке

Часто видится одно и то ж:

Будто кто-то мне в кабацкой драке

Саданул под сердце финский нож.

Ничего, родная! Успокойся.

Это только тягостная бредь.

Не такой уж горький я пропойца,

Чтоб, тебя не видя, умереть.

Я по-прежнему такой же нежный

И мечтаю только лишь о том,

Чтоб скорее от тоски мятежной

Воротиться в низенький наш дом.

Я вернусь, когда раскинет ветви

По-весеннему наш белый сад.

Только ты меня уж на рассвете

Не буди, как восемь лет назад.

Не буди того, что отмечалось,

Не волнуй того, что не сбылось,-

Слишком раннюю утрату и усталость

Испытать мне в жизни привелось.

И молиться не учи меня.

Не надо! К старому возврата больше нет.

Ты одна мне помощь и отрада,

Ты одна мне несказанный свет.

Так забудь же про свою тревогу,

Не грусти так шибко обо мне.

Не xоди так часто на дорогу

В старомодном ветxом шушуне.

28 Temmuz 2021 Çarşamba

Rusya'nın en kuzeydeki 7 plajı



Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rus insanının deniz ve plaj sevgisi enlem tanımıyor. Çoğu turist tatil için Türkiye, Yunanistan, Mısır ve Soçi gibi sıcak destinasyonları tercih etse de denizin tadını Kuzey Kutbu'na yakın plajlarda çıkaranların sayısı da az değil. İşte Russia Beyond'un derlemesiyle Rusya'nın en kuzeydeki 7 plajı.

1. Norilsk, Dolgoye Gölü (69° kuzey paraleli). Dünyanın en kuzeydeki şehirlerinden Norilsk'te bulunan bu yapay gölün kıyısı, yazın şemsiyeler ve şezlonglarıyla birlikte dört başı mamur bir plaja dönüşüyor.

2. Barents Denizi, Teriberka (69° kuzey paraleli). Andrey Zvyagintsev'in filmi Leviafan'ın meşhur ettiği bu yerleşim birimi Kutup Denizleri arasında en yüksek sıcaklığa sahip olanı. 7-10 derece arasında değişen sıcaklık meraklıların plajların tadını çıkarması için yeterli. 

3. Yamal, Novıy Urengoy (66° kuzey paraleli). Sede-Yaha Irmağı üzerindeki bu plaj turkuaz rengi berrak suyu, kum tepeleri ve parlak güneşi ile yöre halkı tarafından "Yamal'ın Maldivleri" adına layık görülüyor. 

4. Beyaz Deniz, Yagrı Adası (64° kuzey paraleli). Beyaz Deniz'de su sıcaklığı yazın en kavurucu günlerinde bile 15-17 dereceyi geçmez. Ancak ne buz gibi su, ne de yakın çevredeki fabrikaların görüntüsü yöre halkını plaj keyfi yapmaktan alı koyabilir. Bir anda suyun ortasında beliriveren nükleer denizaltılar da cabası.

5. Arhangelsk, Kiy Adası (64° kuzey paraleli). Beyaz Deniz'in ortasındaki bu ada doğal güzellikleriyle her yıl çok sayıda turisti kendine çekiyor. Geniş kumlu plajlarının yanı sıra beyaz balinaların da uğrak yeri olması popülaritesini arttıran etkenlerden.

6. Yakutistan, Buluus (61° kuzey paraleli). Dünyanın en soğuk yerleşim birimlerine ev sahipliği yapan Yakutistan'daki ünlü Buluus Gölü, bir buzulun ortasında yer almasına rağmen sıcaklıkların 30 dereceye kadar yükseldiği yaz aylarında bir plaj haline gelir. 

7. Magadan, Nagayev Körfezi (59° kuzey paraleli). Temiz ve berrak bir suya sahip bu plaj da yerli halkın gözdeleri arasında. Yaz mevisiminde hava sıcaklığı ortalaması 10-15 derece.

'Büyük Rusya'ya dair 8 bilgi

Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rusya, dünyada yüzölçümü en büyük ülke. 11 farklı saat dilimi bulunan Rusya'nın yüzölçümü Plüton gezegeninden bile daha büyük. İşte Rusya'nın coğrafi büyüklüğünü gözler önüne seren sekiz ilginç bilgi:  

1. Rusya'da 11 saat dilimi bulunur, yani ülkenin bir ucundan diğerine yılbaşını 11 kere kutlamak mümkün. Devlet Başanı Vladimir Putin Kamçatka'da gece yarısı yılbaşı konuşması yaparsa Kaliningrad'daki bir Rus bu konuşmayı yılbaşından 9 saat önce canlı izleyebilir.

2. Rus Kazaklarının 16. yüzyılda Ural Dağları'nın ötesini fethettiği günden beri Rusya dünyanın en büyük ülkesi. Uralların ötesindeki toprakları Rusya'nın yüzölçümünün yüzde 77'sini meydana getirir.

3. Rusya aslında harita üzerinde göründüğünden yüzde 53 daha küçüktür. Yanılsamanın sebebi yerkürenin Merkator projeksiyonu ile harita üzerinde düzleştirilmesinden kaynaklanır.

4. Rusya dünyada en çok komşuya sahip ülkedir. Rusya'nın okyanus komşusu ABD dahil olmak üzere 18 ülke ile sınırı vardır.

5. Transsibirya demiryolu ile Moskova'dan Vladivostok'a ulaşmak 6 gün sürer. Yolun uzunluğuğu 10 bin kilometreye yakındır.

6. Rusya'nın yüzölçümü 17 milyon 125 bin 191 kilometrekaredir, bir başka deyişle Rusya kapladığı alan bakımından Türkiye'nin 21 katıdır.

7. Rusya içine 5 Hindistan, ya da 26 Fransa, ya da 47 Almanya, ya da 70 İngiltere sığdırabilir. Rusya'nın yüzölçümü küçük gezegen Plüton'dan fazladır.

8. Rusya toprakları dünyanın kara yüzölçümünün yüzde 10,995'ine karşılık gelir. Bir başka deyişle dünyadaki her 100 metrekare toprağın 11'i Rusyalılara aittir.

Rusya'da toprak çok, hayat zor: Yüzde 65'i, 365 gün buzla kaplı...


Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rusya dünyanın kara yüzölçümünün yüzde 10,9'una sahip. Yani dünyanın en fazla toprağı olan ülkesi. Sibirya'dan Kuzey Kutbu yakınlarına kadar, uzak topraklarının altı gazdan petrole pek çok zenginliği barındırırken, topraklarının üstünde "hayat yok"...

Novıye İzvestiya gazetesinin ağ analisti Dmitri Sevastyanov'a dayandırdığı habere göre, Rusya coğrafyasının yalnızca yüzde 29'lik bölümü normal şehir ya da kır yaşamı için uygun.

Ülkenin yaşanabilir bölgeleri Avrupa Kıtası'na ve güney sınır bölgelerine sıkışmış durumda.

17 milyon km2'lik yüzölçümüne sahip ülkenin yüzde 80'lik bölümünde kışın hava sıcaklığı 40 derecenin bile altında.

Permafrost tabir edilen 365 gün buzla kaplı toprağın alanı ülke yüzölçümünün yüzde 65'ine karşılık geliyor.

Bölgelere göre nüfus yoğunluğu da bu coğrafi sınırlılıkla tam anlamıyla uyumlu. Rusya'nın Avrupa Kıtası'nda kalan topraklarında nüfus yoğunluğu km2 başına 50-60 arasında.

Sevastyanov aslında bu oranın da Avrupa'ya kıyasla çok düşük olduğuna dikkat çekiyor. Zira nüfus yoğunluğunun 100-300 arasında seyrettiği kıtada km2 başına 10 kişinin düştüğü alanlar boş sayılıyor.

Özetle Rusya'da yaşanabilir alanların büyüklüğü Türkiye yüzölçümünün yalnızca 2,5 katı.

Rusya'nın nüfusu ise bu toprak için oldukça az: 146 milyon.

26 Temmuz 2021 Pazartesi

Novosibirsk, Privalov ve bir fotoğraf



Alper Eliçin (noktakibris.com)

Kaynak: https://medyagunlugu.com/

 

Novosibirsk, Rusya Federasyonu’nda, Moskova’nın 2000 kilometre doğusunda bulunan bir kent. Aynı zamanda Sibirya bölgesinin de başkenti olan, Obi Nehri kıyısındaki Novosibirsk, Moskova ve St. Petersburg’dan sonra Rusya’nın üçüncü büyük şehri olma özelliğini taşıyor. 1893’de, Transsibirya diye adlandırılan ve Avrupa Rusya'sını Pasifik sahiline bağlayan demiryolunun şantiyesi olarak kurulmuş. 

Bu demiryolu Rusya’nın emperyal emellerinin bir parçası olarak inşa edilmiş. 9289 kilometre uzunluğunda. Türkiye’deki tüm demiryolu şebekesine yakın bir uzunluk. Oldukça zorlu bir inşaat süreci sonucu gerçekleştirilen bu hattın inşası esnasında, pek çok büyük nehri de aşmak gerekmiş. Bunlardan biri de Obi. Şantiyelerden biri de, işte bu nehrin aşılması için yapılması gereken büyük bir köprünün yakınına kurulmuş. 

Geniş bir alana yayılan bu kente ben 18-21 Mart 2013 arası bir iş için gitmiştim. Novosibirsk Tolmaçevo Havalimanı’nda (OVB) bulunan uçak bakım tesislerinde, Ural Havayolları filosunda uçan bir A321’in C- bakımı yapılmaktaydı ve uçak o sıralar danışmanlığını yapmakta olduğum, Türklere ait bir Rus firmasının bünyesindeydi. Uçak daha önceden bir ufak kaza geçirmiş olduğundan arka bagaj kapısının da değişmesi gerekiyordu. Bakımın ve tamirin gelişiminin yönetim tarafından gözlemlenmesi gereksinimi doğmuştu. 

Seyahate, Türkiye’de teknik bakımın duayenlerinden, THY eski genel müdürlerinden Sayın Yusuf Bolayırlı da katılmıştı. (Yusuf Bey, meslek olarak uçak mühendisi olup, genel müdür olmadan önce uzun yıllar THY teknik bölümünde çalışmış, THY’de teknikten sorumlu genel müdür yardımcılığı yapmıştır.) 

Grubumuza, danışmanlığını yaptığım şirketin teknik müdürü, Dmitriy Arkiphov da Novosibirsk’te katılacaktı. Sanırım, Dmitriy aslen Novosibirskliydi. Kendisinin işe alım sürecinde bulunduğumdan, işe kabul edildikten sonra birkaç gün izin isteyip Novosibirsk’e gittiğini, bütün eşyalarını toparlayıp Transsibirya Ekspresi ile Moskova’ya döndüğünü hatırlıyorum. 

Saat 20.00’de Atatürk Havalimanı’ndan kalkan, bizi OVB’ye götürecek olan THY’nin B737-800 uçağı tamamen doluydu ama Yusuf Bey ve benim dışında tüm yolcular İstanbul’a alışveriş için gelen Rus hanımlardı. Altı saat civarında süren uçuşta dört zaman dilimi aşıldığından, yolcular açısından uçuşu izleyen günlerde jet lag’in etkisinin biraz sert geçtiğini de bu arada vurgulayayım. 

Yerel saatle 06.00 civarında Novosibirsk üzerine vardığımızda, mehtap ve karla kaplı doğa nedeniyle aşağısı ilginç bir görünüm arz ediyordu. Tamamen donmuş haldeki bir coğrafyanın ortasında Obi Nehri buzdan bir pist gibi uzanıyordu. Ormanlık alanlar ise daha yeşil bir görüntü sunuyordu. 

Ekiplere veda ederek uçaktan ayrıldık. Kabin ekipleri aynı sabah geri uçacak, Uçuş ekipleri ise havalimanının hemen yanındaki kutu gibi bir otelde, birkaç gün sonra yapılacak bir sonraki uçuşu bekleyecekti. O zamanlar THY OVB’ye haftada üç kez uçuyordu. Günümüzde artık uçmuyor. Aynı uçakla geri dönecek kabin ekibi de, kentle hiçbir bağlantısı olmayan ve oldukça uzakta olan havalimanında birkaç gün geçirecek olan uçuş ekibi de mutsuzdu. Eski genel müdürlerine epey bir dert yanmışlardı. 

Bizi Dmitriy terminalde karşıladı. Direksiyonu sağda olan bir Japon arabasıyla şehre doğru yollandık. Rusya’nın doğusunda ikinci el Japon arabaları ucuz ve dayanıklı olduğundan çok popülermiş ve Japonya’da direksiyon solda olduğundan buralarda da hem sağ hem sol direksiyonlu arabalar görmek mümkünmüş. 

Kent merkezindeki Azimut Otel’e yerleştik. Sovyet döneminde yapıldığı anlaşılan otel, özel sektör yönetiminde standardını bir miktar yükseltmiş gibi görünüyordu ama Moskova’daki lüks otellerle yakından uzaktan alakası yoktu. Transsibirya ile Moskova- Vladivostok arasında turistik bir seyahat yapan bir arkadaşımdan, kentin civarında oldukça lüks bir otel olduğunu da sonradan öğrendim. 

O günü jet lag’in de etkisiyle dinlenerek geçirdik. Öğle vakti otelden çıkıp civarda biraz dolaştık. Yakınlarda, Obi Nehri’ni aşan Ekim (Oktyabrskiy) Köprüsü ve tren istasyonu vardı. Yerler on santim kalınlığında buz ile kaplıydı. Daha sonra Dmitriy’den öğrendiğimize göre, Sibirya’ya kar genelde ekim-kasım aylarında yağarmış. Daha sonra ısı iyice düşünce kar yağışı durur, sonbaharda yağan kar da zeminde donup, taşlaşarak bahara kadar kalırmış. 

Isı mart ortası olmasına rağmen öğlen vakti -11 dereceydi. Tren istasyonuna ulaştık ve içeri girdik. O sırada Vladivostok’tan gelen ve Moskova’ya gitmekte olan Transsibirya Ekspresi de tesadüfen perondaydı. Biz de daha yakından görmek için Yusuf Bey’le perona indik. 

Gezi amaçlı olarak trenle Moskova-Vladivostok arası seyahat etmiş olanlarınız olabilir. Bu seyahatleriniz, ya turistik amaçlı özel trenlerle olmuştur ya da standart ekspresin sonuna eklenmiş lüks bir vagonla. Ayrıca, gezinizi yaz aylarında yapmış olmanız çok muhtemel. 

Ancak gördüğüm kadarıyla, bu tren yolculuğu turistin gezilerde yapılandan oldukça farklı. Uçak yolculuğuna parası yetmeyenlerin, çok miktarda bagajla bir kentten başka bir kente göç edenlerin veya uzun süreliğine yeni görev yerlerine gidenlerin kullandığı bir ulaşım aracı bu tren. Ayrıca izne giden veya dönen askerler de kullanıyor. Vagonların buzlanmış camlarından içeriye baktığınızda, yorgun, bitkin, dünyaya umutsuzca bakan, daha çok erkeklerden oluşan yolcuların kompartımanları doldurduğunu görüyorsunuz. Yolculara ek olarak, kompartımanlar tıka basa bavullar ve denklerle dolu. Her kompartımanın ortasında kömür ateşi ile yanan bir ocak var ve ocağın üstünde bir semaver. Sürekli çay demleniyor. 

Transsibirya Ekspresi, çarlık döneminden beri Rusya’nın ulaşımda belkemiğini oluşturmuş. Tek hat olduğundan ve yaz kış hiç aksamadan çalışması gerektiğinden dakikliğine çok önem veriliyormuş.

Ertesi günden itibaren Dmitriy ile birlikte Ekim Köprüsü’nden geçerek Havalimanı’na gitmeye başladık. Terminal yakınlarındaki hangarda uçağın bakımı yapılıyordu. Oldukça eski bir binaydı. Ağırlıklı olarak tuğladan yapılmıştı. Dışarısı çok soğuk olduğundan gerekmedikçe hangarın kapısı açılmıyordu. 

Bu vesileyle hangarın hikayesini de öğrenmiş oldum. Bu bina ve ikizi, Hitler Almanyası döneminde Almanca adıyla Danzig, bugünkü Lehçe adıyla Gdansk olan şehirde denizaltı bakım üssü olarak yapılmış. Sovyet işgali sonrasında sökülerek savaş ganimeti olarak Sovyetler Birliği’ne götürülmüş. Bir tanesi Novosibirsk Havalimanı’nda uçak bakım tesisi olmuş, diğeri ise Vladivostok’a götürülerek Sovyet Pasifik filosunun hizmetine verilmiş. Yani içinde bulunduğumuz hangar bir savaş ganimetiydi. 

Lisedeki Alman hocalarımdan Herr Stolzenberg, Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı döneminde yaşadığı büyük yıkımın savaş esnasındaki hava bombardımanlarından olmadığını, asıl yıkımın savaş sonrası, özellikle Ruslar tarafından yapıldığını anlatmıştı. Tüm makine, teçhizat, bazı binalar, çift hat olan demiryollarının bir hattı sökülerek, SSCB’ye taşınmış. Pek çok bilim insanı da zorla Rusya’ya götürülmüş. Tabii daha az oranda olsa da ABD’nin ve müttefiklerinin de Almanya’nın talanında rol oynadıklarını unutmamak gerekir. Onlar da bilim adamları, teknoloji, patent gibi konularda Almanya’yı yağmalamışlar. 

İstanbul’a dönmeden önce Yusuf Bey’le şehirde bir yürüyüş daha yapma olanağı bulduk. Hava buz gibi ama kuru ve güneşliydi. Sibirya’nın ortasında on yıllarca önce yapılmış görkemli binalar ve en önemlisi, bir şantiye olarak kurulmuş tundranın ortasındaki bu kentte etkileyici bir opera binası ile karşılaşmak beni çok şaşırtmıştı. Osmanlı’nın Anadolu’da çok az imar faaliyetinde bulunduğunu hatırlayınca çok üzülmüştüm. (Buna karşılık, Rus işgali sırasında Kars’a yapılan opera binası, şimdilerde hiç olmazsa otel olarak hizmet vermekte.) 

Bir müzenin önündeki geniş bir meydana ise panolar yerleştirilmiş, Novosibirsk tarihi ile ilgili resimlere yer verilmişti. Bunlardan biri de yazının başında yer alan fotoğraftı.  Ekim Köprüsü altından geçip, hemen ardındaki demiryolu köprüsüne çarpmamak için hızla yükselen bir Mig-17… 

Olay 4 Ocak 1965’te sıcak bir günde, herkes Obi sahilinde güneşlenirken gerçekleşmiş. Pilotun adı Valentin Privalov. Privalov 20 yaşında Sovyet deniz havacılığında pilot olmuş. Teğmen olarak Baltık Denizi’nde görev yapmış. O nedenle genç yaşta su yüzeyine çok yakın uçma konusunda deneyim kazanmış. 

Birkaç yıl sonra Privalov Sovyet Hava Kuvvetleri’nin Novosibirsk’teki Mig-17 filosuna tayin olmuş. İzinli olduğu  yaz günlerinde ise sık sık arkadaşlarıyla OBİ kıyısında, köprünün hemen yakınındaki plaja gidermiş. Bu gezintiler esnasında Privalov’da köprünün altından uçarak geçme arzusu ortaya çıkmış ve bu arzu her geçen gün artmış. Ancak, tabii bu tür bir işi yapmak, tüm dünya hava kuvvetlerinde olduğu gibi büyük bir suçmuş. Bu riskli uçuşu gerçekleştirse bile sonsuza kadar uçmaktan menedilmek en büyük korkusuymuş. Hapse girmek de cabası. 

4 Haziran 1965’te Privalov ve üç arkadaşına bulutlu bir havada, bulut içerisinde navigasyon amaçlı eğitim emri verilmiş. Kuleden, buluttan çıkıp alçalma talimatı verildiğinde, Privalov birden aşağıda köprüyü görmüş ve adeta kendini kaybetmiş. Deniz üstü eğitiminin verdiği güvenle uçağının en iyi kontrol edilebildiği 700 km/saat hızla su yüzeyinin sadece bir metre üzerine kadar alçaltmış ve 30 metre yüksekliğinde, 120 metre genişliğindeki köprü kemerinin altından geçmiş. Daha sonra, yakınlarda olan demiryolu köprüsüne çarpmamak için, yüksek bir açıyla hızla tekrar yükselmiş. 

Sahilde olayı gören, önce pilotun intihar etmeye çalıştığını düşünen, büyük panik yaşayan halktan olay hızla kente yayılmış. Privalov ve diğer üç pilot derhal tutuklanmış. O sıralar eski bir savaş uçağı pilotu olan Sovyet Hava Kuvvetleri komutanı Mareşal Yevgeniy Savitskiy, tesadüfen Novosibirsk’te bir uçak fabrikasını ziyaret ediyormuş. Privalov o akşam tutuklu olarak Mareşal'in önüne çıkarılmış ve Sovyet Hava Kuvvetleri’nin en yüksek kademedeki komutanından ciddi bir azar işitme şerefine nail olmuş. 

Ancak, azar bittikten sonra odayı terk eden Privalov’un yanına Mareşal'in maiyetindeki iki subay yaklaşmış ve merak etmemesini, olayın tatlıya bağlanacağını iletmiş. 

Bir hafta sonra Privalov’un uçuştan men edildiği ve tutuklandığı filoya Moskova’dan, Savunma Bakanlığı’ndan bir mesaj gelmiş. Privalov’un o ana kadar aldığı cezanın yeterli bulunduğu tebliğ edilirken, ayrıca kendisine on günlük bir izin verilmesi isteniyormuş. Uçmasına da tekrar izin verilen Privalov’a özel bir ortamda, mareşalin yaptığından gurur duyduğu iletilmiş. Hemen arkasından Privalov’un Moskova’ya, Sovyet hava akrobasi timlerinden birine tayini çıkmış. 

Privalov’un Mig-17 ile köprünün altından geçişini gösteren fotoğraf ise aslında bir fotomontaj. Aniden gelişen olayın o zamanın şartlarında fotoğrafı çekilmemiş olduğundan, bu resimle o anki sahne insanların gözünde canlandırılmak istenmiş.

Yazının orijinalini okumak için tıklayın

24 Temmuz 2021 Cumartesi

Kentler ve Gölgeler - Kiev - Gogol (Deniz Kavukçuoğlu)





Kentler ve Gölgeler - Kiev - Gogol (Deniz Kavukçuoğlu)

Türk Marşı, Op. 55

 


Türk Marşı, Op. 55, 1932'de ilk kez Moskova'da icra edilen Rus besteci Mikhail Ippolitov-Ivanov'un bir bestesidir.

Bu senfonik marş yaklaşık beş dakika sürer.

Ippolitov-Ivanov'un geleneksel bir eseridir ve bu nedenle tüm armoniler ve ritimler gelenekseldir.

Bu besteyi daha sonraki yıllarda Türk, Özbek ve Kazak halk müziğine yönelik kendi araştırmasının bir parçası olarak ve aslında Türk ezgileri ve ritimleriyle aynı atmosferi yeniden yaratan Türk Fragmanlarını besteledikten iki yıl sonra yazdı. Üç yıl sonra öldü.

Bu marş onun son eserlerinden biridir.

 


Mihail İppolitov-İvanov

Vikipedi, özgür ansiklopedi

 

Mihail Mihailovich Ippolitov-Ivanov ( Михаи́л Миха́йлович Ипполи́тов-Ива́нов; d. 19 Kasım 1859 (Jülyen Takvimi) / 7 Aralık 1859 (Miladi takvim)– ö. 28 Ocak 1935) Rus besteci, orkestra şefi ve öğretmen. Geç romantik dönemde eserler vermiş klasik batı müziği bestecisidir. Kızıl Bayrak İşçi Nişanı'na sahiptir.

Mihail Mihailovich Ivanov 1859 yılında Sankt-Peterburg yakınlarındaki Gatchina'da doğmuştur. Babası sarayda çalışmakta olan bir tamirciydi. Baba tarafından Rus, anne tarafından ise Ermeni'dir. Mihail Mihailovich Ivanov adıyla doğmuştur; kendisinin, aynı soyadına sahip müzik eleştirmeninden ayırt edilmesini sağlamak için annesinin evlilik öncesi soyadı olan Ippolitov soyadını da kendi soyadına eklemiştir. Çocukluk yıllarında müzik eğitimi almaya başladı. Isaakievskiy Katedrali'nin (Sankt Isaac Katedrali) çocuk korosunda da yer aldı. 1875 yılında Sankt-Peterburg Devlet Konservatuvarı'na girerek eğitimini sürdürdü. 1882 yılında ise Nikolay Rimski-Korsakov'un en değerli öğrencilerinden biri olarak eğitimini tamamladı. Hocası Korsakov'un etkileri ise çalışmalarında hissedilegelmiştir.

Eğitim yıllarının ardından orkestra şefi ve yönetmen vazifesiyle Tiflis'teki orkestrada görevlendirildi ve yedi yıl boyunca burada çalıştı. Andria Balanchivadze, Sergei Vasilenko, Reinhold Glière, Alexander Goldenweiser gibi isimler öğrencisi olmuştur. 1922 yılında SSCB'de Halkın Sanatçısı unvanını elde etmiş ve Kızıl Bayrak İşçi Nişanı ile ödüllendirilmiştir.

1935 yılında Moskova'da öldü. Mezarı Moskova'daki Novodeviçi Mezarlığı'nda bulunmaktadır.

 

Mihail Ippolitov-Ivanov Eserleri

Gürcistan ve Kafkasya'da geçirdiği yıllar, Rus İmparatorluğu'nda yaşayan Rus olmayan tebaa ile yakın temas kurmasına ve bu unsurlara ilgi duymasına vesile olmuştur. Bu bağlamda eserlerinde Rus, Türk, Ermeni, Gürcü ve Kafkas coğrafyasına ait diğer ulusların kültürlerini müzik bestelerinde yansıtmıştır. 1895 yılında bestelediği Ermeni Rapsodisi (Op.48) ilk eserlerindendir.

Kafkas Eskizleri (Кавказские эскизы) adıyla bilinen ve birçok skeçten (eskiz) oluşan eseri en önemli eseridir. Bu skeçler 1894 ve 1986 yıllarında bestelenmiş olmak üzere 2 süittan oluşmaktadır. 1894 yılındaki ilk süitte sırasıyla Dağ Geçidinde, Köyde, Camide ve Serdar'ın Geçit Alayı kısımları bulunmaktadır. 1896 yılında tamamladığı 2. süit ise İberya (Kafkasya) olarak da isimlendirilir ve Girizgah, Ninni, Lezginka ve Gürcü Marşı kısımlarından oluşur. Bu skeçler içinde "Serdarın Geçit Alayı" ve "Köyde" kısımları coğrafyanın ezgilerini öne çıkartmaları bakımından özellikle öne çıkmaktadır.

1930 yılında Türk Parçaları (Op.55), 1932 yılında ise Türk Marşı (Op.82) adlı eserlerini bestelemiştir. Türk Parçaları adlı eseri Karavan, Kamp Yeri, Gece ve Şenlik adlı 4 küçük süitten oluşmaktadır. Aynı zamanda Nikolay Vasilyeviç Gogol'un Evlenme eseri üzerinden hazırlanan ve Modest Musorgksi yarıda bıraktığı Zhenitba (Evlenme) adlı opera eserini tamamlamıştır.

Moskova'nın efsanevi çiğbörekçisi


Kaynak: https://turkrus.com/

 

Bilen bilir...  Suharevskaya metro istasyonu çıkışında, yarım asırdır hizmet veren Moskova'nın en meşhur "çiğbörekçisi" bulunur. Başkentin geleneksel mekanı: Çeburçenaya Drujba (Dostluk) 

Moskova'nın tarihindeki en eski işletmelerden Drujba Çebureçnaya yıllardır Sovyet usulü ayaküstü atıştırmanın daimi mekanı olan bir restoran-kafe.

Sovyetler Birliği döneminde 16 kapiklik standart fiyattan satılan çiğbörekler yine de ucuz bir atıştırmalık. Yeni satış fiyatı 100 rublenin altında.

Ünlü çiğbörekçi Suharevskaya metro istasyonu yakınlarındaki Pankratyevski Ara Sokağı'nda yaklaşık 50 yıldır hizmet veriyor. 

 


Adres: Pankratevskiy pereulok 2. - Панкратьевский пер., 2

Metro: Suharevskaya

17 Temmuz 2021 Cumartesi

Ah, şu düşüncesiz komşular!

 

M. Hakkı Yazıcı

mhyazici@yandex.ru

 

 

Bizim ofiste adeta eski dostların yeniden birbirine kavuşma sevinci yaşanıyordu.

Yuliya ile İrina, birbirlerine sarılmışlardı. Yulia’nın gözlerinden birkaç damla gözyaşının yanaklarına süzüldüğünü gördüm, ama bu sevinç gözyaşlarıydı.

Bize de gülümseyerek onlara bakmak kalmıştı.

Hepimiz neşeliydik.

Pandemi, geldi, geçti her şey normale dönecek falan derken yeni bir evreye daha geçmiştik. Neyse ki alınan tedbirlerle durum kontrol altına alınmış gözüküyor. Umarız artık bu sorunlar tamamen son bulur.

***

Günlük vaka sayıları birden artmaya başlayınca iş yerlerinde çalışanların önemli bir kısmı yeniden evde uzaktan çalışma sistemine geçmişti.

Maaş ödemeleri bir gün gecikince isyan eden bizim kızlarınsa canına minnetti. O kadar uzun tatiller falan onları kesmemiş olacak ki bu duruma nerdeyse çok sevinmişlerdi.

Keşke İgor’la ben de aynı şekilde sevinebilseydik. Ekonomik sıkıntılar yetmezmiş gibi bir de pandemiden kaynaklanan sorunlar kabusa dönüşerek her gece bizim uyku aralarımıza misafir oluyordu.

Üstüne bir de Moskova’da  Haziran sonundan başlayarak tarihinin en sıcak günleri yaşanıp, sıcaklık rekorları kırılınca yetkililer, işverenlere çalışma süresini kısaltmalarını tavsiye etti. İyice şaşırdık.

Bizim kızlar buna da çok mutlu olmuşlardır muhtemelen.

İgor:

“Bu kızlar, maaşları, vergileri, kirayı, elektriği, tedarikçilere olan borçları ‘Görünmez El’in ödediğini zannediyorlar herhalde,” dedi.

Serkan:

“Hangi görünmez el abi?” diye sordu.

“Hangi görünmez el olacak Adam Smith’in ‘Görünmez El’i!”

Serkan, yine hiçbir şey anlamamış suratıyla baktı.

Ben araya girdim:

“Adam simit, karısı kurabiye.”

İgor, konuşmasını sürdürdü:

“Küçük iş sahipleri çok kötü etkilendi bu durumlardan, yazık.”

“Hayatında bir bakkal dükkanı bile işletmemiş insanların ekonomiyi yakından ilgilendiren kararlara dahil olması hiç doğru değil,” dedim.

İgor, derin bir iç çekip kafasını iki yana salladı.

Zaten herkesin derdi çok, bu konuyu fazla uzatmayalım.

***

Neyse, şimdi artık hepimiz ofiste, tam kadro işimizin başındayız.

İrina, ofiste durmadan kapanma döneminde apartman komşularıyla yaşadığı sorunları anlatıyor.

Belli ki o da evde çok sıkılmıştı.

Geçtiğimiz zor süreçte, evlerine kapanan insanlar komşularını daha yakından tanıma olanağını bulmuşlardı. Apartman sahanlığında rastlaştıkları, kibarca “merhaba”laşmakla yetindikleri, ancak fazla tanımadıkları bazı komşularının aslında sivri dişli canavarlar olduklarını biraz geç de olsun öğrenmişlerdi.

Herkes çok gerilmişti.

İrina’yı en çok şaşırtan olaylardan biri merdivenlerde karşılaştığı sarhoşluk derecesini aşmış bir komşusunun dayanamayıp kendi hakkındaki bütün olumsuz düşüncelerini kusmasından sonra İrina’nın da onun  hakkında aynı fikre sahip olduğunu söylemesi üzerine çok sinirlenmiş olmasıydı.

Aynı adamı iki gün sonra bahçede, pencerenin altındaki çimenlere serilip, sigara içerken görünce, sinirle “Paraya kıy da kendine büyük bir sigara tablası al!” diye bağırmış.

Meğer herkes içinde neler neler biriktirmiş de kimse farkında değilmiş.

***

İrina’nın üst kat komşusu genç bir oğlan varmış.

Aslında boylu poslu, sempatik, yakışıklı bir delikanlıymış. Biraz işin ucunu kaçırsa İrina, aşık bile olabilirmiş bu oğlana. Böyle anlatıyor.

Evinde ne kadar müzik aleti varsa sabahın erken saatlerinden başlayarak kadar pratik yapıyormuş.

İrina’nın daha önce pek takmadığı bu durum evde zorunlu kalış günlerinde iyice rahatsız edici bir hale gelmiş.

Adam, evde mecburi kalışı değerlendirmek için ısrarla öyle çok iyi de çalamadığı trompetiyle iğrenç caz parçaları çalmaya başlamış.

Aşağıda otur oturabilirsen.

“Aslında caz müziğini çok severim. Ama o, ısrarla en sevdiğim parçaları bile, mesela ‘Blue in Green’i çalmaya başlayınca delirecek gibi oluyordum,” diye anlatıyor.

Zavallı kedisi Barsik, yatakta yorganın altına sığınıyormuş, duymamak için.

Adam, gündüz kafa ütülediği yetmiyormuş gibi çalma sürelerini gece geç saatlere kadar uzatmaya başlamış.

En sonunda bir gece dayanamamış yukarı çıkmış, adamın kapısını çalmış:

"Afedersiniz, bu gece bana trompetinizi ödünç verir misiniz?"

Delikanlının yüzüne bir mutluluk gülümsemesi yayılmış. Kendisi gibi cazsever  bir komşusunun olmasından çok memnun olmuş bir hali varmış.

“Nasıl çalınacağını biliyor musunuz?” diye sormuş.

İrina, “Hayır, sadece uyumak istiyorum,” demiş.

***

Bu kadar da değil. Ve hatta daha kötüsü…

İrina’nın çaprazında evinde sürekli tadilat yapan bir başka komşusu yaşıyormuş. Matkap sesleri hiç eksik olmuyormuş.

İrina, muzip bir kız.

Bu gürültü üreten “remont”cu komşusuna bir ders vermek için plan yapmış. Bir gece gizlice katlar arasındaki duvara şöyle yazmış: "Paşa, hamileyim" (adamın adı Pavel’miş),

Yazıyı gören adam, şaşırıp, depresyona girmiş. Olayı tam da anlayamamış muhtemelen. Olur mu, olur, ama kim?

Remont işine ara vermiş.

İşin ilginç tarafı o da genç, yakışıklı, biraz da çapkın bir delikanlıymış.

Bir genç kız için yakışıklı delikanlıların olduğu bir apartmanda yaşamak hoş bir duygu olmalı aslında değil mi?

Ama bunun gibi durumlarda öyle olmuyor işte. İrina için bu süreç tam bir cehennem azabıymış.

“Kediciğim Barsik olmasa herhalde delirirdim,” diyor.

***

İrina:

“Dün komşumdan yatak odasına bir ampul takmasını istedim,” diyor.

“Hangisi trompet çalan mı, yoksa remont yapan mı?” diye atlayıp soruyor Serkan.

“Şu cazkolik olanı.”

Hepimiz birden donup, ne olmuş diye merakla devamını bekliyoruz.

“Eeeee!!???”

“Hiçbir şey. Ampulu taktı ve gitti. Keçi!”

***

Arada apartman dedikoduları da olmuyor değilmiş. Bunlar çoğunlukla giriş katında oturan babuşka Tatyana’nın başının altından çıkıyormuş.

O, herşeyi görüyor ve biliyordu.

Malum ekonomik kriz artınca, suçlular da azmaya başlıyorlar.

“Meğer bizim apartmana bir hırsız dadanmış. Pandemi nedeniyle daçalarına sığınan bazı komşuların evlerine girip soyup, epey zarar vermiş,” diye anlatıyor İrina. “Hırsız bir defasında gün ortasında bir daireye girmiş. Hesapta olmayan bir şeyle karşılaşmış. Meğer ev boş değilmiş ve yatak odasında bir çift yatıyormuş. Hırsız bir kere gözünü karartmış artık, kaçıp gitmeye hiç niyeti yokmuş. Tabancayla tehdit ederek kadını bağlamış ve adamdan evdeki tüm değerli, mücevherat cinsinden eşyaları ve parayı istemiş.”

Adam gözlerinde yaşlarla "Kardeşim" diye yalvarmış, kadını gösterip, ‘İstediğini al, ama sana yalvarıyorum: çöz ve onu bırak,’ demiş.

“Ne o ahbap, karını çok mu seviyorsun?” diye sormuş hırsız.

Adam, “Hayır, birader, bu komşunun karısı, benimki annesine kadar gitti, birazdan gelir,” demiş.

***

Anlattıkça “yok artık, bu kadar da olmaz” diyoruz; ama gülüyoruz.

İrina, her gün içki alıp parti yapan, topluca şarkı söyleyen, sonra birbirleriyle dövüşen gürültücü komşularından bu süreçte iyice sıkılmıştı.

Bu kadar olaydan sonra taşınmaya karar vermiş, gözüne sokağın karşısında yeni yapılan bir binayı kestirmişti.

Ancak babuşka Tanya’dan diğer bazı komşuların da aynı binaya taşınma planları yaptıklarını duyunca vazgeçmişti. İrina, “Düşünsenize kötü komşulardan kurtulmak için plan yapıp başka yere taşınıyorsunuz ve bir bakıyorsunuz ki aynı komşular da aynı binaya taşınmışlar,” diyor. 

“Felaket!

***

Böylece Pandemi nedeniyle dışarı çıkmadan uzun süre evde oturmak zorunda olmanın, uzaktan çalışmanın da öyle çok cazip bir şey olmadığını İrina’nın anlattıklarından anlıyoruz.

'Devletlilik' kavramı üzerine




Hazal Yalın

 

Kaynak: https://medyagunlugu.com/

 

Medya Günlüğü, bana yeni yayınlanan kitabımla ilgili (Rusya: Çöküş, Yükseliş ve Dinamikler) dokuz soru yöneltti. Bu sorulara cevap vermek için masaya oturduğumda gördüm ki, sorular neredeyse kitap kadar önemli ve az çok doyurucu cevaplar verebilmek için uzun uzadıya yazmak gerek. Zira bunlar, tarih tartışmalarından başka sosyalizm teorisini de doğrudan ilgilendiriyor. Ancak sorular arasında biri var ki, tarihi ve ideolojik yanları çok önemli olmakla birlikte, güncel siyasetteki etkisi bakımından özel olarak incelemeyi hak ediyor. Bu nedenle, şimdilik bu soruyu etraflıca ele almakla yetinmeyi ve diğer soruları da daha kapsamlı değerlendirmeyi tercih edeceğim.

Söz konusu soru şu:

“Kitabınızda sık sık ‘devletlilik’ kavramına değiniyorsunuz. Bu konu neden önemli?"

Cevabı, her şeyde olduğu gibi, esas itibarıyla tarihte yatıyor.

Bolşevik Partisi’nin (bu sırada tam adı: Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi (bolşevik)) üye sayısı 1917 mart ayında 24 binden ekim ayında, yani devrimin arifesinde 350 bine fırladı. Aynı zaman aralığında Menşeviklerin üye sayısı 15 binden 193 bine, sosyalist devrimcilerin (“eser”) üye sayısı ise 500 binden 700 bine çıkmıştı. Bir başka deyişle, “eserlerin” üye sayısı 1,4, Menşeviklerin yaklaşık 13, şubat devrimi sırasında en küçük partilerden biri olan Bolşeviklerin ise ise 15 kat artmıştı.  
Bolşevik Partisi’nde kadınların oranı da yüzde 18’i buluyordu; yani bütün diğer partilerden daha fazlaydı. Bunların yüzde 45,7’si işçi sınıfındandı.

Parti üyelerinin sınıf kökeniyle ilgili genel istatistikler yok; ancak 1907-1921 arasındaki kongrelere katılan delegelerin nitelikleri esas alınırsa, bunların üçte biri aydın kesimden, üçte biri de işçi sınıfındandı.

Bunlardan hiç değilse ikisine nispeten ayrıntılı bakmaya değer.

Ağustos 1917’de VI. Kongre’de toplam 264 delegenin 171’iyle anket yapıldı. Bunların 55’i üniversite mezunu veya öğrencisi, 39’u ortaöğrenim mezunu, 60’ı ilkokul mezunu, 11’i evde, 3’ü hapishanede öğrenim almış, 3’ü de kendini eğitmiş kimselerdi. Meslek bileşimi ise şöyleydi: işçi-70, büro çalışanı ve diğer memurlar-22, edebiyatçı-20, öğretim görevlisi-12, tıp görevlisi-7, hukukçu-6, istatistikçi-4, teknisyen-2, subay ve astsubay-3, asker-2, mesleği belirsiz-23.

Mart 1919’daki VIII. Kongre’de ise toplam 403 delegeden 305’i anketleri doldurdu. Bunların 73’ü üniversite mezunu veya öğrencisi, 76’sı ortaöğrenim mezunu,  113’ü ilkokul mezunu, 24’ü evde, 4’ü hapishanede öğrenim almış, 15’i de kendini eğitmişti. Meslek bileşimi bu defa şöyleydi: profesyonel parti kadrosu-27, işçi-108, zanaatçı-14, büro çalışanı, muhasebeci, memur vb.-29, edebiyatçı-6, öğretim görevlisi-19, doktor-8, hukukçu-8, istatistikçi-5, teknisyen-16, tarım işçisi-6, subay-1, asker-7, mesleği belirsiz-51.

Bunu şu nedenlerden dolayı hatırlatıyorum: Birincisi, Bolşevik Partisi (Kurucu Meclis seçimlerinin de gösterdiği gibi) Ekim Devriminin arifesinde, iktidarın doğrudan alternatifi haline gelmişti; dolayısıyla devrim, sadece tarihi bir eylem olarak değil, güncel siyasi ortamın dolaysız bir sonucu olarak da bütünüyle meşruydu. İkincisi, bununla birlikte, parti kadrolarında aşırı bir şişme vardı; üyelerinin yüzde 90’dan fazlası ideolojik olarak bilgisiz, örgütsel olarak tecrübesiz, dolayısıyla siyasi olarak güvenilmezdi. Üçüncüsü, bu kadroların da çok büyük bir bölümü öğrenim görmemişti; sadece yüzde 25-30 kadarı üniversite mezunu veya öğrencisi, yüzde 45-50 kadarı en çok ilkokul mezunuydu. Dördüncüsü, delegelerin üçte birinden fazlasını (dolayısıyla, kabul edilebilir ki, üyelerin muhtemelen yarısını) işçiler oluşturuyorlardı. Beşincisi, kadınların oranının yüksekliği partinin ilerici rolünün altını çiziyordu; ancak onların da büyük bölümünün düzgün öğrenim görmemiş olmalarından başka, ataerkil bir topluma kadın yöneticileri kabul ettirmek başlı başına ayrı bir güçlüktü.

Buraya kadar anlattıklarım, somut durum. Şöyle de ifade etmek mümkündür: Yeni iktidarın kurumsallaşmasından iç savaşın yürütülmesine, savaş komünizminden NEP’e ve sonrasına kadar bütün her şey, bu kadro yapısıyla gerçekleştirilmek zorundaydı.

Bu, benim bildiğim kadarıyla, tarihin daha önce görmediği muazzam bir iştir.

 

Bir de meselenin teorik tarafı var.

Lenin’in devlet teorisiyle ilgili hemen bütün temel metinleri, en başta da “Devlet ve Devrim”, devrim öncesi döneme aittir. Devlete dair görüşlerindeki değişiklik, ona has Leninist diyalektiği yansıtır; ünlü deyişiyle çubuğu her iki tarafa da büker; devrim öncesinde, proletaryanın sömürülmesine hizmet eden burjuva devletinin mutlak tasfiyesine dair vurguların yerini devrim sonrasında iç ve dış kapitalistlerin iktidarıyla mücadelenin aracı olarak bir sosyalist devlet tasavvuru alır. Devrim arifesinde devletin sönümlenmesinden söz eden Lenin, şimdi devletin zorunluluğunu öne çıkartır: “Biz bu makineyi kapitalistlerden kopardık, onu kendimize aldık. … Her tür sömürüyü bu makineyle yahut sopayla bozguna uğratacağız ve … ancak buna bir zaruret kalmadığında bu makineyi hurdaya çıkartacağız.”

Marksist metinlere âşina okur, burada, devletin yıkılması yerine alınmasının altının çizildiğini fark etmiş olmalı.

Stalin bunu daha da ileri götürür. 1939’da, devleti hâlâ sönmekte olan bir araç olarak anar ama bu sönümlenişi dünya devriminin kaderine bağlı olarak belirsiz bir geleceğe erteler: “Eğer sosyalizmin bütün ülkelerde ya da ülkelerin çoğunluğunda zafer kazandığı, kapitalist bir çevrelenme yerine sosyalist bir çevrelenmenin mevcut olduğu kabul edilirse, artık dışarıdan bir saldırı tehdidi yoktur, orduyu ve devleti güçlendirme gereği yoktur.” 

Demek ki, çok temel bir şeyle karşı karşıyayız: Devlet iktidarına el konulmuş, ancak bu iktidarı yürütebilecek kadrolar mevcut değildir; oysa bu iktidarın yürütülmesi, şimdi her şeyden çok önem kazanmıştır, zira iç ve dış kapitalistlerin iktidarını alaşağı etmenin aracı, bu devlettir. Bu teorik temelin pratik karşılığı ise her dişlisiyle mükemmelleştirilmek istenen bir devlet cihazıdır -evet, özel bir devlet, bütünüyle başka türlü, demokratik bir devlet, ama neticede devlet.

Bu devleti demokratik olarak nitelediğimde, çoğu yerde dudak bükülerek karşılanacağının farkındayım. Bugün genellikle, Sovyet toplumunda seçimlerin yasaklanması şöyle dursun, seçimlerin en yaygın uygulandığı bir toplum olduğu unutuluyor. Gerçekten de, bu toplumda, adı üzerinde, Sovyetler vardı; bunlar hemen bütün yerel kararları kendileri alıyorlardı, hemen bütün yerel organlar seçimle tespit ediliyordu, hemen bütün yerel düzenlemeler tartışma ve oylamayla kararlaştırılıyordu. Siyasi çerçeve tepeden çizilerek geliyordu, bu doğru; ama aslında her yerde öyle olmaz mı? Kaldı ki, güçlü demokratik işleyiş, siyasi karar alıcılarla da kendine has bir etkileşim doğmasına yol açıyordu; karar alıcılar, siyasi çerçeveyi bu demokratik tabanın eğilimlerini gözeterek belirliyorlardı. Buna başka bir yazımda daha değinmiştim. İlk bakışta bu mükemmel bir işleyiş gibi görünür; oysa, o yazımda da, bizatihi bu demokrasinin kendini yozlaştırma tehlikesi taşıdığını belirtmiştim: “Sosyalist Rusya, son günlerine kadar, dünyanın en demokratik ülkelerinden biriydi, bütün yerel kararlar yerel organlarda geniş tartışmalarla alınıyordu. Ne var ki bizatihi bu durumun bürokratik işleyişi tahkim ettiği örneklere de sık rastlanır. İlgilenen okura, Moskova’da küçük bir otopark etrafında dönen tartışmaları alaycı ama son derece gerçekçi bir üslupla anlatan Ryazanov’un Garaj’ını izlemesini öğütleyeceğim.” Bu, benzeri ne o zamana kadar, ne de o günden bugüne neredeyse görülmemiş veya hiç değilse bu kapsamda görülmemiş, muazzam bir deneyimdir; Bolşevik Partisi, bir devlet yaratmakla kalmamış, bu devletin işleyişini hiç değilse yerel düzeyde kitlelerin eline vermiştir.

Bununla birlikte Sovyetler Birliği’nde (ve her ne kadar kendimi uzman saymasam da, belki Doğu Bloku ülkeleri hariç bütün sosyalist ülkelerde) devlet, bütünüyle fetişleştirildi. Yerel seviyede demokratik işleyiş, devleti kendi varlığının teminatı olarak görüyordu (oysa tersi olması beklenirdi); keza, kanun ve düzen bilincinin altı çiziliyordu.

Şimdi, elimizde şunlar var: Bolşevik Partisi’nin benzeri belki hiç görülmemiş muazzam örgütleme yeteneği ve (tabiri caizse) mükemmelliyetçiliği. Pek az sayıda kadronun çabasıyla muhkim olması beklenen bir devlet organizasyonunun ortaya çıkması. Bu maddi organizasyonun teorik çerçeveyle örtüştürülmesi. Bununla birlikte mutlaklaştırılması ve fetişleştirilmesi.

Devletlilik kavramı, devletin bu mutlaklaştırılması ve fetişleştirilmesiyle ilişkili. Nasıl ortaya çıktığını anlatmaya çalıştım; onun bugün ne olduğunu anlamaya çalışırken de yanlış ve doğru damgası vurmaktan kaçınmak, nesnelliği içinde kavramak gerekli.  
Bu, 1991’den veya 1999’dan sonra ortaya çıkmış bir kavram değil. Kavram, Sovyetler Birliği döneminde de kullanılıyordu.

Kastedilen devlette devamlılık değildi (her ne kadar bunun da izlerini bulmak mümkünse de); esas itibariyle devlet-oluşta devamlılıktı. Yani her şart altında bir devletin varlığı. Devlet, sınıf iktidarı, ama bununla birlikte aynı zamanda kanun ve düzen.

Bunu akılda tutalım.

Kitapta da yazdığım gibi, Rusya’da halk bilincinin en temel ideolojik unsurları sorulsa, bunlardan birinin “bardak” olduğunu söylerdim. “Bardak” Rusçada, kargaşa, düzensizlik demek. Halk bilinci Rusya’da hep “bardak” görür; bu yüzden Avrupa’ya, hatta zaman zaman Türkiye’ye bile çoğunlukla imrenerek bakar. Devletlilik, bu “bardak”ın antitezidir; kamu düzeni ve devlet disiplinidir. Kitaptaki ifadeyi alıntılamak isterim: “Buradaki temel önerme şudur: Kiev prensliğinden veya en azından Moskova çarlığından bu yana devlet-oluş bir devamlılık içindedir. Rusya’nın devletliliği, onun varlığının da biricik teminatıdır.” Bu yüzden, devletin disipline edilmesi, Rusya’da yönetici elitin en temel kaygılarından biridir. Üstelik sadece yönetici elitin değil. Devletlilik, Rusya’nın varlığıdır, hayatta kalışıdır, Rusya oluşudur.

Bunun korunması, Komünist Partisi’nin de önceliklerinden biridir. Mesela, Rusya Federasyonu Komünist Partisi lideri G. Zyuganov’un Putin’e Haziran 2021 tarihli açık mektubundaki şu ifadeler: 

“Düşünen ve manen sağlıklı insanlar, gerçek yurtseverler, ancak kendi geçmişine saygılı ve siyasi konjonktür uğruna bu geçmişin çamurda çiğnenmesine izin vermeyen bir ülkede yetiştirilebilir. Aksi takdirde, Rus ruhu, Sovyet devleti ve ölümsüz sosyal adalet ideali hedef alındığında, sadece, yarın, devletliliğimizin bütün dayanaklarını yıkmaya hazır Navalnıycıların [beşinci-H.Y.] koluna akacak aldatılmışların sayısı katlanır.”  

Buradaki “Rus ruhu”na dikkat edin. Bu, hâkim ideolojik söylemin bir unsurudur. Bununla birlikte bu unsur, bir egemen millet şovenizmi yaratmaya yönelik değildir. Bu, Sovyet milli marşındaki tarihi bir coğrafya olarak “Rus”u çağrıştırır. Keza bu, Stalin’in 9 Mayıs 1945’te zaferi duyurduğu radyo konuşmasında, “Slav halklarının varlığı ve bağımsızlığı için asırlardır süren mücadelesinin, Alman istilacılar ve Alman tiranlığı karşısında zaferle sonuçlandığını” vurgulamasını hatırlatır. Keza bu, gene Stalin’in, aynı yıl 24 Mayıs’ta Kremlin’deki büyük davette Rus halkının şerefine kadeh kaldırırken söylediği şu cümleleri çağrıştırır: “Kadehimi Sovyet halkımızın ve her şeyden önce de Rus halkının sağlığına kaldırmak isterim. Rus halkının sağlığına kaldırıyorum, çünkü o, Sovyetler Birliği bünyesine giren bütün uluslar arasında en seçkin olan ulustur. Kadehimi Rus halkının sağlığına kaldırıyorum, çünkü o, ülkemizin bütün halkları arasında Sovyetler Birliği’mizin yönetici gücü olarak bu unvanı bu savaşta ve daha önce hak etmişti.” Bununla birlikte, geçmişte olduğu gibi bugün de, Rusya’nın çokuluslu bir devlet olduğunun altı gayet kalın çizilir. Rusya sadece Ruslardan oluşmaz. Rusya vatandaşlarına Rus değil Rusyalı denir. Rusya’nın bütün devlet kurumları, Rus değil Rusya sıfatıyla anılır: Rusya dışişleri, Rusya başkanı, Rusya ordusu, Rusya milleti, vb.

Milli meselenin çözülmüş olması (ve bu çözümden ötürü Rusya Federasyonu yöneticileri Bolşevik Partisi’ne ne kadar minnettar olsalar azdır), bu kavrama, bütün halklar ve milliyetler tarafından kabul edilebilir bir anlam yükler.

Bunun üzerinde bu kadar durmama rağmen, gene de, Türkiye’deki kavranan biçimiyle bir “devlette devamlılık” olarak anlaşılacağını biliyorum. Bu yüzden, tekrar ve tekrar, kısmen örtüşmekle birlikte iki kavramın aslında birbirinden köklü şekilde farklı olduklarını vurgulamalıyım. Hayır; “efkâr-ı umumiyenin” gözünde öyle bile görülse “devlette devamlılık” söz konusu değildir. Hemen bütün kurumlarıyla başka bir devlet vardır. Ama bir-devlete-sahip-oluşta, yani yönetmenin sürekliliğinde, dahası yönetme biçiminde bir devamlılık vardır. Örneğin milli meseleye bakışta bir devamlılık vardır; Rus milliyetçilerini rahatsız etse bile, yönetici elit, milli meseleyi kaşımaz, Sovyet sistemini devam ettirir. Dahası, daha önce Medya Günlüğü’ndeki bir başka yazımda belirttiğim gibi, düpedüz Rus milliyetçiliği, devletliliğe karşı bir tehdit olarak görülür. (*) Keza, dış siyasette de bir devamlılık vardır; Rusya’nın dünyanın herhangi bir köşesine yönelik siyaseti, Sovyet dönemiyle neredeyse eksiksiz bir devamlılık içindedir. Dolayısıyla, Rusya’da yönetici elit, iç siyasette kimliğini ve çağdaş Rusya’nın dış siyasetinde egemenliğini tesis etmek için sadece güncel sembollerle yetinmez; tarihi bir referans da gösterir. Bu tarihi referans, özellikle kilise tarafından ve onun üzerinden görüldüğü gibi, çarlığı da kapsar; ne var ki bu, güncel gerçeklikle ilgisi olmayan, gerici-ideolojik bir eğilimden ibarettir. Devamlılığın esas nirengi noktası Sovyet devletidir.

Rusya’da devlet, herhangi bir başka burjuva devleti gibi, kendisini ideolojisiz olarak tanımlar. Bu devlette yurtsever söylem, sadece Rusları değil, bütün Rusyalıları etki alanına alabiliyor; ama bu gene de, Sovyetler Birliği’nin bütün dünyayı kapsayan ideolojik etkisinin çok gerisinde. Elitin ileride kendi programını ideolojik seviyede nasıl tahkim edeceğini bilmiyoruz. Ancak nasıl tahkim edemeyeceğini biliyoruz. Çokuluslu bir ülkede tek ulus milliyetçiliğinin tahkim edilmesinin yıkıcı sonuçları iyi bilinir. Bunu elit de çok iyi biliyor. Bu nedenle yurtseverlik, tıpkı Sovyetler Birliği döneminde, tıpkı Stalin’in Kremlin kabulündeki söylevinde olduğu gibi, Rus halkının birleştirici halka rolünü oynadığı çokuluslu bir ülkenin yurtseverliğidir.

Zyuganov’un sözlerinde gördüğümüz gibi, çeşitli renkleriyle Komünist Partisi de bu nitelik üzerinde duruyor. Ama bu sadece siyasi değil, aynı zamanda (demagojik olmanın çok ötesinde) köklü entelektüel bir eğilimdir. 

Birkaç hafta önce Andrey Fursov’un Yakın Doğu Haber için çevirdiğim ve yorumladığım bir yazısında, Kerenski’nin geçici hükümetinde görev almış olan Aleksandr Blok’un sözleri, birçok okurun dikkatini çekmiş olmalı. Blok, bu dönem için, Bolşevikliğin “dumada bir fraksiyon değil Rus ruhunun niteliği” olduğunu söylemişti. Ünlü şair, bu sırada geçici hükümet için eski bakanların ve yüksek mevkilerdeki memur ve askerlerin faaliyetlerini inceleyen Olağanüstü Soruşturma Komitesi’nde çalışıyordu; ancak Bolşeviklerin yükselişini de coşkuyla karşılamıştı. Ruslukla Bolşeviklik arasında kurulan bu ilk entelektüel ilişkiler, doğal ki daha sonra, benim yeni bir ulus inşası süreci olarak gördüğüm Sovyetleri de niteleyecekti. 

Bu, kuşkusuz doğru değil; Bolşeviklik, veya en genel anlamıyla Leninist komünizm, Rusya’ya özgü renkleri olsa bile sadece Rus değildi, sadece Rusyalı değildi, sadece Sovyet değildi; ama her şeyden önce enternasyonalist bir eylemdi. Milliyetçilikten böylesine uzak bir ideolojiye milli nitelik izafe edilmesi kuşkusuz kabul edilemez; ancak bu ideolojinin milli renklerden pek çok esintisi olduğu da aynı ölçüde doğrudur. Dahası, bir ideolojinin siyasi mücadelede araç haline getirilirken, temel nitelikleri bozulmasa bile, mücadelenin önderleri tarafından ve mücadelenin hedeflerine erişmek için milli bir haslet olarak kabul edilmesi de seyrek görülen bir şey değildir.

Ne var ki bu artık başka bir tartışma. Esas meseleye dönersek, şunu tekrar etmek gerek. Devletlilik kavramı doğası gereği, zayıf bir devletliliğin, 90’ların adeta ilan edilmemiş lokalize iç savaşlar ortamını tetikleyeceği fikrini ihtiva eder; bu nedenle güvenlik aygıtı, devletliliğin başlıca maddi unsurudur. Bu aygıt, kendi dışındaki siyasi ve sosyal gelişmelerden etkilenmeyecek kadar muhkim ve üstelik geniş olmalıdır. Bununla birlikte devlet-oluş, doğrudan doğruya sağlam bir rıza ilişkisini de gerektirir. Çünkü, birincisi, rıza eksikliği devletliliğin zayıflaması anlamına gelir. Devletin zayıflaması değil, zor aygıtının zayıflaması değil, devlet-oluşun zayıflaması; zira devlet-oluş, zaten bu fikrin kitleler tarafından dolaysız kabulünü gerektirir. İkincisi de güvenlik aygıtının genişliği, onun gettolaşmasının önünde engeldir. Bu da, güvenlik aygıtının sermaye ilişkilerinin dışında tutulmasını gerektirir. Rusya’da, Türkiye’de olduğu gibi bir OYAK yoktur. OYAK vb. ordunun doğrudan doğruya hâkim sınıf kompozisyonun bir unsuru haline gelmesi sonucunu doğururken Rusya’da ordu, en klasik anlamda (en klasik anlam, en ideal anlam demek değildir) milli ordu pozisyonunu korur.

(*) https://medyagunlugu.com/haber/rusyada-yonetici-elit-rus-milliyetcisi-mi-47439

 

Hazal Yalın. Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından kırktan fazla çevirisi var. “1945. SSCB-Türkiye İlişkileri” ve "Rusya: Çöküş, Yükseliş ve Dinamikler”in yazarı. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko, Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çeviriler, Kırmızı Kedi, Kitap, İthaki, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde yayınlanıyor. Güncel makaleleri genellikle Yakın Doğu Haber’de (ydh.com.tr) yayınlanıyor. @Hazal_Yalin