Moskova

Moskova

29 Aralık 2010 Çarşamba

Ded Maroz, barış içinde, mutlu, sağlıklı bir yeni yıl diliyor.


Yeni bir yılın arifesindeyiz…

Yoksulu, zengini, orta hallisi; herkes, kendisine, kesesine uygun bir yılbaşı kutlamasının peşinde. Maksat, acısıyla, tatlısıyla her şeyi unutup birkaç saatliğine mutlu olabilmek. Ya sonra!? Sonra hayat kaldığı yerden devam edecek…

Moskova, o ünlü karlı, beyaz görüntüsüne çoktan büründü bile. Hayatı zorlaştırsa da durmaksızın yağan kar insanları mutlu ediyor.

Yılbaşı heyecanı herkesi sardı. Sevdikleriyle nasıl bir yılbaşı geçirileceğinin planları çok önceden yapıldı; hediyeler alındı..

Rusya'da yılbaşı olur da, Ded Maroz’suz olur mu?

Ded Maroz ya da Ayaz Dede, Rusların, Slavların kendi Noel Babalarına verdikleri isim.

Ancak Rusya’da her şey de olduğu gibi Batılılarınkinden farklı. Her ne kadar globalleşmeye ayak uydurmak çabasıyla, görüntüsü her geçen yıl Batılı Noel Babaya benzetilmeye, giysisinin renkleri maviden, kırmızıya dönüştürülmeye çalışılsa da Ded Maroz farklı. Hem kültürü, hem de görüntüsüyle.

Moskova Ded Maroz Okulu Müdürü Aleksandr Frolov, “Rus Ayaz Dede, batıdaki Noel Baba’dan çok farklı. Bizim Ayaz Dedeler daha insancıl, daha sıcakkanlı ve daha neşelidir,” diyor.

Rus çocukları, bu yılbaşında da, hayallerini süsleyen Ded Maroz’un ona eşlik eden torunu Snegurochka’yla birlikte üç atın çektiği geleneksel kızaklı arabası Rus troykasıyla gelip onlara hediyelerini vermesini bekleyecekler. Ve tabii ki umdukları hediyeleri alanlar çok mutlu olacaklar.

Ded Maroz, bu hediyelerin yansıra dünyanın barışı, sevgiyi, mutluluğu hak eden bütün çocuklarına mutlu, huzurlu bir yeni yıl armağan etmek istiyor.

Herkese, ırk, din, dil, milliyet, cinsiyet ayrımı yapmaksızın kardeşçe yaşanan, mutlu, sağlıklı, refah içinde yeni bir yıl dileğiyle!...

28 Aralık 2010 Salı

Dost Ayılar












Rusya'nın uçsuz bucaksız, görkemli doğasında sayısız bitki ve hayvan türüne raslamak mümkün.

İnsanlar, bu görülesi, sevilesi, yaşanası ortamda doğayla hem bir aşk, hem de çetin bir mücadele ilişkisi içinde yaşayıp gidiyorlar.

Haksız bir ifadeyle "vahşi" diye adlandırılan hayvanlarla, bazen en umulmadık anlarda sıkça karşılaşılıyor. İnsanlarla aralarında hoş bir dostluk, sıcak bir arkadaşlık var.

Rusya'nın doğasında ve kültüründe en popüler hayvan türlerinden biri kuşkusuz ayılar. "Ayı" sözcüğü de bizdeki gibi hakareti değil, sevgiyi içeriyor.

Ayılara bazen balık tutarken yanıbaşınızda, bazen karayolunda sizden yiyecek bir şeyler isterken raslamak mümkün.

Vitaly Nikolaenko: Ayılarla konuşan adam














Vitaly Nikolaenko, 7 yıl önce yaşamını yitirmiş ünlü doğa ve hayvan fotoğrafçısı bir Rus.

Nikolaenko, 33 yıl boyunca, tutkusunun peşinde bütün dünyayı dolaştı, binlerce kilometre yürüdü. Onun asıl tutkusuysa kahverengi ayılardı. Onlarla 800 defadan fazla karşılaştı, 12 binden fazla fotoğrafını çekti.

O,kahverengi ayılara yaşamını adadı. Ama ne yazık ki bu hayvanlardan biri 2003 yılında Vitaly Nikolaenko’nun yaşamına son verdi.

Nikolaenko, sonraki yaşamının habercisi olacak kadar canlı, haşarı, günlerini dışarıda, kırlarda, doğaya yakın yerlerde oynayarak geçiren bir çocuktu.. Babasını hiç hatırlamıyordu; çünkü babası 25 milyona yakın Sovyet vatandaşının canını alan o lanet savaşta ölmüştü. 14 yaşında klasik edebiyat eserlerini okumaya başladı. Yaramaz çocukluk dönemi bitip olgunluk dönemi başladı. Daha sonra orduya katıldı. İleriki yıllardaysa kendisini eğitimine adadı.

Çalışkandı, tutkulu ve meraklıydı.

Arkadaşları onu muzip, neşeli, canlı ve kibar biri olarak anımsıyor ve anlatıyorlar. Herkesin sıkıntılı anlarında yardımına koşardı.

Gençliğinde pek çok farklı işe girdi, çıktı. Günün birinde bir ilan gördü ve hayatı değişti. Kamçatka Yarımadası’nda balık işleyicilerine gereksinim vardı. Kararını verdi ve 1965 yılında bir anda kendisini Lavrov Koyunda balıkların arasında buldu. Bir zaman sonraysa bir başka iş için bu işi bıraktı. Bu defa konu turizmdi. Kahverengi ayıların vatanı Geysers Vadisi mekanıydı.

İyi bir rehberdi. İşini ve insanları seviyordu. Kendinden geçerek anlatmaya başladığında turistler can kulağıyla onu dinliyorlardı.

1975 yılında turistik faaliyetlere doğaya zarar verdiği, kirlettiği gerekçesi ile son verildi.

Ancak Vitaly, oralardan kopamadı. Kendisini kahverengi ayıların doğal ortamında onların davranışlarını öğrenmeye ve onlarla ilgili bilgi toplamaya verdi. Bu konudaki uzmanlığı onu dünya çapında ünlü yaptı. Hakkında filmler yapıldı. Paha biçilmez bilgiler, malzemeler topladı. Kamerasını hiç yanından eksik etmedi.
Onun resimleri gerçekten şaşırtıcıydı. İşinin gerçek bir profesyoneliydi. En önemli eserlerinden "Kamçatka Brown Bear" adlı bir fotoğraf albümü ustalığının bir kanıtıdır.

Yöredeki bütün ayılarla aşinaydı. Onları taktığı isimlerle çağırıyordu.
2003 yılında sevgi ve güvenle gereğinden çok fazla yaklaştığı öfkeli, genç bir ayının pençesi canına mal oldu.

O, doğadaki hayvanların, vahşi ve saldırgan olduğu palavrasına inanmazdı. Zaten bilim adamları da boz ayının bu davranışını onun Vitaly’i bir rakip olarak görmesine ve kendi bölgesini koruma içgüdüsüne bağlıyorlar.

Şimdilerde oralara yolu düşenler, Tihaya nehrinin kıyısında Vitaly Nikolaenko için yapılmış anıtı görebilirler.

23 Aralık 2010 Perşembe

Rusya'da eksi 50'de yaşam devam ediyor













Yaşar Niyazbayev,CHA

Rusya'nın bir çok yerinde özellikle merkez ve Sibirya bölgelerinde soğuklar eksi 50 derecelere kadar ulaştı.

Aralık ayı itibari ile dondurucu soğuklar Rusya'nın tamamını etkisi altına aldı. Ülkenin farklı bölgelerinde eksi 20 derecelere ulaşılırken, kuzey bölgesinde eksi 50'lere varan soğuklar görülüyor.

Aşırı soğuklar ile birlikte bazı bölgelerde dersler de iptal edildi. Tuva'da eksi 45 dereceye ulaşan soğuklar nedeni ile 19 kasabada okullar tatil edildi. Tuva'nın bir çok şehir ve kasabasında soğuklar havalar gündüz eksi 41 ile eksi 39 derecelerde seyrediyor.

Krasnoyarsk bölgesinde havalar eksi 36 ile eksi 41 derece arasında değişirken, Buryatya'da soğuklar eksi 35 ve Yakutistan'da soğuklar eksi 50 dereceye kadar ulaştı. Bölgenin en soğuk kasabası Oymyakon'da gündüz havadurumu eksi 54 ve eksi 50 arasında değişiyor. Göçece yaşamın olduğu bölgede ren geyiklerinin koşulduğu kayaklarla ulaşım sağlanıyor.

Arktik antisiklonun hakim olduğu Batı Sibirya ise tamamen buzla kaplandı. Eksi 30 derecenin normal sayıldığı bölgede Novosibirsk, Omsk ve Kemorovo şehirlerinde ve Altay, Hakasya ve Krasnoyarsk bölgelerinde eksi 40 ile eksi 45 derece soğuklar 21 Aralık tarihinden itibaren hakim olmaya devam ediyor.

Olağan Üstü Hal Bakanlığı'nda yapılan açıklamada Irkutsk şehrinde hafta sonu havaların eksi 35 eksi 40 dereceye kadar düşeceğini, ayrıca İrkuts'kun daha kuzeye yakın olan bölgelerde soğukların eksi 50'ye kadar ulaşacağı kaydedildi.

Havadurumunun eksi 6 dereceye yükseldiği Moskova'da soğuklar aralık başında eksi 20'ere kadar ulaşmıştı. St. Petersburg kentinde ise eksi 92lar görülürken, bir kaç gün içinde eksi 14'lerin görülmesi bekleniyor.

Rusya'da Ev Sahibi Olmak Hayal













Rusya, vatandaşlarının ev sahibi olmasının en zor olduğu ülkeler arasında ilk 5 içinde yer alıyor.

EVANS araştırma şirketi araştırmasında, vatandaşlarının ev sahibi olmasının en zor olduğu ülkeler sıralamasında Rusya ilk 5 ülke arasına girmeyi başardı.

Araştırmaya göre, Rusya’da ev sahibi olmanın adeta bir hayal olduğu, Moskova’da ev sahibi olmak isteyen bir Rus vatandaşının 26 yıl 1 ay hiç durmadan çalışması gerektiği belirlendi. Bu oran Moskova dışındaki bölgelerde yaşayan insanlarda ise 20 yıl 8 ay olarak açıklandı.

Halkın gelir ortalaması ve konutların ortalama fiyatlarının göz önüne alındığı araştırmaya göre, Moskova’da yaşayan bir ailenin ortalama yıllık gelirinin 11 bin 615 euro, Moskova dışındaki Rusya’nın diğer bölgelerinde yaşayan insanların yıllık ortalama gelirinin ise 3 bin 80 euro olduğu belirlendi.

Ev sahibi olmak için en çok çalışılması gereken ve ev sahibi olmanın en zor olduğu ülkeler arasında Fas, Pakistan ve Karadağ ülkelerine ilk üçe girdiler. Fas’ta 67.5 yıl, Pakistan’da 40.6 yıl ve Karadağ’da 30 yıl çalışıp para biriktirmek gerekiyor.

Kaynak: http://www.gazetem.ru/

17 Aralık 2010 Cuma

Büyülü Koro

Yenilerde YKB Yayınları arasında yayımlanan okunmasını salık verdiğimiz bir kitabın tanıtım yazısını aşağıda aktarıyoruz. Büyülü Koro, Türkçede şimdiye dek böylesine derli toplu bir inceleme yayımlanmadığı için, önemli bir boşluğu dolduran, alanında bir başvuru kaynağı niteliğinde:

Büyülü Koro

Kategori: Tarih
Yazar: Solomon Volkov
Çeviren: Sabri Gürses
Sayfa: 336
Ölçü: 16.5 x 24 cm
ISBN: 978-975-08-1807-3
YKY'de 1. Baskı: Temmuz 2010

Solomon Volkov Büyülü Koro’da, Tolstoy’dan Gorki’ye, Soljenitsin’den Chagall, Kandinski, Stravinski ve Balanchine’e uzanan Rus Kültürü’nü inceliyor. Kültür-siyaset ilişkisi hiçbir zaman basit olmadığı halde, Volkov, 20. yüzyıl Rusyası’nda kültür ve siyasetin karmaşık ve muazzam biçimde sarmal bir yapı gösterdiğini gözler önüne seriyor: son yüzyılda Çar II. Nikolay rejiminden Gorbaçov’un perestroyka’sına kadar Rusya’da gerçekleşen çeşitli siyasal hareketlerin Rusya’daki kültür çevrelerini nasıl etkilediğini mercek altına alıyor. Tarihin akılda kalan, derin izler bırakan bir döneminin insana dair hikâyesini basit, doğrudan ama etkili bir anlatımla aktarırken, XX. yüzyıl Rus kültür tarihinin büyük geçit törenine büyülü bir çağrı sunuyor.
Kültür ve politika hiçbir zaman birbirinden ayrılmamıştır ve ayrılmayacaktır (tersine inananlar da politik bir açıklama yapmaktadır). Bunun parlak ve trajik bir örneği Rus kültürünün XX. yüzyıldaki kaderidir: İnsanlık, böylesine büyük bir ülkenin, yıkıcı savaşlardan, sarsıcı bir devrimden ve şiddetli bir terörden geçmiş bir ülkenin topraklarında, kültür yaşamının çok uzun bir süre bütünüyle politikleştirilmesine yönelik kasıtlı bir deneyi belki de, tarihte ilk kez gerçekleştirdi.
Bu kitap tam da bunu anlatıyor ve bütün dillerde kendi türünde ilk kitaptır: Rusya’da geçmiş yüzyılda çeşitli alanlarda yaşanan kültürel ve politik etkileşim üzerine çalışmalar gün geçtikçe artıyor, ama bu sorunun birleştirilmiş bir sunumu bugüne dek yapılmadı.
Liderler ve kültür – bu konu beni Sovyet dönemindeki çocukluğumdan beri etkilemiştir. İlk koleksiyonum gençlik yılları için sıradan şeyler olan oyuncak askerlerden ya da posta pullarından değil, Yosef Stalin 1953 yılının Mart ayında öldükten sonra gazetelerde yayımlanan ve merhum diktatörü kültür adamlarıyla, Maksim Gorki ya da Moskova Sanat Tiyatrosu’ndaki sanatçılar gibi kişilerle gösteren resimlerden oluşuyordu. İşte bu çalışmanın psikolojik kökleri bu kadar geçmişe uzanıyor. Ve daha sonra da, bir gazeteci olarak, Sovyet Besteciler Birliği üyesi, Sovyetskaya Muzika (Sovyet Müziği) dergisinin eski bir editörü ve ulusal kültürün önde gelen birçok kişisiyle görüşen biri olarak, sürekli onun politik yönleriyle, o zamanlar en önemli şey sayılan yönleriyle ilgilendim. Tanık olduğum bu sıcak gerçeklik duygusunu burada da aktarmaya çalışacağım.
Bu tarihin bir başka önemli özelliği de, yazarın, müzik, bale, tiyatro, sanat piyasası sorunları gibi Rus kültürü için bütünleşik olan, ama başka tarihçilerin kısmen “çevresinden dolandığı,” yardımcılarının desteğine başvurduğu ve bu sırada sayısız kaba saba hatalar yaptığı sorunlara, eğitimi ve ilgileri nedeniyle çok yakın olmasıdır. Herhalde, diğer tarihçiler bütün bu besteciler, dansçılar, ressamlarla çok fazla ilgilenmemektedir.
Okurun da göreceği gibi, benim için Nikolay Rimski-Korsakov (ve onun öğrencileri İgor Stravinski ve Sergey Prokofyev), Mihail Vrubel, Mihail Fokin, Fedor Şalyapin, Pavel Filonov, Andrey Tarkovski, Alfred Şnitke gibi ustalar, Moskova Sanat Tiyatrosu, yüzyıl başındaki dinsel müzikteki “yeni eğilim,” Dyagilyev’in “Rus sezonları,” Rus avangardının “amazonları” (ve hâlâ yeterince incelenmemiş olan “ikinci avangard”) gibi kültürel dönüm noktaları da önemli. Bütün bu edebi olguları politik ve sosyal bir bağlama yerleştiriyorum. Anna Ahmatova’nın geniş çağrışımlar uyandıran metaforik bir betimlemesini kullanacak olursak, bu sıradışı güce ve güzelliğe sahip sesler bir araya gelerek bir “Büyülü Koro” oluşturuyorlar.
Ama Rusya’nın –Batı’da onun hakkında böyle düşünülmese bile– sözmerkezci bir ülke olduğunu, bu yüzden de kültür yaşamının ana sahnesinde doğal olarak, Lev Tolstoy, Maksim Gorki ve Aleksandr Soljenitsin gibi yazarların bulunduğunu unutmak güç. Bunların her biri kendince, daha sonraları Soljenitsin’in bir aforizmasında kristalleşecek olan bir fikri, Rusya’da büyük yazarın ikinci bir hükümet olduğu fikrini gerçekleştirmeye yöneldi. İktidarı etkilemeye çalıştılar, bu sırada iktidar da onları yönlendirmeye çalıştı. Bu devlerin hiçbiri kendi programını tümüyle gerçekleştirmeyi başaramadı, ama üçü de kendi kişisel politikleşmiş mitlerini yarattı ve Rusya’nın toplumsal yaşamında onların mitlerinin oynadığı büyük rolü tam olarak değerlendirmek imkânsızdır. Politik karışıklıklar geçmiş yüzyılın Rus kültürünün rezonansını birçok kez güçlendirdi, ama ayrıca Rus kültürü bunun bedelini fazlasıyla ödedi: Sayısız ölü, mahvolan hayatlar ve sanatsal felaketler. Yetmiş yıl süresince Demir Perde onu metropol ve göçmen (émigré) diye iki parçaya ayırdı. Bu parçalar çok yakın bir zamanda yakınlaşmaya başladı ve bu karmaşık, acılı süreç de kitabımda yer almaktadır. Rus kültürünün başka bir hastalıklı ideolojik bölünmesi olan “şehirliler” ve “köylüler” bölünmesi de bütün XX. yüzyılı katederek bugüne dek uzandı. Bazen çağdaş Rusya’nın bu çatışması hâlâ yükseliyormuş, düşman taraflar arasında herhangi bir zengin diyalogu olanaksız kılıyormuş gibi görünüyor.

16 Aralık 2010 Perşembe

Rus Çarının özel fotografçısının tarihe ışık tutan renkli fotoları....














Rus çarının özel fotoğrafçısı Sergei Mikhailovich Prokudin-Gorskii (1863-1944) 1909 ve 1910 yıllarında kendi geliştirdiği bir yöntemle, daha renkli fotoğraf tekniği geliştirilmeden önce renkli resimler çekti ve bunlar günümüze ulaştı!

Objeyi kıpırdatmadan arka arkaya 3 defa mavi, kırmızı ve yeşil filtrelerle çektiği resimleri özel banyolarda yıkadı ve tek renkli çıkan bu şeffaf filmleri üstüste koyarak renkli saydamlar elde etti. Bunlar günümüzde renkli fotoğraf kağıdına basılabiliyor. O günlerde ise ancak saydamları projektörle görülebiliyordu.

Bir örneği yukarıda olan resimlerden daha fazlasını görebilmek için aşağıdaki linki ziyaret etmek yeterli:

http://www.boston.com/bigpicture/2010/08/russia_in_color_a_century_ago.html

15 Aralık 2010 Çarşamba

Doktor Jivago ve Ömer Şerif’in Hülyalı Gözleri

Doktor Jivago’nun hiç unutamadığım filmler arasında önemli bir yeri var. Kitabı da almıştım, ama malum filmini seyrettikten sonra kitabı okumak pek olmuyor.

Bir arkadaşım mesajında bahsediyor:
"Geçenlerde radyoda dinledim, Dr. Jivago'nun ilk İngilizce çevirisi 3 ayda yapılmış, 1958 yılında… Tabii ki herkes gibi ben de kitabi okumak zahmetinde bulunmadım… Şimdi bir Rus-Amerika'lı karıkoca ilk kez kitabın tamamını İngilizceye çevirmişler, iki yıllarını almış bu proje. (haber için: http://www.wnyc.org/shows/fishko/2010/dec/10/) Özellikle kitaptaki şiirleri çevirmenin güçlüğü ve keyfi üstüne konuştular. Rusça'dan İngilizce’ye başka çeviriler de yapmış olan çift şöyle çalışıyormuş: Önce Rus kadın satır satır, kelime kelime İngilizceye çeviriyor, sonra Amerikalı kocası ile beraber sayfa sayfa üstünden geçiyorlarmış. İdeal çeviri yöntemi bu olsa gerek... Bu kez okuyacağım kitabı ama önce karşıma bir Ömer Şerif posteri asacağım yine de :-)!...”

O dönemin tarihini Ömer Şerif'in gözlerinden sökmeye çalışmak pek doğru değil, ancak yine de bu ne filmin, ne de Pasternak'ın değerini eksiltir.

Doktor Jivago, Sovyet yazarı Boris Pasternak'ın (1890-1960) Rus Devrimi sırasında geçen ünlü romanın adı...

Yazarın 1956'da Noviy Mir Dergisi'ne gönderdiği ilk romanı Doktor Jivago, SSCB resmi görüşüne uygun yazılmadığı gerekçesiyle reddedilmiş.

1957'de ilk kez İtalya'ya gizlice kaçırılan roman, burada hem Rusça hem de İtalyanca olarak aynı anda yayımlandı.

Ertesi yıl da İngilizce basılan "Doktor Jivago" kısa sürede çeşitli dillere çevrilerek bütün dünyada yaygın bir üne sahip oldu.

Pasternak, 1958 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne değer görüldü. Ancak, yapılan baskılar sonucu ödülü geri çevirmek zorunda kaldı. SSCB'de uzun yıllar yasak olan roman, 1985 sonrasında Rusya’da da yayımlanabildi.

2007'nin ilk günlerinde İngiliz gazetesi The Sunday Times, bir Rus araştırmacıya dayandırdığı haberinde Pasternak'ın Nobel Ödülü almasında İngiliz ve Amerikan gizili servislerinin rolü olduğu iddiasını ileri sürdü. Gazete, bu iddiasını, Moskovalı araştırmacı Ivan Tolstoy’un yeni kitabına dayandırıyordu. Habere göre, Pasternak'ın Doktor Jivago romanının batılı arkadaşlarına yolladığı kopyalarından bir tanesi Malta'da ele geçirildi. Bu kopyalardan birini taşıyan uçak Malta’da inişe zorlandı ve yolcular beklerken CIA ajanları kitabın sayfalarını fotoğrafladı. Ve CIA eşzamanlı olarak Avrupa'nın birçok merkezinde Doktor Jivago'yu Rusça olarak bastırttı. Gazetenin iddiasına göre bu operasyon, romanı yasaklayan Sovyet yönetimini küçük düşürmek için planlandı.

Aynı haberde 1958 yılının ödülünü belirleme sürecinde ellerinde ‘Doktor Jivago’yu buluveren Nobel Edebiyat Jürisi’nin şaşırıp kaldığı da yazıldı.

Boris Pasternak, 1958 yılında ödülü önce kabul etmiş, daha sonra ise ülkesinin (SSCB) yetkilileri tarafından ödülü geri vermeye zorlanmıştı.

Bu durumdan olumsuz etkilenen ve içlenen Pasternak, Ataol Behramoğlu'nun dilimize kazandırdığı aşağıdaki şiiri yazmıştı:

NOBEL ÖDÜLÜ

Bitkinim, izlenen bir hayvan gibi
Gürültü, şamata ardımsıra.
Bir yerlerde insanlar, özgürlük, aydınlık
Bir çıkış yolum yok dışarıya.

Kara bir orman ve göl kıyısı
Devrik bir köknar kütüğü karşımda
Yolum kesilmiş dört bir yandan
Olsun artık ne olacaksa.

Ne yaptım, işlediğim suç ne,
Katil miyim, mücrim miyim ben?
Ülkemin güzelliği üstüne şiirlerimle
Ben değil miyim dünyaya göz yaşı döktüren.

Yine de, çok az kala ölümüme
Gelecek bir zamana inanıyorum.
Alçaklığı ve kötülüğü
Aşacağına iyilik ruhunun.


Peki, bu kadar uluslar arası siyasi çekişmeye, entrikaya neden olan romanın konusu neydi?

Rusya'da 1917 Ekim Devrimi ve hemen sonrasında patlak veren Rus İç Savaşı (1917-1922) sırasında geçen roman, adını kahramanı şair doktor Yuri Jivago'dan almıştı. Arka planında bu siyasi çalkantıların bütün detaylarıyla anlatıldığı bu destansı romanın ön planında da iki kadın arasında kalıp sadakat ve ihtiras arasında bocalayan, hayatının kontrolü kendi elinden alınmış ve savaşın parçaladığı yokluklarla dolu bir ülkede oradan oraya sürüklenen aynı zamanda şair bir tıp doktorunun dramı anlatılıyordu.

Pasternak'ın romanı 1965 yılında ünlü yönetmen David Lean tarafından filme alındı. 3,5 saat uzunluğundaki bu kapsamlı epik filmde Ömer Şerif, Julie Christie, Geraldine Chaplin, Rod Steiger, Alec Guinness ve Tom Courtenay başrolleri paylaşmışlardı. Yapımcılığını Carlo Ponti'nin üstlendiği filmin Oscar, Altın Küre ve Grammy ödüllü özgün müziklerini Maurice Jarre bestelemişti. Film 10 dalda birden aday gösterildiği Oscar ödüllerinden "en iyi uyarlama senaryo", "en iyi görüntü yönetimi", "en iyi sanat yönetimi", "en iyi kostüm" ve "en iyi orijinal şarkı" dallarında olmak üzere beşini kazandı.

Sovyet yazarı Boris Pasternak'ın kendi ülkesinde yayımlatamadığı için kaçak olarak yurt dışına çıkartıp ilk kez 1957 yılında İtalya'da bastırttığı romanı Doktor Jivago, David Lean'in epik sinema uyarlaması dışında üç kez daha filme çekilmiştir.


7 Aralık 2010 Salı

Tarihten bir arşiv notu: Bu Martin de ne ola?














Galkıdavemiş aman aman
Martinimin galeyi
Bozulur mu Zeybeklerin
Hayd efem de aleyiiiii hey


Atma bre Debreli Hasan deyip anlattığımız Debrelinin ateş edip dağları inlettiği ve sesini Drama mahpusunda yatan dostlarına dinlettiği tüfeğin işte en hakiki hikayesi...

Debreli Hasan’ın ateş edip dağları inlettiği ve sesini Drama mahpusunda yatan dostlarına dinlettiği veya Hekimoğlu isimli eşkıyanın kendi nesli için aynalısını yaptırdığı tüfeğin hakiki adı “Peabody-Martini-Henry” aslında. Biz “martin” deyip işin içinden sıyrılıvermişiz.

Bu tüfeklerden günümüzde Anadolu’da tek tük de olsa rastladığımız üzerinde Sultan Abdülaziz Hanın tuğrası bulunan modellerinin ilginç bir öyküsü var. Bu öykü Amerika’da başlayıp Rumeli’ne oradan Sibirya’ya ve oradan da Japonya’ya kadar uzanıyor.

1850’li yıllarda ordusunun tüfek ihtiyacını başta İngiltere Fransa ve Belçika olmak üzere Avrupa ülkelerinden karşılayan Osmanlı devleti iç savaş (1861-1865) sırasında silah sanayisi çok gelişen ABD’ne yöneldi.

İç savaşın başlarında Kuzeyliler ve Güneyliler ağızdan dolma tüfekler ile çarpışırken savaşın son yılında Kuzeyliler seri atışlı Henry tüfeklerini kullanmaya başladılar. Güneyliler bu tüfekleri “Akşamdan doldurulup bütün gün ateş eden lanet Yankee tüfeği!” diye tanımlıyordu.

Ancak bu tüfeklerden sadece 10.000 tane üretilip Kuzey ordusuna verilebildi. Savaş Kuzeyin zaferi ile bittiği için artık yeni silahlara ihtiyaç yoktu. Yenik Güney ordusu dağıtıldı, zaferi kazanıp ABD’nin birliğini yeniden sağlayan Kuzey ordusu ise ufaltıldı. Osmanlı devletinin aksine zayıf ve zararsız komşulara sahip ABD’nin büyük bir orduya ihtiyacı olmadığı gibi tek uğraşı artık Kızılderilileri katletmekten ibaret olan bu ordunun bu işi için modern silahlara ihtiyacı yoktu.

İşte tam bu sırada Osmanlılar ortaya çıktı. Henry tüfeğinin daha geliştirilmiş bir modeli olan ve artık Winchester adını alan tüfekler için 1866’da ilk sipariş verildi. Seri atışlı 44 kalibrelik ve 200 metreye yakın etkili menzili olan bu tüfekler 93 Harbi (1877-1878) sırasında Osmanlı süvarilerince kullanıldı. Tüfekler özel olarak Osmanlı devleti için üretildiğinden nişangahlarındaki rakamlar Arapça kazınmıştı.

"kara çadır is mi tutar
martin tüfek pas mı tutar
ağlayanım anam babam
Osmanlılar yas mı tutar?"

Ancak Osmanlı devletinin uzun menzilli bir piyade tüfeğine ihtiyacı vardı. Bu konuda gerekli incelemeleri yapmak için Albay Rüstem Bey başkanlığında bir heyet 1869 yılında ABD’ne gönderildi. Bunu diğer heyetler izledi ve sonunda ABD’nde üretimine yeni başlanan ve aynı anda benzer bir modeli de İngiltere’de İngiliz ordusu için üretilen “Peabody-Martini-Henry” veya bizdeki söylenişi ile “martin” tüfeklerinin alımına karar verildi.

Martin tüfekleri 1.300 metreye ulaşan etkili menzilleri kalitesi ve kullanım kolaylığı bakımından Osmanlı devletinin en büyük rakibi olan Rus ordusunda kullanılan benzer kategorideki 1867 model Krnka ve 1868 model Berdan tüfeklerinden daha üstün durumdaydı.

1871 yılında Amerikalı silah üreticisi ile kontrat yapıldı. Martin tüfeğinin tanesine 1500 dolar ödenecekti ayrıca her bir süngü için de 125 dolar daha ödenecekti. Böylece tüfeklerin tanesi 1625 dolara geliyordu. 1872 yılından başlamak üzere beş yıllık bir süre içerisinde 50.000 tanesi Mısır Hıdivi İsmail Paşanın hediyesi olmak üzere 600.000 adetten fazla Martin tüfeği Osmanlı ordusuna verildi. Bu tüfekler de Osmanlı ordusu için özel olarak üretildiği için nişangahlarındaki rakamlar Arapça kazınmıştı. Ayrıca tüfeklerin sağ gövdesinde Osmanlı Sultanı Abdülaziz Hanın tuğrası ve onun altında da tüfeklerin seri numaraları (yine Arapça) kazınmıştı.

93 Harbi (1877-1878) sırasında Martin tüfekleri görevlerini başarı ile yaptılar ama Plevne Savaşı sonunda 50.000 tanesi ve Kars Kalesinin düşmesi sonucu 40.000 tanesi Rus ordusunun eline geçti. Rus generaller bazılarının “Düşman silahı kullanmak şerefsizliktir!” laflarına bakmayıp kendi ellerindeki tüfeklerden daha üstün olan Martin tüfekleri ile askerlerini silahlandırdılar. 1904-1905 Rus-Japon Savaşı sırasında Sibirya’daki bazı Rus birliklerinde hala bu silahlar vardı.
Ruslar ellerine geçen Türk Martinlerinin 9000 tanesini de 1882 yılında Japonlara sattılar. Japonlar bu tüfeklerin üzerine İmparatorlarının mührünü kazıdılar, nişangahtaki Arapça rakamların üzerine de Japonca rakamlar kazındı. Japonya ABD’ne saldırmadan bir yıl öncesine 1940 yılına kadar bu tüfekler Japon Askeri Okullarında kullanılmaktaydı.

Osmanlılar ise kısa süre sonra Almanya’dan son model Mauser (Mavzer) tüfekleri almaya başladılar. Birliklere yeni Mauserler gönderildikçe artık modası geçmeye başlayan Martinler depolara konulmaya başladı.

1890’ların başında Ermeni ayaklanması başlayınca asi Ermeni çeteleri ile mücadele amacı ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Hamidiye Alayları kuruldu. Depolardaki Martin tüfekleri yeni oluşturulan bu birliklere dağıtıldı. Bugün Anadolu’da tek tük de olsa rastladığımız Martin tüfekleri büyük olasılık ile Hamidiye Alaylarını oluşturan gönüllü yöre halkına dağıtılan silahlardır.

Yakında tek tük olsa bile rastlayamayacağız onlara.

Ama şu türkü hep kalacak:

At martinini Debreli Hasan dağlar inlesin
Drama mahpusunda Hasan dostlar dinlesin

30 Kasım 2010 Salı

Moskova neden can çekişiyor?













Kimilerine göre Moskova gerçekten de can çekişiyor. Bunun nedeni Moskova’nın kent olarak kişiliğini yitirmesi. Kimileri ise tam tersine kentin değiştiğini, modernleştiğini ve güzelleştiğini düşünüyor.

Moskova’nın can çekiştiğine inanlar kentin mimari dokusunun son yıllarda bozulduğunu, yeni yapılan yapıların uyumsuz olduğunu, restorasyonların yapılmadığını söylüyor. Yeni İzvestia gazetesine göre kentte acil olarak restore edilmesi gereken tam 250 tarihi yapı bulunuyor. Bunların başında Kazakova sokağında bulunan Kont Razumovski’nin sarayı geliyor. Ama bu saray tek değil; daha onlarca, yüzlerce bina, kilise var.

Bir sivil toplum kuruluşu olan “Arhnazdzor” yeni Belediye Başkanı Sergey Sobyanin için geçenlerde bu konuda bir rapor hazırladı. Ancak sivil toplum kuruluşları aslında Moskova’nın mimarisinin estetik bir konu olmaktan çıktığını ve politik bir konuya dönüştüğüne inanıyor.

Mimar Fyodor Platonov, “Moskova’da korkunç bir inşaat temposu var. Ama son 10 yılda gurur duyarak göstereceğiniz tek bir yapı yapıldı mı? Kesinlikle hayır. Bunlar yerine “Evropeskiy”, “Atrium” ve benzeri trafiği tıkamaktan başka işe yaramayan alışveriş merkezleri yapıldı” diyor.

Kaynak : http://www.moskovalife.com/

23 Kasım 2010 Salı

Sizin bilmediğiniz Rus kadını






Ayşe Arman
Hürriyet,
19 Kasım 2010



BUGÜN bayramın son günü.

Ailecek çöl programı yapıyoruz, “Ben gelmiyorum, yazı yazacağım!” dersem, kafamı kırarlar, sizi C. Doğan’ın anlattığı ve sizin bilmediğiniz, hatta başka türlü zannettiğiniz Rus kadınıyla baş başa bırakıyorum.
C. Doğan’a da teşekkür ediyorum, valla müthiş anlatmış hem St. Petersburg’u hem de Rus kadınını. Ben de bir şehrin kadınlarla güzelleştiğine inanıyorum.
Her şey, kadınlarla güzelleşiyor zaten.
Yaşasın kadınlar!
Öpüyorum.
Yarın görüşmek üzereee...

*
Sevgili Ayşe,
Yakın zamanda bir St. Petersburg gezisi var mı kafanda bilmiyorum ama olsa fena olmaz.
Bu şehri görmelisin, yaşamalısın.
Avrupalılar ortak tarihleri ve kültürel zenginlikleri yüzünden zaten son yıllarda uğrak noktası yapmışlardı.
Bizimkiler ise St. Petersburg’u “Beyaz Geceler”le tanır ve bana hep sorarlar: “Nasıl kutlanır?” Herhalde şehre, gelinlik giydirilip kutlanıyor sanıyorlar ya da öyle hayal ediyorlar. Ama sen biliyorsundur; şehre beyazı, doğa giydiriyor o günlerde, gündüzler alabildiğine uzun oluyor, gece olmuyor. Gerçi bizimkilerin aklı, asıl buradaki enfes kızlarda. Ara sıra uçakla İstanbul’a gidip gelirken gruplara rastlıyorum. Daha tiyatro, bale sorduklarını görmedim. Hep kızlarla ilgili konuşmalar. Ama sadece fiziksel görünümleriyle.
Türk erkeği, Türkiye’den tanıdığı Rus kadınını bir de yerinde görmek ister, kadınımız ise bastırmaya çalıştığı bir merakla gelir: “Bakalım bizden ne farkları var?”
Halbuki bu kızlardan öğrenilecek o kadar çok şey var ki. Bir yandan Rus kadınının genel özelliklerini taşırlar, diğer yandan ‘Piter’li olmanın gururunu. St. Petersburg, Rusya’nın en ayrıcalıklı şehridir, “Piter” diye bilinir. Tarihi başkentidir. Eğitim ve kültür seviyesi en yüksek olanıdır. Çok az göç almasına izin verilmiştir. Çoğu, ezelden beri buralıdır yani. Eğer bunları bilirsen, bu kızların sokakta yürürken ki hallerini farklı değerlendirirsin. Kuğu gibi, vakurlu yürüyüşlerini yadırgamazsın.
Bizim erkeğimiz, Rus kadınını cinsellikle tanıdı. Ondan çok şey öğrendi. Sevişme öncesinde ve sonrasında yıkanmayı mesela. Güzele güzel dememeyi, güzelliği yaşamayı öğrendi. Çoğu, bunları 2-3 saate sıkıştırarak yaşadı. Bazıları, hayatını değiştirerek. Artık Rus kadınları çalışmak için Türkiye’ye gitmiyorlar, Ukrayna, Moldovalı kadınlara bizimkiler Rus gözüyle bakarlar, onlarla devam ederler.
Ben Türk kadınının şöyle bir reaksiyonunu gözlemledim. Rus kadınını aşağılamak istiyorlar ama gıpta da ediyorlar. Erkeklerinin, bu kızların sadece fiziksel görünümlerine takıldıklarını sanıyorlar. Onları tanıması gereken kadınlarımız aslında. O nedenle sana diyorum ki “Gel, gör, tanış ve gözle onları.”
Geldiğinde birçok çift göreceksin. El ele, yan yana dolaşan. Kız alımlı, dünya güzeli. Upuzun bacaklı. Giyimleri, sıcak ve pürüzsüz tenlerinin tamamını örtmez. Hareketleri estetiktir hepsinin. Zarif ellerinden tutan Rus erkeği ise “ayı” gibi ve paspaldır. Saçları demode ve özensiz. Öylesine bir erkeği bile sahiplenirler. Oldum olası onunmuş gibi hareket ederler. Sonsuza dek onun kalacakmış gibi. Şaşıracaksın.
Yan yana otururken görürsen onları, mutlaka dikkatle gözlemle. Birlikteyken partnerine dokunan ve koklayan hep kadındır. Yüzü ona dönüktür. Etrafı merak etmez. Tek ilgisi erkeği. Erkeğine güven verir. Yanında erkeği varken, hiçbir bakışa izin vermez. Onu rencide etmez.
Erkek, seksi kadından hoşlanır. Aynı zamanda güven duyabilmek ister. İkisinin aynı bedende bulabilmesi olağanüstüdür. Bu kadınlar böyle. Onları gör, gözle, sana çok katkı sağlayacaktır. Partnerini daha mutlu etmenin basit yollarını öğreneceksin. Partnerini mutlu ettikçe sen de daha rahat olacaksın. Mutlu olacaksın.
Eğlenmeyi severler. Bir bara, diskoya gidersen nasıl eğlendiklerine şahit olacaksın. Bir erkeğin içki ısmarlamasına mutlaka izin verirler. Hatta geri çevirmek ayıptır onlar için. İyi de içerler. Yanına gelip düzgün sohbet etmek isteyen erkeğe de izin verirler. Çok samimi davrandıklarını gördüğünde çok fazlası aklından geçecektir. Onları iyi tanımadığın için bu böyle düşünmen normal. Piter kızının aklında fesatlık yoktur. O anda sohbeti düşünür. Elbette devamına tedbirlidir ve istediği yerde sohbeti kesebileceğini bilir. O iradesi vardır.
Dans ederken de, seksi olmaları şarttır. Dans, eğlencenin önemli bir parçasıdır ve dans, erkek için yapılır. Öyleyse dansından hoşlanan ve ona yaklaşan erkeğe de izin verebilmelidir. Sen yine aklından bir sürü hikâye geçireceksin ama öyle değildir. O anda o danstır, eğlencedir. Erkek sonucu düşler, o ise o anı yaşar.
24 saat dolaşırken, hiçbir tehdit altında olmadığını hissetmen, taciz edilmemen sana huzur verir. Sağda solda, eğreti tipler görmezsin. İnsan kirliliği yoktur. Geniş cadde ve kaldırımlarda rahat olacaksın. Çoğu tarihi binaların içinde bulunan 200’ün üzerinde müzeyi gezmeye zamanın yetmeyecek. Ama hangisine gidersen ilgini çekecek ve her gittiğin yerde yine bu kızları göreceksin. Hepsi yazarlarını, şairlerini iyi tanırlar. Bütün eserlerini de okumuşlardır. Eğitim seviyelerini duymuşsundur. Anaokuluna gitmeyen kız çocuk sayısı sıfırdır. O nedenle 1100’e yakın devlete ait anaokulu vardır. Bu sayı İstanbul’da 400’ün altındadır. İlkokula devam etmeyen kız çocuk sayısı da sıfırdır. 700’den fazla lise ve 100 civarında meslek okulunun tamamı bedelsiz, yine devlete ait. Bir de bunlara sayısını bilmediğim özel okulları ekle. Rastladığın kızların elyazılarına dikkat et. Hepsi tek elden çıkmış gibidir. Sana eğitim düzeyleri ve disiplinleri hakkında fikir verecektir.
50’nin üzerindeki tiyatro, bale ve opera salonu olduğunu öğrendiğinde, kolay yer bulacağınızı sanacaksın. Halbuki hepsi her zaman doludur. Ağırlıklı olarak yine Piterli kadınlardır oraları dolduran. Sokakta karşılaştığın kızları, orada da görürsün. Bir gece önce diskoda dans ederken izlediğin afeti de.
Anne olarak da tanıman lazım onları. Süsüne, eğlencesine düşkün bu kadınların nasıl anne olduklarını merak edebilirsin. Eğitim ve disiplinlerinin etkisiyle olsa gerek, muhteşem bakarlar çocuklarına. Hem kendilerine hem de çocuklarına yeterler. Benim en çok takdir ettiğim özellikleri de odur. Hiçbir şeyleri olmasa da, kimseye tamah etmezler.
İstanbul’dan gelen birinin başka bir şehirden büyülenmesi mümkün değil. Ben de burayı İstanbul’dan daha güzel bulmuyorum. Ama o en güzel topraklarda, neden daha keyifli yaşayamıyoruz diye düşünüyorum. Burayı gördükten sonra İstanbul’daki yaşamı da ancak kadınların güzelleştirebileceğini anladım. Buradan sadece erkeğini değil, şehrini de mutlu edecek izlenimlerle döneceğine inanıyorum. (C. Doğan)

HAMİŞ: Çok haklısın, hele son tespitine katılmamam imkânsız. Darısı İstanbul’un başına, inşallah İstanbul’u da kadınlar kurtaracak!

MENECER






Refet Kayakıran






Moskova’da işe eleman alırken, ‘’Ne iş yaparsın?’’ sorusuna ‘’ Ben Menecerim ’’ diyenlerin karşısında, ‘’Peki bu durumda ben neyim?’’ dememiş yönetici yoktur sanırım... İşe başvuran yeni üniversite mezunlarının dahi,özgeçmişlerine ‘’Menecer’’ sıfatı yazdıklarına bakarak, bu kelimenin Amerikanca Manager’dan, yeni kapitalist Rusya’ya nasıl yanlış ithal edildiğini anlamak pek olası değildir.

Rusya’da düz memura Menecer denmesi, yanlış bir kelime ithali gibi gözükür. 90'lardan bu yana, her türlü Amerikan özentisi tarzlarla ve elbette işletmecilik yöntemleriyle kapitalist sisteme geçen Rusya’ya bu tür işletmecilik terimleri de beraberinde girdi. Müdüre ‘’Direktor’’, işadamına ‘’Biznısmen’’ , memura da ‘’Menecer’’ sıfatlarıyla, işletmecilik literatürü Rusya’da oturmuş durumda. Bizdeki memur, emredilen, yönetilen iken, Ruslar yönetilmeyi kabul etmediklerinden olsa gerek, memurlar da Menecer’dir! Yoldaş-Proletaryalıktan bir anda düz Memur, İşçi sınıfına inmemek için, belki de kapitalizme bir göndermedir bu sıfat. ‘’Bana bakın ha, biz yönetilmeyiz ve bizzat yönetime ortağız ’’ demenin bir yolu belki de bu sıfat…

Tüm İşletmecilik kitaplarında ve tüm modern işletmelerde, ‘’Manager’’ sıfatı her zaman, müdür, yönetici için kullanıldığı halde, Rusların bu kelimeyi düz memura kullanması bir tercüme hatasından kaynaklanmış gibi gözükmekte. Belki de Amerikanca işletmecilik kitaplarını çeviren bir Rus tercümanın, kelimenin tam işlevini bilmeksizin yaptığı hatalı bir tercüme sonucu, bu kelime gerçek anlamının dışında kullanılmakta. Üstelik yerine bir Rusça kökenli kelime dahi üretmeden, doğrudan Amerikalı Menecer sıfatını, güzelim Puşkin Rusçasına aşılamak kimseyi de rahatsız etmemekte. Bilim, teknoloji, uzay dünyasının super iddialı ülkesi Rusyanın, komputuru, televizyonu, diline aynen batıdan ithal ettikten sonra, proletaryasını da menecere boyun eğdirmesi, Lenin’in kemiklerini sızlatmaktadır mutlaka… Hele Stalin neredeyse hortlamakta… En son yapılan kamuoyu anketlerinde Stalin, tüm Rusya da en saygın ve en aranan bir şahsiyet olarak, belki de bu yüzden tekrar ortaya çıkmakta şu günlerde.

Aslında bu menecerlerin her türlü isteğini çaresiz karşılayarak, ellerinde oyuncak durumunda olan Rus işletmeler, bir anlamda bu elemanlarca yönetilmekte ve bu sıfat hakkını bulmakta. Ama özellikle Moskova’da, şımarıklıktan, Avrupa normlarının bile çok daha lüksüyle çalışan bu menecerlere belki bu kriz, sıkı bir ders olacak. Yasalarla da şımartılan ve nüfus kıtlığında pek değerli olan bu elemanlar, şimdi işsizlikle ve dolar karşısında perişan olmuş rubleyle yola geleceklerdir yakında.

Başta petrol ve doğalgaz olmak üzere Allah vergisi yeraltı kaynaklarıyla, üretmeden aniden zenginleşen ve buna uygun bir sonradan görmeliği de pek güzel yaşayan başta Moskovalılar olmak üzere Rusya, bu krizle belki de biraz kendilerine çeki düzen vereceklerdir.

En az çalışarak en çok kazanma keyfiyle, hiçbir şey üretmeden, ithal mal zenginliğiyle başı dönmüş birçok yeraltı zengini ülkeye bu kriz, sıkı bir ders olacağa benzemekte. Bizim gibi, yeraltından silahtan başka bir şey çıkmadığından, yerüstünde zaten tırnaklarıyla ot yolan ülkelere ise kriz mriz, olsa olsa adrenalinle birlikte, bağışıklık arttırır.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Ruslar hayatlarından memnun

Rus halkının yüzde 78'i, şu an ki hayatından memnun ve geleceğe umutla bakıyor.

Yayınlanan ankete göre, Rusların %78’i hayatlarından memnun ve gelir seviyelerinin gelecek yıllarda artacağı inancını taşıyor.

Araştırma sonuçları, hayatlarının kötü olduğunu düşünenlerin oranının bu yıl %20’den %14’e gerilediğini gösteriyor.

Rosgosstrakh’ın yapmış olduğu araştırma ise insanların hayatlarından duyduğu memnuniyetle ülkedeki ekonomik büyümenin doğrudan ilişkili olduğunu ortaya koyuyor.

Anket ülke genelindeki 66 kasaba ve şehir üzerinden 5.656 örneklem belirlenerek yapıldı.

Kaynak: Ria Novosti

Ruslar sigara tiryakiliğinde dünya birincisi

Rusya Sağlık ve Sosyal Kalkınma Bakanlığı, Rusların dünyada en fazla sigara içen ulus olduğunu açıkladı.

Rusya Sağlık ve Sosyal Kalkınma Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) desteğiyle genç nüfus üzerinde yapılan araştırmaya göre, Rusya'nın dünyada en fazla sigara içilen ülke olduğu kaydedildi.

Bakanlık tarafından açıklanan araştırma sonuçlarına göre, Rusya'da 49,3 milyon genç sigara içerken, Rusya'da 19-44 yaş aralığındaki aktif grubunun büyük çoğunluğunun sigara içtiği dikkat çekti. Rusya'da 19-44 yaş aralığındaki 10 erkekten yedisinin, 10 kadından da dördünün sigara içtiği ortaya çıktı.

Rusya Sağlık Bakanlığı ve DSÖ uzmanları ülkedeki sigara kullanımını azaltma yolları üzerinde çalışırken, uzmanlar sigara fiyatlarındaki vergi oranlarının yüzde 70'e çıkarılmasının enaz 2,7 milyon kişinin hayatını kurtaracağını kaydettiler. Uzmanlar, sigaranın pahalı olması halinde bir çok kişinin sigarayı bırakacağını ve gençlerin de böylesine pahalı bir alışkanlığa kolayca sahip olmayacağını belirttiler.

Sigaradaki vergi oranlarının artırılmasının Rus ekonomisine de katkısı olacağını belirten uzmanlar, vergi oranının yüzde 33'den yüzde 70'e yükseltilmesi halinde yılda 650-750 milyon TL civarında ek gelir elde edileceğini vurguladılar.

Rusya'da yılda 330 ila 500 bin kişi, sigara ile ilgili hastalıklardan dolayı hayatını kaybediyor. Rusya'da bir paket yabancı sigara 1-3 lira arasında değişen fiyatlara satılıyor.

Kaynak: AA

Moskova, son 83 yılın en sıcak 10 Kasım'ına tanık oldu

Moskova Meteoroloji Müdürlüğü tarafından Rus İtar-Tass ajansına yapılan açıklamada, başkentte bugün öğle saatlerinde 13 derece olan hava sıcaklığının 1927 yılındaki 12,6 derecelik hava sıcaklığını geçtiği kaydedildi.

Meteoroloji yetkilileri, dün başkentteki hava sıcaklığının 12,3 dereceyi bulduğunu, bunun da şu ana kadar bilinen en sıcak 9 Kasım günü olduğunu vurguladı.

Açıklamada, hava sıcaklığının hafta sonuna kadar devam etmesinin beklendiği, pazar günü hava sıcaklığının 6-7 derece civarında olacağı belirtilerek, yağış durumunda ise bir artış beklenmediği dile getirildi.

Hava tahmin uzmanları, hava sıcaklığına Rusya'nın batısına gelen ılık tropik hava dalgasının neden olduğunu belirterek, bugünkü hava sıcaklığının 14 dereceye kadar çıkacağını ve bunun da şu ana kadar bilinen en sıcak 10 Kasım günü olacağını ifade ettiler.

Rusya'da geçen yaz yaşanan rekor seviyedeki hava sıcaklıkları yüzünden çok sayıda orman yangını meydana gelmiş ve bunun yol açtığı kuraklık nedeniyle tahıl ürünleri ihracatı geçici olarak yasaklanmıştı.

Hava tahmin uzmanları, bu yıl Rusya'yı çok sert bir kış mevsiminin beklendiğini açıklamış, ancak son günlerde yaptıkları açıklamalarda kış aylarının çok sert geçmemesini beklediklerini ifade etmişlerdi.

Kaynak: http://www.haberrus.com/

6 Kasım 2010 Cumartesi

Dünya Kitap Dergisi Yılın Çeviri Ödülü

Dünya Kitap Dergisi’nin Dünya Kitap Yılın En İyileri Ödülleri sahiplerini buldu.

Yılın Çeviri Ödülü Metis Yayınları tarafından yayımlanan Andrey Platon’un Çevengur kitabının çevirmeni Günay Çeteo Kızılırmak ile Gonçarov’un Oblomov adlı yapıtını dilimize çeviren Sabri Gürses arasında paylaştırıldı.

Gecede Çeteo Kızılırmak, böyle bir ödülü almaktan mutlu olduğunu dile getirirken, Sabri Gürses de Rus klasiklerinde intihal ve çalıntı çevirilerin çokluğuna dikkat çekerek “Türkiye’de gerçek Rusça çevirmenler ne yazık ki 10’u bile bulmuyor” diyerek bu ciddi sorunu bir kez daha hatırlattı.



Oblomovluk hırs karşısında kalkan

Roman tarihinin en ünlü kişilerinden biri olan Oblomov, çevirmen Sabri Gürses'e göre hiç hırka giymedi. Selim İleri'ye göre ise Oblomovluk, hırslar dünyasında nefes alabilme sebebi

HALE KAPLAN ÖZ

İvan Aleksandroviç Gonçarov'un klasikler arasında yer alan romanı Oblomov, Sabri Gürses'in Rusça orijinalinden çevirisiyle tekrar yayınlandı. Everest Yayınları arasından çıkan kitap, bugüne kadar yakından tanıdığınızı sandığınız Oblomov'u farklı bir biçimde yansıtıyor.

İlya İliç Oblomov'un bugüne dek yanlış tanıtıldığı kanısında olan çevirmen Gürses, romanın "Çevirmenin Ön Sessizliği" başlıklı bölümünde, Oblomov'un kendisine zarar vermemek için doğrular ve yanlışları ayırmadığını söylüyor. Ama bu yanlışlardan öyle biri var ki Gürses değinmeden edemiyor: "Tek bir şeyi düzeltmek önemli: İlya İliç Oblomov bir hırka giymiyordu, 1820'lerde Hegel'in birçok portrede giyerken tasvir edildiği schlafrock adlı, Avrupalıların bir zamanlar Asya'dan alıp Avrupalılaştırdığı kaftan benzeri bir ev giysisinin Rusya'da "halat" adıyla anılan biçimini, yani bir sabahlık giyiyordu. Başka deyişle, uyurken de uyanıkken de giyilebilecek, uzun, hafif, rahat bir giysi vardı üzerinde."

OBLOMOV RUH İKİZİM

Hayatın dışında kalan, sürekli evinde duran ve mütamadiyen yatan Oblomov, roman tarihinin en ünlü kişilerinden biri. Bir yorgunluk, tembellik ya da zorunluluk nedeniyle değil, normal hali bu olduğu için yatan Oblomov'un bu hali, insana dair olumsuz bir durum tanımına dönüşse de onu kendine yakın bulanlar var. Yazar Selim İleri bunlardan biri. "Yorgun argın roman kişisi apaçık ruh ikizim! Hep bilinmez zamana ertelenmiş hayallerle, ülkülerle yaşayıp gitmiyor muyum?" diyen İleri'nin, kitabın girişinde "Oblomov Anıları" başlığı altında kaleme aldığı ve Oblomov'u ilk tanıdığı tarihten itibaren hissedişlerinden oluşan yazısı şöyle sonlanıyor. "Sabri Gürses'in çevirisi 'yeni' Oblomov'u yeniden okumaya başlarken, büyük, gözü dönük hırslar dünyasında azıcık nefes alabiliyorsak, iyi kalplilere, hayalperestlere borçlandığımıza hâlâ inanıyorum. İyi ki bazılarımız hâlâ Oblomov'luktan yana..."

Rusya’da nüfus sayımı resmen tamamlandı.











Rusya İstatistik Kurumu(Rosstat), yapılan nüfus sayımın ilk sonuçlarına göre Rusya’da sürekli yaşayan kişi sayısının 141 milyon 200 bin olduğunu açıkladı.

Nüfus sayımı ile ilgili kesin sonuçlarsa 2011 Nisan ayında açıklanacak.

Rusya'da hükümet, nüfus sayımı için yaklaşık 17 milyar dolar harcadı. 14 - 25 Ekim 2010 tarihleri arasında yapılan nüfus sayımında görev yapan 650 bin memur, kapı kapı dolaşarak vatandaşlara doğum bilgilerini, kimliklerini ve diğer kişisel detayları sordu.

Rosstat internet sitesinde yayınlanan açıklamaya göre sayım çalışmalarına yoğun bir şekilde devam ediliyor. Ulaşılması zor bölgeler, Buryat Cumhuriyeti, Sverdlovsk, Tümen, Yamalo-Nenets Özerk bölgesinde sayım işlemlerine kasım ve aralık aylarında devam edileceği belirtildi.

Sayım sonuç raporunda Rusya vatandaşlarının cinsiyet, doğum yeri, eğitim düzeyi, medeni durumu, sosyal ve ekonomik nitelikleri yer alacak.

Rusya’da en kalabalık ailesi Kemerovo bölgesinde yaşıyor. Aile reisi Aleksey Şapoval’ın 13 çocuğu,108 torunu ve 8 torun çocuğu var. Tüm aile aynı kasabada yaşıyor. Bu, haliyle, akrabalar için bir arada yaşam sürdürdükleri için mutluluk verici, ancak nüfus sayımını yapanların çalışmalarını güçleştirdi. Zira ailenin bazı üyeleri birkaç kez kayda geçirildiler; çünkü diğer akrabaları onlar hakkında da bilgiler verdiler; böylece mükerrer sayım yapılmış oldu.

Rusya İstatistik Komitesinin çalışanlarının önümüzdeki 6 ay boyunca işleri bu türden yanlışlıkları düzeltmek olacak. Ancak yine de bu yanlışlıkların nüfus sayımının genel sonuçlarına etki yapmayacağı düşünülüyor.

Rusya kamuoyu yoklaması Merkezi Sosyo-Politik Araştırmalar Dairesi Müdürü Stepan Lvov şunları söylüyor:
“Nüfus sayımı 10 yılda bir yapılıyor. Doğal olarak ilgili verilerde hatalar olacak. Buna rağmen verilerin %99 oranında doğru olması bekleniyor. Bunda korkunç bir şey yok. Bu yanlışlıkları düzeltme olanağını veren yöntemler var..En önemlisi, nüfus sayımı sayesinde değişik gruptan vatandaşların yaşamı hakkında bilgiler edineceğiz, vatandaşların kendilerini hangi ulusal ve sosyal gruplardan saydıklarını öğreneğiz.Bu da çok daha önemli.”

Bundan önceki nüfus sayımı sonucunda Rusya’da büyük sayıda Hobbitlerin yaşadıkları anlaşıldı. Tamamlanan nüfus sayımının ilk sonuçları da Rusya’da masal kahramanlarının yaşadıklarını gösteriyor. Fakat Rusya İstatistik komitesi çalışanlarının kanısına gore, genellikle Rusya’da en çok 45 bin böyle şakacı bulunacak. Nüfusu milyonları bulan ülke için bu, denizde bir damla kadar az.

Bu yıl nüfus sayımı, “Rusya için her insanın önemi vardır” sloganı altında geçti.

Rusya Federasyonu vatandaşları, anketteki soruları uzayda, Kuzey Kutbunda, tayga ormanında ve okyanusta, bulundukları her yerde cevaplandırdılar. Vatandaşların yaklaşık %2-si nüfus sayımına katılmak istemedi. Daha büyük sayıda insan kendileri hakkında bilgiler vermeye hazır oldukları halde meşgul olduklarından dolayı bunu yapmak için vakit bulamadılar. Fakat nüfus sayımına ilişkin yasada her hangi bir neden yüzünden bu etkinliğe katılmayanların cinsiyeti ve doğum tarihi üstüne verilerin idari kaynaklardan elde edilmesine izin veriliyor.İstatistik uzmanları da Rusya’da ne kadar çalışan kişi yaşadığını hesaplayacaklar.

Son bulan nüfus sayımından şu sonuç da çıkarılabilir: Rusya’da sahipsiz köpekler sayısı kat kat azaldı. Zira bu yıl daha az sayıda sayım görevlisi köpekler tarafından ısırıldı.

Nüfus sayımını yapan memurlara verilen düdük, boyun atkısı ve küçük fener birçoğunu soygunculardan korudu. Milisler düdüğün sesini duyunca sayım görevlilerinin imdadına yetiştiler. Bunun yanısıra nüfus sayımı yapan memurlar çok uyanık davrandılar. Bu sayede birkaç uyuşturucu yatağı bulunarak imha etmek mümkün oldu.
2010 Nüfus sayımının kesin ve doğru sonuçları 2013 yılına doğru yayımlanacak. Bu amaçla 1,5 milyon anketin işlenmesi gerekecek.

Kasımda Çin’de nüfus sayımı başladı. Çin’in nüfusunun yakında 1,5 milyara ulaşması bekleniyor. Bu yüzden de Rusyalı sayım görevlileri Çinli meslektaşlarına özenmiyorlar.

Kızıl Bayrak diken işçi kadın resmine 1,5 milyon dolar

Sotheby's müzayede evinde Rusya satışları gününde düzenlenen açık artırmalarda en yüksek fiyat Yuri Pimenov'un resmine verildi. Pimenov'un 'Bir mayıs kutlamaları' yapıtı 1 milyon 500 bin dolara satıldı.

New York'ta bulunan Sotheby's müzayede evinde bugün Rusya satışları gerçekleştirildi. Açık artırmada en büyük ilgi Sovyet dönemine ati 'Sosyalist realizim' adı verilen akımın klasik yapıtlarına gösterildi. Müzayedede Pimenov'un Moskova'da bir bina üzerine iki kadın işçinin kırmızı bayrağı dikmesini resmettiği 'Bir mayıs kutlamaları' adlı sanat eseri en yüksek fiyata satıldı. 2.5 metre büyüklüğünde 1950 yıllarında hazırlanan boyalı tuval 1 milyon 500 bin dolara açık artırmaya telefonla bağlanan bir kişi tarafından satın alındı.

Müzayedede sergilenen yapıtların yüzde 30'u alıcı bulmazken satılan sanat eserleri başlangıç fiyatlarından en az 2-3 kat pahalıya müşteri bulabildi.

Aleksey Kravçenko'nun 1920lerde Hindistan'ı ziyaretinden esinlenerek yaptığı 'Hindistan masalı' resmi ise 1 milyon 480 bin dolara satıldı. Alexandre Iacovleff'in 1932 yılında buddist rahipleri çizdiği 'Lamalar grubu' resmi 782 bin 500 dolara alıcı buldu.

Sotheby’s'tan yapılan açıklamada müzayedede yer alan alıcıların yarısı Rus yarısı Amerikalı'lardan oluştuğunu belirtti.

Müzayedenin ikinci oturumuda özel koleksyonlarından 83 parça yer aldı. Aralarında Faberge'nin ve diğer Rus sanatçıların yapıtları sunuldu. Tüm sanat eserlerinden sadece sekizi satılamadı. Faberge'nin parçlarının satışı toplam 14 milyon 400 bini buldu.

Parçalar arasında ise en pahalı satış emaye işi eseri içme kapları oldu. Rusçası 'kovş' adı verilen içme kabın müzayedede 500 bin dolara kadar çıktı. Faberge tarafından hazırlanan 'kovş' ise başlangıç fiyatı 60 bin dolardan 242 bin 500 dolara yükseltilerek satıldı.

Yaşar Niyazbayev, Cihan
Kaynak :http://www.haberrus.com/

Rusya’da kilo ile satılan kitaplara hücum!

Rusya’nın Çelyabinsk kentinde bir kitapçı ilginç bir satış gerçekleştiriyor. Eski Sovyet döneminde olduğu gibi vatandaşları daha fazla kitap okumaya özendirmek için mağaza yönetimi, satış promosyonu olarak kitapları kilogramla satmaya başladı.

Çelyabinsk’in “KnigaLEND” isimli mağazası “Kilo ile kitap” promosyon satışı gerçekleşitiriyor. Tıpkı gıda mağazasında olduğu gibi terazinin bir gözüne kitap, diğerine ise kilogramlar konuyor. Ve istediğin kiloda kitap alabilirsin. İçeriğinin siyasi, ticari, ekonomik, şiir, masal ve roman olmasının hiç önemi yok. Önemli olan kitabın ağırlığı. Fakat kitabın içeriğiyle ilgili tercihi müşteri yapabiliyor.

Fiyatlar kilogram başı 100, 170 ve 370 ruble (1 dolar 30 ruble) arasında değişiyor. Mağaza tıpkı eski Sovyet dönemini hatırlatıyor: Kitabları Sovyet tezgah kıyafetli bayanlar satıyor. Promosyonla ilgili yorum yapan mağaza satış sorumlusu Alena Vatutina, “Sovyetler Birliği’nin iyi özelliklerini bu promosyonla yaşatmaya çalışıyoruz. Bu satışın ilginç olacağını düşünüyoruz” dedi. Vatutina, 400 rubleden fazla alışveriş yapan müşterilere piyango sürprizi yapacakları müjdesini de verdi.

Kitaplar arasında Aleksandr Puşkin, Lev Tolstoy, Fyodr Dostoyevski gibi ünlü klasik yazarlar dahil günümüzün Rus dedektif romanlarını da bulmak mümkün. Mağazanın satışa çıkardığı kitapların toplam ağırlığı on ton ve yazar sayısı ise beş bini geçiyor.

Fuad Seferov,Cihan
Kaynak: http://www.haberrus.com/

4 Kasım 2010 Perşembe

Bir Rus romanı okur gibi



Elif Dastarlı,
Radikal





Çarlık Rusyası'ndan resimler Pera Müzesi'nde...
Yaşlı köylülerin, açlığın ve savaşın resimleri Bolşevik Devrimi'nin de habercisi...


1861 yılında toprak köleliğinin kaldırılmasıyla Rusya büyük bir değişim yaşar. Köylüler görece özgürleşir, ama kapitalistleşme ve burjuvazinin gelişmesi karşısında fakirlik sefalet derecesine ulaşır. Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev ya da Gogol gibi büyük edebiyatçıların tüm dünyayı etkisi altında bırakan çarpıcı eserleri, bu ‘acı’ gerçekten beslenir. Rus resim sanatı ise edebiyat kadar popüler olmamış ancak en az o kadar etkileyici eserlerle ezilenleri anlatır.

İşte bu dönemin birbirinden seçkin eserleri ilk kez Türkiye’de sergileniyor. ‘Çarlık Rusyası’ndan Sahneler: Rus Devlet Müzesi Koleksiyonu’ndan 19. Yüzyıl Rus Klasikleri’, bugünden itibaren Pera Müzesi’nde. Küratörlüğünü Rus Devlet Müzesi Müdürvekili Evgenia N. Petrova ve Tayfun Belgin’in yaptığı sergi, 1917 Sovyet Devrimi’ne kadar Rus halkının kaderini ve kederini izlemek bakımından kaçırılmayacak bir fırsat.

İlya Repin, Venetsianov, Pavel Fedotov, Vasiliy Perov, Nikolay Yaroşenko, Vladimir Makovski ve Kasatkin gibi sanatçılara ait 65 eser yer alıyor. Bünyesinde bulundurduğu 360 bin eserle büyük bir görkeme sahip St. Petersburg’daki Rus Devlet Müzesi’nden seçilen eserler arasında Repin’in ‘Volga Kıyısında Burlaklar’ gibi başyapıtları da var.

Yaşayacağı büyük devrimler öncesi toplumsal gerginliği yükselen Rusya’yı sanatçılar bir tiyatro sahnesi gibi tuvallerine aktarmış. Resimlerin sert gerçekliği izleyenin iliklerine işliyor. Savaşın, yoksulluğun olabildiğince gerçekçi biçimde aktarıldığı eserler, dönem Rusya’sının panoramasını gözler önüne getiriyor. Yırtık giysiler içinde dilenen fakir çocuklar, savaşa gönderilen köylü gencin ailesine vedası, tarlada çalışan ihtiyarlar veya düşkünler evinin sakinleri… Çernişevski’nin “Güzel olan hayatın ta kendisidir” sözlerinin canlı birer kanıtı gibi algılanmış ve vicdanları harekete geçirmek için idealize edilmişler. Bunların yanı sıra toprak ağasının veya zengin tüccarın düğünü ya da çöpçatanlık anının tasviriyle bu hayatların gösterişliliği de birer parodiye dönüştürülmüş. Zaman zaman fotoğrafik bir anlatıma ulaşan bu resimler sanatçıların atölyelerde, zaman zaman modellerle, çokça düşünerek ve titizlikle kurgulayarak ortaya çıkarılmış.

Serginin bütünü son derece etkili, ama İlya Repin yine birkaç adım öne çıkıyor. Etrafındaki gerçekliğin doğal olarak tuvale yansıdığını söyleyen realizmin bu büyük ismi büyük bir resmiyle sergide yer alıyor. ‘İşte Enginlik!’ adlı resimdeki fırtına içinde coşkuyla salınan genç kız ve delikanlının resmi, biraz Alman romantiklerini de çağrıştırırken, sanatçının ideal dünya hayalini ortaya koyuyor.

Kandinsky izleri

Sergideki peyzajlar, resim tekniğinin sınırlarının ustalıkla zorlandığı sahneler olarak okunabilir. Arhip Kuindji’nin ‘Kırağı Üzerinde Güneş Lekeleri’ ya da Valentin Serov’un ‘At Arabasında Köylü Kadın’ adlı soyuta yaklaşan resimlerinde büyük Rus ressam Kandinsky’nin ipuçlarını görmek mümkün. ‘Çarlık Rusya’sından Sahneler’, 20 Mart’a kadar görülebilir.

***

Rusya edebiyatını resimlerle okuyalım -

SİBEL ORAL -Taraf


Çarlık Rusyası’ndan Sahneler, 19. yüzyıl Rus resmini Pera Müzesi’ne taşıdı. Sergi, Rus edebiyatının tuvale yansımış hali...

Biri size; “Rus edebiyatını Pera Müzesi sergi salonlarında okuyabilirsiniz” dese eminim inanmazsınız. Ama bugünden itibaren Pera Müzesi’ne adım attığınız anda kendinizi Tolstoy’un, Gogol’un, Dostoyevski’nin satırları arasında bulabilirsiniz.19. yüzyıl Rus resminin Repin, Venetsianov, Fedotov, Popov, Perov, Yaroşenko, Makovski gibi büyük ustalarının başyapıtlarını Çarlık Rusyası’ndan Sahneler: Rus Devlet Müzesi Koleksiyonu’ndan adlı sergide görebilirsiniz. Bizden söylemesi; sergiyi gezerken dönemin Rusyası’nı hemen her yönüyle anlatan eserler ve onların ele aldığı konular sizi Rus edebiyatı eserleri okuyormuşcasına içine alabilir...

Repin’in Burlakları
Eserlerin en önemli özelliği 19’uncu yüzyıl Rusyası’nın tarihini, sorunlarını ve kültürünü yansıtması şüphesiz. Eserlerdeki savaş, yoksulluk, çocuklar, askere uğurlananlar, halk eğlenceleri ve kadın konuları dönemin bir özeti niteliğinde. Sergi’nin en önemli sanatçısı olan İlya Repin’in tabloları göz kamaştırıcı olmakla birlikte Rus realizminin de en somut örneği. “Benim için Gogol’ün, Belinski’nin, Turgenyev’in, Tolstoy’un idealleri hâlâ yaşıyor. Mütevazı çabam, vargücümle düşüncelerimi gerçeğe yaklaştırmaktır” diyen Repin’e göre gerçeklik öylesine acımasız ki, kendisinin de nakış motifleriyle vakit geçirmeye vicdanı elvermiyor. Repin, serginin en önemli tablolarından 1879 tarihli Askere Uğurlama adlı tablosunda, 1877-1878 Rus-Türk Savaşı’ndan esinlenmiş. Tabloda savaşa giden askerin belki de son kez gördüğü ailesiyle vedalaşma anındaki çaresizlik ve duyduğu acı muhteşem verilmiş. Aynı şekilde önemli olan diğer bir tablo ise; Volga Kıyısında Burlaklar. Repin bu eserinde Rus halkının içindeki dayanma gücü ve azmi anlatıyor. Yeşil ve kahverengi renklerin hâkim olduğu tablo Rus resim sanatının en önemli eserlerinden biri olarak görülüyor.

Kadınlar ve eşitsiz evlilik
Rus resim sanatının diğer bir odak noktası olan kadınlar ise trajik hikâyeleri su yüzüne çıkarıyor. Genç kızların kendilerinden oldukça yaşlı, soylu adamlarla evlendirilmesi ve çok erken dul kalmalarını konu edinen bu tablolar da toplumsal adet ve geleneklerin trajik sonuçlarını gözler önüne seriyor. Firs Juravlev, Sunağın Önünde, Akim Karneyev’in Eşitsiz Evlilik ve Pavel Fedotov’un Genç Dul isimli tabloları bu durumu en ince ayrıntısına kadar renk ve çizgilere yansıtıyor. Aleksey Maksimov’un Kör Usta’sı, Valeriy Yakobi’nin Dilencinin Paskalyası, Karl Lemoh’un Yeni Arkadaş’ı ise dönemin köy yaşamını ustalıkla resimliyor. Siz tüm bu resimlere bakarken, tabloların kompozisyonları size aynı resimde birden fazla hikâyeyi anlatıyor, bu sayede de bir tabloya dikkatle baktığınızda kendinizi bir Rus romanı içinde bulabilirsiniz. Aman dikkatli okuyun, çünkü, az ileride Tolstoy portresinde büyük usta sizi izliyor olacak.

Sergi bugünden itibaren 20 marta kadar Pera Müzesi’nde izlenip, okunabilir...

***

Yukarıdaki haberlere şaka niyetine ilave bir not:

"Sovyetler Sonrası Rusyası'dan Resimler"

"Çarlık Rusyası'ndan resimler" haberleriyle ilgili yukarıdaki Repin(Илья Репин)'in ünlü resminin("Bargehaulers on the Volga river",1870-73) photoshop'lanmış aşağıdaki örneği ise "Sovyetler Biriiği Sonrası Rusyası'dan Resimler" ismiyle düzenlenebilecek ironik bir başka serginin içinde yer alabilir herhalde.

İzbe


“Bir sırrı sürüklüyor terlikler pıtır pıtır / İzbe sofalarında izbe sofalarında"-
N. F. Kısakürek

Rusça ile Türkçe arasındaki sözcük alışverişine bir örnek daha…
İzbe, Türkçeye Rusçadan geçen basık, loş, nemli, kuytu yer anlamına gelen bir sözcük. Bu sözcüğün Rusçadaki benzeriyse izba (Изба).
İzba, yine “izba” yazılışıyla, aynı anlamda İngilizcede de var. Muhtemelen İngilizceye de Rusçadan geçmiş. İngilizcedeki bir başka karşılığı da “cottage”. Yani küçük kulübe anlamında.
İzba (Изба), Rusçada daha çok eski köy evleri için kullanılıyor.
Anton Çehov, bir öyküsünde izbayı şöyle anlatıyor:

“Nikolay Çikildeyev,... köye, evine gitmesi gerektiğine karar verdi. Evde hastalık daha kolay atlatılabilirdi, evde yaşamak daha ucuz. Boşuna dememişler: Evde duvarların bile yardımı olur, diye.
Akşama doğru köyü Jukovo'ya vardı. Çocukluk anılarında yaşattığı baba ocağı aydınlık, rahat, sakin bir yer olarak canlandı. Şimdi izbaya girince bayağı ürkmüştü: Öyle karanlık, basık ve pisti ki. Kendisiyle birlikte gelen karısı Olga, kızı Şaşa, neredeyse izbanın yarısını kaplayan isten, sinekten kararmış kirli, büyük ocağa şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Ne kadar da çok sinek vardı! Ocak iğrilmiş, duvarlardaki kirişler yana yatmıştı, izba neredeyse çökecek gibiydi. Öndeki köşede kutsal resmin yanına şişe etiketleri, gazete kesikleri yapıştırılmıştı: Bunlar resim yerini tutuyordu. Yoksulluk, yoksulluk!”

(îzba : Köy evi, izbe).
(Anton Çehov,Köylüler (Mujikler), 1897)

2 Kasım 2010 Salı

Bizim "saray"ımız Rusların kileri mi?

Hem Türkçede, hem de Rusçada olan benzer bazı sözcükler var. Bunların ne zaman ve nasıl bir kültürden diğer kültüre geçtiği kuşkusuz ciddi bir etimolojik çalışmayı gerektiriyor.

Bu sözcüklerden bazıları okunuş ve söyleniş benzerliklerine rağmen ters anlamlarla yüklü.

Buna bir örnek “saray” sözcüğü...

Türkçedeki anlamı malum; Farsçadan dilimize geçen, sultanlara yakıştırdığımız görkemli yapılardan söz ederken kullandığımız bu sözcüğün Rusçadaki karşılığı “сарай”ın anlamı evlerin yanındaki müştemilat bile diyemeyeceğimiz küçük, mütevazi ambarlara, depolara verilen ad.

Belki de Ruslar, Türklerden ya da Türklerin akrabası Tatarlar gibi diğer uluslardan geçen bu sözcüğü biraz da ironik anlamıyla kullanıyorlar.

Geçenlerde, geleneksel Rus adetlerden mantar toplama eylemi için Vladimir’e giden arkadaşım, doğasına hayran olduğu bir köyden ev alma fikrine kapıldı. Sahibi evin resimlerleriyle, planını e-posta ekinde yolladı. İki dönümlük bahçede küçük bir evle birlikte banyo, tuvalet (Rus daçalarında banyo ve tuvalet evin dışında, bahçede) ve üç tane “saray” vardı. Evet, yanlış okumuyorsunuz, üç “saray”!...

Fikriniz olsun diye, yukarıda “сарай”a örnek bir resimle, aşağıda “saray”ının önünde poz veren bir “prenses” resmi var.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Helikopterin Babası: Igor Sikorsky















Kaynak : http://www.aslihanruscaogreniyor.blogspot.com/

Amerikalı meşhur helikopter üreticisi Sikorsky’yi bilirsiniz. Peki Sikorsky’nin kurucusu İgor İvanoviç Sikorsky’nin (Игорь Иванович Сикорский) aslında Kiev doğumlu bir Rus olduğunu biliyor musunuz?

İgor Sikorsky, 25.Mayıs.1889’da o sırada Rus İmparatorluğu’nda bir şehir olan Kiev’de doğmuş. Annesi tarafından evde eğitilen genç İgor, sanat eğitiminin bir parçası olarak Leonardo Da Vinci’nin eserleriyle tanışmış. Babasıyla birlikte Almanya’ya yaptığı yolculukta da doğal bilimlere ilgi duymaya başlamış. Henüz 12 yaşında, küçük lastik tahrikli bir helikopter yapmış. 14 yaşında St. Petersburg’daki İmparatorluk Deniz Harp Okulu’na başlamış, ama mühendis olmaya karar verdiği için okuldan ayrılmış. Bir süre Paris’te okuduktan sonra 1907’de Kiev Politeknik Üniversitesi’ne başlamış. 1908’de babasıyla gittiği bir başka Almanya seyahatinde Wright kardeşlerin uçağı ve Zeppelin’in zeplininden haberdar olmuş ve geleceğinin havacılıkta olduğuna karar vermiş. 1909’da o sırada havacılığın kalbi olan Paris’e gitmiş ve öğrenimine orada devam etmiş.

Ondan sonra Rusya’da havacılık ile ilgili çalışmalarına devam etmiş. İlk tasarımı olan iki kişilik S-5 uçağını uçurarak pilot brövesini almış. 1912’de Rus Baltık Demiryolu Araçları Fabrikasının uçak bölümünde baş mühendis olarak çalışmaya başlamış. 1913’te dünyanın ilk birden fazla motorlu uçağı olan dört motorlu S-21’i tasarlamış. I. Dünya Savaşı sırasında da dünyanın ilk dört motorlu bombardıman uçağını geliştirmiş. 1919’da devrim yüzünden yıkıma uğrayan Rusya’da havacılık ile ilgili çalışmalarını yürütemeyeceğine karar vermiş ve ABD’ye göç etmiş.

ABD’deki ilk yıllarında okul öğretmenliği yaparak geçimini sağlayan Sikorsky, bir yandan da havacılık ile ilgili çalışmalarını sürdürebilmek için fırsatlar aramış. 1923’te New York’ta Sikorsky İmalat Şirketi’ni kurmuş. ABD’deki eski Rus subaylarından destek görmüş. Aynı zamanda ünlü besteci Rakhmaninov’dan da finansal destek almış. İlk prototipi ilk uçuşlu testte zarar görmüş, ama Sikorsky, yatırımcılarını ilave kaynak sağlamaya ikna etmiş. Bu ek kaynakla, ABD’nin ilk çift motorlu uçaklarından biri olan S-29’u yapmayı başarmış. 1929’da şirket, Stratford Connecticut’a taşınmış ve şimdiki United Technologies’in bir parçası haline gelmiş.

Sikorsky, bir yandan da dikey uçuşla ilgili çalışmalarına devam etmiş. Bu alanda patentler almış. Tek motorlu helikopteri Vought-Sikorsky VS-300, 14.Eylül.1939’da ilk uçuşlu testini yapmış. Bu uçuş sırasında helikopter, kararlılık sorunlarından dolayı kablolarla bağlı olarak uçurulmuş. 13.Mayıs.1940’ta ise ilk serbest uçuşunu yapmış. Bu başarılı ilk helikopter uçuşu değilmiş ama ABD’deki ilkmiş ve tasarımıyla ilgili pek çok ilki içeriyormuş. Bunun ardından, 1942’de dünyada ilk seri üretilen helikopter olan R-4’ü geliştirmiş.

Sikorsky, dünya havacılık tarihine yaptığı hizmetlerinin yanında Rus Ortodoksluğu ile de yakından ilgilenmiş ve bu alanda da 3 tane kitabı basılmış.

İgor Sikorsky, 1972’de Easton, Connecticut’ta evinde ölmüş.

Uzayda İnsanoğlunun Yolunu Açan Köpek: Layka














Kaynak: http://www.aslihanruscaogreniyor.blogspot.com/

Daha önce sizlere ‘Moskova Notları’ isimli blog’dan bahsetmiştim. ‘Moskova Notları’nda 18.Ekim’de, Sputnik-5 ile uzaya çıkmış ve geri gelmiş 2 köpekle ilgili bir yazı yayınlandı. Onun üzerine ben de Layka’yı anlatmaya karar verdim.

Uzay Yarışı’nda Sputnik isimli ilk insan yapımı uyduyu yörüngeye göndererek birinci zaferini kazanmış olan Sovyetler Birliği, Bolşevik Devrimi’nin 40. yılında yeni bir zafer kazanmaya karar verir: Yörüngeye ilk memeli canlıyı göndereceklerdir. Bu memeli Moskovalı bir sokak köpeği olan Layka (Лайка, Türkçesi ‘Havlayan’) olur.

Sovyet bilim adamları, zor koşullarda yaşamaya alışık olacağı için özellikle bir sokak köpeğini seçerler. Layka yaklaşık 3 yaşındadır. Uçuştan önce çeşitli testler yapılır ve Layka’ya eğitim verilir. Fırlatmanın Bolşevik Devrimi’nin 40. yılında yapılacak olmasının getirdiği zaman baskısı yüzünden, aracın dünyaya geri dönüşü planlanmaz ve Layka’nın geri dönmeyeceği baştan belli olur.

3.Kasım.1957’de içinde Layka’nın da bulunduğu Sputnik-2 uydusu Baykonur kozmodromundan fırlatılır. Uyduda Layka için yaşam destek sistemleri, jel halinde yiyecek, Layka’nın yaşam faaliyetlerini ve kabindeki ortamla ilgili bilgileri ölçüp dünyaya ileten sistemler bulunmaktadır. Layka, uzaya çıkan ilk memeli olur ve bir memelinin fırlatma ve uzay koşullarında hayatta kalabileceğini ispatlar.

Sputnik-2, Layka’nın ölümünden sonra yörüngede dönüşüne devam eder ve 14.Nisan.1958’de atmosfere yeniden girer ve yanar.

Layka’nın nasıl öldüğü uzunca bir süre tam açıklanmaz. Resmi açıklamalarda çelişkiler bulunur. Ekim 2002’de, Sputnik 2 görevinde çalışmış olan bilim adamlarından biri, Dimitri Maleşenkov, Layka’nın fırlatmanın ilk gününde, birkaç saat içinde aşırı stres ve sıcaklıktan dolayı öldüğünün neredeyse kesin olduğunu açıklar. Teknik bir sorundan dolayı, kabindeki sıcaklık planlananın üzerine çıkmıştır.

Layka’dan sonra insanoğlu uzayda çok yol alır. Layka da farklı ülkelerce farklı şekillerde onurlandırılır. 2008’de Moskova yakınlarındaki bir araştırma tesisinde Layka adına bir anıt açılır. Mars’taki bir bölgeye onun adı verilir. Pek çok ülkede pullarda, kartpostallarda, çizgi romanlarda, şarkılarda yer alır. Umarım, bunlar yetmiştir, Layka biz insanoğlunu affetmiştir.

29 Ekim 2010 Cuma

SUÇ VE CEZASI

Dostoyevski'yi (1821-1881) olusturan yıllar, ondokuzuncu yüzyıl Rusya'sının Çar i'nci Nikola'nın baskısı altında ezildiği yıllardır. Toprak isçileri, bir çesit tarım gereciymisçesine toprak beyleri arasında açık artırmayla satılmaktadır. Oysa küçük toprak beylerinin durumları da, inek gibi alıp sattıkları mujiklerden daha güvenli değildir; sabah aksam bölge komiserinden dayak yemektedirler. Devlet dairelerinde müdür, memurunu tokatlayarak çalıstırır. Kırbaçlamakla kırbaçlanmak en olağan günlük islerdendir. Kazançlar yasamaya yetmemektedir, açlık salgındır, aydınlar arasında yıkıcı düsünceler kaynasmaktadır. Bakıslar gök ölçülerine çevrilmistir, mujikler İsa'nın saltanatını sabırsızlıkla beklemektedirler: Bu kadar iğrenç bir seye Tanrı razı olamaz.

Sonya'nın ağzıyla bu yargıya varan Dostoyevski, yasadığı sürece onu kıvrandıracak olan ikiliği, Suç ve Ceza'nın dördüncü bölümünde, Raskolnikov'un ağzından ortaya atıyor: Ama gene de razı oluyor iste.... Birkaç yaprak sonra da, ünlü romanının dayandığı önemli sorulardan birini sormaktadır: Nasıl oluyor da bu kadar bayağılık, böyle kutsal bir duyguyla bağdasabiliyor?. Dostoyevski, daha birçok yapıtlarında, bu sorunun uyandırdığı kuskuları çözmeye çalısacaktır. Gök ölçüleri karsısında insan yapısı, çesitli yönlerden ustaca didiklediği bu ikilik; hemen bütün yapıtlarının temelidir.

Dostoyevski doğduğu zaman Puskin yirmi iki, Gogol on bir yasındaydı: Her ikisi, de ona öncülük etmistir. Tolstoy'la Turgenyev'se onunla birlikte yetisecek, onunla yarısacaklardır. Almanya'da Goethe, İngiltere' de Byron, Fransa'da Chateaubriand, Stendhal, Balzac ünleri Rusya'ya erismis olarak yasamaktadırlar. 1843'te Balzac Moskova'ya geldiği zaman Dostoyevski onun Eugenie Grandet'sini Rusçaya çeviriyordu Çağ, büyük düsünürlerle büyük sanatçıların çağıdır. Heine, Hugo, Merime, Poe, Musset, Dickens, Flaubert yetismektedirler. Suç ve Ceza,'nın tasarlanmasından önce bir de Çehov doğacaktır. Dostoyevski ilk yapıtı olan İnsancıklar'ı yayımladığı
1846 yılında yirmi bes yasındaydı. Yıl, en önemli yazarların birbirleriyle yarısarak kaynastığı bir yıldır. Dostoyevski, Byron öldüğünde üç, Goethe öldüğünde on bir, Puskin öldüğünde on altı, Stendhal öldüğünde yirmibir, Chateaubriand öldüğünde yirmi yedi, Balzac öldüğünde yirmi dokuz, Gogol öldüğünde otuz bir yasındaydı. Altmıs yasına kadar yasayacak, edebiyat dünyasının en sağlam yapıtlarını kuracaktır.

Suç ve Ceza, böylesine bir çevrede, 1866 yılında yayımlandı. 1860'ta Rusya'da toprak reformu yapılmıs, toprak köleliği kaldırılmıstı. Çar I. Nikola çoktan ölmüstü. Bütün bunlar açlıkla yoksulluğu azaltacak yerde, büsbütün hızlandırmıstı. Sosyal denge bozulmustu bir kez, toplumdaki kargasalık sürüpgidecekti. Turgenyev (1818-1883)
Babalar ve Çocuklar'ında, Çernisevski (1828-1889) Ne Yapmalı'sında bu sosyal kargasalığın nedenlerini arastırıyorlardı. Dostoyevski Suç ve Ceza'sıyla,
Turgenyev ile Çernisevski'nin karsısına göksel ölçüyü çıkardı. Suç ve Ceza, bu açıdan, Dostoyevski'nin kendisiyle yaptığı önemli bir tartısmaydı. Nitekim o yılların aydınları bu tartısmaya çok büyük bir önem verdiler, yapıt bir anda bütün Rusya'ya yayıldı.

Suç ve Ceza'nın ortaya attığı sorun suydu: Bir yanda budala, önemsiz, hastalıklı, kimseye yararlı olmayan, tersine, herkese zararı dokunan, niçin yasadığını kendisi de bilmeyen, yarın nasıl olsa kendiliğinden ölecek bir kocakarı var. Öte yanda da yardım görmediklerinden ötürü yok olup giden genç, körpe güçler... Kocakarının manastıra adadığı paralarla milyonlarca kötülük önlenebilecektir. Su halde kocakarıyı öldür, parasını al, sonra da bu parayı bütün insanlığın yararına harca. Bir ölüme karsı binlerce dirilme. Bu bir hesap isidir. Hem sosyal dengede bu aptal,
bu kötü yürekli kocakarının ne değeri olabilir? Bir bit, bir hamamböceği ondan daha değerlidir. Yasamak için, yasamaya değer olmalıdır. Baskalarını sev diyorlar, bundan çıkan sonuç her ikisinin de yarı yarıya çıplak kalmasıdır. Kaftanını ikiye bölüp yarısını komsuna verirsen hem sen çıplak kalırsın, hem de o giyinmemis olur. İyisi mi, kendini sev, hem kaftanın sağlam kalır, hem de komsunun ikiye bölünmüs bir kaftandan daha fazlasını almasını sağlamıs olursun. Bir toplumda özel isler ne kadar tıkırında giderse genel isler de o kadar düzenli olur. Kendini düsünmen genel ilerleyisi sağlar, buysa komsun için yarım bir kaftandan daha yararlıdır. Ölüme gidecek bir adamın kayanın üstünde, ancak iki ayağını koyabilecek kadar daracık bir yerde oturması gerekse, çevresinde uçurumlar, ummanlar olsa, sonsuz karanlıklar, sonsuz yalnızlık; bitmez tükenmez fırtınalar içinde, bir arsınlık o daracık yerde sonsuza değin ayakta durması, adamın o anda ölmesinden daha iyidir. Ne türlü olursa olsun, yasamak gerek.

Sorun, o yıllar Rusya'sının sorunudur. Dostoyevski, hukuk öğrencisi Raskolnikov'un kisiliğiyle sorunu ortaya attıktan sonra tartısmaya baslıyor: Olağan insanlarla olağanüstü insanları birbirinden ayırmalıdır. Olağan insanlar boyun eğerek yasamak zorundadırlar, kanun dısına çıkmaya hakları yoktur. Olağanüstü insanlar bütün suçları
islemeye, bütün kanunları ayaklar altına almaya yetkilidirler, ülküleri uğruna bütün sınırları asabilirler. Likürg, Solon, Napolyon yeni kanunlar koyarken eski kanunları haklı olarak çiğnemislerdir. Yerlesmis bir açıdan bakılınca bunların isledikleri de suç değil midir? Olağanüstü insanlar bir bakıma tüm suçludurlar, kendilerinin ya da
toplumlarının yararına kan dökmekten bile çekinmemislerdir. Büyükler söyle dursun, toplumları içinde biraz olsun sivrilenler bile, az ya da çok, öldürücü olmak zorundadırlar. Öldürücülük, olağanüstülüğün gereğidir. Olağan insanlar, ellerine geçirebilirlerse, olağanüstü insanları asıp keserler ama, bir süre sonra da heykellerini dikip onlara taparlar. Olağan insanlar uysal, gelenekçi, eğik boyunludurlar; görevleri kendileri gibi birtakım varlıkların çoğalmasına yaramaktır. Onlar, insanlığı koruyup çoğaltırlar, ötekilerse yürütüp bir amaca götürürler.
Genç hukuk öğrencisi Raskolnikov, faizci kocakarıyı bu düsünceden yola çıkarak öldürmüstür. Evet, kan dökmüstür ama, herkesin döktüğü kanı, su yeryüzünde bir çağlayan halinde dökülen, her zaman dökülen kanı...Onu bir sampanya gibi akıtanlar sonradan Capitol'de taç giyip insanlığın övüncü oldular. Ben de insanlara iyilik
etmek istiyordum. Yaptığım bu biricik anlamsızlığı bağıslatmak için insanlığa binlerce iyi is yapacaktım. Yaptığım ise anlamsızlık bile denemez ya, düpedüz beceriksizlik denir. Çünkü bu düsünce, basarısızlığa uğradıktan sonra göründüğü gibi, hiç de budalaca değildi. Basarısızlığa uğrayan her sey budalaca görünür. Ben, simdi budalaca görünen bu eylemle sadece kendime bağımsızlık sağlamak, yasamak için ilk adımımı atmak, gerekli araçları edinmek istemistim. Bundan sonra her sey ölçülemeyecek kadar yararlı bir yürüyüs olacaktı. Ama ben, ilk adımda tökezledim. Basarabilseydim benim de basıma taç giydireceklerdi.

Raskolnikov niçin basaramamıstır? Çünkü olağanüstülük sanısına kapılan olağan bir insandır. Olağanlar büyük acılar çekmeye dayanamazlar, gerçekten büyük insanlarsa büyük acılar çekmek zorundadırlar. Olağanlar asmamaları gereken sınırların içine er geç çekilirler, kendi cezalarını kendi elleriyle verirler, sevgi'nin tutsağıdırlar.
Olağanüstüler sevgi'ye boyun eğmezler: Peki ama, buna layık olmadığım halde, bunlar beni ne diye bu kadar seviyorlar? Ah, hayatta yalnız olsaydım, kimse beni sevmeseydi, ben de kimseyi hiçbir zaman sevmeseydim, bütün bunların hiçbiri olmazdı.

Raskolnikov kendi erdemini denemek için öldürmüstü. Olağanüstüler, doğrudan doğruya yaparlar, denemezler. Erdem, düsünce değil, eylem'dir: O zaman anladım ki Sonya, iktidar, ancak eğilip onu almak cesaretini gösterenlere verilir. is, cesaret etmekten ibaretti. Sorun, yalnız buydu. Ben, cesaret göstermek istedim, öldürdüm.
Sırt üstü karanlıkta yattığım sırada bütün bunları düsünmüstüm. Beni mahveden de iste bu oldu ya. İktidara geçmeye hakkım olup olmadığını kendi kendime sorup sorusturmaya basladıysam, demek ki iktidara geçmeye hakkım yokmus. İnsan bir bit midir? İnsan, bunu soran için bir bit değildir, aklına böyle bir soru gelmeyen için
bittir. Napolyon bu soruyu sormadan gider, kocakarıyı öldürürdü. Benim suçum bu soruyu sormaktır.

Gök ölçüsü, olağan insanların birbirlerine karsı davranıslarını düzenler. Raskolnikov da olağan bir insan olduğuna göre: Kalk, hemen simdi, su dakikada, dört yol ağzına kos, yere kapan, ilkin kirlettiğin toprağı öp, sonra dört bir yana eğilerek bütün dünyayı selamla, herkesin önünde, yüksek sesle: Ben öldürdüm! diye bağır. O zaman, Tanrı sana yeniden hayat verecektir.

Raskolnikov'un kendisine yüklediği biricik suç, sonuna kadar dayanmamaktır: Benim davranısım onlara niçin bu kadar çirkin görünüyor? Kanunun sınırları asılmıs, kan dökülmüstür. Öyleyse; insanlığa iyilik eden, iktidarı zorla alan birçok kimselerin de, daha ilk adımlarında, kafalarını kesmek gerekirdi. Ama bu adamlar sonuna kadar
dayandılar, bunun için de haklı çıktılar. Bense dayanamadım, bunun için de bu adımı atmak hakkını kazanamadım.

Raskolnikov kendisini güçsüzlükle, korkaklıkla suçlandırmaktadır. Oysa Dostoyevski, Raskolnikov'un kendisinde, inanısında derin bir hata bulunduğunu söylüyor. Dostoyevski'ye göre Raskolnikov, bu hatayı sezmistir ama, gereği gibi anlayamamıstır. Dostoyevski, büyük yapıtının sonlarına doğru Tanrıca davranıyor, yarattığı kisiyi yargılıyor: Raskolnikov, kendisinde, inanıslarında derin bir hata olduğunu, belki daha o zaman, sulara eğilip baktığı sıralarda, sezmis bulunduğunu bir türlü anlayamıyordu. Bu sezisin yarınki hayatına ait değisikliğin, ölümden sonra
dirilisinin, hayata yeni bir bakısın habercisi olabileceğini de anlamıyordu.

Dostoyevski, Raskolnikov'u Sibirya'ya gönderip eline de, Turgenyev' le Çernisevski'ye karsı çıkardığı, göksel bir erdemi tutusturduktan sonra yapıtını su sözlerle bitirmektedir: Raskolnikov, bu yeni hayatın kendine bedava verilmediğini, onu çok pahalıya, gelecekte yapacağı büyük fedakarlıklarla satın almak gerektiğini henüz bilmiyordu. Ama burada yeni bir öykü; bir adamın derece derece yenilesmesinin, yavas yavas yeniden hayat bulusunun, bir dünyadan bir baska dünyaya geçisinin, su ana kadar hiç bilmediği yeni bir gerçekle tanısmasının öyküsü baslıyor. Bu, yeni bir yapıtın konusu olabilir.

Kaynak: Orhan Hançerlioğlu, "Düşünce Tarihi"