Moskova

Moskova

31 Ocak 2014 Cuma

Rusya'da 'şiir mi, düzyazı mı' cinayeti

Kaynak: soL - Dış Haberler 
Reuters'in haberine göre, Sverdlovsk'un Irbit kentinde yaşanan olayda, iki arkadaş arasında başlayan "Şiir mi daha üstündür, yoksa düzyazı mı" tartışması cinayetle sonuçlandı.
Polis tarafından yapılan açıklamada, 53 yaşındaki emekli bir öğretmen olan şiir tutkunu kişi, alkolün de etkisiyle düzyazının daha üstün olduğunu savunan arkadaşını bıçaklayarak öldürdü.
67 yaşındaki düzyazı savunucusunu öldürdükten sonra kaçan emekli öğretmen, başka bir arkadaşının evinde saklanırken yakalandı.
Rusya'da daha önce de ünlü Alman filozof Immanuel Kant üzerine yapılan bir tartışmada, bir kişi arkadaşına silahla ateş etmişti.
....

Matrak, ama üzücü bir haber. 

Halbuki,
Şiirle tanışmadan önce
Bilmezdi bu denli güzel olduklarını sözcükler 
Sonra öykü, şiirle nişanlandı
Daha da güzelleşti sözcükler…
Öykü, kısa, özlü ifade ederken anı,
Roman gevezeliğe vurdu işi.
Usta bir yazarın melodisinde görülmeye değer,
Sözcüklerin dansını.
Sözcüklerden köprüler kurulur;
Gönüllerden gönüllere ulaşan.
Okunası,
Okunası…

M.Hakkı Yazıcı

Bugün, Rus votkasının icat edildiği gün


Kaynak: http://turkish.ruvr.ru/

Bugün, 31 Ocak'ta, Rusya’da gayri resmi bir bayram olan Rus votkasının doğum günü kutlanıyor. 

Dünyaca meşhur Rus bilim adamı Dimitriy Mendeleyev, 31 Ocak 1865’te alkolün su ile bileşimini oluşturma konusundaki doktora tezini sundu. 

Mendeleyev, 40 dereceli efsanevi içkinin ortaya çıkmasına vesile olan ideal bir bileşim oranını bulmuştu.

Kuşkusuz votka, birkaç temel bilimsel buluşa imza atan Mendeleyev’in en önemli icadı değil. Örneğin tüm dünya, onun kimyasal elementlerin periyodik sistemini biliyor. 

Votkaya gelince; büyük bilim adamının 40 derece içkinin üstünlüklerini kanıtlamak için kendi üzerinde denediği, yani sağlığını bilim için kurban ettiği söyleniyor. 

Elbette bu bir efsane... 

Aslında çalışması, ispirto ve su karışımının insan organizmasına etkilerini öğrenmeyi hedeflemiyordu. Mendeleyev’in araştırması, ölçüm bilimi olan metroloji ile ilgiliydi. Sertliği net 40 derece olan karışımı elde etmek için tahıl ispirtosu ve suyu hacimlere göre değil, ağırlıklara göre ölçmek gerektiğini ispatladı. Ayrıca etalon içkinin temizlenmesi yöntemlerini de sundu.

Rus votkasının kalitesi tüm dünyayı şaşırtmıştı. Yunanistan, Türkiye, Mısır ve İspanya gibi klasik şarap üreticileri ise 19. yüzyılın sonlarından itibaren Rusya’dan tahıl ispirtosu satın almaya başlamıştı. 

İlginçtir ki Polonya, 1977’de votkanın Rus değil kendi icadı olduğunu iddia etmişti. Ancak Rus tarihçi Vilyam Pohlöbkin, Rusya’nın bu alandaki öncülüğünü doğrulayan çürütülemez kanıtlar bulmuştu. Uluslararası Tahkim Mahkemesi Polonya’nın açtığı davayı reddetti. Tam o sırada, “Gerçek Rus votkası, Rusya’da üretilen votkadır” sloganı ortaya çıkmıştı.

Günümüzde ayrı bir “Rusya votkası” markası yok. Rus üreticiler, yurtdışında kendi markalarıyla temsil ediliyor. Örneğin, “Ruskiy Standart” ve “Beluga” markaları.

Votkanın sinsi olduğu söylenir. Bu, tam olarak öyle değil. Sadece içmeyi bilmek lazım. Örneğin Rus votkasının peynir, sucuk, salam ve haşlanma balıkla tüketilmemeli. Bu yemekler diğer içkilere uygun geliyor. Votka, Rus ulusal mutfağına daha uygun. Havyar, salamura balık, haşlanmış patates, değişik turşular ve tabii siyah ekmek ile iyi gelir. 

Bu yiyecekler, votkanın en iyi tat özelliklerini öne çıkarır ve aynı zamanda sarhoş olma olasılığını azaltır. Ancak bu efsanevi içki ile iletişimde başlıca kural, sınırı bilmek ve kapılmamaktır.


30 Ocak 2014 Perşembe

Anton Çehov severlere dev hizmet!

Anton Çehov severlere dev hizmet!

KAĞAN BOYACIOĞLU gazetevatan.com 


Doğum günü vesilesiyle büyük Rus yazar Anton Çehov'u söylediği özlü sözler ile anıyoruz!


Modern öykülerin kurucularından olan Rus tiyatro yazarı Anton Çehov, 29 Ocak 1860 yılında Rusya'nın Taganro şehrinde bakkal bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi ve 15 Temmuz 1904 yılında dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri olarak hayata gözlerini yumdu.

Yazarlığında hekimliğinin izleri görülüyor 

1884 yılında tıp fakültesini bitiren Çehov doktorluğa başladı . Tıp öğrenimi sırasında ailesinin geçimine katkıda bulunabilmek için çeşitli dergilerde yazdı. Hekimlik çok vaktini aldığından yazmasına engel olmaya başlayınca hekimlikten vazgeçip yazarlığa yöneldi. Yazarlığına hekimliğinin izleri görülür. Pek çok kimse onun Çarlık Rusyasını anlatışını, bir doktorun hastalığı teşhis edişine benzetir.

Söz büyüdür, işte o büyülü sözler 

*Hayata karşı ilk küskünlüğümüz; yanımızda sandığımız kişileri, karşımızda görmemizle başlar.

*Eğer sen, kusursuz olsaydın; başkalarının kusurlarını bulup çıkarmaya bu kadar meraklı olmazdın.

*Mutlak bir mutluluk yoktur. Her mutluluk kendi içinde bir zehir taşır ya da dışarıdan gelen bir zehirle zehirlenir.

*Doğru zamanda gelen yanlış insana tanıdığın şansı, yanlış zamanda gelen doğru insana tanımadığın sürece üzülen hep sen olursun.

*Birileri arkanızdan konuşuyorsa, onlardan öndesiniz demektir.

*Basit kadın; güzel olmayı zeki olmaya tercih eder. Çünkü basit erkekte zekayı anlayacak kafa değil, güzelliği görecek göz vardır.

*İki mükemmel insan asla birlikte olamaz. Çünkü mükemmel kadın birinci seferde evet demez, mükemmel erkekse ikinci şansı vermez.

*Ağlattığın bir kadının gözyaşlarını ya o an silersin, yada o gözyaşlarında boğulmamak için ömür boyu çırpınmak zorunda kalırsın.

*İnsana kelebek hayatta bir kere konar, kaçırırsan başka şansın yoktur. Çünkü o kelebek ertesi gün ölmüş olur.

*Sevmeden evlenmek, inanmadan ibadet etmek gibi alçakça bir iştir.

*Ölüm korkunç bir şeydir ama insan eğer ölmeyi başaramayıp sonsuza kadar yaşasaydı bu daha korkunç olurdu.

*Siz bana aptal hayaller peşinde koşmayan bir kalp gösterin, Ben de size mutlu bir insan göstereyim.

*Üç Çeşit İnsan Vardır: Bir ekmek gibidir, her zaman ararsın bazen bulursun, iki ilaç gibidir; ihtiyacın olduğunda ararsın pek az bulursun üç mikrop gibidir, sen aramasanda olur, çünkü o seni her zaman bulur.

*Gözlerime bakıp da yapılan sahte bir gülücük yerine, yüzüme karşı gösterilen gerçek bir nefreti tercih ederim.

*İki şeyin sınırı yoktur; dişilik ve onu istismar etmek.

*Başkalarının günahıyla aziz olamazsınız.

*İnsanların ilk bakışta,ya da bir iki belirtiye bakarak birbirinin üzerine yargı vermelerini sağlayacak kadar sayıda çark, vida ve supap yok hiçbirimizde.

*Kendinden başka kimseye benim diyemezsin, Çünkü sadece yanındadır.

*Hayata karşı ilk küskünlüğümüz; Yanımızda sandığımız kişileri, karşımızda görmemizle başlar.

*Sana bir iyi bir de kötü haberim var. İyi haber; henüz ölmedik, Kötü haber; hala yaşıyoruz.

*Hayatınızın sonuna kadar yaşamadıkça talihinizden şikayet etmeyin.

*Kendini yalnız hisseden kimse için her yer çöldür.




28 Ocak 2014 Salı

125 gram ekmekle yaşamak...

Kaynak: Turkrus.com
"Jenya 28 Aralık 1941'de saat 12:30'da öldü... Büyükannem 25 Ocak 1942'de saat 3'te öldü... Lyoka 17 Mart 1942'de saat 5'te öldü... Vasya amcam 13 nisan 1942'de saat 2'de öldü... Lyoşa amcam 10 mayıs 1942'de saat 4'te öldü. Annem 13 Mayıs 1942'de saat 7:30'da öldü... Saviçev’ler öldüler. Herkes öldü. Yalnızca tanya kaldı..."

872 gün süren, 1 milyondan fazla cana mal olan, tarihin gördüğü en yürek paralayıcı sayfalardan Leningrad kuşatmasının bitmesinin 70'inci yıldönümü dün kutlanırken, direnişin simge isimlerinden 12 yaşındaki Tanya Saviçeva'nın günlüğündeki bu satırlar bir kez daha gözyaşları ile hatırlandı... Tanya 1944'te kuşatmadan kurtarılan bir grup çocuk içinde yer almış, ama savaşın sonunu göremeden açlığın, hastalığın izleri silinemeden can vermişti... Ailesindeki herkesin ölümünü tek tek not eden küçük Tanya'nın bu günlüğü, savaş sonrası  Nazileri yargılamak için kurulan Nirnberg mahkemelerinde gösterilmiş, tüm dünya gözyaşlarına boğulmuştu...


27 ocak 1944'te Leningrad halkı, dokuz yüz güne yakın süren  tarihin en ağır kuşatmasını kırmayı başarmıştı. Bir milyona yakın sivilin açlık ve soğuktan öldüğü o günler unutulmadı. Dün Rusya'da herkes Leningrad'ı andı...

Dünün Leningradı'nda, bugünün St.Petersburg kentinde, Leningrad direnişinin önemini genç nesillere aşılamak için ilköğretim okullarında çarpıcı bir kampanya düzenlendi:

“Kuşatma ekmeği” adı verilen kampanyada, savaş gazileri, ilköğretim okulu öğrencilerine, kuşatma zamanında halkın yediği patatesli ekmekten dağıttı. Öğrenciler, kişi başı günde 125 gram düşen bir parça ekmeği temsil eden ekmekleri gazilerin elinden aldı. Yani kuşatmanın en zor dönemlerinde, günde 125 gram ekmekle hayatta kalmanın ne demek olduğunu çocuklar bir nebze de olsa anladılar... 



24 Ocak 2014 Cuma

Rus ve Türk tiyatroculardan Gezi Parkı direnişi hakkında oyun . . .

Kaynak: http://turkish.ruvr.ru/
Teatr.doc Belgesel Tiyatro Merkezi’nde düzenlenen Türk Tiyatro Günü kapsamında sergilenen oyunları izleyen seyirciler, Bizans Şehri Konstantinopolis’in 1453 yılında fethedilmesinden 2013 yılının Haziran ayında Taksim Meydanı’ndaki Gezi Parkı protestolarına kadar olan beş yüz yılık İstanbul tarihine tanık oldular. Organizasyonun en dikkat çeken etkinliği ise Gezi Parkı olayları hakkında Türk senaristlerce kaleme alınan ve Moskovalı tiyatrocular tarafından sahnelenen tiyatro oyunu oldu.
Söz konusu kültürel projenin başkanlığını yapan Mihail Durnenkov, kendisi ile yaptığımız sohbette mikrofonlarımıza şunları söyledi: ‘‘Geçtiğimiz yılın Mayıs ayının sonunda televizyondan haberleri izlediğimizde Taksim Meydanı’nda gerçekten nelerin yaşanmakta olduğunu çok merak ettik. Bunun üzerine Perepost Festivali’nin organizatörleri olan Anna Banasyukeviç ve Yevgeni Kazaçkov, Teatr.doc Sanat Yönetmeni Yelena Gremina ile birlikte bu projeyi hazırlamaya başladılar. Hemen akabinde, Türk senaristlere gerçekten nelerin yaşandığını anlatan bir oyunu yazmalarını önerdik. Bunun için GalataPerform Tiyatrosu Sanat Yönetmeni Yeşim Özsoy Gülhan ile kişisel diyalogumu kullandım. Kendisi senaryonun yazılması için gereken tüm desteği sağladı ve yazarlarla iletişime geçti. Senaryo yazarlarından biri olan Sami Özbudak’ı proje kapsamına almakta başta büyük güçlük çektik. Çünkü Sami Özbudak bizzat olayların tam merkezinde bulunmuş, direniş esnasında tabir – i caizse kurşunların altında mücadele vermişti’’.
Senaryonun yazarları olan Şenay Tanrıvermiş, Öznur Şahin, Sami Özbudak ve Burak Safa Çalış metnin kendilerine ait olan kısımlarında kendi kahramanlarını yaratmış ve anlatmış: Eylemci bir genç kız, üniversiteden sonra kendine barikatlarda yer bulan bir delikanlı, iki yetişkin erkek çocuğunu protestocular arasında kaybeden bir anne ve Taksim’deki protestolara katılabilmek için özel yaşamından ve işinden vazgeçen bir başka genç adam. Senaryo metnini Rusça Mariya Merzlyakova çevirirken, Rusya’da sahnelenen oyunun rejisörü ise Yelena Novika olmuş. Senaryoyu kaleme alan yazarlar, bir buçuk saat süren oyunda kendi duygu ve düşüncelerini metne dahil etmeden, seyircilerin dikkatini en yüksek seviyede tutmak suretiyle protestolar esnasında yaşanan tüm olayları, bu olaylara tanık olan kahramanlarının gözlerinden, onların düşünceleri ve sözleri ile aktarmaya büyük gayret göstermiş. Bu görevi yerine getirme konusunda sanatsal teknikler, görsel uygulamalar ve çeşitli meditasyon teknikleri senaristlere yardımcı olmuş. Yazarlardan biri olan Şenay Tanrıvermiş’in oyunla ilgili görüşleri şöyle: ‘‘Söz konusu projeyi GalataPerform dokümanter yapalım diye bize teklif etti. Bu sebeple, oyun üzerine 4 yazar olarak çalıştık. Senaryoya göre, aktif olarak direnişe katılan 2 tane oğlum var. Yani ben, bir anne gibi yazdım. Yaratıcılıktan çok, dokümanter olduğu için direk duygularımı ve düşüncelerimi paylaşmak, yaşadığım tecrübemi paylaşmak istedim. O yüzden yaratıcılıktan bahsedebileceğim oyun değil. Diğer yazarlar da işin içindeydi. Süreci bire bir yaşadık. O yüzden oyun için haber kaynakları bizzat kendimiz idik. Bu tarihi olayın her dakikasını yaşadık. Olaylar esnasında insanlara kişisel olarak ulaşmaya çalışıyordum. Ama haber alamadığımız için hepimiz birbirimizden haber alıyorduk. Çok haberleşiyorduk evet. İnşallah bu oyun İstanbul’daki tiyatromuzda da oynanacak ama emin değiliz tabii ki… İnsanlar bunun gibi siyaset içeren bir sanata hazır mı bilmiyoruz. Belki ilkbaharda Gezi Parkı’nda bile oynayacağız oyunu kim bilir?’’
Oyunda izleyicilere Gezi Parkı direnişinin sembolü olmuş bazı önemli nüanslar da hatırlatıldı: Tür protestocuların bir araya gelmesini sembolize eden kâğıt bardaktaki çay, barışçıl gösterilerin sembolü olmuş ağaç ve gösteriler esnasında CNN Türk tarafından ekrana getirilip Twitter’in ana haber kaynağı olmasını sağlayan penguenler. Oyundaki en tipik sahnelerden biri ise ayakkabı hırsızı olan serseri Necip’in protestocuların arasına karışması ve protestolar esnasında farkına vardığı binlerce pahalı ayakkabıyı çalma fikrinden önce kendi kendine, ‘‘Kim bilir kaç kilometre yürüdüler de bu kadar yıprandılar. Gezi olmasaydı sadece kaldırımda yürüyerek onlar bir arada görmem mümkün olmazdı’’ şeklinde konuştuğu sahne oldu. Senaristler, Gezi protestoları esnasında en mutlu olan insanların sokakta yaşayan evsizler, kimsesizler ve serseriler olduklarını, çünkü sokakta hayatta kalmanın kurallarını en iyi bilen ve diğerlerine öğretebilecek olan bu insanların söz konusu protestolar sayesinde en sonunda kendilerini gösterebilecekleri ve işe yarayabilecekleri bir ortam yakaladıklarının altını çiziyorlar.
Teatr.doc Sanat Yönetmeni Yelena Gremina’nın görüşleri: ‘‘İnsanlar yaşadıkları endişeleri ve korkuları bizimle paylaştılar. Ben şahsen süsten ve şatafattan uzak bu insanı deneyime çok değer veriyorum. Burada gördüğünüz hiçbir şey dogmatik, ideolojik ya da politik değildi. Oyunda gördükleriniz, kan akana kadar geçen sürede insanların kâğıt bardaklarla içtikleri çayın ve gençlik duygusunun etrafında bir araya geldiklerinde hissettiği duyguların bir yansımasıydı. Bu anların değeri, söz konusu ortamı yaşayan ve orada olanlara tanıklık edenler için daimi olacaktır. Oyunun seyircilerden aldığı pozitif reaksiyondan dolayı ise son derece mutluyuz’’.
Oyunu izleyen Türkolog, Rejisör ve Senarist Kiril Bertyayev ise mikronlarımıza şunları söyledi: ‘‘Oyunun ilk provalarını da görme şansımız olmuştu. Bu sebeple sanatsal bir bakış açısı ile yaşanan ve ilerideki zamanlarda ortadan kalkacak olan ufak tefek pürüzleri burada dile getirmenin herhangi bir fayda sağlayacağını düşünmüyorum. Genel olarak, son derece ilginç bir deneyim olarak nitelendirebileceğim söz konusu projenin çok hoşuma gittiğini belirtebilirim. Rusya ile Türkiye arasındaki mevcut kültür alışverişinin sağladığı bakış açısı ile olaylar çok daha enteresan bir hale geliyor. Proje, hem Türkiye’de yaşanmakta olan sosyal ve politik olayları, hem de GalataPerform ve Teatr.doc gibi tiyatroların varlığı hakkında Rus kamuoyunu bilgilendiriyor. Hem Türk – Rus ilişkileri, hem de çağdaş tiyatro açısından son derece önemli ve büyük bir olay olarak değerlendirebileceğimiz bu oyunu, projenin fikir babası olan Mihail Durnenko sayesinde izleme imkanı bulduk. Bizim izleyicimizin Türkiye’deki mevcut durumu kavrayabilmesi için, her şeyden önce Türk kültürünü çok daha fazla bilmesi gerekmektedir. Bu ve buna benzer projeler ise söz konusu amaca en iyi hizmet edecek argümanlardır kanaatindeyim’’
Oyunun ardından Belgesel Film Okulu öğrencilerinden Alla Maksimova tarafından hazırlamış olan ‘‘Her yer Taksim! Her yer direniş!’’ isimli belgesel film de seyircilerin beğenisine sunuldu. Filmde arkadaşının daveti üzerine İstanbul’a gelmiş olan genç kızın birden bire olayların ortasında kalması ile yaşadıkları çarpıcı bir dil ve görsellikle anlatılıyor. Protesto gösterilerine birebir şahit olan öğrenci genç kız, gördüklerinin hepsini kayda almaya başlıyor ve duyarlı Türk vatandaşlarının kendisine nasıl yardım ettiklerini, çatışma esnasında Türk polisini bile güldürmeyi nasıl başardıklarını ve bir meyhanenin nasıl bir ilkyardım merkezine dönüştüğünü ilk elden seyircilere aktarıyor.
Oyunların ve belgesel film gösteriminin ardından seyircilerden büyük ilgi gören Türk senaristler, oyununun dışında, Türkiye’de şu an nelerin yaşanmakta olduğu ve söz konusu protestoların nasıl sonuçlandığına ilişkin pek çok soru aldı. Programın ardından görüşlerini bizimle paylaşan bir seyirci ise mikrofonlarımıza şunları söyledi: ‘‘Şu an, ülke için hiç de kolay olmayan bir zaman yaşamakta. Özellikle olaylara tanıklık edenlerden bu protestocuların birbirinde son derece farklı konumlarda bulunan politik görüşlerinden sıyrılarak Taksim’de bir araya geldiklerini ve birbirlerinde ortak noktalar bulmayı başarmak suretiyle tıpkı aynı aileye mensup kardeşler gibi kenetlendiklerini duymak son derece önemliydi. Dışarıdan çok ilginç, eğlenceli ve memnuniyet verici gibi görünse de bir tarihi olaya bizzat tanıklık etmek her zaman zor ve tehlikelidir’’.

23 Ocak 2014 Perşembe

Nazım, Sovyet çocuklarıyla sohbette: "Denizin öbür tarafında..."

















Kaynak: http://turkrus.com/

Şair Nazım Hikmet'in 1952 yılında Kırım’da Artek çocuk kampında çekilen video görüntüleri Sovyet arşivinden Türk medyasına yansıdı.

62 yıl önceye ait renkli kaydedilen videoda Nazım Hikmet, Sovyet çocuklarıyla, akıcı bir Rusça ile sohbet ediyor ve Türkiye'nin o günkü şartlarda yaşadığı sıkıntıları anlatıyor. Görüntüler, Artı Bir TV ekranlarında Can Dündar'ın sunduğu “Canlı Gaste” adlı programda yayınlandı.
  
Nazım Hikmet, bugün Ukrayna'ya bağlı Kırım'da halen aktif olan Artek çocuk kampında etrafını çeviren çocuklara, o yıllardaki Türkiye'yi şu sözlerle çocuklara anlatıyor:

"Bakın çocuklar, deniz orada. Denizin öbür tarafında benim ülkem Türkiye var. Orada Türk halkının çocukları çok kötü yaşıyor. Çok küçük yaşlardan itibaren çalışmaya başlıyorlar. Mesela, senin yaşındaki çocuklar fabrikada çalışmaya başlıyor. Günde 12 saat. Sizin gibi kız çocukları da çalışıyor. Fabrikalarda, tarlalarda.. Çoğu okuma yazma bilmiyor. Hatta ömürlerinde defter, alfabe kitabı nedir görmemişler. Çocuklarımız, Türk çocukları açlık çekiyor. Hatta çok erken yaşlarda çeşitli hastalıklardan ölüyorlar. Doğru dürüst hastane yok. Peki, neden böyle? Neden çocuklarımız bu kadar kötü yaşıyor? Çünkü bizde Amerikan emperyalizmi hüküm sürüyor. Ve onların yerli işbirlikçileri..  Ama sadece Türkiye'de böyle değil. Pek çok başka ülkede de ; Afrika'da, Avrupa'da, Asya'da.. Kapitalistlerin ve Amerikan emperyalizmin hüküm sürdüğü kapitalist ülkelerde Oralarda da çocuklar çok kötü yaşıyor."

Nazım Hikmet daha sonra çocuklara tek tek nereden geldiklerini sorduktan sonra, "Bütün SSCB burada toplanmış. Çocuklar kendi hayatınızı başka ülkelerin çocuklarının hayatlarıyla kıyaslamayın. Sizin bakımınızla bizzat yoldaş Stalin ilgileniyor" diyor.

İşte o video:



Rus şiir severler için Türk şiirleri

санкт-петербург вид санкт-петербург панорама

© Photo: SXC.hu
Kaynak:
http://turkish.ruvr.ru/

St. Petersburg’un ünlü şiir dergisi “Severnaya Avrora”, 30 Ocak’ta Ataol Behramoğlu ve Şeref Bilsel’in şiirleriyle çıkıyor.

“Severnaya Avrora” yani “Kuzey Avrora”, Rusya’nın kuzey başkentinde yılda iki kez çıkan saygın bir edebiyat dergisi. Yayınladığı eserlerin başlıca türleri, şiir, düzyazı, eleştiri ve edebiyat bilimi. Yayıncılar, modern edebiyatta şiir akımının temsilcilerini tercih ediyor. Petersburg şairleriyle ünlü olduğundan hem Rus hem de yabancı şairlere büyük önem veriliyor.

Bu sefer editörlerin ilgisini Türk şiirleri çekti. Bu şiirleri dergi için Apollinariya Avrutina Rusçaya çevirdi.

Türkolog ve Türk edebiyatı öğretmeni olan Avrutina, Rusya’nın Sesi radyosuna şunu anlattı:

“Derginin editörü ve aynı zamanda şair olan Yevgeniy Lukin’e Rusçaya çevirdiğim Cahit Külebi, Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, Şeref Bilsel ve Ataol Behramoğlu’nun şiirlerini sundum. Lukin, son ikisini seçti, zira dergi modern şairlere öncelik veriyor. Ben de bu şairleri tercih ettim, öncellikle Ataol Behramoğlu ile uzun zamandır arkadaşlık ettiğim için. Biz meslektaşız. Ataol Bey de Rusçadan Türkçeye çeviri yapıyor. Rusçası çok güzel. Zengin bir deneyime sahip ve bu, kuşkusuz, eserlerine mucizevi bir şekilde yansıyor. Üstelik yakında Sankt Peterburg’u ziyaret etmeli. Birlikte, şiirlerinin okunacağı programlar düzenlemeyi planlıyoruz.

Şeref Bilsel’de ise beni cezbeden şiirlerinin yapısı ve konusu. Ölümü kesinlikle harika anlatıyor, mizahla. Gerçekten de insanın yaşam ve ölüm trajedisine ironi dışında başka nasıl yaklaşabiliriz ki? Özellikle “Sırtını Yıkayamayanlar İçin Banyo Müziği” şiiri sıra dışı. Şiirlerin müzik olduğu konusunda şaire katılıyorum. Şiir kitabını, tıpkı plak çaldığımız gibi rasgele açarız ve bulduklarımızı, kaderle sohbet olarak görüyoruz.

Şiirleri çevirmek düz yazıya göre daha zor, çünkü vezne, ritme, konuya ve ruh haline uymak gerekir. Cahit Çelebi’nin “Türkiye” şiirine yaptığım çeviriyle Uluslararası Türki Diller Şiir Çeviri Yarışması “Ak Turna” ödülünü kazanmama rağmen şiir çevirilerine hala büyük bir titizlikle yaklaşıyorum. Orhan Pamuk’un romanlarındaki şarkı ve tekerlemeleri de, Bilge Karasu’nun eserlerindeki şiir parçalarını da çevirdiydim. Şu anda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirleriyle büyülenmiş durumdayım. Görünür gelecekte onun Rusçaya çevrilmiş şiir kitabını çıkarmayı planlıyorum. Onun özellikle müşfik, çok lirik ve felsefi inceliğe sahip “Ne İçindeyim Zamanın” şiirini çok beğeniyorum.”


21 Ocak 2014 Salı

Dünyanın en soğuk bölgesi: Yakutistan


Kaynakrsfmradio.com

Rotamızı bu kez Rusya’nin Kuzey Buz Denizi kıylarına çeviriyor ve başkent Moskova’nın tam 8 bin kilometre kuzeydoğusunda bulunan Yakutistan Cumhuriyeti’ne gidiyoruz...
Asya kıtasının neredeyse tüm kuzeydoğu bölgesini kaplayan Yakutistan, dünyanın en büyük ülkesi Rusya’nın da beşte birini oluşturuyor. Böylesi engin bir coğrafyaya sahip olması Yakutistan’ı turizm açısından oldukça avantajlı bir konuma getirse de, Yakutistan, turistler tarafından hala çok az bilinen yerlerden biri... Biz de doğası, kültürü, gelenekleriyle dünyadaki saklı cennetlerden biri olan Yakutistan’ı sizlere yakından tanıtmaya karar verdik. Muhabirimiz Olga Haldız, “Yakut Gezegeni” turizm acentasının genel müdür yardımcısı Yegor Çerepanov’la konuştu ve Yakutistan hakkında bilgi aldı.

- Yegor Çerepanov, Yakutistan turistlere birçok farklı gezi rotası sunuyor. En popüler rotaları bize anlatır mısınız?

Yakutistan’daki turistik rotaları mevsimlere göre sınıflandırmak daha doğru olur. Kış mevsiminde yapılan en popüler turumuz “Soğuk Kutup” turu... Geyik yetiştiricilerini ziyaret etmek, geyik kızaklarına binmek ve buzda balık tutmak da kış mevsiminin diğer popüler turizm aktiviteleri arasında sayılabilir. Yaz mevsimindeyse turistlerimize, yerel halkın “Isıah” dediği milli bayramı izlemelerini ve çeşitli ekolojik turlara katılmalarını öneriyoruz. Ayrıca balık tutma keyfini bir de yaz mevsiminde yaşamalarını tavsiye ediyoruz. Mevsimlere bağlı olmadan sürekli düzenlenen turlarımız da var. Elmas başkenti olarak bilinen “Mirniy” şehrine yapılan yolculuk, bu tarz turların en popüler olanı... Bu tura katılan turistler, İngilizce adı “Mir mine” olan dünyanın en büyük elmas yataklarından birini ziyaret etme şansı yakalıyor. Derinliği 571 metre, çapıysa 1 kilometre olan bu maden yatağı uzaydan bile rahatlıkla görülebiliyor. Şu anda kullanılmayan “Mir mine” maden yatağından 2001 yılına kadar elmas çıkarılıyordu.

Yakutistan, ismi ile müsemma ülkelerden biri... Tam anlamıyla bir “elmas diyarı” olan Yakutistan topraklarında birçok noktadan elmas çikarılıyor. Yakutistan’da faaliyet gösteren Alrosa şirketi, tek başına, dünya elmas stoklarının neredeyse dörtte birini piyasaya sürüyor. Bu arada Yakutistan’ın elmaslarının dünyanın en kaliteli elmaslarından olduğunu da belirtmemiz gerek... Elmas madenlerine turların düzenlendiği Yakutistan’da, turistlerin bu göz kamaştıran hazinelere dokunup dokunamayacaklarını Yegor Çerepanov’a soruyoruz.

YAKUTİSTAN VE ELMAS



Video: Moya Planeta

– Peki elmas madeni turuna katılan turistler elmaslara dokunabiliyor mu, yoksa uzaktan bakmakla mı yetiniyorlar?

Biz sadece “Alrosa” elmas şirketine tur düzenliyoruz ve tabii her defasında elmasların tasnif edildiği yere girilemeyebiliyor. Ancak yine şirketimizin düzenlediği “Elmas Haftaları” kapsamındaki diğer turlara katılan herkesin bu özel yere girmelerini sağlıyoruz. Hem “Elmas Yolu” turunda, hem başkentimiz Yakutsk’taki pırlanta işleme fabrikalarına gidilen turda, pırlantaların işlenme süreçlerine bizzat tanık olmak da mümkün... Hatta dileyenler üretime de kısmen katılabiliyor... Turistler bu turlarla Yakutistan Cumhuriyeti’nin hazinelerini yakından tanırken, bölgede çıkarılmış inanılmaz büyüklükteki elmasları da görüyorlar. Bu herkes için gerçekten “göz kamaştırıcı” bir deneyim oluyor...

Göz kamaştıran elmas madeni turlarından kış turizmine geçelim şimdi... Çerepanov’un daha önce bahsettiği “Soğuk Kutup” yani kuzey yarimkürenin en soğuk noktası, Yakutistan topraklarında bulunuyor. 1924 yılında, Oymyakon kasabasında termometreler, kuzey yarimkürede şu ana kadar ölçülen en soğuk derece olan -71,2 C’yi göstermiş ve bu küçük kasabanın adı böylelikle dünya ansiklopedilerine girmişti. Şimdi Çerepanov’un anlattıklarına kulak verelim ve “Soğuk Kutbunda” turistleri nelerin beklediğini öğrenelim...

- Yegor Çerepanov, Soğuk Kutup turunda turistler ne gibi deneyimler yaşıyor?

Soğuğun en uç noktasının yaşandığı Soğuk Kutbun’da, ekstrem turizm yapılıyor. Tur kapsamında yalnızca en soğuk ve en yüksek noktaya ulaşmakla kalınmıyor, ayrıca çetin kış şartlarına rağmen yıllardır bölgede yaşayan yerli halkın yaşam tarzına da tanık olunabiliyor.

Yakutistan’ın tanınmış simgelerinden bir diğeri de nesli tükenmiş olan mamutlar... Yakutistan’da birçok mamut kalıntısı blunuyor. Yeraltından çıkarılan mamut dişlerinden ve kemiklerindense takıdan tarağa birçok farklı eşya yapılıyor. Yegor Çerepanov, mamut kalıntılarının çıkarılış süreçlerinin yakından izlendiği özel arkeoloji turunu muhabirimiz Olga Haldiz’a şöyle anlatıyor:

EURONEWS'TA OYMYAKON



– Bir de mamut kalıntıları arama bulma turunuz var. Bu turdan biraz bahseder mısınız? Yakutistan’a gelip mamut kalıntılarıyla karşılaşmak mümkün mü gerçekten?

Başkent Yakutsk şehrine gelen konuklarımız dünyada bir tek Yakutistan’da bulunan “Mamut Müzesini” ziyaret edebilirler. Ayrıca arkeoloji müzesinde de birçok mamut fosili sergileniyor. Ayrıca Yakutistan topraklarında hala birçok yeraltından çıkarılmamış mamut kalıntısı var. Ancak mamut kemiklerini bulmak kolay bir iş değil... Çünkü ulaşılması çok zor noktalarda bulunuyorlar. Bu nedenle mamut kalıntısı çıkarmak amacıyla düzenlenen turların maliyeti de yüksek oluyor. Mamutların en sık bulunduğu yer olan Tiksi kasabası, Kuzey Buz denizinin kıyısında, başkent Yakutsk’tan bin kilometre uzaklıkta bulunuyor ve bölgede mamut kalıntılarının olduğu kayalıklara ulaşım sadece tekne ya da helipkopterle sağlanıyor. Ayrıca Tiksi, Rusya’nın sınır bölgesi olduğundan gitmeden önce mutlaka izin alınması gerekiyor. Yani mamut turu biraz maliyetli ve zahmetli; fakat emin olun ki buna değer! Çünkü tüm bu aşamalardan sonra bir mamut kemiği bulmanız garanti!

Yakutistan Cumhuriyetinde otomobille gezilebilecek turistik güzergâhlar da mevcut; bunlardan biri Yakutsk kentini, Magadan kentine bağlayan Kolıyma otobanından geçiyor. “Kemikler üzerindeki yol” olarak da adlandırılan bu yol, Sovyetler Birliği liderlerinden Stalin döneminde, Sibirya’ya sürülen mahkûmlar tarafından yapılmış. Seyahat için bu güzergahı seçenler, yol boyunca dağların içinden açılmış geçitleri, mahkumların evlerini ve esir kamplarının diğer ürpertici kalıntılarını görebilir. Kolıyma otobanında düzenlenen bu turun içeriğini Yegor Çerepanov’dan dinleyelim:

– Yakutsk ve Magadan şehirleri arasındaki otobanda özel ekstrem otomobil turları düzenliyoruz. Bu yol gerçekten de çok çetin şartlara sahip. Öyle ki yılın farklı zamanlarında sarp geçitler yüzünden yolun kapatıldığı da oluyor. Ayrıca yol boyunca birçok terkedilmiş köy ve hatta şehir de bulunduğundan, bu otoban başlangıcından bitiş noktasına kadar kelimenin tam anlamıyla “ekstrem” olma özelliğini koruyor...

Yakutistan’in başkenti Yakutsk’un dışındaki şehirlerde asfalt yolun bittiği yerde medeniyet de biter... Bu yüzden Yakutistan’ın iç bölgelerini de tanımak istiyorsanız çadırlarda ya da yerli halkın misafiri olarak köy evlerinde gecelemeye ve at üzerinde ya da geyik kızaklarıyla yolculuk yapmaya hazırlıklı olmanız gerekiyor. Yegor Çerepanov, Yakutistan’a gitmeye karar veren turistlerin bunlar dışında ne gibi şartlara hazır olması gerektiğini şöyle anlatıyor:

“İlk olarak hangi mevsimde gideceğinize dikkat etmelisiniz, çünkü mevsime göre giyinmek çok önemli. Göçebe turuna çıkan turistleri ise öyle sıcak, öyle misafirperver insanlar bekliyor ki, yanlarına alışılmışın dışında herhangi bir şey almalarına zaten hiç gerek kalmıyor. Göçebe çadırlarında ihtiyacınız olan her şey mevcut; ancak evinizdeki komforu bulamayacağınızı da unutmamalısınız.

– Peki öyleyse biraz da göçebe turundan konuşalım. Ne yapılır bu turda?

Biz bu turda arzu eden turistleri sadece geyik bakıcılığı yapan göçebelerin yerleşim bölgelerine ulaştırıyoruz, turistler daha sonra burada konaklıyor. Aynı göçebeler gibi yaşıyor, geyik kızaklarında yolculuk yapıyor, onlarla aynı sofrada yemek yıyor ve böylece yerli halkı daha yakında tanıma şansı buluyorlar. Bu turlar üç ya da beş gün sürüyor... Bu süre turistlerin göçebelerin yaşam tarzını tamamen öğrenmelerine yetiyor”.

Kuzey Ekspresi Yakutistan’daki yolculuğu burada bitmiyor. Engin bir coğrafya üzerine kurulu Yakutistan Cumhuriyetinde bilinmesi gereken daha çok yer var... Bir sonraki programımızda, Yaktistan’dan geçen ve dünyanın en büyük nehirlerinden olan Lena nehri üzerinden Kuzey Buz denizine doğru bir yolculuğa çıkacağız. Ayrıca Yakutistan’ın oldukça sıcak geçen yazını, yerli halkın milli bayramı olan Isıah’i da beraber yaşayacağız...

***

Kuzey Ekspresi'nin Yakutistan’daki yolculuğu devam ediyor. Rotamızın yönü ise doğal güzellikler, bölgeye özgü gelenekler ve tarihi doku...

“Yakut Gezegeni” turizm acentesinin genel müdür yardımcısı Yegor Çerepanov bize bu kez Yakutistan’daki nehir turlarını anlatacak... Gelin muhabirimiz Olga Haldız’ın Çerepanov ile yaptığı röportajı dinleyelim şimdi...

– Başta Lena olmak üzere Rusya’nın en uzun nehirlerinin birçoğu Yakutistan topraklarından geçiyor ve bu nehirler boyunca birçok turistik gezi düzenleniyor. Peki turistleri nehir turlarında neler bekliyor? Mesela Kuzey Buz Denizi'ne nehir yoluyla gidilen bir turunuz var, bu turu biraz anlatır mısınız?

Sizin de söylediğiniz gibi “Arktik bölgeye nehir turu” olarak isimlendirdiğimiz bir tur düzenliyoruz. İki hafta süren bu turda Yakutsk-Tiksi-Yakutsk rotası üzerinden Kuzey Buz Denizi'ne gidiliyor. Turistler, bu sehayatleri boyunca hem Lena Nehri'nin tüm güzelliklerini görüyor, hem de Kuzey Kutup dairesinin ötesinde bulunan ve havasının Yakutsk’a göre 8-10 derece daha da soğuk olduğu Tiski’nin çetin kışını yaşama fırsatı yakalıyor. Tiksi’de buzlar oldukça geç çözüldüğü için bu tur sadece Ağustos ayında iki kereye mahsus olmak üzere gerçekleştirilebiliyor.

550 MİLYON YILLIK DEV SÜTUNLAR

Yakutsk üzerinden gidebileceğiniz bir başka nokta da Lensk bölgesi... Lensk turunda, 2012’de UNESCO dünya mirası listesine alınan, Lena sütunlarına gidiliyor. Lena sütunları denilen bu doğal oluşumlar, Lena nehrinin kıyısı boyunca kilometrelerce uzayan garip görünümlü dikey kayalardır. Bu kayalar bundan yaklaşık 550 milyon yıl önce oluşmuştur. Lensk turunda ayrıca koruma altındaki milli parkları ve bizon yetiştirme çiftlikleri de görülebilir.

Lena Sütunları


Kaynak: Rus TV

Medeniyetten uzak bu topraklarda uzun zamandır yaşayan Yakutlar, kendilerine “Saha” der. Sahalar, hayvan yetiştiriciliği ile uğraşan Türk halklarının en kuzeyde yaşayanları ve hatta belki de en eski olanlarıdır... Yakutlar, Türklerin de bir çok kelimesini anlayabileceği kendilerine has bir yerli dilde konuşurlar. Her yıl Haziran ayının sonuna doğru yapılan “Isıah” kutlamalarında, Yakutça söylenen şarkıları da dinlemek mümkündür. Yakutların en büyük bayramları olan Isıah bayramını, bize Yegor Çerepanov anlatsın...

“Yakutların çok eski zamanlardan beri kutladıkları Isıah bayramı, Türkçe’ye “Yeni Yıl” olarak çevrilebilir. Ancak aslında kelimenin içinde “doğanın yeniden doğuşu” anlamı da yüklüdür. Yakutlar Isıah zamanında biraraya toplanarak 2-3 gün boyunca çeşitli merasımler yaparak doğanın yeniden doğuşunu kutlar. Kutlamalar sırasında bir çok spor ve el becerileri yarışması yapılır, şarkılar söylenir, Yakutların milli müzik enstrümanı “Homus” adlı düdük çalınır. Isıah kutlamaları Yakutistan’ın birçok farklı noktasında yapılıyor. Konuklarımız genellikle sadece Yakutsk’ta yapılan büyük kutlamaları değil, diğer bölgelerdeki törenleri de izlemeyi tercih ediyorlar. Böylece birbirinden farklı geleneklere ve kutlama şekillerine tanık olabiliyorlar”...

Isıah bayramının en önemli parçlarından biri de horonlardır. Horon tepmek, insanların birleşmesini sembolize eder ve yaşam halkası anlamına da gelir. Horona katılanlar bir yandan şarkılar söylerken bir yandan da güneş yönünde yavaşça hareket ederek, adeta zamanda ve boşlukta daireler çizerler... Bunu yaparken de güneşe, insanlara hediye ettiği ışık ve ısı için teşekkür ederler. Ayrıca horon tepip bu daireye giren herkesin bir yıl yetecek kadar enerji biriktirdiği kabul edilir. Bayramın doruk noktasıysa; ateşe, çimlere ve ağaçlara, at sütünden hazırlanmış geleneksel kimiz içeceğini serpiştirme ayınıdır. Bu dini törenle ise evrenin ve insanın doğuşu sembolize edilir. Isıah, güneşin toplu halde karşılanmasıyla da son bulur...
Yakutistan Halayı


Kaynak: TRT

Yegor Çerepanov, isiah bayramının kutlandığı dönemde Saint Petersburg’da yaşanan “beyaz gecelerin” aynısının Yakutistan’da da görülebileceğini anlatıyor ve şöyle devam ediyor:“Isıah bayramı, genelde Haziran ayının dördüncü haftasında, yani en kısa gece zamanında kutlanır. Kutlamalar sırasında hava daima aydınlık olur, güneş ufukta battıktan bir buçuk saat sonra yeniden doğar. Hatta bu sebeple bu olaya tanık olan turistlerin çoğu, havanın sürekli aydınlık olmasından dolayı zaman hislerini yitirdiklerini söyler”.Yakutistan’ın iklimi sert karasal iklim grubundadır. Kışın hava -50’lerin altına dahi düşer. Ancak turizm yetkilileri, bu kulağa korkutucu gelen soğuk havanın turistleri caydırmadığını, hatta tam tersine daha çok turist çektiğini söylüyor. Muhabirimiz Olga Haldiz, Çerepanov’a Yakutistan’a hangi zaman diliminde gitmenin daha uygun olacağını sordu:

– Turistler Yakutistan’da havanın hep çok soğuk olduğu düşüncesine kapılabilir. Isterseniz bu önyargıyı kırmak için biraz da iklimden bahsedelim. Yakutistan’i hangi zaman diliminde ziyaret etmek daha uygundur?

Tabii ki burada da turistlerin daha rahat gezebileceği sıcak sezonlar oluyor. Ancak turistleri Yakutistan’a çeken şeylerin başında burasının soğuğu gelir.... Sekiz ay boyunca Yakutistan’i adeta esir alan soğuklar tabii ki bazılarını ürkütüyor. Ancak hiç şüpheniz olmasın, en soğuk dönemlerin yaşandığı Aralık ve Ocak aylarında dahi gelmeyi tercih eden turistlerimizin donmasına müsaade etmiyoruz.

– Aralık-Ocak aylarında hava kaç derece soğuk oluyor?
Yakutsk’taki ortalama sıcaklık -45 derece cıvarında. Kuzey yarımkürenin en soğuk yeri kabul edilen Oymyakon’daysa -50’leri buluyor. Hatta bazen daha da soğuk olabiliyor.

YIL İÇERİSİNDE 100 DERECELİK SICAKLIK FARKI

– Peki ya insanlar bu soğuklardan korkup, yazın gelmeye karar verirlerse ortalama kaç derecelik bir havayla karşılaşırlar?

Haziran’da ortalama sıcaklık +30 derece oluyor. Yani yıl içinde neredeyse 100 dereceyi bulan müthiş bir sıcaklık farkı yaşanıyor Yakutistan’da. Bu coğrafyada yaz çok kisa sürer ve Haziran-Temmuz aylarında çok sıcak geçer. Ağustos’ta sıcaklık düşmeye başlar. Ancak bu kadar kisa bir dönem bile Yakutistan topraklarında karpuz yetişmesi için yeterli oluyor. Biz de yaz mevsiminde buraya gelen turistler, topraklarımızda yetişen karpuzlardan ikram edebiliyoruz.

– Yakutistan’a gelmeye karar veren turistlere Yakutistan’ın yerel mutfağından hangi yemekleri önerebilirsiniz?

Yakutistan’ın mutfağı, her şeyden önce kendine has doğal yerli ürünleriyle meşhurdur. Nehirlerimizin neredeyse tümü ekolojik olarak temiz korunduğu için tutulan balıkları sudan çıktığı gibi yemeklerde kullanabiliriz. En çok tercih edilen yemek “stroganina” denilen balık yemeğidir. Sudan çıktığı gibi taze olarak dondurulan bu balık ince yapraklar halinde kesilerek servis edilir. “İndigirka” denilen yine taze balıkla yapılan salatamız da oldukça ünlüdür. Hiçbir turist, mutfağımızın sunduğu lezzetleri denemeden buradan ayrılmamıştır. Ayrıca at etinden yapılan yemekler de var... -50 derecelik soğuklarda dahi beslenebilen Yakutistan atının eti benzersiz bir özelliğe de sahiptir. Bu et insan organizmasından radyoaktif parçacıkları temizler. Japon bilimvileri insanlara bu eti ilaç olarak kullanmalarını önerir. Yakutistan mutfağında at eti kullanılarak yapılan yemekler oldukça yaygın tüketilir.

YAKUTİSTAN'A ULAŞIM VE KONAKLAMA

Birçok noktasında doğal yaşam şarlarının hükümsürdüğü Yakutistan’da, başkent Yakutsk’ta ise Rusya’nın tüm büyük şehirlerinde olduğu gibi çok sayıda otel, yerli ve yabancı mutfaklardan yemeklerin sunulduğu restoran, gece kulübü, turistik tesis, tiyatro, sinema gibi mekanlar mevcuttur. Yegor Çerepanov’a Yakutsak’ta nerede konaklanabileceğini sorduk.

“Başkentimizde her talebi karşılayacak türde otel bulunabilir. Lüks odalar ve kral süitleri teklif eden iki otelimiz var. Avrupalı turistlerin alışık olduğu şartlarda odalar sunan oteller de fazlasıyla mevcut. Fiyatı daha uygun olan otelleri bulmak da mümkün. Örneğin üç yıldızlı bir otelde tek kişilik odada konaklamanın gecesi 170 dolardır. Standart otellerin verdiği oda fiyatları da 110 dolardır. Daha uygun otellerde ise gecelik içinse 65 dolar ödemeniz gerekir.

– Peki son olarak yurtdışından Yakutsk’a nasıl gidilir? En yakın uluslararası havalimanı nerede?

Yakutsk’taki havalimanı uluslararası havalimanı olarak da kullanılıyor; ancak Pekin ve Bangok olmak üzere sadece 2 uluslararası destinasyona sahip. Avrupa’dan direkt uçuşlar gerçekleştirilmiyor ama Moskova üzerinden Yakutsk’a yaklaşık 7 saatte gelinebiliyor.Yakutistan’da yaptığınız seyahat boyunca bu diyarın renkliliğini ve canlılığını hissetmemek imkansız...

Siz de doğayla bütünleşmek, unutulmaz ve benzersiz bir gezi yaşamak istiyorsanız Yakutistan halkının tüm sıcaklığıyla sizleri kucaklamaya hazır olduğunu unutmayın...



Portre: Lev Tolstoy, “Yüz yıl sonra, bin mil güneyde”

“Yazın güneşin rengini açtığı saçlarının
altın sarısı uçlarını hatırlatan
küçük avuntular, küçük mutluluklar için.”

image







İsmail Sancak
http://www.notosoloji.com/

Kıyıları betondan çirkin binalarla çevrelenmiş bu şehirde, insan saldırısından kendini korumuş yahut güç bela ayakta kalabilmiş merhamet kırıntılarından nasiplenen güdük ağaçlardan yayılan keskin çiçek kokularının mayıs ortalarından itibaren bir ay boyunca boğazın iki yakasında hüküm sürdüğünü daha önce fark etmemiş miydim? Koşuşturmacadan uzak geçirdiğim ilkyazların ikincisinde bu kokulu takvimin varlığına büsbütün emin oldum. Biteviye devam etmekte olan gürültünün ortasında aslında yalnızlığı ve kıpırtısızlığı lanetleyen bu ağaçlardan nefret etmemek için sebepler aramaya başladım. Sokaklara dalıp, birbirinden görünmez duvarlarla ayrılan hayatların içerisinden geçerken, bir alışverişmerkezinin mermer soğukluğunu, bir sinemanın mayhoş sakinliğini içime çekerken, etkileşememe halindeki insanların içinde bir ilkyaz daha, kendimden biraz daha azalarak, şehrin ve insanların içinde tenha kalarak, yazmak istedim.

Modern ötesi zamanların hemen bütün büyükşehirlerde âdeta bir kent mobilyası işlevi yüklediği evsizlerin, trafik ışıklarını mekân tutmuş çaresiz gençlerin, yağlı saçlarının, belki de hiç yıkanmamış elbiselerinin, ebeveynlerden miras kaybedilmişlik reflekslerinin, kirli suratlarında temiz gülümsemelerini bir an da olsa yakalayabileceğiniz kız çocuklarının arasından geçerek yine aynılaşmış dünyanın birbirine benzeyen mekânlarından birinde oturduğumuzda, öğrenilmiş saygıdan, bencil dertlerin yörüngesinden hiç uzlaşamayacak yaşama biçimlerimizi kör topal savunmaya çalışırken kendimize yabancılaştığımızı müstehzi bir kırılganlıkla izliyordum. Sözün buharlaştığını bilmek; orda olmak ya da olmamak, hani sevdiğini yüceltmenin zorunluluğunu ayrımsadığında tiksinti duymamaya çalışmak, belki çok uzak diyarlardan Lev Nikolayeviç ve Sophia Andreevna’yı birden masanın tam ortasında bu doğaçlama tiyatroyu izlerken görmek gibi… Evet, cümleleri birbirinden uzaklaştıracak kadar karmaşık ama samimiyetsiz değil.

Kalabalıklar içindeyken beynin bir köşesinde uzun yolculuklara çıkma alışkanlığını ne zaman kazandığımı hatırlamıyorum. İşte burada, Boğaz’ın en eski limanlarından birinde yeni tanıdığım insanlarla günlük uyumsuzluklarımız üzerine konuşurken (bir gün sonra bir sinema salonunda hikâyesiyle karşılaşacağım büyük yazarı düşünüyordum) birden kendimi Moskova’nın yüz mil kadar güneyinde Yasnaya Polyana çiftliğinde buldum. Soğukta, belli belirsiz kış manzaralarını, her cümlesinde mutsuzlukları ses tonlarına yansıyan yaşlı Rus kadınlarını hatırlıyorum yolculuktan… İki yanı ağaçlarla çevrili uzun bir yoldan (yolun sol yanında donmuş bir göl, sağ tarafta sonsuza uzanan ağaçlar) iki katlı ahşap eve geldiğimizde yüzyıl önceki haliyle korunmuş, sanki hala orda yaşıyormuş gibi, güneyden gelen misafirlerini karşılamıştı Tolstoy.

Evin az ışık alan küçük odaları, “mutsuz ailelerin her akşam farklılaşan hikâyelerini” saklayan büyük salon, bu içi içine sığmaz adamın sesiyle yankılanıyordu, duyabiliyordum. Şöyle kurgulamıştım, hayatının son otuz yılını sahip olduklarından rahatsızlık duyarak geçiren yazar, üstelik her şeye meydan okuyarak, toplumu kendi çıkarları doğrultusunda örgütleyen kiliseye, köylüyü kendi küçük dünyasında hapsetmeye kararlı çarlık idaresine, seçkinci edebiyat çevresine, otoriteye büsbütün otoriteye karşı dimdik ayakta duran Lev Nikolayeviç Tolstoy, karısının muhalefeti karşısında da aynı kararlılıkla direniyordu. Perdedeki film o günleri anlatıyordu: Yaşlı yazar, çıkarcı hayranları ile düşünceli karısı arasında kalmış, biraz çaresiz, kendi doktrinini bile ciddiye almaktan uzak bir neşeli ihtiyardı. Gerçekten öyle miydi? 

Yoksa Batılılaşma serüveninin sonunda kendi dinamikleriyle yeni değerler arasında sıkışmış bir toplum içinde o da birçok düşünür gibi yeni çıkış yolları ararken, kolaya kaçmadan, kendi hayatının meşruiyetini mi sorguluyordu. Bütün bu çelişkiler adam gibi durma çabasının kaçınılmaz sonucu muydu? Bunlara yüzyıl sonra kesin yanıtlar bulmak mümkün değil. Ama ben evinin yaşanmışlık hali içinde dolaşırken ve şimdi burada yaklaşık bin mil güneyde bambaşka bir coğrafyada bu yaşlı adamın düşüncelerini tartıp anlamaya çalışırken, bu büyük kavganın sonunda her şeyini geride bırakıp dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktığı ana geri dönüyorum. Ki bazıları güneye doğru yürüyüşün son durağının İstanbul olduğunu söylüyor, bu da rivayetlerden biri belki de doğrudur. Büyük dedesinin Osmanlı’nın ilk Rusya büyükelçisi olduğunu düşündüğümüzde bu şehirle ilgili hiç yazıya dökmediği hayalleri olmalı. İşte bu yolculuğa başlamadan şunları karalamış olduğunu düşünüyorum:

“Ruhumda bir ağırlık var, bu son yolculuk yorgun kalbim… Kimlerin ülkesinden geçmedi ki sular… Kahramanlarım da benim gibi yorgundular…Nikolay, Vronski, Anna, Kattuşa ve Murat ve diğerleri şimdi nerdeler? Benle birlikte hep bir yere varmak için acı çektiler, sevindiler, kavga ettiler..Şimdi burada ayrılıyoruz, kelimelerden öğrendiğim nedir diye son kez soruyorum kendime, ta çocukluktan geliyor o kılıç gibi sözler : “Hayat bir eğlence değil yorucu, ağır bir iştir.” Bu ağırlığın altında ve kılıcın keskin yüzünde yürüyerek geldim buraya kadar. Bundan sonra ne var şüphesiz ki o: Ey huzur!”

Bu bitmez huzur arayışı değil midir, sonunda gelip içinden çıkılmaz mutsuzluklara hapsolan… Mekân sakin, hafta içi tenhalığı… Herkesin bir öyküsü var, bir beklediği. Çocuklarının uzağında çocuklarının kokusuyla konuşan kadın, akşam bir sevda yanılgısının ateşinde yanmayı sabırsızlıkla bekleyen bir diğeri. Huzur evet, yalıtılmış hayatların pencerelerinden görünen yegâne rüya. Birkaç satır daha, bir yudum çay daha, bir sigara, bir sigara, üst üste kaçıncı.. Hiç görmediğim bir gülüşün haritasını çizmekle meşgulüm aslında. Dolaşımda kaybolmuş güzelliklerin farkında bir gülüş bu, o yüzden imgelere sığdırılması güç. “Dünyanın bizi hapsetmek istediği bütün adaletsizliklerin ortasında sığınabileceğimiz tek şey var,” demişti Tolstoy: “Aşk.” 

Sana sığınıyorum, kaç zamandır, küçükşehirlerde, terk edilmiş kiliselerde, gece karanlık denize bakan penceremde, yaşlı yazarın son günlerinde. Aslında sona doğru yürüyen başlanmamış öykülerin hayali satırları gibi gerçeklikten kopuk bir rüya âleminde.

Lev Tolstoy, uyku mahmuru yorgun atlar arabanın tekerlerini ağır aksak buzlanmış yolda sürüklerken son kez baktı bir sıra uzanmış ağaçların arasında gittikçe uzaklaşan evine. Yasnaya Polyana’dan son ayrılışıydı bu, geri dönmeyeceğini, dönemeyeceğini biliyordu. 

Daha yolculuğun ilk duraklarından birinde Astapovo istasyonu yakınlarında rahatsızlandı. Son günlerini bu istasyonda, çevresinden biriken meraklı kalabalıklara hiç aldırmadan hasta yatağında kendiyle hesaplaşarak geçirdi. Her yolculukta olduğu gibi sona yaklaşıldığında, belki de Hacı Murad’ın son anlarını hatırlayarak, küçük bir sembolün hep aradığı huzurun karşılığı olmasını umdu: “Hayalinden geçen bütün bu hatıralar onda hiçbir duygu uyandırmıyordu.. Ne acıma ne hiddet ne herhangi bir arzu.. Hepsi, başlayacak ve başlamakta olanlara karşı öyle küçük, öyle önemsizdi ki.. Silah seslerinden ürkerek bir ara susan bülbüller yeniden şakımaya başladı, biri pek yakındaydı, ardından fidanlığın diğer ucundakiler de ona katıldı.. Sürülmüş tarlanın ortasındaki çiğnenmiş devedikeni bana ölümü hatırlattı..“ Kahramanlarının çoğunun huzurla hatırladığı ölüm, gelip onu bulduğunda geride milyonlarca kelimeyle ifade edilmiş; huzursuz ama şairane, kavgacı ama dürüst, şikayetçi ama çalışkan bir hayat bıraktı.. Bütün hayatı boyunca olduğu gibi bu dünyayı terk ederken de sadece kendi bildiği yoldan yürüdü.

Şimdi sakince denize bakıyorum, yaşanmış bütün hayatların ardından. Bütün kuşatılmışlıkları reddederken sığınılacak bir gerçeklik olmadığını bilmenin ağırlığını nasıl da taşıyor üstünde. Kadın olduğu için mi? Kim bilir? Evet, onu düşünüyorum. Alışılmış mevsimlerin dışında hani tanımsız soğukların iticiliğini taşıyan o mart gününde Tolstoy’un evinde dolaşan ben, henüz onu hiç tanımamışken bile, yüz yıl önceki bir hayatın içindeymiş gibi hisseden ben, yüz yıl sonra bin mil kadar güneyde, denizsiz bir şehirde yaşayan “sevgilinin” korunaklı çekingenliğini, mütereddit bakışlarına hapsolmuş hikayeleri, öncesi sonrası modernizmin tarihi olan gözlerini düşünüyorum; aşktan başka bir yol bilmeden yürümeye devam etmeli diyor olanca sakinliğiyle deniz.

Hayattaki tek gerçek bilginin, hayatın anlamsızlığı bilgisi olduğunu söylemişti değil mi Lev Nikolayeviç, aşka rağmen?


20 Ocak 2014 Pazartesi

Moskova'da eksi 21 derecede 100 bin kişi buzlu suda vaftiz oldu!

 

(Fotoğraf: K. Pravda)

Kaynak: Turkrus.com

Rusya’da Ortodokslar, Hz.İsa’nın vaftiz edilmesini her sene olduğu gibi buzlu suyda vaftiz olarak kutladı. 

“Kreşçeniye” adı verilen günde dün ülke genelinde çok sayıda kişi dondurucu soğuğa aldırmadan, nehirlere, göllere akın etti. 

18 Ocağı 19 Ocağa bağlayan gece başlayan törenlerde Moskova’da termometreler -21 dereceyi gösterdi. Başkentte 100 binden fazla kişi buzlu sulara dalarak vaftiz oldu. Moskova'da kilise ve katedrallerdeki vaftiz ayinlerine 100 bine yakın kişi katıldı. 

Rusya genelinde ise rakam 300 bin olarak tahmin edildi.

19 Ocak 2014 Pazar

Çehov’un Melikhovo’daki bahçesi

Kaynak: http://www.notosoloji.com/

Anton Çehov, yedi yılını geçirdiği Moskova’nın elli kilometre dışındaki evinin bahçesiyle gurur duyardı. Meyve ağaçları, sebze ve çiçek yetiştirmek, bahçecilikle ilgili kitaplar okumak, yazarı bu konuda da uzmanlaştırmıştı. Kızkardeşi Maria Çehova’yla birlikte araştırarak edindikleri bilgileri topraklarında uyguladı Çehov. Kataloglarda gördükçe egzotik bölgelerden tohumlar sipariş ederek farklı türleri denedi. Patlıcan, enginar, pırasa, kavun bile yetiştirdi. Çiftliğe gelen konuklara her ağacı, çiçekleri ve sebzeleri tek tek dolaştırıp gösterirken kendinden geçer, bahçeye koyduğu çanın sesiyle de yemek saatinin geldiğinden haberdar olurdu. Çehov tohumdan yetiştirdiği küçücük fidelere ve bahçesindeki her şeye çocuğu gibi özen gösterirdi. Tıpkı Üç Kızkardeş’in Albay Vershinin’i gibi.

cehovic1

Çehov evini 1892 yılında, otuz iki yaşındayken satın aldı. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında Rusya’daki açlık ve kolera salgınında doktor olarak daha etkin olmak isteyen Dr. Çehov, 1899 yılına dek yaşadığı yedi yıl boyunca çevredeki pek çok hastaya da yardım etti. Her günkü bahçe işlerinden ve hastalarından geriye, yazmak için pek zaman kalmasa da, dev eserler bu evde doğdu. Martı‘yı yazmaya 1894′de başladı, iki yılda tamamladı. Gördükleriyle zenginleşen birikimi Köylüler öyküsünü yazdırdı.

cehovic2

1897′de tüberküloza yakalandı Çehov. Sonraki yıl babasının ölümünden sonra, 1899′da Yalta’ya taşındı. Çehov’un ölümünden sonra, satılan evde yazara ait yalnızca piyano ve yazı masası kalmıştı. Yeni sahip Baron da devrimden sonra tutuklanıp Bolşevikler tarafından öldürülünce, Ekim 1918′de ev devletleştirildi. Tarihsel ve kültürel bir önem yüklenmişse de, gereken bakım ve koruma ne yazık ki sağlanamadı. 1927 yılında kolhoza (Rusya’da köylülerin ortak olarak çalıştırdıkları tarım işletmesi) devredildiğinde yeni binalar, silolar yapıldı. Çehov’un Martı‘yı yazdığı ev de viraneye döndü. 1940′lardan sonra restorasyon projeleri yapıldıysa da savaş nedeniyle işler uzadı. Bu arada, 1941 ve 1970 soğuklarında ağaçlar oldukça zarar görmüş, geride birkaç ıhlamur, huş ağacı ve kavak dışında hiçbir ağaç kalmamıştı . Nihayet 1960′larda Çehov’un bahçesi aslına uygun olarak yeniden ekildi. Yılda 100.000 ziyaretçisi olan müze-evde artık her cumartesi Çehov oyunları sergileniyor.


15 Ocak 2014 Çarşamba

Ruslar Türk adlarını tanıyor


Ruslar Türk adlarını tanıyor


Son aylarda, Nazım Hikmet’in doğum günü, şairin otobiyografik romanının Rusçaya çevrilmesi ve Rusya’da yeni Türk dizisi “Çalıkuşu”nun gösterime girmesi ile ilgili olarak Rusyalıların Türk kitap, sinema ve müziğine ilgisi gözle görülür derecede arttı. 

Ünlü Türkolog ve Türkçe tercümanı Apollinariya Avrutina, Rusya’nın Sesi radyosuna demecinde, modern Türk edebiyatının özelliklerini ve Rus-Türk edebiyat ilişkilerinin perspektiflerini anlattı:

“Türk edebiyatına olan ilgi bizde Orhan Pamuk’tan önce de vardı. Sanırım benden onun adını çekmemi bekliyorlar. Ancak referans noktasının bir anlamda Nazım Hikmet olduğunu düşünüyorum. Sovyetler Birliği’nde çevrilmeye ve yayınlanmaya başlamıştı. Aslında yayıncılarımız ve edebiyatçılarımızın dikkatini Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanına çeken de o olmuştu. Bu eser, Sovyet okurunun büyük takdirini ve sevgisini kazanmıştı. Bu romandan uyarlanan ve Aydan Şener’in oynadığı 1986 yapımı Çalıkuşu filmi de SSCB televizyonunda bir nevi “bomba etkisi” yapmış, Rus izleyici kitlesinin Türk kültürü, özellikle de edebiyat ve sinemasına derin ve yaygın bir merak uyandırmıştı.

Ardından da perestroyka, Türk ürünlerinin Rusya’ya girişini sağlamıştı. Batı’da, tam da bu dönemde Doğu hatta Müslüman Doğu ile ilgili her şeye, Türk modasına, Arap süslerine, İran sinemasına, Pakistan mutfağına, Hint müziğine olan merak doruk noktasına ulaşmıştı. Bu son derece uygun koşullarda ülkemizde Orhan Pamuk gibi bir olgu ortaya çıkıyor. Buna olgu demekten çekinmiyorum. Tüm 13 romanı Rusçaya çevrilmiş durumda (Orhan Pamuk’u Rusçaya Apollinariya Avrutina çevirmiştir - yazarın notu). Kitaplar başarılı bir şekilde satılıyor. Moskova ve Peterburg’da farklı yaşlardan insanların onu okuduğunu çok rahat görebilirsiniz. İçerikle ilgili çeşitli yorumlara ve eserlerinin hedefine bakmayarak mevcut durumda önemli olan, Türk kültürünün bir parçası olması, diğer halklara Türk gelenek ve göreneklerini öğrenmeleri için kapı açmasıdır. Türkiye’den Avrupa’ya yaşanan göç dikkate alındığında bu son derece önemli. Bize gelince, inanç ve gelenekler ne olursa olsun Rus ve Türk karakterlerin benzediğini boşuna söylemiyorlar. Pamuk, postmodernist bir yazar, Türkiye’nin Umberto Eco’sudur ve bu, aslında algılanması zor eserlerin Rusyalı edebiyatseverlerin akıllarını meşgul etmesi, ilginç, hoş ve karakteristik bir olay. Türkler de yüz yıldan fazla bir süredir bizim klasik edebiyatımızı okuyor ve onların edebiyat yaşamına, Türk halkının solduğu havaya ilgi göstermemiz diğer yönlerdeki ilişkilerimiz için de çok önemli.

Olası karşılaştırmaya gelince Türk ve Rus edebiyat gelenekleri kesinlikle farklı. Türk edebiyatı, Müslüman Doğu’nun hemen hemen tüm ülkelerinin edebiyatlarına özgü olan geleneksel Doğu edebiyatıdır. Rus edebiyatı bu anlamda Avrupa edebiyatına yakın ve her ikisi çok daha geç tarihlerde ortaya çıktı. Ancak daha klasik eserlerin doğası tabii ki benziyor. Yakın tarihte ise kültürel nüfuz ve fikir değiş tokuşunu gözlemliyoruz. Türk yazarlar, uzun yıllardır Avrupalı romanistleri taklit ediyor, deneyimlerini kendi edebiyat geleneklerine uygun olarak kullanıyor. Bu arada Rus ve Türk eserlerinin ortak bir yanı daha var. Türk yazarlar, 19’uncu yüzyıldan başlayarak, aslında Rus edebiyatının etkisiyle, toplum tarafından dışlanan entelektüel kahramanı Türk geleneğine eklemiştir. Bunlar, Sabahattin Ali, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Pamuk ve birçok diğer yazarlardır. Bu kahraman, tıpkı Puşkin, Lermontov ve Griboyedov’da olduğu gibi, anavatanın kaderini düşünür, öte yandan da genellikle çevredekiler tarafından kabul edilmez ve dışlanır. Bu tür özgü kahraman ve kötü kahraman konusu halen güncel.

Bu sıralarda ünlü ve en çok satılan Türk yazarı Ahmet Ümit’in eserlerini çevirip Rusya’da yayınlamayı düşünüyoruz ve muhtemelen bu fikri hayata geçirmeyi başaracağız. Gerçekten de yetenekli bir yazar ve heyecan verici tarihi dedektifler yazıyor. İstanbul’da düzenlenen kitap fuarlarında, defalarca gözlemlediğim gibi, en uzun kuyruklar hep onun için oluşur. Bu bağlamda, Boris Akunin ve onun 19 yüzyıl Çar Rusya’sında yaşayan devlet müşaviri Fandorin hakkında olan kitapları ile çok şartlı ve kesik çizgili olsa da bir paralellik kurulabilir. Yani Ahmet Ümit, Rusçaya çevrilmeye son derece değer birisi. Rus okurlar da böylece Türk eserleri dahil dünya edebiyatının çeşitliliğine erişebilir. Bu, özellikle devletlerimizin ticari, ekonomik, eğitim, kültür ve bilim ilişkilerini geliştirdiği dönemde çok aktüel. Müşterek yaratıcılık alanı şu anda küresel bir nitelik taşıyor ve bu konuda Rusya ve Türkiye arasında özel bir koridorun, özel ilişkilerin olması çok sevindirici. Dahası, Ahmet Ümit, uzun bir süre Rusya’da yaşamış ve okumuş ve ülkemizle bir bağ olduğunu hissediyor. Bence bu, eserlerinin Rusya’da da anlaşılacağı ve başarılı olacağı umudunu doğuruyor.

Genel olarak ülkelerimizin kültür alanındaki işbirliği perspektiflerinin gayet umut verici olduğunu kaydetmeden geçemem. Rusya’da Türk yazarlarını okuyan kitle genişliyor. Hatta sosyal ağlarda on binlerce takipçisi olan sayfalar var. Hepsi Türk kültürü ile ilgileniyor, en azından herhangi bir Türk ve hatta Osmanlı adını tereddütsüz telaffuz edebilirler! Türkiye’de Rus edebiyatı uzun zamandır basılıyor ve okunuyor. Her bir Türk, Dostoyevski ve Tolstoy’u bilir. Hatta raflarda, Sovyet köyünün yaşamını anlatan Şukşin’in hikayelerini de görmek mümkün. Ancak en çok sevindiren modern edebiyatımızın Türkçeye çevrilmesidir. Bu eserleri çevirmek için Rus Kültürü Enstitüsü, Rusya Kültür Bakanlığı ve Puşkin Evi’nin başlattığı projelere ben de katılıyorum. En iyi Türkçe çeviri yarışması bile düzenlendi. Türkiye’de herhangi bir üniversitenin her bir sınıfında en az 10 kişinin Rusça öğrendiğine ve Rus eserlerini okuduğuna bakılırsa modern Rus edebiyatının Türkiye’de yaygın hale gelme olasılığı çok yüksek.”

Kapitalizm Ruslar'ın psikolojisini bozdu

Rusya Bilimler Akademisi’nin yaptığı çalışma, Rus halkının 30 yılda değişen psikolojisini ortaya koyuyor. Çalışmaya göre kapitalizm, iyi huylu Rusları agresif hale getirdi.

Rusya Bilimler Akademisi Tıbbi Psikoloji Bölümü’nün yaptığı araştırmaya göre sosyalizmin ardından kapitalizmle tanışan Ruslar, daha hoşgörüsüz, kaba ve acımasız oldular.
Araştırma 1981-2011 yılları arasında halkın kişilik özelliklerinde yaşanan değişime odaklandı. "Sovyetler Birliği sonrasında Ruslar gerginleşti" tespitinin yapıldığı araştırmaya göre "Rusya’da halk son yıllarda çok daha sinirli, hırslı ve küstah hale geldi."

Rusya Bilimler Akademisi’nden Sergey Yenikolopov, 1981 yılından itibaren saldırganlığın istikrarlı bir biçimde artmadığına, özellikle kriz dönemlerinde tırmandığına dikkat çekiyor. Yenikolopov’a göre "Bir toplumdan başka bir topluma geçiş halkı ürküttü ve değer yargılarına olumsuz olarak
yansıdı."

'Küstah ve kindar'
Araştırmada 30 yılda Rusya’da saldırganlık, nefret, düşmanlık besleme, kindarlık ve küstahlık artmış durumda. Diğer yandan araştırmaya göre, aynı dönemde Rusya’da halk daha az disiplinli, güvenilir, dürüst, insancıl, iyi yürekli, merhametli hale geldi. Halkın 30 yıl önce çok daha farklı olduğunu anımsatan araştırma, suç istatistiklerinin detaylı bir incelemesine ve yapılan anketlere dayandırıldı.

Rusya’da halkın çoğunluğu Sovyetlerin yıkılmış olmasından üzüntü duyuyor



Rusya kamuoyu araştırma şirketi Levada’nın yaptığı çalışmaya göre halkın yüzde 57’si Sovyetler Birliği’nin dağılmasından memnun değil.
Rusya’nın 45 ayrı yerleşim biriminde 1600 kişi ile görüşülerek yapılan çalışmaya göre halkın yarıdan fazlası ülkenin bu yıkımdan kaçınmak için çaba sarf etmediğine inanıyor.
Halkın yüzde 13’ü cevaplamak da zorluk çekerken, yüzde 30’a göre Sovyetler Birliği’nin dağılması o kadar da pişman olunacak bir konu değil.
Yaşlı insanlar gençlere göre Sovyetler Birliği’ne daha çok özlem duyuyor. 55 yaş üzeri vatandaşların yüzde 86’sı Sovyetlerin dağılmasından pişman olduğunu ifade ederken, 25-39 yaş arası vatandaşların yüzde 37’si Sovyetler Birliği’nin dağılmasından memnun değil.
Halkın yüzde 29’una göre birliğin dağılması kaçınılmaz olarak görülürken, yüzde 53’üne göre dağılmaktan kaçınılabilirdi.
1917’de Bolşevik Devrimi’nin ardından kurulan Sovyet Rusya’sı 30 Aralık 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni oluşturdu. Birlik resmi olarak 26 Aralık 1991’de dağıldığını ilan etmişti.


Ria Novosti’nin düzenlediği “Açık Ders” panelinde konuşan eski Sovyet lideri Mihail Gorbaçov , Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının kendi hatası olmadığını söylemiş, “Sovyetler Birliği’nin merkeziyetçi yapısının değişmesi ve modernize edilmesinin gerekliliğine inandım. Ben her zaman birliğin korunmasından yanaydım. Birliğin yıkılması ile ilgili bana yönelik suçlamaların hiç biri doğru değil. Bunlar sorumsuzca ve haklı olmayan ithamlar.” demişti..
Glastnost (Açıklık) ve Perestroyka (Yeniden yapılanma) politikaları ile Birliğin sonunu getirdiği eleştirilerine cevap veren Gorbaçov, 1991 başarısız askeri darbesinin ardından Rusya’nın ilk devlet Başkanı Boris Yeltsin’in ‘yıkıcı tutum’ içinde olduğunu iddia etmişti.