Moskova

Moskova

1 Ocak 2014 Çarşamba

İki şiir arası yalnız bir yılbaşı gecesi

Hakan Aksay / T24

Bilirsiniz, bir şarkı veya şiir yapışır bazen dudaklarınıza. Bir türlü kurtulamazsınız. Hem merhemdir yaranıza, hem de onu kurcalar durur.
O zaman da öyle olmuştu. “16 yaşında bir çocukken bunu nasıl yazabilmiş!” diyerek kıskandığım bir şairin dizelerini mırıldanıp duruyordum sürekli:
“Gönlümle baş başa düşündüm demin;
Artık bir sihirsiz nefes gibisin.
Şimdi ta içinde bomboş kalbimin
Akisleri sönen bir ses gibisin.
Maziye karışıp sevda yeminim,
Bir anda unuttum seni, eminim
Kalbimde kalbine yok bile kinim
Bence artık sen de herkes gibisin.” 
*      *      *
Bundan on yıl kadar önceydi. Yaklaşan yılbaşı benim için kâbusa dönüşmüştü. Ne yapsam da 31 aralıktan 2 ocağa geçsem diye düşündüğüm bile oluyordu. Ama kurtuluş yoktu. Emir büyük yerdendi: Yılbaşı kutlanacaktı!
Ruslar böyledir işte! Kutlamalara taparlar! Hele yılbaşı şenliklerine! Telaşı neredeyse eylülden başlar (ama alışverişi 31 aralıkta yaparlar, o ayrı konu). Kutlama heyecanından stres üretme becerisinin bir kısmı “yeni yıla nerede, nasıl, kiminle gireceğiz?” sorusunda yatar, gerisi de hazırlığında.
O yıl, benim için kötü bitiyordu. Bir dostumu kaybetmiştim. İşlerim iyi gitmiyordu. Ve kız arkadaşımla hızla sona doğru yaklaşıyorduk. Bu kara yıl biterken birkaç yerden ısrarla “yılbaşını mutlaka birlikte kutlayalım” teklifleri yağıyordu.
Ben kendimi iyi hissetmezken, neredeyse takvimlerin emrine girmiş milyonluk bir ordunun “Mutlu olunacak! Ol!” komutunun hedef menziline girmek istemiyordum. Aralık ayı tükendikçe iyice köşeye sıkışıyordum.
*      *      *
En kötüsü de, can çekişen ilişkiye riskli bir cerrahi müdahale kararı alan kız arkadaşımın teklifiydi. Yeni yılı, önceden tanışmadığım annesi ve babasıyla birlikte karşılamamızı öneriyordu; böylelikle hem sorunlarımızı çözecek, hem de ileri bir aşamaya sıçrayacaktık. Yani bir taşla iki kuş vuracaktık. Ama ben kuşlara taş atacak halde değildim ki…
Yavaş yavaş yaklaşan o gün aniden çıkıp geliverdi. Hazırlıksızdım, kararsızdım, cesaretsizdim. Kendimden nefret etmeye yakın bir ruh haliyle eve kapandım ve durmadan çalan telefonlara bakmadım.
Akşama doğru kapım yumruklandı. Açtım. Sarı saçları bir aslan yelesi gibi rüzgârlanan, yeşil gözleri hiddet dolu bir kız içeri daldı. Ve bana sert bir ültimatom verdi. Sözlerini bitirdiğinde benim sessizliğimi duyma fırsatı buldu. Yanıma yaklaşıp elimi tuttu. Ailesiyle birlikte geçireceğimiz yılbaşının “bizim için son şans olduğunu” bu kez sakin ve ricacı bir sesle tekrarladı. Sonra yeni yılın bize bir “mucize” sunacağına inandığını söyledi.
Birden üzerimdeki gerginliğin kaybolduğunu hissettim. Galiba onun sözünü ettiği “mucize” şimdi gerçeğe dönüşüvermişti. Elimi sımsıkı tutan kız, o an ayrıldığımızı fark etmemişti. Bendeki rahatlığı hayra yorarak bir şeyler daha anlattı. Bir adresle bir süre vererek ayrıldı.
Camdan onun giderek uzaklaşan siluetini izledim. Sonra giyinip dışarı çıktım. Arabama bindim ve Moskova’nın karlı yollarına attım kendimi.
*      *      *
Bilenler bilir, eskiden beri taksiden fazla “korsan araba” vardır Rusya’da. Halk, daha ucuz diye onları tercih eder. Benim sağ şeritten yavaş gittiğimi görenler el kaldırmaya başladı. İşte yılbaşı gecesinin kaderi burada belli olmuştu. “Korsan taksicilik” yapacaktım sabaha kadar. Ama kimseden para almayacaktım. Henüz sakalları fazla ağarmamış bir Noel Baba olarak kısa yolculuklar hediye edecektim insanlara. Onlar da bana kendi öykülerini. Artık gönüllerinden ne kadar koparsa...
Önce ellerinde çiçekler ve paketler olan telaşlı insanları bir yerlere götürdüm. Mutluydular. Sorularıma gülerek cevaplar verdiler, güzel şeyler anlattılar. Kimisi sevdiğine gidiyordu, kimisi ailesinin yanına, kimisi arkadaş ortamına. İşinden söz eden de vardı, sevgilisini öven de, politikacılara küfreden de. Herkes kendi üslubuyla geçen yılın bilançosunu çıkarıyordu.  
Kendilerinden para almadığımı görünce şaşırıyorlardı. Beni akrabalarıyla ya da arkadaşlarıyla birlikte düzenledikleri yılbaşı partisine davet edenler oldu. Böyledir işte Ruslar! İlla yol ücretini ödeyeceğim diye ayak direten olmadı.
Hayır, yalan söyledim size! Bir istisnası oldu bu gecenin: Arabanın arka koltuğuna kurularak bana tam bir şoför muamelesi yapan (e, şofördüm ben de aslında ya!), sorduğum bütün soruları geçiştirip sohbete asla yanaşmayan, beyaz kürklü, alımlı, kendini beğenmiş bir kadın. Ben para almadığımı söylediğimde “Aa, olmaz öyle şey! Hayatta kimseye borçlu kalamam” türü cümleleri kafama fırlatan bu güzel kadından normal yol ücretinin üç katını talep ettim. O da hiç ikiletmeden istediğim parayı bana uzatıp kapıyı çarptı. Ne yapacağımı bilemeden birkaç dakika utançla elimdeki paraya baktım.
Gece ilerledikçe arabama çakırkeyif ve sarhoş insanlar binmeye başladı. Onların muhabbeti bir başkaydı. Bazılarıyla yolculuk sonuna doğru neredeyse kan kardeşi oluyorduk. “Haydi, bize gidip yeni yılı biraz da birlikte kutlayalım!” davetleri sıklaşıyordu. Bunlardan birini korumalı lüks bir villaya götürmüştüm. Bir diğerini otobüs durağında donmak üzereyken arabama almıştım; hüzünlü gözlerle bakıp “sana verecek param yok” demişti yolun başında; ama yolun sonunda bana “bir şişe votka ve biraz salam” vaat ederken parlıyordu aynı gözler.
“Müşterilerim” arasında bir şarkıcı, bir eski milletvekili, iki fahişe, birkaç Afrikalı öğrenci, bir de “kiralık katil” vardı (o kendini öyle tanıttı, ben de üzerine gitmedim, neme lazım!)… Birinin kimin nesi olduğunu bir türlü öğrenemedim, çünkü çok sarhoştu ve hep uyuyordu; zar zor evine götürmem yetmedi, bir de kendisini uyandırıp asansöre kadar eşlik etmem gerekti; artık asansörden çıkabildi mi, yoksa hâlâ orada mıdır, onu bilemem.
*      *      *
Sonuncusu uzun boylu, kederli ve ketum bir adamdı. Fazlasıyla içmiş, ama sarhoş olamamıştı. Öyküsünü merak ettiğim için yolu bilerek uzattım. Sonunda açıldı. Çok âşıkmış. Ama ilk aylardan sonra anlamadığı bir şeyler olmuş ve sevgisine cevap alamamaya başlamış. Deli gibi sevdiği kadının çok kaprisli olduğunu, kendisini durmadan aşağıladığını, hatta kovduğunu, ancak bir türlü ondan vazgeçemediğini anlattı.
Bu gece kalabalık bir grup olarak düzenledikleri yılbaşı eğlencesi sırasında kadın başka bir erkekle beraber olmayı seçmiş ve adama birkaç şişe alkolün unutturamadığı kahredici bir yalnızlık bırakmış. Onu dinlerken iri yarı adamların güçsüzlüğünün bana daha trajik geldiği hissine kapıldım.
Öykü tamamlandığında adamın evinin önündeydik. Uzun bir sessizlik oldu. Sonra yüzüme baktı. Nedense bana “Sen ne dersin?” diye sormasından korktuğum için bakışlarımı kaçırdım. “İşte böyledir hayat!” diyerek çıktı arabadan. Sonra döndü, cama eğilerek zoraki bir gülümseme eşliğinde bana “Yeni yılın kutlu olsun, şoför yoldaş!” dedi.
“Yoldaş” ha! Bu da güzel! Teşekkür edip yola çıktım. Hava aydınlanmaya başlıyordu.
Evime kırdım direksiyonu. Gecenin başına doğru geri sarmayı denedim film şeridini. Kimleri gördüm bu gece! Nasıl da arabamdan geçti koskoca Rus halkı! Bir ansiklopedi yazıldı sanki şuracıkta! Ne kelimeler sindi bu koltuklara, camlara! Ne anılar kaldı bana!
Dün akşama kadar geri geldim yorgun hafızamda. Karla kaplı bir penceredeki hayatın karanlığına karışan ve bir daha dönmeyecek olan güzel bir gölge canlandı aklımda. Ve sisler arasında kaybolan bir çift yeşil göz…
*      *      *
Gerçekten de kıskanıyordum şu şairleri! Ben umutsuzluklarımdan umut devşirdiğim anları hiçbir zaman bu kadar ustaca anlatmayı becerememiştim. Ama adam daha 23 yaşında neler yazmıştı:
"Ne kadar güzel şey;
Yolun üstündeki bina
Yıkıldığı zaman
Bilinmeyen bir ufuk görmek.
Kırık taşlara bakıp
Işıklı bir asfalt düşünmek
Acaba yalnız
Şairlere mi mahsus?”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder