Moskova

Moskova

30 Temmuz 2018 Pazartesi

On binlerce yıllık donmuş toprak çözülünce hayata döndüler





Rusya'da Sibirya'dan getirilen binlerce yıllık donmuş toprak örneklerinde rastlanan solucanlar hayata döndü.

Moskova'da Toprak Biliminin Fizyo-Kimya ve Biyolojik Sorunları Enstitüsüne ait bir laboratuvarda, tarih öncesi döneme ait toprak örnekleri üzerinde çalışıldığı sırada yaklaşık 300 donmuş solucandan ikisi, toprak çözdürülünce yeniden canlandı. Solucanlardan birinin yaklaşık 32 bin, diğerinin ise 42 bin yıldır donmuş halde bulunduğu sanılıyor.

Siberian Times'ın internet sitesinde yer alan haberde, "solucanların çözülmeden sonra yaşam belirtileri gösterdiği, hareket etmeye ve yemeye başladığı" belirtildi.

Haberde, "Buzul dönemine ait bu canlıların gösterdiği adaptasyon mekanizmasının, kriyobiyoloji ve astrobiyoloji gibi ilgili bilim dalları açısından önemli" olduğu vurgulandı.

Solucanları hayata döndüren mekanizmanın incelenmesinin, dünya dışında yaşamın var olabileceğine ilişkin teorilerin çoğunu değiştirebileceği ifade ediliyor.

Küresel ısınma devam edip toprak çözülmeye başladıkça benzer canlıların yeniden yaşama dönme ihtimalinin ortaya çıkabileceği öngörülüyor.

29 Temmuz 2018 Pazar

Rusların, Hristiyanlığa geçişinin 1030'uncu yıldönümü






Rusların, 1. Vladimir öncülüğünde vaftiz olup Hristiyanlığa geçişinin 1030'uncu yıldönümü tüm Rusya'da törenlerle kutlandı. En büyük tören, Kremlin Sarayı'nın hemen dışında, geçen yıl dikilen Prens Vladimir heykelinin önünde yapıldı. Rusya’da 2010'dan beri resmi bayram olarak kutlanan 28 Temmuz "Rusi'nin (Rus’un) vaftiz günü" nedeniyle düzenlenen törene Başkan Putin de katıldı.

Ortodoks Kilisesi Patriği Kirill'in yönettiği ayinde Putin, kutsal ikonu öptükten sonra heykele çiçek bıraktı.

Putin burada yaptığı konuşmada, Hıristiyanlığın kabulünün Rusya tarihi açısından en önemli dönemeç ve "tarihin kilit noktası" olduğunu vurguladı.  Rus lider, bu tarihle birlikte Rus devletinin gelişiminin başladığını, ulusal kültür ve eğitimin de üzerine inşa edildiğini vurguladı.

Kiev Büyük Knyezi: Vladimir

Vikipedi’dan:  I. Vladimir (Rusça: Владимир Святославич Svyatov Vladimir Eski Rusça: Володимеръ Святославичь Volodimer Svyatoslavich ya da Vladimir Veliki) (yaklaşık 956, Kiev - 15 Temmuz 1015, Berestova, Kiev), Hıristiyanlığı benimseyen ilk Kiev büyük prensi. Kiev ve Novgorod topraklarını tek bir devlet altında birleştirmiştir.

Rurik hanedanından Kiev büyük prensi I. Svyatoslav'ın oğluydu. Küçük yaşta Novgorod prensi oldu (970). Babasının ölümünden (972) sonra kardeşi Yaropolk'un baskısı üzerine İskandinavya'ya kaçmak zorunda kaldı. Kiev'in yanı sıra Novgorod'u ele geçirmeye çalışan Yaropolk'u dayısının yardımıyla yenilgiye uğrattı.

Hükümdarlığı

izleyen sekiz yıl içinde Ukrayna'dan Baltık Denizine kadar uzanan Kiev topraklarını birleştirdi ve Bulgar, Baltık, Doğu göçebelerinin saldırılarına karşı sınırlarına pekiştirdi. Bir putperest olmasına ve bazı kaynaklara göre insanların kurban edildiği ayinlere bile katılmasına karşın, Bizans imparatoru II. Basileios'un (976-1025) askeri yardım isteği üzerine, Basileios'un kız kardeşi Anna'yla evlenme karşılığında Hıristiyanlığı kabul etti (yaklaşık 987). Bizans'ı daha kararlı bir ittifaka zorlamak için Khersonesos (Korsun, bugün Sivastopol'un bir bölümü) çevresindeki Bizans topraklarına saldırdı. Daha sonra Kiev ve Novgorod'u Hıristiyanlaştırmaya girişti ve yerel direnişleri bastırdıktan sonra putları Dinyeper Nehrine attırdı. Eski Kilise Slavcasının kullanıldığı Bizans ayin sistemini benimseyen Rus Hıristiyanlar, kilise örgütlenmesinde de Konstantinopolis'in (İstanbul) denetimi altına girdi. Kiev'e atanan Yunan metropolit hem Konstantinopolis patriğinin, hem de imparatorun elçisi olarak önemli bir nüfuz kazandı. Bu dinsel ve siyasal bütünleşme Roma Latin Kilisesi'nin Doğu Slavlar arasında gelişmesini önledi. Vladimir'in Bizanslı mimarların tasarımıyla yaptırdığı Kiev'deki Desyatinnaya Kilisesi (y. 996) Rusların Hıristiyanlığı kabul edişlerinin simgesi durumuna geldi. Din değişikliğiyle birlikte eğitim, yargı ve yoksullara yardım gibi alanlarda hızlı bir gelişme ortaya çıktı.

Vladimir Anna'nın ölümünden (1011) sonra yaptığı başka bir evlilikle Kutsal Roma-Germen imparatorlarıyla akrabalık kurdu. Bu evlilikten doğan kızı daha sonra Polonya kralı I. Kazimierz'le (1016-1058) evlendi. Vladimir'in anısı sayısız baladlar ve efsaneler aracılığıyla uzun süre canlı kaldı.

St. Petersburg nasıl yapıldı?




Samih Güven




St. Petersburg tarihi yapıları, mimarisi, Neva Nehri, kanalları, caddeleri ve bulvarları ile dünyanın en güzel şehirlerinden biri. Rusya’nın ikinci en büyük şehri olan Petersburg işlek bir liman, sanayi ve ticaret merkezi olmasıyla da önem taşıyor. Aynı zamanda kültürel etkinlikler ve yaşantı olarak da adından söz ettiriyor. Müzik, görsel sanatlar, bale ve tiyatro alanlarında köklü ve hareketli bir geleneğe sahip. İki yüz civarında müze bulunuyor. Örneğin 2017 yılında Hermitaj müzesini 4 milyonunun üzerinde kişi ziyaret etmiş. Ve Dostoyevski’nin bir kitabına da adını verdiği Beyaz  Geceleriyle meşhur.

1918 yılında kadar yaklaşık iki yüzyıl Rusya’ya başkentlik yapmış, Rusya tarihine yön vermiş. Bu anlamda Batılaşma çabalarının, Bolşevik Devrime kadar Rusya tarihine yön veren büyük olayların sahne olduğu bir mekan. Özellikle sanayinin gelişmiş olması nedeniyle yoğun işçi sınıfı barındıran şehir işçi hareketlerinin de merkezi olmuş. Şehir 1924-1991 yılları arasında Leningrad adını almış.

Hemen belirtmek gerekir ki sınır bataklıklarından göz alıcı bir imparatorluk başkenti yaratan kişi Büyük Petro. Büyük Petro eğitimden kültüre, ekonomiden ticarete bir çok alanda devrim gerçekleştiren enerjik, deli dolu ve gözü kara bir Rus Çarı. 

Büyük Petro 1703 yılında Neva ağzında İsveç’le yapılan savaşta kullanılmak üzere sağlamlaştırılmış bir dış karakol kurulmasını ister. İlk on yılda kilise, bazı kamu binaları ve askeri birlikler dışında bir şey yoktur. Fakat 1712 yılında başkent ilan edilince şehrin büyük kuruluş hikayesi de başlamış olur. Petro çıkardığı bir kararla şehir için genel bir inşa planı yapılmasını ister. Üniversiteler, okullar, tersaneler, kamu binaları, fabrikalar inşa edilmeye başlanır.

 Öyle ki harcanan bütçeden çalıştırılan kişilere, olumsuz hava koşullarındaki olağanüstü inşaat faaliyetlerinden Avrupa ülkelerinden getirilen mimarlar, mühendisler, gemi yapımcıları ve bilim adamlarına kadar sıra dışı bir öykü St. Petersburg’un gelişim öyküsü.

Binlerce serf, mahkum, işçi ve emekçi son derece zor koşullarda çalışmış burada; hastalıklarla, açlıkla ve yetersiz araç gereçle mücadele ederek. Yüzlerce kişi ise hayatını kaybetmiş inşaat sırasında. Şair ve tarihçi Nikolay Karamzin 1811’de “Petersburg gözyaşı üzerine kuruldu” diye yazmış. 

Petro’nun Batılaşma ve modernleşme tutkusu St. Petersburg temelinde vücut buluyor bir bakıma. Rusya’nın Avrupa’ya açılan penceresi olarak bakılıyor. Petro Versay gibi Avrupa saraylarından etkilenerek şehrin biraz dışında imparator ikameti olarak kullanılacak Peterhof’u inşa ettiriyor. Bu inşaat 1714’de başlıyor ve 11 yıl sürüyor.

Moskova'nın kaotik, organik yapısına bir panzehir aramak isteyen Petro, yeni şehri için üç ana kural koyuyor: binalar, yüzleri bir “kırmızı çizgi” boyunca yan yana inşa edilmeli; sokaklar düz olmalı ve her şey taştan yapılmalı.

İlk kuruluş yıllarındaki yalın ve ağırbaşlı mimari anlayışı zamanla değişerek, 18. yüzyılın ortalarında, sert çizgiler ve zengin süslemelerle Rus Barok tarzı egemen olmaya başlıyor.

Şehir İkinci Dünya Savaşında ilk hedeflerden biri oluyor. Bunun üzerine sanayi tesisleri başka bölgelere taşınıyor ve büyük bir direniş başlıyor. Leningrad Kuşatması sırasında hastalık, soğuk ve çatışmalar nedeniyle 650 bin kişi hayatını kaybediyor. Savaş sonrası tahrip olan şehirde yeniden inşa çalışması başlatılıyor.

Kısacası St. Petersburg’a zorluk, yokluk, acı ama adanmışlık üzerine kurulu bir şaheser demeli belki de. Dostoyevski ise “Bu şehir dünyadaki en soyut ve planlanmış şehir” diyerek övüyor onu.

Büyük Petro'nun Rusya tarihindeki önemi



Samih Güven




Moskova nehrinde, Ressamlar Sokağı bölgesinde, Kırım Köprüsünden kolayca görülebilecek bir anıt vardır. 98 metre uzunluğundaki bu anıt dünyanın en yüksek sekiz anıtından biridir. Gürcü ressam, heykeltıraş Zurab Tseretelli tarafından yapılmış olan anıt Büyük Petro tarafından kurulan Rus donanmasının 300. yılı anısına yapılmıştır.

Bu anıtta Büyük Petro bir geminin dümenindedir ve elinde parşömen Moskova'nın aydınlık ufuklarına bakmaktadır. Büyük Petro (1682-1725) tartışmasız şekilde Rus tarihine damga vuran en önemli kişiler arasında yer almaktadır.

Rusya’yı büyük ve önemli bir güç haline getirmiş, aydınlanma ve akılcılık anlayışıyla eğitimden kültüre, ekonomiden askeri alanlara kadar çok sayıda reforma imza atmıştır. Sloganı ilerleme için değişim ve aydınlanma olmuştur. Bazı tarihçiler onun Rusya’ya zafer, mantık ve kanun getirdiğini söylemektedir.

Karakter olarak inatçı ve kararlı bir kişiliğe sebep olan I. Petro toplum hayatında giyim kuşam dahil bir çok alanda batılı unsurları zorla ve buyrukla hayata geçirmiştir. Kendi ailesi, annesi, karısı ve Boyar Duması bile onun reformlarına karşı çıkmış ama o yolundan vazgeçmemiştir.

Avrupa ülkelerini heyetlerle bizzat ziyaret etmiştir. Batı ziyaretinden döndükten sonra sakal bırakılmasını yasaklamış ve batılı giyim kuşam şartı getirmiştir. Sakalını kesmeyi reddedenler vergi ödemek zorunda kalmıştır. Ayrıca Rus takvimini değiştirmiş ve batı takvimine geçmiştir. Gelenekçiler onun reformlarına şiddetle karşı çıkmış, örneğin tıraş olmanın insanda Tanrının görünümünü bozduğunu ileri sürmüşlerdir.

Büyük Petro’nun en önemli reformları eğitim ve kültür hayatına ilişkindir. Minimum eğitim gereklerini dikkate alarak matematik ve denizcilik gibi bir çok alanda uzman yetiştiren okullar açılmasını emretmiştir. Eğitimi geliştirmek ve yönlendirmek üzere Bilimler Akademisi kurulmasını istemiştir. Eğitim alması için yurtdışına gönderilenlerin sayısını birkaç katına çıkarmıştır. Önemli batılı eserlerin Rusça’ya çevrilmesini özendirmiştir. Ayrıca Rusya’nın ilk gazetesini kurmuştur (vedomosti).

İlginç olan ise Petro zamanında sadece bir yıl savaşsız geçmiştir. İsveç ve Osmanlılarla önemli savaşlara girişmiştir. Büyük Kuzey Savaşı’nda önemli bir çaba harcamış, gemilerin yapımında bizzat görev almış, top yapmak için klise çanları bile eritilmiştir.

Ekonominin sadece askeri alana bağımlı olmaktan çıkarılarak çeşitlendirilmesi, ihracatın artırılması ve özel girişimin geliştirilmesi için çaba harcamıştır. Metal ve imalat sanayinin kurulmasına ön ayak olmuştur. İş adamlarına önemli teşvikler getirmiş ve sanayinin gelişmesine büyük önem vermiştir. Alınan önlemler kısmen sonuç da vermiş onun döneminde örneğin dış ticaret hacmi yedi kat artmıştır.

En önemli icraatlarından biri de  sınır bataklıklarına St. Petersburg adında yeni bir şehir kurup başkenti buraya taşımasıdır. Bugün dünyanın en çok ziyaret edilen şehirlerinden biri olan St. Petersburg bataklıklar üstüne büyük bir çaba, emek ve maliyetle inşa edilmiştir. Binlerce serf, mahkum ve savaş esiri kullanılmıştır. Bazı tarihçiler bu şehrin altında acı ve fedakarlık yattığını ileri sürer bu yüzden.

Sonuç olarak Büyük Petro ve halefi Büyük Katerina (1762-1796) akılcılık, mimari, bilim ve eğitim konularına yaptıkları katkılarla 19. yüzyıl Rusya’sının sanat ve edebiyat alt yapısını hazırlamış iki önemli kişidir. 

Denizcilik tutkusu olan Büyük Petro 1724 yılı, soğuk bir sonbahar gününde Finlandiya körfezinde batan bir gemideki askerleri kurtarmaya çalışır. Bu olay sonrasında ağır hastalanır ve kısa bir süre sonra da ölür.

Kuşbakışı Moskova







Sputnik'in foto muhabirleri, Rusya'nın başkenti Moskova’yı yüksekten görüntülediler.


İşte bunlardan birinde ‘Moskova-City’ iş kompleksi ve başkentin diğer tanınmış sembollerinden Stalin Binaları’ndan ikisinin arasında.

Eski Türklerin ‘Gök hakimi’ dedikleri dağ zirvesi






Eski Türkler, Tanrı (Tien Şan) Dağlarının dünyanın en yüksek zirvelerinden biri olan Han Tengri’ye ‘Gök Hakimi’ derlerdi.

Dünyanın zirvesinin Han Tengri olduğuna inanılıyordu.

Dağ zirvesinin birkaç adı var: Kazakistan’da Han Tengri; Kırgızistan’da Kan-Too (‘Kan dağı’) deniliyor.

Dağ zirvesinin adının çevirisi ne olursa olsun eski Türklerden bize ‘ruhların hakimi’ ve ‘Gök Hakimi’ kutsal anlamı kaldı.

Türk aşiretleri İslamiyete geçmeden önce Tengri bilinen, insanların kaderlerini çizen ve ömürlerini ölçen yüce tanrıya inanıyorlardı. ‘Gök Hakiminin’ yüce tanrı olarak sadece dünyanın zirvesinde oturabildiğine inanıyorlardı.

Hiç erimeyen karla kaplı olan bu dağ zirvesi yüzyıllardır kutsal sayılıyor. Zirve ile ilgili bir takım efsaneler ve inançlar hala sürmekte.

Kazakistan’ın en yüksek noktası olan dağın zirvesi deniz seviyesinden 6.995 metre yüksekliğe sahip.

19. yüzyılda Han Tengri dağ zirvesi bilim adamlarının ilgisini çekmeye başlamış, Rus coğrafyacı P.P. Semyonov-Tyan-Şanskiy seyahat notlarında ‘Gök Hakiminden’ bahsetmiştir.

Dağcılara göre Han Tengri’ye tırmanış son derecede zor. Han Tengri dağ zirvesi dünyada en zor varılan dağ zirvelerinden biri sayılıyor. Korkutucu ihtişamı ve zor ulaşılabilir olmasıyla Han Tengri dağcılar için cesaret ve becerinin baş testlerinden biri. Birçok çağdaş dağcıya göre Han Tengri dünyanın en güzel dağ zirvesi. Zira onun ideal bir geometrik şekli var.
 .

Dağcılar, güneş ışığında dağın tam ateş renkleri olduğunu, dağın ulaşılmazlığıyla korkuttuğunu söylerler.

Yaz anıları: St.Petersburg’da 'Beyaz geceler' bitiyor






'Beyaz geceler', gecelerin epeyce açık olduğu, alacakaranlığın yaşandığı bir dönem. Rusya’nın kuzey başkenti St.Petersburg’a en çok bu dönemde turist gelir. Çeşitli ülkelerden milyonlarca gezgin Neva nehrin kenarında bulunan şehri, Beyaz gecelerin yaşandığı dönemde görmek ister.

Ne yazık ki beyaz geceler dönemi sona eriyor, yakında kısa kuzey yazı da bitecek.

İşte Putin'in hikayesi



Cenk Başlamış



Son 15 yılda uluslararası siyasete damgasını vuran lider denilince herhalde hemen hemen herkes Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'i işaret eder.

Böyle düşünenler haksız sayılmaz çünkü Putin bir yandan dağılmanın eşiğine gelen Rusya'yı ayağa kaldırdı, diğer yandan da ülkesini yeniden bir güç olarak uluslararası sahneye çıkardı. Kısa sürede Rus halkının büyük bölümünün taptığı bir lidere dönüşen Putin, tek kutuplu dünya düzeninde hiçbir kural tanımayan, astığı astık kestiği kestik ABD'ye karşı meydan okumasıyla Türkiye dahil pek çok ülkede taraftar ve hayran kazandı.

Peki, Putin kim, iktidara nasıl geldi, neler yaptı? 

Çocukluk dönemi

7 Ekim 1952'de Leningrad'da (şimdiki adı St.Petersburg) doğdu. Babası 2. Dünya Savaşı'nda ağır yaralanmış bir asker, annesi ise fabrikada işçiydi. Büyükbabası Sipiridon Putin, Sovyet Devrimi'nin lideri Vladimir Lenin ve eşi Nadyejda Krupskaya'ya aşçılık yapmıştı.

Evlerinin hemen karşısındaki ilkokula gitmeye başladığı yıllarda yaramaz bir çocuk olarak hatırlanıyor. O dönemdeki arkadaşları, elinde sopa sık sık fare avına çıktığını anlatıyor. 12 yaşında spora merak saldı, sambo ve judo öğrenmeye başladı. O dönemde seyrettiği filmlerden etkilenerek gizli servise ilgili duydu. Lise yıllarında Almanca öğrendi. 1970 yılında Leningrad Devlet Üniversitesi'nde hukuk okudu, 1975 yılında mezun oldu. Okuldaki hocalarından biri, daha sonra hayatında önemli rol oynayacak Anatoliy Sobçak'tı. Mezun olur olmaz KGB'de eğitim almaya başladı. Aslında çok başarılı bir öğrenci olduğu söylenemez ama eğitiminin ardından Leningrad'daki yabancı diplomatları ve yabancı ülke vatandaşlarını takip etme görevi verildi.

1985-1990 yılları arasında, yani "Soğuk Savaş"ın son döneminde Doğu Almanya'nın Dresden kentinde "tercüman" kimliğiyle KGB için çalıştı. Görevi, Dresden'deki yabancılar arasında, ülkelerine döndüklerinde KGB'ye bilgi verecek ajanlar bulmaktı. O dönemdeki bilgilere göre, Dresden'deki KGB ajanları daha çok bürokratik işlerle uğraşıyordu, Putin'in en büyük başarısı ABD'li bir askerden gizli nitelik taşımayan bilgileri 800 mark karşılığında almasıydı. Doğu Almanya'da isyan başladığında kalabalıklar KGB binasına saldırmak üzereyken Moskova'ya üst üste telaşlı mesajlar göndererek ne yapmaları gerektiğini sorduğu anlatılıyor.

Eve dönüş

"Berlin Duvarı"nın yıkılmasının ardından ülkesine dönmek zorunda kalan Putin, Leningrad Devlet Üniversitesi'nin Uluslararaıs İlişkiler bölümünde ajan olarak çalışmaya devam etti, görevi öğrenci derneklerini izlemekti. 20 Ağustos 1991'de yarbay rütbesiyle KGB'den istifa etti. Bu tarih önemli çünlü bir gün önce radikal komünistler dönemin Sovyet lideri Mihail Gorbaçov'a karşı bir darbe girişiminde bulunmuştu. Aralarında, muhalefet lideri Boris Yeltsin'in de bulunduğu kişiler darbeye bayrak açmış, bazı üst düzey yetkililer de muhalefetten yana tavır almıştı. O kişilerden biri olan Putin, sonraları istifa kararını açıklarken, "Komünizm çıkmaz bir sokaktı" demişti.

19-21 Ağustos darbe girişiminin asıl önemi ise, Sovyetler Birliği'nin tabutuna çakılan son çivilerden biri olmasıydı. Evet, darbe başarısız olmuş, Gorbaçov iktidara dönmüştü ama fiili iktidar, darbeye karşı tanka çıkarak direnen muhalefet lideri Yeltsin'in eline geçmişti. Zaten kısa süre sonra da, 25 Aralık'ta Sovyetler tarihe gömüldü, yerini Rusya'nın önderliğinde Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) aldı.

Putin artık, üniversiteden tanıdığı Leningrad Belediye Başkanı Sobçak'ın yanında, Dış İlişkiler Komitesi'nde çalışmaya başlamıştı. Kimi kaynaklara göre bu noktada ilginç bir gelişme oldu: Müfettişler çalışmalarında usülsüzlük belirledi ve görevden alınmasını istedi. Bu rapora karşın Putin görevini sürdürdü ve belediye bürokrasisindeki yükselişi devam etti. 1995 yılında, iktidar partisi Evimiz Rusya'nın, adı St.Petersburg olarak değişen kentteki teşkilatını kurdu ve başkanlığını üstlendi.

Moskova dönemi

1996 yılında Sobçak'ın belediye başkanlığını kaybetmesinin ardından Putin'in kariyerine ilk büyük sıçrama yaşandı ve Yeltsin tarafından Rusya'nın yurtdışındaki gayrımenkullarından sorumlu kuruluşun başkan yardımcılığına atanarak Moskova'nın yolunu tuttu. Hemen bir yıl sonraki görevi ise Kremlin İdari İşler başkan yardımcılığı oldu. 1997 yılında "piyasa ekonomisinin oluşturulmasında bölgesel kaynakların stratejik planlaması" konulu tezini savundu. Bu tezle ilgili "intihal" söylentileri çıksa da, doğrulanmadı.

Moskova'nın iktidar koridorlarında dolaşmaya devam eden Putin 1998 yılında bu kez, KGB'nin yerini alan Federal Güvenlik Servisi'nin (FSB) başkanlığına atandı.  Yaklaşık bir yıl sonra, 9 Ağustos 1999'da Putin artık başbakanlık koltuğundaydı, "iktidar yürüyüşü"nde son basamağa tek bir adım kalmıştı. Sadece dört ay sonra, dünyanın 2000 yılına girmeye hazırlandığı saatlerde, tam olarak 31 Aralık 1999'da Yeltsin aniden televizyona çıktı ve görev süresinin dolmasına üç ay kala istifa ettiğini açıkladı. Anayasaya göre, başkanlık görevini Putin üstlendi, mart ayındaki seçimi kazanarak başkanlık koltuğuna oturdu.

Terör eylemleri

Burada uzun bir parantez açarak Putin'in başbakan olmasıyla vekaleten Yeltsin'in koltuğuna oturması arasında geçen sürede Rusya'da yaşanan siyasi olayları anlatmakta yarar var.

1994-1996 yılları arasında yaşanan Rus-Çeçen savaşı Çeçenler kazanmıştı. Rusya Federasyonu içinde özerk bir cumhuriyet olan Çeçenistan, Sovyetler Birliği'nin son günlerinde tek yanlı bir kararla bağımsızlık ilan etmişti. Dağılmayı izleyen yıllarda yaşanan kaos ortamında Moskova uzun süre sessiz kaldıktan sonra askeri müdahalede bulundu ancak iki yıl süren savaşı kaybetti ve Çeçenler fiili olarak bağımsızlıklarını kazandı. Rusya bu durumu kabullenmiş göründü ama Çeçenistan'ın ayrılmasının stratejik Kafkasya bölgesindeki diğer Müslüman cumhuriyetlerde domino etkisi göstermesinden korktuğu için aslında gizli gizli ikinci savaşa hazırlandı.

Putin'in başbakanlık görevine atanmasından iki gün önce, 7 Ağustos 1999'da Çeçenler, ünlü komutanlar Şamil Basayev ve Arap asıllı Hattab önderliğinde komşu Dağıstan'a saldırdı. Basayev'le Hattab ne düşündü, ne umdu bilinmez ama bazı Çeçen yöneticiler dahil pek çokları için bu anlamsız, gereksiz ve Çeçenistan'ın fiili bağımsızlığını tehlikeye atacak bir eylemdi...

Putin'in başbakan olmasından bir kaç hafta sonra, ağustos ayında Moskova dahil Rusya'nın pek çok kentinde terör saldırıları düzenlendi. Çoğunlukla apartmanlara düzenlenen saldırılarda 300'den fazla sivil öldü, 1700'den fazla kişi yaralandı. Saldırılardan Çeçenleri sorumlu tutan Rusya, eylül ayında Çeçenistan'ı savaş uçaklarıyla bombalamaya başladı, ekim ayından da kara birliklerini sokarak ikinci savaşı başlattı.

Bu konuya uzunca değinme nedenimiz şu:

Komplo teorisine girse de, Rusya'da ve Batı'da, terör eylemlerinin perde arkasında Rus gizli servisinin bulunduğu yolunda bir iddia var. Neden olarak ise, hem Çeçenistan'da yeniden kontrol sağlamak hem de Başbakan Putin'in popülaritesini arttırmak gösteriliyor. Gerçekten de, başbakanlığa atandığında kamuoyunda hemen hemen hiç tanınmayan Putin, 2. Çeçen savaşını başlatan kişi olarak bir anda halk arasında büyük üne ve saygınlığa kavuşmuştu. Bu popülarite sayesinde başkanlık seçimini kazanması hiç de zor olmamıştı.

Apartman bombalamalarını Çeçenistan'da yeniden söz sahibi olmak ve Putin'i iktidara taşımak için yapıldığı iddiasının başka temelleri de var. Aynı günlerde Ryazan kentinde, daha önceki saldırılarda kullanılan patlayıcılarla aynı cins patlayıcılar ele geçirildi. Olayla ilgili yakalanan kişilerin üzerinden Rus gizli servisi kimliği çıktı. Bunun üzerine FSB, patlayıcıların kendisine ait olduğunu, ancak Ryazan'daki güvenlik kuvvetleinin teröre hazırlığını kontrol etmek için tatbikat amacıyla kullandığını açıkladı ama soru işaretlerini ortadan kaldıramadı.

Komplo teorisi ya da değil, apartman bombalamalarının yol açtığı mlliyetçi ortam ve hemen ardından başlayan 2.Rus-Çeçen savaşının sağladığı popülarite Putin'i iktidara taşıdı...

31 Aralık 1999'da Boris Yeltsin'in aniden istifa etmesinin ardından devlet başkanlığını vekaleten üstlenen Vladimir Putin, 26 Mart 2000'de yapılan seçimleri oyların yüzde 53'ünü alarak ilk turda kazandı ve bağımsızlık sonrası ülkenin ikinci başkanı oldu.

Putin yönetimindeki Rusya'ya geçmeden önce iki konuya açıklık getirmek gerekiyor...

Birincisi, Putin'in tek ve tartışmasız lider olduğu, aklına geleni yapabildiği yolundaki yaygın inanış...

Aslında kestirmeden söylemek gerekirse, Putin iktidara gelmedi, "getirildi", sistem onu başkanlık koltuğuna oturttu. Rusya'nın yönetiminde gizli servisin ağırlığı hiçbir zaman azalmadı, hatta bağımsızlık sonrası belki de daha da arttı. Putin'in seçilmesinin nedeni de kuşkusuz, gizli servis kökenli olması.  Sistemin "dışarı"dan gelen birisine iktidarı teslim etme olasılığı son derece zayıf. Dolayısıyla Putin'i vazgeçilmez ve değiştirilemez görmemek gerekiyor, onu iktidara taşıyan sistem gerekli görürse iktidardan da indirmekte tereddüt etmeyecektir.


Açıklık getirilmesi gereken ikinci konu ise, Putin'in Kremlin'in patronluğunu üstlenmesinden önce Rusya'nın durumu.

Sovyetler Birliği'nin dağılması sadece koca bir imparatorluğun parçalanması değil, 1917'den beri süren bir sistemin yok olması anlamına geliyordu. 1 Ocak 1992'de Rusya piyasa ekonomisine geçince o güne kadar "devlet baba" tarafından korunan ve kollanan vatandaşlar kendilerini bir anlamda evden kovulmuş evlat durumunda buldu. Rusya gibi dev bir alana yayılan ülkede yeni bir sistem kurmak insanın tahmin bile edemeyeceği zorlukları beraberinde getirdi. Yeltsin'in iktidarda olduğu yıllar ülkeye siyasi, ekonomik, askeri, etnik ve sosyal kaos hakimdi. Vatandaşına maaş ödeyemeyen devlet, ülkenin adım adım parçalanma sürecine girmesini engelleyemiyor, "özelleştirme" adı altında ulusal servet acımasızca yağmalanıyordu.

Yeltsin demokrat eğilimli bir taşra politikacısıydı, iktidar yılları için her konuda eleştirilebilir ama 1990'ların Rusya'sının bugünden daha demokrat olduğu tespitini yapmak gerekir. Gerçi, Yeltsin halkın içinden gelmişti ama iktidar onu değiştirmişti, bunu da eklemek gerekiyor. Yeltsin'in karnesindeki zayıfların başında dış politikadaki kötü performansı geliyor. Elbette, bu sadece kendisinden kaynaklanan bir durum değildi, o günlerde Rusya zayıf, Batı'nın ekonomik yardımına muhtaç, nükleer silahlar dışında sıradan bir ülke haline gelmişti. 1999 yılında NATO'nun Yugoslavya'da düzenlediği operasyon Yeltsin için sonun başlangıcı oldu. NATO'nun Sırp lider Slobodan Miloşeviç'i devirmesi, Rus halkının artık bir süper devletin vatandaşları olmadıklarını gerçek anlamda ilk kez anlamalarına, dolayısıyla ağır bir travma yaşamalarına yol açtı. İçki alışkanlığı nedeniyle kamuoyu önünde komik duruma düşen Yeltsin'in yönetimindeki Rusya uluslararası alanda ciddiye alınmayan, hatta dalga geçilen bir ülke halini almıştı. Dolayısıyla, Rus "derin devleti"nin Yeltsin'i iktidardan inmeye zorlayarak bir anlamda "darbe" yaptığını düşünmemiz için yeterli neden var.

İşte Putin iktidara geldiğinde böyle bir Rusya tablosu vardı: Ekonomik olarak çökmüş,  dağılmanın eşiğine gelmiş, vatandaşın devletten nefret ettiği, uluslararası alanda küçümsenen bir ülke.

Sert lider

Putin işe Rusya'nın bütünlüğünü sağlayarak başladı, zaten 2. Rus-Çeçen savaşına startı daha başbakanken vermişti. Ekonomi cephesinde en büyük şansı petrol fiyatlarının yükselmesi oldu. Sert, gerektiğinde masaya yumruğunu vurmaktan korkmayan, argo konuşmaktan çekinmeyen bir lider portresi çizmeye başladı ve başarılı oldu. Kimi zaman bir savaş uçağına atlıyor, kimi zaman kara kuşak sahibi olduğu judoda rakibinin sırtını yere yapıştırıyor, kimi zaman da vahşi doğada üstü çıplak kaslarını sergiliyordu.

Şu ana kadar Putin'in siyasi görüşünden hiç söz etmemiş olmamız dikkat çekmiş olabilir. Onu bilinen kalıplar içinde değerlendirmek zor olsa da sağcı-milliyetçi bir çizgiden söz edilebilir. KGB'de yetişmiş ve görevi istihbarat toplamak olan birisin demokrat olmasını bekleyebilir miyiz? Putin yönetiminde Rusya'da "kontrollü demokrasi" diyebileceğiz bir kavram gelişti. Bu kavramı gündelik dile, vatandaşlara ne kadar demokrasi gerektiğine sadece devlet karar verir diye tercüme edebiliriz. Onun yaratmak istediği Rusya'da siyasi muhalefet sadece ayak bağıydı, dar bir alan dışına çıkmasına kesinlikle izin verilmemesi gerekiyordu. Putin'in ilk işlerinden biri de, zengin işadamlarıyla anlaşmak yapmak oldu: Siz siyasete karışmayın, ben size karışmayayım. Bu anlaşmaya uymak istemeyen petrol milyarderi Mihail Hodorkovski'nin şirketine el konuldu, kendisi ise 10 yıla yakın süre cezaevinde kaldı. Medyanın devlet kontrolü altına geçme süreci de yine onun iktidar döneminde başladı.

Böylece, ekonomisi düzelme yoluna giren Rusya'da vatandaşlar kırılan gururlarını onaran, kendilerinde yeniden büyük ve güçlü bir devlette yaşadıkları duygusu uyandıran Putin'i hemen kucakladı ve taparcasına sevmeye başladı.

Evet, Putin uluslararası alanda ülkesini yeniden ciddiye alınır hale getirmişti ama gerçek şu ki, nükleer silahları olsa da Rusya artık bir süper güç değildi. Ekonomik, siyasi, askeri, teknolojik, hatta kültürel açıdan ne ABD ne de diğer önce gelen Batılı ülkelerle rekabet edebilecek durumdaydı. Köhnemiş devlet yapısı Batı'dan onlarca yıl gerideydi. Bu koşullarda Putin ABD'ye meydan okuyaran görüntüsüyle tek kutuplu dünya düzeninden memnun olmayan ülkeleri ve halkları yanına çekmeye, dengeyi bu şekilde sağlamaya çalıştı. Putin yönetimindeki Rusya aslında enerjiyi silah olarak kullanmadı ama silah olarak kullanabileceği mesajını verdi.

Türkiye politikası

Putin yönetimindeki "yeni Rusya"nın dış politikadaki dikkat çeken hamlelerinden biri Türkiye'ye karşı oldu. Aslında taktik çok basitti: Türkiye'ye, "Gelin, bölgenin en güçlü iki ülkesi olarak buralar bizden sorulsun, başkaları giremesin" mesajı vermeye başladı. Tabii, "başkaları"ndan kasıt öncelikle ABD'deydi. Herhalde Rus stratejistler, bölgeyi Türkiye ile bir anlamda paylaşmayı, gelecekte işbirliğinin yerini düşmanlığın alması halinde Türkiye ile tarihte olduğu gibi  kolayca başa çıkabileceklerini düşünmüş olmalıydı. 

2003 yılında TBMM'nin Irak tezkeresini reddetmesi Rusları hem şaşırtmış hem de sevindirmişti: Demek ki Türkiye ABD'nin her dediğini harfiyen yapan bir ülke değildi. Putin'in 2004'deki Ankara ziyaretinin, 520 yıla yaklaşan Türk-Rus ilişkilerinde Ankara'ya lider düzeyinde yapılan ilk ziyaret olmasının altını kalınca çizmek gerekiyor. Bu ziyaret, ilişkilerde çoşkulu bir nehrin önündeki barajın kapaklarının kaldırılması etkisi yarattı ve Suriye'de iç savaşın başladığı 2011 yılına kadar neredeyse kusursuz devam etti.

Başbakanlık dönemi

Putin halk tarafından çok seviliyordu ama anayasa onun başkanlık koltuğundan iki dönemden fazla oturmasına izin vermiyordu. Aslında istese, tek bir parmak işaretiyle anayasada değişiklik yapılmasını sağlayabilir, başkanlık seçimlerinde üçüncü kez aday olabilirdi. Buna ne Batı ne de Rus halkının çoğu karşı çıkardı ama bunu yapmak yerine karmaşık ve dolambaçlı bir yol seçerek başkanlığa yakın arkadaşı Dimitri Medvedev'i önerdi. Hükümette yer almasına karşın kamuoyunda fazla tanınmayan, normal şartlarda, yani Putin'in desteği olmadan seçime girse yüzde 5 bile oy olması mucize sayılacak Medvedev 2008 mayıs ayında yapılan seçimde oyların yüzde 70'ini alarak başkanlık koltuğuna oturdu.  Putin ise başbakanlığa geçti.

Böylece Rusya'da dört yıl sürecek "garip" bir dönem başladı..."Garip"ti çünkü ülkenin "bir numaralı" koltuğunda Medvedev oturuyor ama aslında gerçek liderin, ipleri elinde tutanın "2 numara"da oturan Putin olduğunu herkes biliyordu. Kameralara yansıyan ilk resmi görüşmeleri garipten de öte komikti. "Devlet Başkanı" olarak Medvedev karşısında oturan "Başbakan" Putin karşısında eziliyor, büzülüyor, renkten renge girerek talimat vermeye çalışıyordu! Kısa boyu nedeniyle halkın "nano başkan" adını taktığı Medvedev aslında donanımlı ve entelektüel bir politikacıydı ama Rus toplumuna uygun değildi. Birincisi, lider özellikleri sınırlıydı, ikincisi fazla kibar ve yumuşak bir üslubu vardı. Diğer yandan, Rusya'nın her alanda nasıl acil reformlara ihtiyaç duyduğu düşünüldüğünde belki de doğru kişilerden biriydi ama sokaktaki vatandaştan üst düzey bürokrata herkesin gözünde "emanetçi"ydi. O kadar ki, Kremlin'de önemli bir konuşma yaparken, Putin'i gözlerini kırpmadan izleyen bürokratlar cep telefonlarını kurcalamakta sakınca görmüyordu.

Ortada böyle bir tablo varken, Medvedev'in başkanlık koltuğuna oturmasından sadece üç ay sonra yani, 2008 ağustos ayında Rus-Gürcü savaşı patlak verdi.

Gürcistan'ın başında Rusya'dan nefret eden ve meydan okumaktan çekinmeyen, Batı ile ilişkilerini geliştirmek için uğraşan Mihail Saakaşvili vardı, üstelik ülkesini NATO'ya sokmaktan söz ediyordu. İttifak zaten, eski Doğu Bloku ülkelerini alarak Rus sınırlarına yaklaşmaya başlamıştı, şimdi Gürcistan'ın üye olması demek Rusya'nın etrafındaki çemberin biraz daha daralması demekti. Gürcistan'ın, aslında kendisine ait olan ama 1992 yılında tek yanlı olarak bağımsızlık ilan Güney Osetya'ya asker göndermesini bahane eden Moskova müdahalede bulundu. Küçük ve zayıf Gürcistan'ın Rusya karşısında direnmesi elbette olanaksızdı. Böylece Rusya hem Gürcistan'ı resmen bölmüş oldu hem de Batı'nın, o yılın şubat ayında Kosova'nın bağımsızlığını tanımasının intikamı aldı. Bu arada, Güney Osetya ve benzer durumda bulunan Abhazya bağımsızlık ilan etti ve Rusya tarafından tanındı.

Gürcistan olayı, Irak'ta Saddam Hüseyin'in, Yugoslova'ya Slobodan Miloşeviç'in devrilmesini önleyemeyen, Kosova'nın bağımsızlığını engelleyemeyen Rusya'nın dış politikadaki ilk büyük başarısı oldu.

Ama Medvedev-Putin ikilisini üç yıl sonra, 2011'de Libya'da ağır bir diplomatik yenilgi bekliyordu...

Küçük Gürcistan karşısında alınan zafer aynı zamanda Rusya'nın Batı'nın kendisini almaya çalıştığı çemberi yarma girişimi niteliği taşıyordu.

Ama üç yıl sonra, yani 2011'de Libya'da deneyimli Rus diplomasisi sonuçları ağır olacak bir yenilgi aldı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde Libya'da bir uçuşa yasak bölge oluşturulmasıyla ilgili oylamada normal koşullarda "hayır" oyu vermesi, yani veto yetkisini kullanarak kararın geçmesini engellemesi beklenen Rusya "çekimser" oy kullandı. Bu da, Libya lideri Muammer Kaddafi'nin devrilmesine kadar uzanan yolu açtı. Rusya'nın bu "diplomatik gol"ü yemesinin nedeni büyük olasılıkla o anda başkanlık koltuğunda oturan Medvedev'le Putin arasındaki iletişim kopukluğuydu. Putin kararı "haçlı seferleri"ne benzeterek karşı çıktı ama iş işten geçmişti.

4 Aralık 2011'de yapılan parlamento seçimleri Putin döneminde Rusya'da ilk büyük kitlesel muhalefet gösterilerine sahne oldu. Seçime hile karıştırıldığını ileri süren yüz binlerce muhalefet üyesi başkent Moskova'da sokaklara döküldü. Rusya'da Ukrayna ve Arap Baharı benzeri bir isyan başlamasından korkan iktidar taraftarlarını ve kendisine bağlı gençlik örgütlerini sokağa çağırdı. Kremlin, Arap Baharı benzeri hareketlerin Batı'da planlandığını düşünüyor ve Rusya'da da tekrarlanmasından korkuyordu.

Medvedev'in görev süresi dolunca, tıpkı dört yıl önce Putin'in yaptığı gibi, onu başkanlığa aday gösterdi. Putin, 4 Mart'ta yapılan seçimi oyların yüzde 63'ünü alarak ilk turda kazandı ve başkanlık koltuğuna döndü, Medvedev'e ise başbakanlık yolu göründü. Seçim sırasında ve sonrasında, aralık ayındaki boyutta olmasa da muhalefet protestoları vardı.

2013 yılı sonunda Ukrayna'da başlayan olaylar, günümüzde Suriye'ye kadar uzanan gelişmelerin tetikleyicisi oldu. Batılı gizli servislerin de karıştığı olaylar sonucu Moskova yanlısı Devlet Başkanı Viktor Yanukoviç silahlı halk hareketi sonucu 2014 başlarında devrildi. Sovyetler Birliği'nin dağıldığı andan başlayarak Rusya'yı kuşatmaya çalışan Batı, şimdi Rusların burnunun dibi denilebilecek bir yere kadar yakınlaşmıştı. İktidarının tehdit edildiğini düşünen Putin'in karşı hamlesi Kırım'ı işgal etmek oldu. Karadeniz kıyısındaki Kırım Sovyet döneminde aslında Rusya'ya aitti ama Ukrayna'ya hediye edilmişti! Yarımadada Ruslar çoğunluğu oluşturuyordu ve Rusya'nın Karadeniz donanması da o bölgede, Sivastopol'deydi, yani Moskova açısından stratejik öneme sahipti. Rusya'nın Kırım'ı ilhak etmesi çokları tarafından "Putin'in zaferi" olarak algılandı ama galiba aslında Ruslar Batı'nın tuzağına düşmüştü. Batılı ülkeler Rusya'nın Kırım için savaşı bile göze alacağını biliyordu ve Ukrayna'daki hamlesine karşılık Putin'in böyle bir adım atacağını kuşkusuz tahmin ediyordu. Görünüşte Putin kazanmıştı ama Batı da Ukrayna üzerinden Rusya sınırına dayanmıştı. Yeni iktidarın NATO'ya üye olması olasılığından dehşete kapılan Ruslar iç savaşın başladığı Ukrayna'da, ülkesinin doğusundaki silahlı muhalefete para, silah, hatta asker desteği verdi. 

Kırım'ın ilhakının ardından-kimilerine göre Batı'nın tezgahı sonucu- önce petrol fiyatlarının başaşağı gitmesi, ardından Batı'nın yaptırımlar uygulamaya başlaması Rusya'yı derin bir ekonomik bunalıma sürükledi. Bu, gelirlerinin neredeyse yüzde 60'ını enerji kaynaklarının satışından elde eden Rus ekonomisi için kaçınılmaz bir durumdu. Ne kadar Putin farklı göstermeye çalışsa da Rusya hem Kırım'ı ilhak edip hem Ukrayna'daki ayrılıkçıları destekleyip hem de ekonomisini idare edebilecek durumda değildi.

Bu koşullarda 30 Eylül'e gelindi...

Peki, bu durumdaki Rusya Suriye'ye neden askeri müdahalede bulundu?

Rusya hiçbir alanda ABD ile rekabet edebilecek güce sahip değil, zaten bunu kendisi de biliyor. ABD ise, Rusya'yı "rakip" görmek bir yana fazla "kaale almıyor", en azından öyle davranıyor. Kırım sonrası Rusya sadece yaptırımlara hedef olmadı, uluslararası alanda diplomatik izolasyona da düştü.

İşte bu koşullarda ve ABD'nin Suriye konusunda isteksiz ve kararsız davranması dış politikada "fırsatçı" davranan Putin'i heyecanlandırdı.

Suriye'ye yapılacak müdahale ile bir taşla neredeyse bir kuş sürüsü vurabileceğini hesapladı. Böylece, Rusya'nın itilip kakılacak bir devlet değil, uluslararası bir güç olduğunu, Suriye'de aktörler arasında bulunduğunu ve masada yer alması gerektiğini gösterecek, Batı'nın kendisini "muhatap" almasını, önce diplomatik karantinayı, kısa vadede olmasa da yaptırımların kaldırılmasını sağlayabilecek, ayrıca Ortadoğu'daki yegane kalesini de kaybetmemiş olacaktı. Bu aynı zamanda Arap ülkelerinde başlayan, Suriye'de kesintiye uğrayan isyanların önce, örneğin İran'a, sonra da kendi ülkesine, yani Rusya'ya ulaşmasını engellemesi anlamına gelecekti.

Tabii, evdeki hesap çarşıya uyar mı, kağıt üzerindeki planlar gerçek hayatta karşılığını bulur mu, henüz söylemek için erken. Gerçek şu ki, Putin yönetimindeki Rusya bir bataklık olan Suriye'den ayaklarını kirletmeden geçmek istiyor ama son uçak olayı bunun o kadar da basit olmadığını kanıtlıyor. Zaten ekonomik kriz içinde olan Rusya aslında kendisini köşeye sıkıştırmış durumda: Suriye'ye bu kadar angaje olduktan sonra hedeflerine ulaşamadan çekilebilir mi ya da ekonomik durumu operasyonu uzun süre sürdürmesine izin verir mi, bunlar soru işaretleri.

Putin'in doğumundan başlayarak hikayesi ve onun iktidar döneminde Rusya'nın son 15 yılı böyle. Demokrat olmayan ama zaten demokratlık iddiası da bulunmayan, dağılmanın eşiğindeki Rusya'yı ayağa kaldırmayı başaran ama ABD ile eşit ilişki kurma hedefinden henüz uzakta olan bir lider Putin. 

(2015)

Not: Gazeteci Cenk Başlamış'ın "Rusya'nın Sırları" kitabından alınmıştır.

22 Temmuz 2018 Pazar

Türk turizmi ve Ruslar



Samih Güven



Türk sınır giriş-çıkış istatistiklerine göre 2017 yılında Türkiye’yi 32,4 milyon yabancı ziyaret etmiş. Ödemeler dengesi istatistiklerine göre de 2017 yılı içerisindeki seyahat gelirleri 22,4 milyar dolar. Aynı yıl ülkemizi en fazla ziyaret eden yabancılar ise 4,7 milyon ile Ruslar. Rus'ları Almanya, İran, Gürcistan, Bulgaristan, İngiltere ve Ukrayna vatandaşları izliyor. 2018 yılının ilk beş ayında Rus turist sayısında geçen yılın aynı dönemine kıyasla yüzde elli oranında artış olmuş.

Rus resmi istatistikleri açısından bakıldığında ise 2017 yılı içerisinde 4,5 milyon Rus’un Türkiye’yi ziyaret ettiği görülüyor ve Türkiye ilk sırada. Rusların en fazla ziyaret ettiği diğer ülkeler ise Finlandiya, Çin, Estonya, Polonya, Almanya ve Tayland. 

Rusya’daki iklim koşulları dikkate alındığında Rusların en önemli tatil motivasyonlarının güneş, kum, deniz, yani kıyı turizmi olduğu görülüyor. Bu açıdan öne çıkan ülkeler Türkiye, Yunanistan ve Tunus. Geçmiş yıllarda önemli ölçüde turist ağırlayan Mısır ise birkaç yıldır kapalı durumda. Rusların şehir ve kültür turizmi tercihleri açısından öne çıkan ülkeler özellikle İtalya ve İspanya.

Böylelikle Türk turizmi açısından Rusya’nın önemli bir ülke konumunda olduğu görülüyor. Tabi Türkiye’nin bu başarısı tesadüf değil. Bunda 1980’lerden sonra yapılan büyük yatırımlar ile sektörün kendini sürekli olarak geliştirmesi, rekabet avantajları ve devlet tarafından verilen desteklerin önemli payı var.

Türkiye'nin sunmuş olduğu kalite, fiyat avantajı, hijyen, güvenlik gibi faktörler oldukça önemli. Ayrıca özellikle Rusya ve bölge ülkeleri açısından uçuşa yakınlık, vizesiz rejim, otellerin aile ve çocuklara yönelik imkanları, bir çok otel personelinin Rusça konuşması gibi faktörler de katkı yapıyor.

Türkiye’de öteden beri tartışma konusu olan bir husus her şey dahil sistemi. Bu sisteme yönelik önemli eleştiriler, turistlerin otellerde kapalı kalması, bunun da şehir ve kültür turizmini ve esnafı olumsuz etkilemesi. Ancak bu hususun Türk turizm sektörünce değerlendirdiğini ve sektörünün tercihini bu yönde kullandığını, aksi taktirde bu kadar yüksek sayıda turist ağırlanmasının mümkün olamayacağı anlaşılıyor. Buna ilaveten özellikle Rus turistlerin bu sistemi tercih ettiği, ayrıca birçok otel ve tesisin kendini buna göre ayarladığı bir durumda geri dönüş o kadar kolay görünmüyor.

Türk turizmi ile özdeşleşen her şey dahil sistem hakkında ilginç bir açıklama ise geçenlerde Rus Federal Turizm Ajansı'nın Başkanından geldi. Oleg Safonov, söz konusu sistemin ilk defa Sovyetler Birliği'nde 1920'lerden itibaren sanatoryum sayfiyelerinde uygulandığını ve daha sonra da Karadeniz kıyılarında uygulandığını söyledi. Bu da Rusların bu sisteme zaten alışkın olduğunu gösteriyor bir bakıma.

Ruslarla ilgili yapılan bir araştırmaya göre (Rusya Federasyonu Pazar Araştırması - 2014 - Moskova Kültür ve Tanıtma Müşavirliği), Türkiye’nin sağladığı yukarıda sözü edilen avantajlar yanında zayıf yanlar olarak gösterilen bazı hususlar da söz konusu. Yapılan araştırmalarda Rusların verdiği yanıtlar çerçevesinde olumsuz olarak belirtilen hususlar arasında zaman zaman bir şey satma veya benzer nedenlerle ısrarcı yaklaşımlar, bazen de kimi otel çalışanlarının aşırı samimi davranışları gibi konular öne çıkıyor. İlginç başka bir şikayet ise turist kalabalığı. Genel bir özellik olarak turistler gittikleri ülkelerde kendi milletlerinden insanları yanlarında çok fazla görmek istemiyorlar nedense.

Fakat şunu söylemek gerekir ki, sektörün bu zayıf yanlarını da sürekli geliştirdiği, otel personelinin kış dönemlerinde eğitime tabi tutulduğu ve şehirlerde özellikle belediyeler ve esnaf tarafından tedbirler alındığını görüyoruz.

Mevcut koşullar altında Ruslar ve bölge ülkeleri açısından Türkiye çok önemli bir destinasyon ve bunun gelecekte de sürmesi bekleniyor. Ancak şunu da söylemek gerekir ki, turizm konusu özellikle Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkilerden de oldukça etkileniyor ve bu ilişkilerin olumlu seyretmesi önem taşıyor.

Türk turizminin dinamik yapısı, bir çok ülkedeki reklam ve tanıtım faaliyetleri, sektörün kendini sürekli geliştirmesi oldukça önemli. Dünyadaki gelişmelerin sürekli takip edilmesi, arz-talep dengesizliği gibi sorunlara da çözüm üretilmesi önem taşıyor.

Sonuç olarak cennet Ege ve Akdeniz kıyılarına sahip olduğumuz için şanslıyız. Bunu en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyoruz. Ama doğal güzelliklerimizi de korumamız gerekiyor. Kültür ve şehir turizminin daha da gelişmesi ile dinamik yapısıyla Türk turizm sektörünün daha da ileriye gideceği açık. Son bir husus ise oldukça önemli. Aslında her şeye rağmen otel karlılıklarının sanıldığı kadar yüksek olmadığı ve sektörün bütün bu başarısının otel çalışanlarının, emekçilerin ellerinde yükseldiği hususlarını da unutmamak gerekiyor.
.

Nasıl Nobel Ödülü sahibi olurum?



MİKAİL GORBAÇOV


Kaynak: “Çocuklar soruyor, Nobel'liler cevaplıyor”, Bettina Stiekel, Çeviren Elif Günçe, İş Bankası yayınları



Sevgili dostum!

Nobel Ödülü'nü kimin icat ettiğini biliyor musun?

Kendisi de büyük bir bilim adamı ve kaşif olan İsveçli Albert Bernhard Nobel'di bu. Suni ipeği keşfetti ve gaz lehimini. Ama en büyük icadı dinamitti ve yalnızca çok akıllı bir adam olmakla kalmayıp, aynı zamanda çok da becerikli olduğu için, dinamit üreten bir fabrika kurdu. Buradan bütün dünyaya dinamit sattı ve böylece çok zengin oldu.

Ölümünden kısa bir süre önce Alfred Nobel'in aklına bir şey geldi: Vasiyetini hazırladı ve vasiyetinde o muazzam servetinin neredeyse tamamını ölümünden sonra bir vakfın kurulmasında kullanılmak üzere ayırdığı yazıyordu. Bu vakfın görevi, her yıl beş büyük ödülü beş büyük adama ve kadına dağıtmaktı: Bunlardan üçü fizik, kimya ve biyoloji ya da tıp alanındaki en büyük keşif ya da buluşlara ayrılmıştı. Bir tanesi "en mükemmeli ideale en yakın olandır" dediği edebi eserlere verilecekti ve bir diğer ödül de, dünyanın herhangi bir yerinde barışı sağlamayı başaranın olacaktı - örneğin o zamana kadar birbirini sevmeyen ve aralarında savaşın sürdüğü iki halk arasında barışı sağlayanın. Çok, çok sonra, 1968'de bunlara İsveç Devlet Bankası'nın 300. yıldönümü dolayısı ile bağışladığı Ekonomi Ödülü de katıldı. Bu ödüllerin hepsi, İsveç Bilim Akademisi tarafından verilmektedir, yalnızca Barış Ödülü hakkında Norveç Parlamentosu'nda bir komite karar vermektedir.

Belki de sevgili dostum, tüm bunların çok tuhaf ve çelişkili olduğunu düşünüyorsundur şimdi. Dinamit ile, yani ölümcül bir silahla zengin olmuş bir adam, dünyaya insanlığı daha akıllı ve mutlu kılacak şeyler ve eserler için ödüller armağan ediyor - Albert Einstein'ın Görecelilik Kuramı ya da Boris Pasternak'ın Doktor ]ivago adlı eseri gibi. "Dinamit Kralı"nın -Alfred Nobel kendi çağında yaşayan insanlarca böyle anılırdı- üstüne üstlük bir de Barış Ödülü dağıtıyor olması ise, sana tamamen anlamsız geliyordur herhalde. Ben ise bunu hiç de çelişkili bulmuyorum. Alfred Nobel çok geniş vizyona sahip bir adamdı işte - ve ölümünden kısa bir süre önce, kendi hatalarından ders almaya hazırdı, bunu çok az insan yapabilir. Savaşın değil, barışın insanlığın kaderi olması gerektiğini anlaması geç oldu, fakat çok geç değil. Tıpkı daha sonra Nobel Barış Ödülü'nü alan dahi Rus fizikçi Andrey Saharov gibi. O, akıl almaz derecede acımasız olan nükleer silahları yaratanlardan biriydi. Fakat daha sonra nükleer silahsızlanmanın en sert ve en kesin savunucularından biri oldu ve hatta bu arada kendi sağlığını ve özgürlüğünü bile tehlikeye attı.

Ama peki nasıl Nobel Ödülü sahibi olunur? Bu soruyu cevaplandırabilmek için, belki de biraz daha farklı sormak gerekir. Şöyle düşünmeli: Bugüne kadar kimler Nobel Ödülü sahibi olmuştur? Mutlaka adını duymuş olduğun ya da duyacak olduğun -örneğin fizik dersinde- en ünlüleri alalım ele. Orada karşına pek çok Nobel Ödülü sahibinin adı çıkar, Wilhelm Röntgen, -bir röntgen aletinin ne olduğunu biliyorsundur sanırım- Marie Curie, Nils Bohr ya da Enrico Fermi örneğin. Hepsi şüphe götürmez bir biçimde modern fiziğin atalarıdır. Ya da başka bir bilim alanına bakalım: Biyoloji ya da tıp alanına. Bu disiplinler ile sıkı bir ilişki içinde olan adamların isimleri İvan Pavlov, Robert Koch ya da Alexander Fleming'dir. Peki Romain Rolland, George Bemard Shaw, Thomas Mann ve Ernest Hemingway'in kitaplarını okudun mu hiç? Okumadıysan, mutlaka bir gün okuyacaksındır - sadece, hepsi o büyük kitaplarından dolayı Nobel Edebiyat Ödülü'nü aldıkları için değil, bu kitaplar gerçekten büyük oldukları için.

Evet, bunlar yalnızca birkaç isimdi. Ama sanıyorum, benim ne demek istediğimi anladın sen: Bugüne kadar yalnızca insanlığın bilgisini olağanüstü bir katkı ile zenginleştirmiş olan, doğanın yeni, o ana kadar bilinmeyen yasalarını ya da insan hayatının ya da ruhun akıl almaz sırlarını keşfetmiş olan adamlar ve kadınlar Nobel Ödülü sahibi olabilmiştir. Yani hepimize gerçekten yeni ufuklar açmış olan insanlar.

Bugüne kadarki Nobel Ödülü sahipleri arasında -bunu artık sen de anladın- insanlara barışı getirmiş olan pek çok siyasetçi ve bilim adamı da vardı. Tabii bunu Alfred Nobel özellikle çok iyi düşünmüştü: Çünkü hiçbir şey barış kadar zor anlaşılamaz - ve insanlar için çok daha zor olan, ona ulaşmaktır. Pek çok Nobel Barış Ödülü sahibini şahsen tanıyorum. Hepsi de -tüm dünyada silahlı savaşları sonlandırmak için, hala öylesine anlamsızca düşman olan insanlar arasında barışı ve karşılıklı saygıyı sağlamak için hiçbir çabadan kaçınmayan harika, fedakar insanlardır. Bu hiçbir zaman kolay ya da basit değildir, karmaşık bir fizik formülünü oluşturmak ya da çözümsüz bir tıp problemini çözmek kadar zordur. Nobel Barış Ödülü sahiplerinin bazıları, sabırlarını ve yüce gönüllülüklerini hayatları ile ödemek zorunda kaldılar. Martin Luther King ve İzhak Rabin gibi. Ya da zorluklarla boğuştular. Tıpkı hayatının onlarca yılını Güney Afrika'daki ayrımcılığa adamış olan Nelson Mandela gibi. Hiçbir şey, hatta hapishane ve sürgün bile onu fikirlerinden vazgeçirememiştir.

Ben kendimi tüm bu insanlarla karşılaştırmak istemem. Ama Nobel Ödülü'nün kendilerine verildiğini öğrendiklerinde, bu onlar için de en az benim için olduğu kadar büyük bir sürpriz olmuştur. Neden mi? Çünkü ne yaptılarsa, insanlar için yapmışlardı, takdir ve hatta ödül peşinde oldukları için değil. Fakat böyle olunca, böylesi bir onura daha da çok sevinmek, elbette anlaşılır bir şeydir. Çünkü bu, insanlar için gerçekten de bir şeyler elde etmiş olmanın sevincidir - ve her şeyden önce, kendi anladığımızı onların da anlamış olmasından duyulan sevinçtir.

Ne anladığımı bilmek ister misin, dostum? Artık dünya siyasetinin meşru araçları olarak savaşlara ve şiddete yer olmadığını, artık kimsenin kimseyi silahları ile tehdit edemeyecek olduğunu. Bu nedenle SSCB Komünist Partisi'nin Genel Sekreterliği'ne ve böylece Rus Devlet Başkanlığı'na seçildiğim andan itibaren, benim için en önemli soru şuydu: Nükleer silahlanma yarışına son vermek için ne yapılabilirdi? Uzun zamandan beri insanlığın üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallanan nükleer felaket nasıl sonsuza kadar uzak tutulabilirdi? Kelimenin tam anlamıyla seçildiğim gün hayallerimi gerçeğe dönüştürmeye başlamak zorundaydım, çünkü hemen ertesi gün Cenevre'de silahların sınırlandırılması ile ilgili Sovyet-Amerikan pazarlık turlarından biri daha başlayacaktı. Yıllardır bir araya geliniyor ve bir arpa boyu bile yol alınamıyordu, sadece pazarlık yapmış olmak için pazarlık yapılıyordu. Bu nedenle ben, artık sonuçların ortaya çıkması gerektiğini açıkladım - ve bunda ne kadar ciddi olduğumu göstermek için de, kısa bir süre sonra son derece tehlikeli olan orta menzilli silahların Avrupa'da konuşlandırılmasına tek taraflı olarak koşulsuz şartsız son vermeye hazır olduğumuzu Amerikalılara bildirdim. Bunu, dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ile uzun ve çok gizli bir yazışma trafiği ve sonra kendisi ile Cenevre' de yaptığımız bir toplantı izledi. Görüşmelerimizin sonunda dünyada artık eskiye göre çok daha az silah ve o güne kadar düşman olan iki sistem arasında çok daha fazla güven vardı.

Başkalarına barışı getiren, kendisi de barışa kavuşacaktır. Bu da benim için çok önemli bir ders oldu o günlerden kalan. Çünkü o zamanlar ancak bütün dünyada görülen rahatlamanın ışığında Sovyetler Birliği'ndeki demokratik değişimlere -Perestroika ve Glasnost'a- başlayabildik. Evet, buna bugün hala inanıyorum: Modern bir devlet, kendi halkının çıkarlarını dünya toplumlarının çıkarları ile uyumlu hale getirmeye çalışmalıdır mutlaka. Bu bizim ülkemizde uzun süre farklıydı. Kendimizle ancak, başkalarını tehdit etmekten vazgeçtiğimiz için, tehdit altında hissetmediğimiz zaman yaşamın en iyi ve en mükemmel planlardan çok daha zengin ve karmaşık olduğunu düşününce ile barışabildik. Komünizmin insanları 70 yıl boyunca içine tıktığı şema da bir tür zorbalıktı aslında ve bu sona erdiğinde Stockholm'de biri telefonun ahizesini kaldırdı ve beni aradı.

Şimdi öğrendin mi, nasıl Nobel Ödülü sahibi olunduğunu, dostum? Ve belki şimdi sen de bu ödülün sahibi olmak istiyorsundur. Bunu gerçekten istiyorsan, başarırsın. Sadece daima meraklı kalmalı, bir cevabı asla bütün cevapların sonuncusu olarak kabul etmemelisin - ve her şeyden önce insana inanmalısın, onun yenilenme, dayanışma ve şiirsel güzellik yeteneğine. Ve günün birinde Nobel Ödülü sahibi olduğunda, seni Nobel Ödülü sahiplerinin düzenli olarak toplandığı o konferanslardan birine götüreceğim. Sen ve ben orada diğerleri ile insanları nasıl biraz daha soğukkanlı, bilimi nasıl biraz daha devrimci, edebiyatı nasıl biraz daha ilginç yapabileceğimiz hakkında konuşacağız ve o zaman birdenbire anlayacaksın ki, Nobel Ödülü sahibinin işi aslında onu aldığında başlar.

MİKAİL GORBAÇOV, 2.3.1931'de doğdu. 1990'da Soğuk Savaş'ın sonlandırılması için girişimlerinden dolayı Nobel Barış Ödülü'nü aldı. Moskova'da yaşıyor ve kendisi tarafından kurulan Sosyoekonomik ve Siyasi Araştırmalar Vakfı'nın başkanlığını yürütüyor.

21 Temmuz 2018 Cumartesi

"Bir Safdilin Hatıra Defteri" Türkçede





Klasik Rus edebiyatında mizahın ustaları arasında sayılan Arkadi Avarçenko'nun "Bir Safdilin Hatıra Defteri" Türkçeye kazandırıldı. Kitabın çevirisini, TürkRus.Com ve Kompas-Pusula dergilerine de katlıları ile bilinen bir isim, Mustafa Kemal Yılmaz yaptı. İş Bankası Yayınları'ndan çıkan kitabın tanıtım yazısında şöyle deniliyor:

"Arkadi Averçenko, 1920’de Bolşeviklerin Kırım’ı istila etmesi nedeniyle İstanbul’un yolunu tutan Rus göçmenlerden biriydi. Bir Safdilin Hatıra Defteri’nde İstanbul’da ve bir sonraki durağı Prag’da geçirdiği günleri anlatır. Aralarında hayatlarında ilk kez geçimlerini sağlamak için çalışmak zorunda kalan soylu ve zengin Rusların da bulunduğu göçmenlerin karşılaştıkları zorluklara odaklanırken İstanbul’u fon olarak kullanır. Hayatın yalnızca göçmenler için değil, yerliler için de çok zor olduğu işgal altındaki İstanbul’un genel atmosferine hiç değinmediği gibi, şehrin güzelliğine ya da barındırdığı tarihi hazinelere de iltifat etmez. Daha çok yabancı nüfusun yoğun olduğu Galata ve Pera civarında yaşayan Rusların ayakta kalma mücadelelerini son derece mizahi bir dille aktarır.


ARKADİ TİMOFEYEVİÇ AVERÇENKO (1881-1925): Sivastopol’da dünyaya gelen Rus yazar, aynı zamanda  eleştirmen, dramaturg ve ünlü bir mizahçıdır. Hikâyeleri 1903 yılından itibaren Harkov’daki yerel gazete ve dergilerde yayımlanmaya başladı. 1907’de Petersburg’a gitti. Burada Strekoza adlı ünlü mizah dergisine yazılar yazdı. 1908 yılında bu dergiye katkıda bulunan genç yazar ve sanatçılarla birlikte Satirikon adlı dergiyi kurdu ve yönetti. Averçenko’ya büyük ün getiren dergi çok geçmeden ülkenin en önde gelen mizah dergisi oldu. Adı 1913 yılından itibaren Novıy Satirikon olarak değiştirilen derginin yayımlanması Ağustos 1918’de Bolşevikler tarafından yasaklandı. 1919 yılında Sivastopol’a dönen Averçenko burada Beyaz Ordu yayını olan bir gazeteye düzenli yazılar yazdı. Edebi faaliyetlerini 1920’de göçtüğü İstanbul’da da sürdürdü. 1922’de Prag’a yerleşti. 1925’te gözünden geçirdiği bir ameliyattan sonra durumu kötüleşti. Aynı yılın Mart ayında yaşama veda etti. Cenazesi Prag’daki ünlü Olšanské mezarlığına defnedildi. Neşeli İstiridyeler-Mizahi Hikâyeler (1910-1911), İhtilalin Sırtına Bir Düzine Bıçak (1921) ve Bir Kiniğin Hikâyeleri (1925) başlıca yapıtlarıdır."

Bu yıl Mihail Bulgakov'un dev eseri "Usta ve Margarita"yı da Rusçadan Türkçeye kazandıran Mustafa Kemal Yılmaz ile bir söyleşi yaptık:


- Neden Averçenko? Neden bu kitap?

Arkadi Averçenko'nun yapıtlarıyla ilk kez yüksek lisans yıllarında tanışmıştım. Moskova'daki hocam yazarın bazı kayıp hikayelerinin İstanbul'da bulunmasının mümkün olup olmadığını öğrenmek için yardımımı istemişti. Zira Averçenko Rusya'yı terk ettikten sonra bir süre İstanbul'da yaşamış. O dönem şehirde yayın yapan Rusça gazeteler var. Averçenko da bu gazetelerin yazarlarından biri. O araştırma günlerinden kalmadır Averçenko sevgim. Mizahı hafif, dertleri hakiki bir yazar. Yaşama bakışındaki sağduyuyu da ayrıca takdir ederim.

Bir Safdilin Hatıra Defteri o günlerde yazarın kendisi gibi İstanbul'a sığınmak zorunda kalan çok sayıdaki Rus göçmenlerin şehirdeki yaşam mücadelesinden kesitler sunan, mizahi bir derleme. Bu bakımdan kıyının bu yakasında da ilgiyi hak eden bir yapıt.

- Çeviri ne kadar zamanınızı aldı, yazarın başka kitapları gündemde mi?

Bir ay kadar bir sürede çevirmiştim Averçenko'yu. Yazarın dili oldukça sade. Esasen gazete yazılarından oluştuğu ve hacmi de küçük olduğu için pek zorlamadı. 

İlk kez 2012'de çevirmiştim Averçenko'yu. Yazarın Ekim Devrimi ve Lenin odağında yazdığı gazete yazılarından oluşan bir derlemeyi Leninname adıyla çıkarmıştık. Şu anda ise somut bir yeni çeviri planı yok.

- Son yıllarda Türkçeye Rusçadan çok değerli edebiyat eserleri çevrildi. Bunu neye bağlıyorsunuz?

İlişkiler derinleşiyor, etkileşim artıyor. Eskisi gibi raslantısal değil artık Türklerin Rusça öğrenmesi. Rusya'da eğitim görmek artık çok daha kolay. Daha da artacaktır çeviriler. Karma ailelerin çocukları da buna ekstra bir ivme kazandırabilir diye düşünüyorum.

- Sizin gündeminizde yeni çeviri olarak neler var?

Son olarak Leonid Andreyev'in bir anlatısını çevirmiştim. Devrim öncesi Rusya'nın en popüler yazarlarından. O çeviriyi teslim ettim bu hafta. Başka da bir çeviri projesi yok elimde. En azından Eylül'e kadar biraz dinlenmek niyetindeyim.