Moskova

Moskova

29 Kasım 2017 Çarşamba

RUSYA’DA FUTBOL KLÜPLERİNİN TARİHÇESİ



Rusya’da ilk organize spor, 1883’de Rus Jimnastik Cemiyetinin (Русское гимнастическое общество) kurulmasıyla başladı. Futbol, atletizm, hokey, tenis, buz pateni vb birçok spor dalı bu cemiyet tarafından organize ediliyordu. Ancak bu cemiyeti idare edenler pan-Slavist politik görüşleri ifade eden Sokol hareketine mensuptular. Bu yüzden 1917 devriminden sonra bu cemiyet kapatıldı ancak 1922’de başka bir adla Moskova Spor Dairesi (Московский кружок спорта) adıyla yeniden açıldı. Bu spor cemiyetinin futbol takımına ilk başta bulunduğu semtten ötürü Krasnaya Presnya (Красная Пресня) adı verilse de takımda oynayan futbolcu Nikolay Starostatin’in önerisiyle adı 1935’te Spartak (Спарта́к) olarak değiştirilmiştir. Bu ad, eski Roma’ya başkaldıran gladyatör Spartaküs’ten esinlenmiştir.

Spartak, halka ait bit futbol takımıydı. İçişleri bakanlığı ve polis teşkilatının desteğiyle kurulan diğer bir Moskova takımı da Dinamo idi. 1930’lu yıllarda Spartak ve Dinamo birbirine rakip takımlardı ve Sovyet Ligi şampiyonluğu için sürekli mücadele de bulunmuşlardı.

İkinci Dünya Savaşından sonra bir başka takım bu ikiliye rakip oldu: CSKA (ЦСКА- Центральный спортивный клуб Армии) Bu takımı Kızıl Ordu kurdurmuştu ve Sovyetler yıkılına dek destek verdi. O tarihten sonra ordu ile ilişkisi kesilmiştir, ancak Savunma Bakanlığı takımda hissedardır.

Bir dördüncü Moskova takımı da tren yollarının kesişim noktasında kurulan Kazanka takımıydı. Demiryolları kesişiminde bulunmasından dolayı halk arasında Lokomotif (Локомоти́в) olarak bilinen takım sonradan 1936’da bu adı resmileştirmiştir. İlk günlerde çok başarılı olan takım epey güçsüz yıllar geçirmiş, yeni bir kadronun başa geçmesi ile önde giden takımlar arasına yeniden dahil olmuştur.

Bir başka başarılı Moskova takımı da 1924’te kurulan Torpedo’dur. Zamanında çok usta futbolcuları barındıran takımın en meşhur oyuncularından birisi de 1960’larda ‘’Rus Pele’si’’ olarak bilinen ve topuk arkası pas vermesiyle bilinen Eduard Streltsov’du (Эдуа́рд Анато́льевич Стрельцо́в).

Yukarıda saydığım takımların hepsi de Moskova takımı, ancak 1992’den beri oynanan Rusya Kupası müsabakasını Moskova dışından kazanmış olan üç takım daha var: Sankt Peterburglu ‘Zenit’, Kazan şehrinin takımı ‘Rubin Kazan’ ve Çeçenistan takımı ‘Terek Grozny’ (yeni adı Ahmat Grozny). Bu takımlardan Çeçen takımını 2003-2004 sezonunda kupayı aldığı için kutlamak gerekir çünkü klüp 1995-2001 arasında savaş nedeniyle işlev görmemiş, savaştan yeni çıkmış Çeçenistan üç yıl sonra kupayı alabilmiştir.


SSCB liderlerinden Josef Stalin’in hastalandığı zaman Türk limonuyla şifa bulduğu ortaya çıktı.


FUAD SAFAROV



Rus basınına göre, Stalin 5 Mart 1953’te yaşamını yitirdiği son güne kadar Türkiye’den getirttiği limonları tüketiyordu. Sovyet doktorlarının raporuna atıfta bulunulan haberlerde, Stalin’in devrim yıllarında Sibirya sürgünleri yüzünden sağlığının bozulduğu kaydedildi. Kremlin’in özel sekreteri Boris Bajanov’un not ettiği bilgilere göre, Stalin spor yapmıyor ve bütün günü oturarak çalışıyordu. Sürekli puro ve Gürcü şarabı içen Sovyet liderinin 73 yaşına kadar nasıl ayakta durduğu da doktorlarını şaşırtıyor.

Doktorları pek sevmeyen Stalin hastalandığı zaman halk tebabetiyle kendini tedavi ediyormuş. Yakın çevresindeki kişilerin anısına göre, Stalin soğuk algınlığı hissettiği sırada hemen çok sevdiği Türk limonu kullanıyordu.

Sovyet liderinin Özel Koruma Müdürü’nün kızı Ada Yusis’e göre, Stalin limonları özel olarak Türkiye’den getirtiyordu. Yusis, “Stalin’in sık sık anjini ağrıyordu ve limonla kendisini tedavi ediyordu. O dönemlerde bizde turuncu ürünler yetiştirilmiyordu. Bu yüzden Türkiye’den bunu sağlamak zorundaydık.

Günlerin birinde Türkiye’den limonları zamanında getirilmedi. Babam bize Ağa’nın (Stalin’in Kremlin’deki lakabı) bu yüzden çok kızdığını anlattı.” diyerek eski anılarına yer verdi.


Rusça Öğrenmek İçin Tavsiyeler



Yabancı dil öğrenmek günümüzde eğitim ve iş hayatında bir gereksinim haline gelmiştir. Eğitimine yurt dışında devam etmek isteyenler ya da iş hayatında kariyer hedefleyenler yabancı dil öğrenimine önem vermektedir.

Yabancı dil öğrenmek günümüzde eğitim ve iş hayatında bir gereksinim haline gelmiştir. Eğitimine yurt dışında devam etmek isteyenler ya da iş hayatında kariyer hedefleyenler yabancı dil öğrenimine önem vermektedir. Gerekli eğitim kurumları ve eğitim sistemleri vasıtasıyla yabancı dil öğrenmektedirler. Yabancı dil eğitimi alanında oluşan rekabet, ekonomik fiyatlar ve kaliteli eğitimi beraberinde getirmektedir. Ülkemizde İngilizce, İspanyolca, Rusça yabancı dillerini öğrenmek isteyenler bu eğitimleri veren kurumlardan faydalanmakta veya yurtdışına giderek yabancı dili kendi ülkesinde de öğrenebilmektedirler. Rusça yabancı dil eğitimi son yıllarda çok rağbet görmekte ve ülkemizde Rusça öğretmeni eşliğinde özel dersler verilmektedir.

Neden Rusça Öğrenmeliyiz?

İş dünyasında kariyer hedefi olanlar ve sıkı rekabet koşulları yabancı dil eğitiminin önemini ortaya koymaktadır. Şirketler yurtdışındaki firmalarla ticari ortaklıklar kurmakta ve büyüyen iş hacmi neticesinde yabancı dil eğitimi almış personelleri bünyelerinde bulundurma ihtiyacı duymaktadırlar. Türkiye’nin komşusu Rusya ile inşaat sektöründe beraber projeler gerçekleştirilmekte ve bu projelerde Rusça dil bilmek şirketin prestiji ve bireysel kariyer açısından önemli olmaktadır. Tekstil, lojistik, enerji ve sanayi alanında iş ilişkilerimizin yoğun olduğu Rusya’dan ülkemize gelen turistlerle etkin bir iletişim kurabilmek için Rusçayı öğrenmek ülkemize katkı sağlayacaktır. İş hayatında ki kariyer dışında, eğitim hayatında da kariyer hedefi olanlar eğitimlerine yurt dışında devam etmek istemektedirler. Daha iyi bir eğitim almak için yurtdışına gidebilmenin tek koşulu kuşkusuz yabancı dil bilgisidir. Rusçanızı geliştirip Rusça öğretmeni olabilmek için Rusya’nın sosyal ortamında alınacak eğitim yeterli olacaktır.

Rusça Nasıl Öğrenilir?

Geniş kelime haznesi ile öğrenilmesi zor olan Rusça eğitimi için birçok özel ders veren öğretmenler bulunmakta ve saat başı ücretler ile eğitim vermektedirler. Öğrenilmesi zor olduğundan dolayı birebir özel dersler çok faydalı olmaktadır. Evet zor bir dil olsa da bunu düşünerek çalışma azmi kırılmamalı sağlam bir motivasyon ve kararlılıkla Rusçayı öğrenmenin mümkün olacağı unutulmamalıdır. Rusça öğrenmek için online eğitim siteleri, özel dersler ve yurtdışında eğitim veren okullar tercih edilebilir. Ama öncesinde istikrarınızı sürdürebileceğiniz çalışırken keyif alabileceğiniz yöntemleri tercih etmek faydalı olacaktır. Öncelikle 32 harf ve işaretlerden oluşan Rus (Kiril) alfabesini öğrenmek gerekir. İlk bakışta öğrenilmesi zor gözüken Rus alfabesi aslında o kadarda zor değildir. Alfabe kolay öğrenilir, fakat alfabeyi bilmek Rusça bilmek anlamına gelmez. Cümle kalıpları, dilbilgisi biraz daha zorlayıcı olabilir. Rusça temel dilbilgisi kurallarına hâkim olmak ve isimlerin çekim hallerini bilmek başlangıçta önemlidir. Bu alt yapı Rusça eğitiminin temeli olacak ve bundan sonrası daha kolay ilerleyecektir.

Rusça İngilizce gibi kolay öğrenilemez ve bir öğretmen yardımı olmadan da öğrenilmesi neredeyse imkansızdır. Birebir eğitimde öğretmeninizin hem Türkçe hem de Rusça biliyor olması daha iyi bir eğitim için önemlidir. İstisnai harfler hariç bazı harfler Türkçe’de olduğu gibi yazıldığı şekliyle okunur. Pratik yapmak çok önemlidir. Alfabeyi ezberledikten sonra kendi isminizi yazarak alıştırma yapabilirsiniz.

Günlük Cümle Kalıplarının Faydaları

Gramere geçmeden önce günlük cümle kalıplarını öğrenmek kolay cümle kurabilmek için gereklidir. Merhaba, iyi günler, iyi geceler, hoş geldiniz, nasılsınız, iyiyim, kötüyüm, hastayım, afiyet olsun, teşekkür ederim, hoşçakal, güle güle, yarın görüşürüz, görüşmek üzere, buyurun, rica ederim gibi hazır cümle kalıplarını Rusça öğretmeni ile pratik yapmak telaffuzunuzu geliştirecektir.

Dil Öğrenmede Pratik bilgiler

Kelime tekrarları, yüksek sesle okumak, çalışırken notlar almak yabancı dil eğitiminde faydalı olacaktır. Tekrarlanmayan bilgi unutulmaya mahkumdur. Ne kadar sık tekrar yapılırsa yabancı dil öğrenmek o kadar kolay olacaktır. Rusça eğitiminde sözlük kullanmak kelime haznenizi geliştirecek ve konuşurken unuttuğunuz kelimeleri hatırlamanıza yardımcı olacaktır.

Yurtdışında Rusça Eğitim

Rusça öğrenmenin bir başka yolu da Rusya’da özel ya devlet okullarında eğitim görmektir. Belarus’ta yaz kurslarına katılabilir ve burada Rusçanızı geliştirebilirsiniz. Rusya’da o bölgenin sosyal yaşantısı, gelenekleri, kültürü ve insanlarla sürekli iletişim halinde olmak Rusçayı iyi derecede öğrenmenize olanak sağlayacaktır. Özel veya devlet okulları olsun gittiğiniz yerde konaklama sorununuz olmayacak ve birçok ayrıcalıklı imkanlarla hem tatil yapacak hem de Rusça öğrenmiş olacaksınız. Eğitim süresince Rusça öğretmeni takıldığınız yerlerde size yardımcı olacak, öğretmen ve sosyal çevrenizle sürekli iletişim halinde olacağınızdan Rusçayı kısa sürede öğrenebileceksiniz. Minsk Devlet Dil Üniversitesi, Belarus Devlet Üniversitesi, Belarus Devlet Ekonomi Üniversitelerinde tecrübeli eğitimciler ile iyi seviyede eğitim alabilirsiniz.

Rusça Tek Başına Öğrenilebilir mi?

Rusçayı tek başına sıfırdan öğrenmek çok zordur. Bunun için hazırlanmış tek başına eğitim programları piyasada mevcut olsa da öncesinde bir alt yapının olması geliştirmek açısından faydalı olabilir. Ama daha önce de belirttiğimiz üzere bir öğretmen eşliğinde öğrenmenin daha faydalı olacağı kuşkusuzdur. Bu işi profesyonelce yapan Rusça öğretmeni sayesinde hatalarınızı görmeniz, düzgün cümleler kurabilmeniz, sıkıcı olamayan bir eğitim süreci geçirmeniz, günlük konuşma metinlerini öğrenmeniz mümkün olacaktır.

kaynak

Rusya'da hayata dair 6 not





Rusya'da yaşamanın kendine göre güçlükleri var. Hele de yabancılara sorarsanız bu zorluklar bir hayli fazla... Ama Rus halkı hayatı bir nebze de olsa kolaylaştırmak, renklendirmek için türlü  alışkanlıklar, gelenekler ve adetler geliştirmekte oldukça maharetli. Özellikle yabancılar bazen bunları anlamakta güçlük çekiyor, ama hayatın içine dalınca "anlamaya" başlıyor. İşte bunlardan RBTH'nin derlediği altısı:

1. Yanında hediye getirmek. Arkadaş, komşu, eş-dost ziyaretlerine giderken Rusyalılar muhakkak yanlarında küçük de olsa bir hediye getirir. Bir kutu çikolata, pasta, çocuklar için bir oyuncak, ya da çiçek. Önemli olan hediyenin kendisi değil, bunu düşünmüş olmak.

2. Çay fincanına ya da kupasına kaşık koymak. Sovyet zamanından kalma bir şaka Rusların çayı kaşık gözlerine batmasın diye sağ gözleri kapalı içtiğini söyler. İçinde kaşık bulunan çay daha hızlı soğur ve Rusyalılar bu çayın daha lezzetli olduğunu düşünür.

3. Yeni yılı iki kere kutlamak. 1918 yılında yapılan takvim değişikliği ile birlikte Rusya iki yeni yıl sahibi oldu: Eski takvime göre ve yeni takvime göre. Yani Jülyen ve Gregoryen takvimlerine göre... Eski takvimin yılbaşıları halen kutlanmakta. Başka bir deyişle, Rusyalıların her yıl bir dilek tutmak için, içip eğlenmek için iki fırsatı var.

4. Kışın bile dondurma yemek. Rusya'da dondurma satışı kışın bile devam eder. Kış vakti dondurma yiyip hastalanmaktan korkanlar dondurmayı reçelle birlikte tüketebilir. Bu sayede boğaz şişmez derler. Bir de, "Mühim olan vücudun iç ve dış ısısını dengede tutmaktır. Kışın dışınız soğuk olur, dondurma yiyip içinizi de soğutursanız hasta olmazsınız" diye bilimsel açıklama getirirler. 

5. İşi son dakikaya bırakmak. Bugünün işini yarına bırak felsefesini benimseyen bir diğer millet de Ruslar. Bu alışkanlık şöyle bir fıkraya ilham vermiş: Öğrenciye sorarlar: - Çince öğrenmek için ne kadar zamana ihtiyacın var? Öğrencinin cevabı: - Teslim tarihi (deadline) ne zaman?


6. İyimserlik. Dışarıdan bakınca pek belli olmasa da Ruslar iyimser insanlardır ve sabretmek Rusların en iyi bildiği şeylerden biridir. En zor şartlara bile katlanmak ve "Vso budet horoşo" diye her şeyin güzel olacağını temenni etmek Rus karakterinin omurgasıdır.

27 Kasım 2017 Pazartesi

Mayısta evlenme, köşede oturma! Rusya'da evliliğe dair 10 batıl inanç





Rus kültüründe düğün ve evliliğin yeri eskiden beri çok önemli ve bir hayli "renkli"... Bundan ötürü olsa gerek, hayatın diğer alanlarında olduğu gibi evlilikle de ilgili çok sayıda batıl inanca rastlanıyor. Bunların bazılarını çoğumuz biliyoruz ama ilk defa duyduklarımız da var! İşte Rusya'da evliliğe dair en yaygın 10 batıl inanç.

1. Evlenmemiş kız masanın köşesine oturmamalı. Yoksa yedi yıl koca bulamaz.

2. Yerler pencereden başlanıp kapıya doğru süpürülür. Süpürme ile ilgili bir diğer inanç da şu: Bir genç kız kendinden uzağa değil, kendine doğru süpürmelidir. Yoksa taliplilerini kaçırır.

3. Gelinin duvağını ve gelinliğini başkasının denemesi kötü şans getirir. Deneyen kız asla koca bulamaz.

4. Damat düğünden önce gelini göremez. Kötü şans getirir.

5. Mayısta doğanlar Mayısta evlenemez, hayat boyu acı getirir. Bu batıl inanca temel teşkil eden şöyle bir kelime oyunu mevcut: May (Mayıs) ve mayatsya (acı çekmek).

6. Bekar bir kadın daha önce vaftiz annelik yapmadıysa kız çocuğunun vaftiz annesi olamaz. Küçük kızın vaftiz annenin kısmetine mani olacağı düşünülür.

7. Kız çocuklarına eteklerini ayaklarından değil, başlarından giymesi öğretilir. Yoksa evlendikten sonra kocası ona ihanet eder.

8. Genç kızlar evlenmeden önce yüzük parmağına yüzük takmamalıdır. Yoksa evde kalırlar.

9. İkinci ayak parmağı başparmağından uzun olan kadınlar evin reisi olur.


10. Kadınlar aynaya bakarken bir şeyler yememelidir. Yoksa güzelliğini de birlikte yer.

40. ölüm yılına girerken Jak İhmalyan: İkinci Nazım Hikmet vakası


Metin UÇAR




«Ressamdı, şairdi, bir sözle sanatkardı, fakat herşeyden evvel insandı, hem de büyük çapta. Büyük, ileri görüşlü bir sanatkarın, kötü insan olmasının imkanı yoktur gibi geliyor bana. Fakat iddia edemem, illa ki büyük harflerle yazılan insan olana, büyük sanatkar olmak hakkı da verilmiş midir? Kardeş kadar sevdiğim, dost ve arkadaş bildiğim Jak İhmalyan, benim için ilkin şairdi, hem de bir satır şiir yazıp yazmadığını bilmediğim halde. Onu, Türkiyede, ikinci dünya harbi senelerinde, dünyanın en güzel şehirlerinden birinde, suları kavun kokan adalarında tanıdım ve o günden bu güne ne zaman burnuma bir çam kokusu, kulağıma bir deniz hışıltısı geldiyse, hatıralarımda sanki onun da denizden bir parçaymış, bir çam ağacıymış gibi canlandığını hissettim gözlerimin önünde. …» 

Yazar Keğam Sevan’ın bu sözleri 1979’da Moskova’da basılan katalogun önsözünde yer alıyor.

‘Sürgündeki Ressam’ Jak İhmalyan... İkinci Nazım Hikmet vakası dememiz boşuna değil. Çünkü Jak İhmalyan da Nazım Hikmet’le aynı kaderi paylaşmış bir usta. Bu kader onu da yurdundan etmiş, yolunu Sovyet Rusya’sına düşürmüştür. Memleketinden uzakta sanatlarını sürdürmüş olan bu insanlar günümüzde Türkiye ve Rusya arasında birer kültür köprüsü haline gelmişler, iki ülke insanlarının yakınlaşmasında çok önemli rol oynamışlardır ve oynamaktadırlar. Bu yazımızda haketmediği kadar az tanıdığımız ‘Sürgündeki Ressam’ Jak İhmalyan’dan bahsedeceğiz. 

1922 İstanbul doğumlu İhmalyan, 14-15 yaşlarında Abidin Dino ile tanışır ve bu tanışma kırk yıllık bir dostluğa dönüşür. Abidin Dino, İhmalyan’ın ilk eserlerine yol gösterici olmuştur. 1942’de politik kişiliğinden dolayı tutuklanır. Bunu ikinci ve üçüncü tutuklanmalar izler. 1949’da gizlice Beyrut’a kaçmak zorunda kalır. 1956’da Polonya’ya giden İhmalyan, burada Nazım Hikmet ile tanışır ve Şair’in ‘Güneşi içenlerin türküsü’ adlı eserinin Leh diline çevirisi için resimler yapar. Nazım Hikmet bu çalışması için İhmalyan’a şunları yazmıştı: ‘Resimlerine teşekkür ederim, günün birinde onlara layık şiirler yazmaya çalışacağım’.

1959’da Çin’e geçen İhmalyan’ın yolu 1961’de Moskova’ya düşer. 1963’te Moskova Devlet Üniversitesi Doğu Dilleri Enstitüsü Türkoloji bölümünde öğretim görevlisi olarak çalışmaya başlar. Bir yandan da Arbat yakınlarındaki atölyesinde resim çalışmalarına devam etmektedir. Yıllarca beraber kaldığı yakın dostu Nazım Hikmet’in yağlıboya bir tablosunu ve birkaç eskiz çalışmasını yapmıştır. 1968-1978 arasında çeşitli resim sergileri oldu. 1974’de resim alanında prestijli bir kurum olan Sovyet Ressamlar Birliği’ne üye oldu.

En sonuncusu 2013’te olmak üzere Türkiye’de de sergileri düzenlenen ressamın bazı eserlerini Moskova’daki sürekli sergi salonu Les Oreades’te görmek mümkün. Les Oreades, Krımskiy Val, 10 adresinde bulunan Merkez Ressam Evi kompleksinin Muzeon tarafındaki girişinde yeralıyor. Resim galerisinin Internet adresi ise şöyle:   http://www.lesoreades.ru

Jak İhmalyan 1 nisan 1978’de Moskova’da vefat etmiştir. Aziz Nesin, ‘Birlikte yaşadıklarım, birlikte öldüklerim’ adı eserinde bakın neler yazıyor: ‘Çalışma odasına girdik. Orada, iki yıl önce yaptığı Ressamın Ölümü tablosu. Anlamlı bir resim. Resimde kendisi ölmüş görünüyor, bir yanında eşi Mari, bir yanında oğlu Vaçe.

Vartan arkamdan,
- İşte burada da kendisi, dedi.
            Arkama dönüp baktım. Divanın üstünde porselen bir vazo. İçinde Jak'ın külleri varmış.
            Krematoryumda yakmışlar Jak'ın cesedini. Geriye bir avuç kül kalmış. Anlatılmaz bir şaşkınlık geçirdim. Bir insanın, hele sevdiğim bir insanın küle dönüşmüş olmasını ilkin kavrayamadım. Böyle bişeyi ilk görüyordum. Kendimi tutamadım, ağlamaya başladım.
            9 Nisan Pazar günü Erivan'a götürüp, içinde babasının külünün bulunduğu vazonun yanına koyacaklarmış.
            Ağlayarak çıktım atelyeden...’

Mehmet Kemal 1979’da yazdığı yazısında Jak İhmalyan’ın şiirlerinden birine yer vermiştir.

Sözlerden arınmış öz be öz duygu, 
Çizgisiz noktasız ak pak bir sevgi, 
Çıkardan arınmış dövüşsüz dünya, 
Yüzüne iz düşmez saydam bir vicdan,
Çocuksu ilgi, 
Bilimsel bilgi, 
Hilesiz bakış, 
Gürültüsüz kent, 
Ulu uygarlık, 
Mutluluk gayri.

2018, Ressam’ın 40. ölüm yıldönümü. Umarız hem Türkiye’de hem de Rusya’da sergileri düzenlenir. Böylece farklı kolleksiyonlarda bulunan eserlerini birada görebiliriz. Bu, tıpkı Nazım Hikmet anmalarının yarattığı, o iki ülke arasındaki ‘kültürel köprü’ hissini pekiştirecek bir etkinlik olacaktır.

JAK İHMALYAN’IN KISA BİYOGRAFİSİ

30 Temmuz 1922 İstanbul'da doğdu. Babası Konyalı, anası Kayserili idi. Hayatı çocukluğundan itibaren resim sanatıyla iç içe geçmişti. Resmin çok ciddi bir şey olduğunu ilk kez Abidin Dino'dan öğrendiğini söyler. Dino ile ilk resim ilişkisi 1936'da başlar. 1942'de İDGSA Resim Bölümü Bedri Rahmi atölyesinde okur. Akademi'de birinci sınıfı sınavla atlar. 1939'da TKP'ye girer. 1944'te politik görüşlerinden dolayı tutuklanır. Tutukluluğu yaklaşık üç yıl sürer. 1949'da pasaport almadan Suriye yoluyla Beyrut'a gidip yerleşir. Orada bazı okullarda resim öğretmenliği yapar. Bir ara, Beyrut Havaalanı için, Fransız ressamı Simon Baltax ile birlikte, Halkların Dostluğu konulu bir pano resmeder. 1956'da Polonya'ya geçerek Varşova Radyo Komitesi’nde, ardından da çizgi filmler stüdyosunda çalışır. Nâzım Hikmet'in "Güneşi içenlerin Türküsü" adlı kitabının Leh dilindeki çevirisini resimler. Jak İhmalyan, şair Nazım Hikmet'in yakın dostları arasındaydı.

1959'da Çin'e giderek ailece Pekin'e yerleşir. Daha çok Türkiye'ye yönelik yayın yapan radyoda çalışır ve bir yandan da ülkenin geleneksel ve çağdaş resmini inceler.

1961'de Sovyetler Birliği'ne geçer. 1963'te Moskova Devlet Üniversitesi Doğu Dilleri Enstitüsü Türkoloji bölümünde öğretim üyeliğine atanır. Türkçe öğretmenliğinin yanında, aynı zaman resimle de uğraşır. Arbat bölgesinde Taniyevih Sokağında atölyesi vardır. 1968-1978 arasında çeşitli sergiler düzenler. 1974'te Sovyet Ressamlar Birliği'nde üye olur. 1 Nisan 1978'de Moskova'da hayata gözlerini yumar...


Ölümünden sonra çeşitli ülkelerde sergiler açılır. Ölümünün 15. yılında 1993'te İstanbul'da (Galeri MD) bir anma sergisi yapıldı.13 resmini içeren bir kitap, galeri tarafından yayımlanmıştı.

20 Kasım 2017 Pazartesi

Sovyet Rusya’da günlük hayat


Samih Güven



Toplumların kültürel özellikleri yüzyıllar içinde şekilleniyor. Belirleyici ana unsurların başında ise, siyasal ve ekonomik sistemler, dini inanışlar, iklim ve çevre gibi faktörler öne çıkıyor. Örneğin Dostoyevski “Ruslar bütünüyle Ortodoks’tur, ortodoksluğu anlamayanlar, Rusları asla anlamayacaktır” demiştir. Sovyet dönemi bürokrasisini yaşamayan Tolstoy’un, Anna Karenina adlı eserinde kahramanlardan biri “evrak işi Rusya’nın ruhudur” demektedir.

Farklı ekonomik ve siyasal sistemlerin insanların günlük yaşamları ve davranışları üzerindeki etkisi büyük oluyor. Bu açıdan Sovyet Rusya’daki günlük hayata bakıldığında bu deneyimi yaşamayan bizlerin ve 30 yaş üstü Rusların pek de anlamayacağı bir durum söz konusu idi. Sovyet döneminde insanların günlük hayatlarına bazı unsurlar açısından bakmadan önce 1917 Ekim Devrimi sonrasında siyasal ve ekonomik sistemin ve sosyal kesimlerin nasıl bir dönüşüm geçirdiğine kısaca değinilmesi yararlı görülmektedir.

Devrim sonrasında siyasal hayatın tek hakimi Komünist Parti oldu ve 70 yıl boyunca ülkeyi yönetti. Partinin üye sayısı 1980’ler itibarıyla 20 milyona kadar çıkmıştı.

Ekim Devrimi sonrasında özellikle ekonomik dönüşüm hızla hayata geçirilmeye başlandı. Büyük toprak sahipliği sona erdi ve zamanla kolektif tarım ve kolhoz (tarımsal üretim kooperatifi) sistemine geçildi. Sanayi, finans ve ticaret sektörleri hızla kamulaştırıldı. Çarlık döneminin sonunu hazırlayan unsurlardan olan topraksız köylüler küçük ölçeklerde toprak sahibi olabiliyordu ama Sovyetler dönemi ekonomik sonuçlarına bakıldığında en problemli alanlardan birinin tarım ve köylülerin giderilemeyen mağduriyeti olduğunu söylemek mümkün.

İşçiler Bolşevik Devrimin en çok önem verdiği kesimdi bir bakıma. Çünkü devrim bir yerde onlar adına yapılıyordu ve işçiler de devrimi destekleyen en önemli sınıftı. Ayrıca sanayileşme hızlandıkça köylü sınıfı da büyük ölçüde işçi sınıfına dönüşüyordu.

İşçi sınıfına ve tüm Sovyet vatandaşlarına sistemin verdiği önemli garantilerin başında sağlık güvencesi, iş garantisi, eğitim imkanı ve özellikle de temel gıdalarda sabit fiyat uygulaması geliyordu. Böylece Sovyet sisteminde işsizlik sorunu neredeyse sona ermişti. Ancak zaman zaman ödenen ücretlerin düşüklüğü ve kentsel alanlardaki yetersiz konut durumu başlıca sorunlar arasında yer alıyordu. Ev kirası ücretin belli bir yüzdesi olarak alınıyor ancak kimi zaman aileler bir arada kalıyordu. Mutfak, banyo gibi yerlerin ortak kullanıldığı komünite evlerinde mütevazi imkanlar ve çoğu zaman da zorluklar söz konusuydu.

Köylü ve işçi kesimlerine ilaveten Komünist Parti yönetimi sırasında özellikle de planlama ve idari konulardaki ihtiyaçlar sonrası yeni bir kesim oluşmuştu. Parti yöneticileri, bürokrasi, bilim adamları, yazarlar, sanatçıların da aralarında olduğu bu grup ayrıcalıklı sayılabilecek bir konum edinmişti. Bu durum zaman zaman diğer kesimlerle bazı gerilimlere neden olmuyor değildi. Sınıfsız toplum ideali kimi zaman sekteye uğruyor gibi görünüyordu.

Böylece piyasa sisteminin olmadığı, üretimin ve fiyatların devlet tarafından planlandığı ve belirlendiği bu sistemde vatandaşların mütevazi bir hayat sürdüğünü söylemek mümkündü. Ancak parti elitleri dışında herkes aynı durumda olduğu için bu büyük bir sorun olarak ortaya çıkmıyordu. Bununla birlikte adaletsiz uygulamalar, kayırmalar ve toplum vicdanı açısından rahatsız edici sonuçlar söz konusu olabiliyordu.

Devlet iş, sağlık ve eğitim garantisi veriyordu. Okuma yazma oranı hızla artmıştı. Halkın sanatsal faaliyetlere katılımı yüksekti. Tiyatro, bale, klasik müzik dinletileri dolup taşıyordu. Bununla birlikte sanat ve edebiyatta gerçek bir fikir özgürlüğünden söz edilmesi zordu.

Kanımca Sovyet sistemi kapitalist sistem ile girdiği rekabet nedeniyle bir tür varlık yokluk sorunu yaşıyor ve bu durum halk açısından son derece zorlayıcı sonuçlara yol açıyordu. Bir defa kaynaklar, silahlanma, uzay yarışı, bilimsel rekabet, spor ve diğer alanlardaki rekabet nedenleriyle istenilen şekilde halka yansıtılamıyordu. Belki de güçlü devlet olma bir tercih değil de bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştı.

Özellikle İkinci Dünya Savaşının getirdiği sonuçlar toplum açısından ağır bir fatura koyuyordu ortaya. Sovyet halkları büyük bir fedakarlık ve mücadele azmi göstermişti ama insan kaybı ve diğer kayıplar yakıcı bir şekilde etki ediyordu hayata.

Bu genel açıklamalardan sonra Sovyetler dönemindeki günlük yaşama bazı ana unsurlar açısından bakıldığında aşağıdaki açıklamalar yararlı olacaktır.

Kadın ve aile: Devrimin başlarında özellikle kadınları özgürleştirme politikası sonucu aile kavramında bir değişim olduğu, boşanmanın kolaylaştığı ve bazı kesimlerce “özgür aşktan” söz edildiği ve kürtajın yasallaştığı görülüyor. Ancak bilahare ve özellikle de ikinci dünya savaşı sonrasında evlilik ve aile kavramı törenselleştirilmiş ve çocuk doğurmak teşvik edilmiştir. Bunun sonucunca kadınların ev işlerine daha fazla vakit ayırması ihtiyacı doğmuştur. Sovyetler döneminde genel olarak kadınların özgüven kazandığı, eğitim imkanlarının arttığı ve özellikle işgücüne katılma oranının yüksek seviyelere çıktığı görülüyor.

Dostluk ve arkadaşlık: Genel olarak Sovyetler döneminde aile, arkadaşlık ve dürüstlüğün önemli değerler olduğunu, sosyal ve insani ilişkilerdeki dayanışmanın belirgin bir önem kazandığını söylemek mümkün. Aileler sık sık eş, dost ve arkadaşları yemeğe çağırıyor, paylaşımları artıyordu. Bugün o dönemi yaşayan yaşlı insanlara sorulduğunda söyledikleri ilk şeylerden birinin  o dönemlerde insanların sözlerine sadık kaldığı ve güvenilir olduklarına ilişkin.

Eğitim: Eğitim Sovyetler döneminin en önemli konusu bir bakıma. İnsanlar arasındaki eşitsizlikleri ortadan kaldırmanın, sistemi destekleyecek bireyler yetiştirmenin ve bilimsel alanda kapitalist sistemle rekabet etmenin ve hatta onu geçmenin en önemli boyutu oluyor eğitim. 1926’daki nüfus sayımına göre 10 yaş ve üzerindeki Sovyet vatandaşlarının %51’i, 1939’daki nüfus sayımına göre ise %81’i okuma yazma biliyordu. Öğrenciler disiplin ve kararlılık içinde eğitim faaliyetlerine devam ediyor, bu durum matematik, fizik, kimya gibi bilim dallarında önemli sonuçlar veriyordu.

En önemlisi de standart ve nitelikli eğitimin herkese ulaştırılabiliyor olmasıydı. Altı aydan sonra okul çağına kadar kreş ve anaokulu süreci devlet güvencesinde idi. Spor ve beden eğitimi de okullarda önemli bir konu olarak ele alınıyordu. Ayrıca akademik standartlar yüksekti.

Din: Komünist Partinin genel olarak dine bakışı mesafeli olsa da insanlar kiliselere gidebiliyordu. Ayrıca sinagog ve camiler de aktifti. Komünist parti mesafeli olsa da din adamları ve dini pratikler konusunda baskıcı bir tavır içinde olmamıştı. Bununla birlikte genel bakış açısı ve eğitim sistemi çerçevesinde yeni nesillerin dini pratiklerle fazla ilgisi kalmamıştı.

Ulaşım: Geniş ve planlı şehir yollarında tek tük araçlar görülüyordu. Çünkü araç sahibi olmak istisnai bir durumdu. Buna karşılık toplu taşıma hızlı ve etkiliydi. Metro ve tren taşımacılığı oldukça yaygındı. Ülkenin her noktasına demiryolu ile ulaşmak mümkündü. Kompartımanlara kadın erkek binmekte bir sorun yoktu. Bununla birlikte karayolu taşımacılığı ve alt yapısı yeterli olamıyordu. Geniş Rusya coğrafyası dikkate alındığında bu büyük bir maliyet olarak ortaya çıkıyordu.

Kültür ve sanat: Çağdaş sanat, resim, heykel, klasik müzik, bale gibi alanlar destekleniyordu. Özelikle baleye çocuk yaştan itibaren birçok kimse ilgi gösteriyordu. Şehirlerde çoğu yerde görülen heykellerde çağdaş işçiler, emek ve devrime ilişkin temalar vardı. Stalin döneminde özellikle mutlu işçileri fabrikalarda, köylüleri güneşli tarlalarda mutluluk içinde resmetmek sık rastlanır olmuştu. Halkın genelinde bale, opera, tiyatro gibi dallara genel bir ilgi vardı. Ayrıca klasik müzik de seviliyordu.

Kitap okuma yaygın bir faaliyetti. Her yerde kitap stantları görmek mümkündü. Kitap fiyatları oldukça ucuzdu. Bununla birlikte kitap, dergi, gazete gibi hemen her yayıncılık faaliyeti devlet otoritesinin gözetimi altındaydı. Televizyon batı ülkelerindeki gibi yaygın değildi. Buna karşılık radyo yayıncılığı önemliydi.

Tüketim: Hemen her türlü mal ve hizmet kamu tarafından üretiliyor ve sağlanıyordu. Buna ilişkin önemli ölçüde planlama faaliyeti ve bürokrasi söz konusu idi. Bununla birlikte tüketici talepleri ve arz arasında uyumsuzluk ve dengesizlik söz konusu oluyordu çoğu zaman. Bazı dönemlerde karne uygulaması söz konusu oluyordu. Ayrıca bir çok mal ve hizmetin kalitesi açısından sorunlar yaşanıyordu.



Siyasal hayat: Komünist parti hayatın her alanında vardı. Fabrikalarda, çiftliklerde, işyerlerinde parti temsilcileri söz konusuydu. Bunlar üretim hedeflerinin tutturulması konusundaki işlevleri yanı sıra birçok açıdan raporlama faaliyeti de yürüyorlardı. Bu durumun bazı rahatsızlıklar ve adaletsizlikler yaratması söz konusu oluyordu.

Sürpriz anket: "Rus Ortodoksların yüzde 66'sı tanrının varlığından şüpheli!"




Rusya'nın önde gelen kamuoyu yoklama şirketlerinden Levada'nın düzenlediği anket, Rusya'da halkın yüzde 10'unun  "kesinlikle tanrıya inanmadığı"nı ortaya koydu. İlginç olansa, Kendini Ortodoks Hıristiyan sayanların arasında da yüzde 6'lık bir kesimin tanrıya inanmadığını söylemesi. Ortodoks olduğunu söyleyenlerin yüzde 10'u da "Tanrıya değil, ama yüce bir gücün varlığına" inandığını söylüyor.

Tanrının varlığından hiç kuşku duymayan Rusyalıların oranı yüzde 31. Ortodoks Hıristiyanlar arasında ise bu oran yüzde 34. Başka bir deyişle, Ortodoksların yüzde 66'sı tanrının varlığından şu ya da bu ölçüde kuşku duyuyor.


Sonsuz yaşama ve dini mucizelere inanan Rusyalıların oranı yüzde 50'ye yakın. Cehenneme ve şeytana inananların oranı ise yüzde 40-41 seviyesinde. Ölümden sonra hayatın olduğuna kesinlikle inanan Rusyalıların oranı yüzde 21.

19 Kasım 2017 Pazar

"Rus diyeti"nin en gözde yiyecekleri




Türk mutfağının zenginliği içinde yetişen nesillerin, ilk bakışta Rus mutfağına "burun kıvırma" eğiliminde oldukları malum... Bununla birlikte, kuzey mutfağının da sunduğu pek çok özel, sağlıklı lezzet var. Ve bunlar arasında "Rus diyeti"nin olmazsa olmazsı sayılan pek çok gıda ürünü mevcut. İşte RBTH'nin derlemesine göre, Rusya'da formuna dikkat etmeyi seven kadın ve erkekler için 7 diyet gıda ürünü:

1. Kefir ve tvorog (çökelek). Her iki süt ürünü de vücudun yağ yakmasına yardımcı. Sıradan sütten daha az şeker içeren bu ürünler yüksek kalite protein bakımından da zengin. Bazı günler sadece 1.5 litre kefir içerek diyet yapan Rus kadınlar var.

2. Greçka (karabuğday). Her ne kadar Rusya'ya Anadolu coğrafyasının bir armağanı olsa da, bulgur ve pirinç pilavlarıyla büyümüş nesiller için bugün "kara buğday" pek az şey ifade ediyor. Halbuki pilav niyetine tüketilen bu diyet dostu gıda Rus sofralarının vazgeçilmezlerinden.

3. Salatalık. Kilo vermek için ideal gıdalardan biri olan salatalık Rusyalıların en sevdiği sebzelerden.

4. Lahana. Rusların lahanaya Türklerden daha tutkun olduğu söylenebilir. Salatası, turşusu ve dolması çok tüketilmekle birlikte lahana temelli diyetler de son derece yaygın.

5. Ahududu (Malina). Rus halkının en büyük tutkularından biri her çeşit orman yemişi. Meşhur "kaşa" ile birlikte ya da sade tüketilen ahudu da iyi bir diyet tercihi.

6. Bayırturpu (Hren). Burunda Japonların acı kökü "wasabi" misali sert ama çabuk geçen bir yanma hissi uyandıran bayırturpu ezmesi, Rus mutfağının önde gelen çeşnilerinden. Yanı sıra yağ yakıcı özelliği sebebiyle diyetler için de ideal.


7. Elma. Türkler gibi Ruslar da elmasız yapamaz. Ruslara sorarsanız, günde 1,5 kilo elma yenilerek yapılan diyetlerle haftada bir kilo kaybetmek mümkün. 

15 Kasım 2017 Çarşamba

John Steinbeck ile Robert Capa Sovyetler’de ne gördüler?

Cüneyt Bender



31 Temmuz 1947’de, Pulitzer ve Nobel ödüllü yazar John Steinbeck ile “dünyanın en büyük savaş fotoğrafçısı” olarak anılan foto muhabiri Robert Capa Moskova’ya vardılar. Soyvetler Birliği’ndeki gündelik hayatı bizzat görmek ve kayıt altına almak niyetiyle başladıkları 40 günlük gezi, Moskova’nın ardından Kiev, Stalingrad, Tiflis ve Batum’a uzanacaktı.

Kızıl Ordu’nun Nazileri alaşağı ederek II. Dünya Savaşı’na son vermesinin üzerinden iki yıl geçmişti. Dönemin İngiltere Başbakanı Winston Churchill, Nazi Propaganda Bakanı Joseph Goebbels’ten ödünç aldığı ve Soğuk Savaş’ın sembollerinden biri hâline getirdiği “Demir Perde” terimini bir konuşmasında kullanalı bir yıl olmuştu. John Steinbeck İnci adlı romanını henüz bitirmişti. Robert Capa’nın Henri Cartier-Bresson ile birlikte kurucuları arasında yer aldığı Magnum Fotoğraf Ajansı ise çalışmalarına yeni başlamıştı.

ABD gazetelerinin sütunları Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa’da olan bitenlere ilişkin günlük haberlerle dolup taşıyordu. Steinbeck ile Capa ise bu haberlerdeki siyasi imalardan arındırılmış, insana odaklanan, alternatif bir perspektif sunmayı hedefliyorlardı. New York Herald Tribune gazetesinin finansal desteğiyle 1947 yazında Moskova’ya vardıklarında, ABD’de anlatılandan çok daha farklı bir ülkeyle karşılaştılar. Yıkıntıların arasından filizlenen komünist hayat karşısında büyülendiler. İkinci Dünya Savaşı’nda verdikleri milyonlarca kayba rağmen, Ruslar dipdiri ve gerçekçi bir umutla hayata tutunuyorlardı. Steinbeck ile Capa’nın payına ise gördüklerini olduğu gibi aktarmak düşüyordu.

Steinbeck, 1954’te hayatını kaybeden Capa’nın yalnızca hareketi değil neşeyi ve kederi de fotoğraflayabildiğini söylüyordu. Capa’nın objektifinin bir insanın gözlerinden zihnine erişebileceğini iddia ediyordu. Robert Capa’nın Moskova, Kiev, Tiflis, Batum ve Stalingrad şehirlerinde çektiği fotoğraflar da bunu kanıtlar nitelikteydi. İşçiler, çiftçiler, kadınlar ve çocuklar buğday tarlalarında, kent meydanlarında, yıkıntıların arasında onurlu bir hayat sürüyorlardı.

Tomris Uyar, Steinbeck’in bir inci avcısının hikâyesini anlattığı İnci romanı için “İnsanoğlunun var olma direncinin seyreldiği bir tarih anında olanca görkemiyle gerçek umudun türküsünü söylemiştir,” diyordu. Ne var ki, Bir Rusya Güncesi insanlığın veya dünyanın dramına ilişkin bir kitap değildi. İnsanoğlunun var olma direncinin yüksek olduğu bir tarih anında mutlu bir hayatı bütün sadeliğiyle ve basitliğiyle belgeliyordu. Velhasıl, “tozpembe olmayan gerçekçi bir umudu” başka bir yöntemle kaydettiği pekâlâ söylenebilirdi.


Kaynaklar: Magnum Photos, Russia Beyond

12 Kasım 2017 Pazar

100 Yaşında

İlber Ortaylı



BUGÜNÜN tarihiyle 7 Kasım, Rusya İhtilali’nin başlayışıdır. 7 Kasım’da Petrograd Sovyeti bazı bakanlıklara el koymaya başlamıştır. (Bu tarih, eski takvimde ekim ayının sonlarına rastgeldiği için ‘Ekim İhtilali’ olarak anılır.)


Rusya ihtilali bir bakıma o senenin şubat ayında başlamıştır. Baskılar üzerine Çar 2. Nikola, tahttan kardeşi Grandük Mihail lehine çekilmiş, Mihail tahtı kabul etmeyince, hem Çarlık dönemi hem de Romanovlar hanedanı son bulmuştur. Bu da tarihe ‘Şubat Devrimi’ olarak geçer. 

CEPLERİNDE AYÇEKİRDEĞİ

Sorumlu görünen Çar tahtan indiği zaman, kurulan geçici hükümette Prens Lvov gibi eski Rurikler hanedanına mensup saygın bir politikacı başbakan oldu. Ne var ki Lvov’la, yine geçici hükümetin en önemli siyasetçilerinden, Lenin gibi Simbirsk’ten çıkan bir başka devrimci olan Kerensky anlaşamadı. En güçlü parti görünen SR (Sosyal Devrimciler) konumlarını ve görüşlerini etkili biçimde geniş kitlelere anlatamadılar. Daha sonra geçici hükümetin başbakanlığına yükselen Kerensky, Bolşeviklere karşı bir başka önemli figür General Kornilov’un yardımından da ürktü. Ekim Devrimi’ne giden yol böyle örüldü. Kerensky zayıf ve kararsız bir politikacılık gösterdi. Hiçbir taviz vermiyordu ve Rus halkının istekleri hilafına, savaştan çekilme cesaretini de gösteremedi. Kendisiyle 1960’ta mülteci olarak bulunduğu Münih civarında görüşen Rusya halklarının temsilcilerine karşı irad ettiği nutuk bu manasız inatçılığı gösterir. “Bolşevizm yıkılınca bize ne gibi imkânlar ve haklar vereceksin” diye soran gayri-Rus milletlerin temsilcilerine “Mukaddes Rusya bölünmez” diye cevap veriyordu. Hiddetlenen takımın sözcüleri ona “İhtilali zaten Komünistler değil Çar ve senin budalaca politikanız gerçekleştirdi. Kızılordu’nun, Troçki’nin ateşli nutuklarından başka silahı ve yiyecek olarak da ceplerindeki ayçekirdeğinden başka yiyecekleri yoktu” diyeceklerdi. Sonuçta Petrograd’da (yani bugünkü St. Petersburg) başlayan devrim, Bolşeviklerin SR’ler ve diğer demokrat güçlere karşı çoğunluğu sağlayamadıkları büyük meclisi, bakanlıkları, karakolları ve nihayet kışlık sarayı işgalleriyle başladı. 

KABİLİYETSİZ NİKOLA

Çar, Çariçe, çocukları, doktorları, yakın hizmetkârları Ekim Devrimi’nin ardından Yekaterinburg’da kurşuna dizildi. Devrilen tahtlar ve taçlar içerisinde en hazin son Rusya hükümdarlık ailesini buldu. Şurası da bir gerçek ki Romanovlar ve kabiliyetsiz bir yönetici olan 2. Nikola, harp eden milletler içinde en otokrat yönetimin başındaydılar. Ne Avusturya-Macaristan’da ne her şeye karışan bir hükümdarın bulunduğu Alman İmparatorluğu’nda hele hele ne de Osmanlı’da millet harbin sıkıntılarından dolayı hükümdarlara karşı düşman olmuştu. Çünkü bunların tümünde hükümdarlar arka plana çekilmişlerdi. Rusya’da ise ordunun komutasına bile bu işlerden anlamayan Çar karışıyordu. 

Rusya iddialı ama hazırlıksız olduğu bir harbe girmişti. İngiltere, harbin en kalabalık ordusu olan Alman İmparatorluğu’na karşı (Almanya’nın 10 milyona aşkın askeri donatacak kadar imkânı vardı) Rusya’yı yanına almıştı. Rusya da Britanya sayesinde Boğazlar’ı ve İstanbul’u daha kolay ele geçireceği ümidine kapılmıştı. Bu ümitler boşa gitti. Birkaç ayda bitireceklerini zannettikleri savaş çok uzadı. Rusya halkının, ağır şartlarda yaşamaya çalışan milyonlarca köylüsü ve çok ağır bir sömürüyle çalıştırılan işçi sınıfıyla uzun savaş yıllarına tahammül edecek hali kalmamıştı. Savaşın yarattığı yoksulluk ve kırım dayanılmaz safhadaydı. 

‘İSTİKLAL’İN MÜTTEFİKİ

Devrimin ardından Rusya yeni bir döneme girdi ve peşinden de dünyayı yeni bir döneme götürmeye niyetlendi. Bu gerçekleşmedi. Macaristan ve Almanya’daki Sovyet iktidarı kurma denemeleri mevcut orduların tepkisi ve bu rejimleri yok etmesiyle sonuçlandı. Tek ülkede sosyalizm, her şeye rağmen dış dünyadaki politikaları yönlendirecek etkiler yaptı.

21’inci yüzyılda dünya, Rusya İmparatorluğu gibi yeryüzünün en geniş topraklarının ve en kalabalık kavimler halitasının nasıl bir değişim geçirdiğini halen tartışıyor. Olumlu mu olumsuz mu? Kazançlar ne kadar gerçek, kayıplar ne kadar derin? Rusya medeniyeti nasıl bir değişim geçirdi ve hassaten bu imparatorluğun Slavlar dışındaki en kalabalık unsuru Müslüman Türk gruplar nasıl bir tarih yaşamak zorunda kaldılar? Bunlar hep tartışılır. Ama bir gerçek var: Türk İstiklal Savaşı yeni Rusya’da kendine bir müttefik buldu: Rusya. Türkiye tarihi için bu çok önemli bir safhadır. Halen bu ittifak nasıl devam ediyor, ne olacak, onun endişe ve merakı içindeyiz.

ONUN GÖZÜYLE EKİM İHTİLALİ

NÂZIM Hikmet’in tasviriyle “Ağır çelik kara toplarıyla Avrora: ‘Bugün!’ diyordu.” Lenin de “Dün ihtilal için erkendi. Yarın çok geç kalacağız. Bugün her şeyi ele geçirmeliyiz” demişti. Hiç şüphesiz ki payitahtı ve önemli şehirleri ele geçiren Bolşeviklerin anında sulh için Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu’yla masaya oturması sadece müttefikler Fransa ve İngiltere’yi değil verilen tavizler dolayısıyla Çar ordularının bir kısmı ve onun komutanlarını da karşı savaşa sürükledi. 

Rusya daha dört yıl kadar korkunç bir savaşın içine girdi. Kızıllara karşı ‘Beyaz Ordu’ denen savaşçılar da bir komuta birliği altında değillerdi. Denikin, Aleksandr Kolçak ve nihayet yenilince Türkiye’ye sığınan Pyotr Vrangel’in orduları birbiriyle her zaman irtibat halinde olmamış kuvvetlerdi. Uzun iç harp boyunca köyler ve küçük şehirler iki kuvvet arasında kaldı ve bazı halde zavallı köylüler iki kuvvetin zulmüne ve hışmına uğradı.


Kışlık Saray’da son gün

Nilgün Cerrahoğlu




“Gün büyük bir heyecan ve karmaşa içindeki şehre doğdu” diye anlatıyor John Reed, Batı’da “7 Kasım”a denk gelen; Rus takvimine de “25 Ekim” diye düşen Bolşevik Devrimi’nin ertesi sabahını.

Olayları devrimin büyük tarih sahnesi “St. Petersburg”da yerinden izleyen tek Batılı gazeteci olan Reed, o devirde “Petrograd” diye bilinen başkentin atmosferini şöyle naklediyor:

“Her şey görünürde sanki alabildiğine olağan ve sakindi. İnsanlar gece makul bir saatte yatmış, ertesi gün de işbaşı yapmıştı. Dükkânlar ve restoranlar açık, tiyatrolar faaliyette, resim sergilerinin ilanı durmaktaydı. Günlük yaşamın karmaşık ve savaş zamanlarında bile monoton rutini, her değin olduğu gibi geçerliydi. Sosyal organizmaların en büyük felaket anlarında dahi yemekten,içmekten ve eğlenceden vazgeçmeyen bu dayanıklılığı inanılmaz.”

Sovyet Devrimi macerası Diane Keaton, Warren Beatty ve Jack Nicholson’un rol aldığı “Kızıllar/Reds” isimli Oscarlı bir filmle ’80’li yıllarda, sonra ölümsüzleşen John Reed’in bıraktığı bu müthiş sıra dışı gazetecilik mirasını unutmuştum.

Taa ki “Sovyet Devrimi”nin 100. yılını betimleyen “Project 1917/1917 Projesi” isimli bir siteye girene kadar...

Bunu daha önce de yazdım. “Devrimlere” alerjisi olan Putin, dünyayı değiştiren Bolşevik Devrimi’ni büyük vurgularla hatırlamak istemiyor. Bu yüzden Rusya’da “devrim” şaşaalı törenlerden çok sergiler, konferanslar, açık oturumlar gibi entelektüel aktivitelerle anılıyor.

Tarihten ‘sosyal medya’ya

İşte Rusça ve İngilizce hazırlanan “Project 1917” de, bu entelektüel girişimlerden biri.
Hepsi de genç 40 araştırmacı, tarihçi ve gazetecilerden oluşan geniş bir takımın hayata geçirdiği “proje”; 20. yüzyılı tanımlayan “1917”yi, devrimin tüm karakterleri ve olayları ile bir “sosyal medya formatında” önümüze seriyor.

Karakterlerin bizzat ağızlarından attıkları “twit”ler şeklinde tasarlanan sitede, son Çar II. Nikola’nın örneğin devrimin ertesi sabahı düştüğü “Hava bugün açık. Sıcaklık güneşte 11 derece. Bu sabah şömine için uzun uzun odun kırdım” notunu okuyoruz.
Sabık Çar’ın bunca “alakasız bir twit”le gündeme gelmesinin nedeni, aslında o tarihte çoktan tahttan indirilmiş ve Urallar’ın göbeğindeki kuş uçmaz kervan geçmez Yekaterinburg kentine gönderilmiş olmasından kaynaklanıyor.

Çar’ın, 1917’nin şubat ayında daha tahttan indirilmesi üzerine, yerini St. Petersburg’da Kerenski başkanlığındaki bir geçici hükümet almış... Ancak “7 Kasım sabahı”, Kerenski de Kışlık Saray’dan yabancı delegasyonların arabasıyla kaçmaya zorlanmış...

O gece, sonra Kışlık Saray baskına uğruyor ve Bolşevikler saraya girip, geçici hükümetten son kalan temsilcileri de toplayarak tutukluyorlar.

Güz güneşi altında Yekaterinburg ormanlarında işte şömine için odun kesen ve ailesiyle kurşuna dizileceği trajik sona doğru hızla yaklaşan devrik Çar’ın olanlardan belli ki o saatlerde haberi yok. O yüzden hâlâ Mars’ta olduğu izlenimi yaratan satırlara imza atıyor.

Nâzım’ın anlattığı gibi

Oysa tüm bir gün, o gün, telefon ve telgraf merkezleri, tren istasyonları ve gazete matbaaları gibi hayati güç noktalarını ele geçiren Bolşevikler, Çarlık başkentine hâkim olmuşlar.

Lenin’in “Bugün Rusya’da yeni bir tarih başlıyor!” diye anonsladığı konuşması dağıtılmış, askeri birlikler teslim olmuş ve Kerenski hükümetinin devrildiği Bolşeviklerce ilan edilmiş.

Bu olayların akışı işte, “Project 1917”de doğrudan tüm büyük aktörlerin bizzat bıraktıkları günlükler ve belgelerden birebir esasa sadık kalarak bir sosyal medya sitesi şeklinde, “flaş...flaş...flaş... son dakika” haberciliği üslubuyla aktarılıyor.

Öyle ki “Kışlık Saray” baskınını bugün yaşanıyormuşçasına takip ediyor, gelişmeleri Lenin’in, Troçki’nin ve Kerenski’nin; çaresiz generallerin, dumur halinde olan bakanların, o tarihi doğrudan yaşayan Batılı diplomatların ve dönemin Rus entelektüellerinin penceresinden izliyorsunuz.


“Project 1917”ye mutlaka göz atın. Muhteşem bir tarih gezisi yapacaksınız...
Nâzım Hikmet’in “Kışlık Saray”ında tanımladığı gibi tam: “Kışlık Saray’da Kerenski / Smolni’de Sovyetler ve Lenin; sokakta onlar.”

Nâzım'lı evlerin Vera’lı sofraları

Nâzım’ın Evinde Vera’nın Sofrasında nefis basımlı bir kitap, hem de sayfalarında otantik nitelikteki fotoğrafların yer aldığı ciltli, her anlamda ‘ağır’ bir eser. Buna bir ‘müze kitap’ da denilebilir.

ADALET AĞAOĞLU



Basında, gazetelerin kitap eklerinde yeni yayınlanmış kitapların tanıtımına -şükür ki- bol bol yer verilmekte. Bunların yazarlarıyla söyleşiler, reklâmlar, giderek TV kanallarının ‘Sanat/Kültür’ üstüne hazırladıkları programlarında dahi bu (yeni)ler başköşelerde yer tutabilmekte. Vee, niye? Kitap da artık mal’dan sayılmakta da ondan herhalde. Fakat iş bu kadar basit değil: Üretimin tüketim halinin, daha yayınlanırken bilinip bilinememesiyle sezilip sezilememesi söz konusu; hem de çok önemli derecelerde… Yazarı ve kitabı üstüne böylesine olumlu bir tahmin varsa, bunu da doğallıkla sevindirici bulmak ‘kitap okurlarına’ düşmekte.

Bütün bu iç rahatlıklarına karşın, şu yeni çıkan kitap dağıtım ve tanıtım bahsinde içimde epeydir bir vıdı/vıdıcılık hasıl olmuş bulunmakta: Birtakım bazı yeni çıkmış kitaplar ‘bütün hak edilmiş olmalarına karşın’ neden bu bolluktan yararlanamazlar? Bu sorumun ya da sorunun yeni bir örneğine rastlamış bulunmaktayım.


Örnek?

Mitos-Boyut yayınevince yeni yılın ilk ayında yayınlanmış Nâzım’ın Evinde Vera’nın Sofrasındaadını taşıyan nefis basımlı bir kitap, hem de sayfalarında otantik nitelikteki fotoğrafların yer aldığı ciltli, her anlamda ‘ağır’ bir eser. Hazırlayanlar: Arif Keskiner ve M. Melih Güneş.


Buna bir ‘müze kitap’ da denilebilir. Hazırlanış sıralarında bizim gençliğimizin sanat-edebiyat yeri Çiçek Bar’ında Arif kardeşimizin elleri omuzlarımızda ‘inadına’ içip içip okuduğumuz şiirler var ya, işte bu zamanlar bu müze’nin gebeliğinden haber vermekte. Kitabın ilk iki üç sayfalarında Arif Keskiner’imizle M. Melih Güneş’imizin sunuş yazılarını okuyanlar benim bu konuda hiç de havadan sudan dem vurmadığımı göreceklerdir. Hani yani, öyle ki, her iki askerî darbeyi birlikte, el ele, kol kola, Nâzım şiirleri ve Ruhi Su şarkılarıyla Çiçek Bar’da yüklenebilme maharetimize rağmen Arif Keskiner’imi ben hiç tanıyamamışım demek ki! Herhalde biz yazar çizer’lerimizi avuturken yazmaya hemen hiç vakti kalmamış olabilir. Dilini, üslûbunu, bizzat kendisini bu kitaptaki yazılarıyla tastamam kucaklamış bulunuyorum. Sunuş yazılarıyla ‘Bu Müze’nin açılışını yapanların ardından adım adımı yaş/başlarına göre sırayla Aziz Nesin, Orhan Kemal, Ataol Behramoğlu, Bendeniz, Türkân Şoray, A. Kadir, Nedim Gürsel, Zeynep Oral, Vera Tulyakova, Uğur Büke, Necati Şahin, Genco Erkal, Yavuz Tanyeli, Nazar Büyüm, Can Dündar, Coşkun Aral… Daha nice sanatçı yazarlar sandıklarındaki ‘Nâzım Hikmet’ işlemelerini bu müze kitaba armağan için sıraya girmişlerdir. Kitabı hazırlayanlar kimsenin aklından çıkmamalı: Kitabın içeriği, işte böyle: Derleme yazılar… Kolay mı onca kapıyı çalmaklar, onlarla Moskova’larda ve hele o sofralardaki buluşmaları, Nâzım’dan geri kalmış ne varsa, ne yoksa hafızalardan çıkartıp yazdırmaklar; Vera’nın sofralarında böyle böyle işte kimler kimler kimler oturup kalkmıştır, neler neler olup bitmiştir? Bunun meraklıları buyursunlar artık ve tam da şimdilerde 100 yıllık müzelik belgeler sofrasına…

Bu kitabımızın yayını, ne sevindirici bir rastlantıyla Şişli Belediyesi tarafından tamamlanan Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Evi’nin açılış gün ve saatlerine rastlanmıştır. O ev sofralarda coşkulara, büyük şairimizin 1946’larda bendeniz henüz daha bir Kız Lisesi öğrencisiyken benimle aynı büyülenmeye uğramış bir arkadaşla sıra altlarından elden ele kaçırtarak okumuşluğumuzun heyecanını hâlâ daha yaşamakta olduğum halde, fizyolojik engellerim nedeniyle, bence ‘efsaniyelik’ bu açılışa katılamamışımdır. Kitabı hazırlayanlar bana bu müzelik kitabımızı armağan ettiler, ohh çok şükür. Müzenin koridorları, yani kitabın sayfaları arasında ‘ibret’ duyargalarımla dolanmaktayım.

Ben edebiyat dergilerinde, gazete kitap dergilerinde, gerekli olan yerlerde kitap tanıtım yazıları yazan biri olmadım.  Başlarda kendisi de edebiyatın türlerinden her birinden kitaplar yazmakta olan değerli yazarlarımızın meslektaşlarının kitapları hakkında  tanıtıma özgü yazılar yazılmasını hemen hiç benimseyemedim. Ancaaak! Rastlantılarla çağrışımlar üst üste düştüğü ân, benim yazarlığımın havaya uçtuğu zamanlar olmuştur. Bu Nâzım Hikmet Müzesi üstüne bir tanıtıma kalkışmam tam da böyle bir ân’ın eseri olmuştur.


Özür Diliyorum: Yukarda tanıtım eksikliğine uğramış eserlere örnek olarak Nâzım’ın Evinde Vera’nın Sofrasında’yı seçme tahminimde bütünüyle yanılmışım. Meğer ben ‘inadına’ bu yazıyı yazıp bitirmeyi sürdürürken medyamızın çeşitli kanallarında kitap üstüne tümen tümen tanıtım yazıları çıkmış… Affola. Şu ân içimden şöyle geçmekte: (Demek sen çok sevip beğendiğin kitabı –ilk tanıtım yazım- diye takdim ederken başlıbaşına kendini takdim eylemişsin!) Kendime gülüyorum da, geçip gidemiyorum.



NÂZIM’IN EVİNDE VERA’NIN SOFRASINDA
Hazırlayan: Arif Keskiner, M. Melih Güneş
Mitos Boyut Yayıncılık, 2016
248 sayfa

Nerden çıktı bu pastırmanın “p”si?



M. Hakkı Yazıcı




Geçen gün bir iş yemeğinde Kırım Tatarı bir arkadaşım “Aşın tatlı olsun” deyince çok şaşırmıştım.

“Afiyet olsun” demek istiyordu. Birden böyle demenin daha öz Türkçe olduğunu düşündüm ve çok hoşlandım.

Öyle ya, “afiyet” Arapçadan dilimize geçmiş bir sözcük. Hem de başka bir seçenek yokmuş gibi ağırlığını kabul ettirip dilimize yerleşmiş.

Belki böyle yüzlerce örnek var.

Yaşayan dile direnmek kuşkusuz akıllıca değil, ama doğru ve güzel olanı da korumak gerekir. Yoksa “afiyet” gibi sözcükler öz dilimize egemen oluyor ve sözcüğün karşıtı olan “zafiyet” durumu ortaya çıkıyor.-Böyle diyorum da ben de fazla titiz olamıyorum aslında, alışkanlıklarımın kolaycılığına yenilip çok dil yanlışı yapıyorum. Yüzüme vurulup, beni utandıracak pek çok yanlışımı bulmak mümkün.

***

Bizim malum iş arası ofis muhabbetlerimizden birinde bunu anlattım ve konu açıldı.

Bir keresinde bizim İgor, daçasını anlatırken bahçemizde üç “saraycık” var deyince 
Serkan’ın gözleri açılmış, hayretle sormuştu:

“İgor, ayıptır sorması, senin daçanın arazisi kaç yüz dönüm?”

İgor’un gülmekten yerlere yattığını tahmin edersiniz.

Rusların kullandığı “saray” sözcüğünün bizdeki gibi görkemli binalar için kullanılmadığı, tam tersine derme çatma, genellikle depo gibi kullanılan küçücük ahşap yapılar olduğunu öğrendiğinde de Serkan’ın şaşkınlığı hala geçmemişti.

Sanırım Türki dillerden Rusçaya geçen bu sözcüğü Ruslar içine biraz ironi katarak küçük yapılar için kullanıyorlar.

Böyle farkına bile varmadığımız pek çok sözcük var bir kültürden diğerine geçen.

***

Geçen seneydi galiba Türkiye’de televizyonlardaki evlenme, buluşturma programlarından birinde Rus kızı çay tiryakisi damadın gönül yoluna ulaşabilmek için semaverde çay demlemişti. Damat adayı çok keyiflenmiş “Vayy, sen bu işi biliyorsun, Rusya’da semaver var mı?” diye sormuştu.

Delikanlı, “semaver” sözcüğünün Rusçadan Türkçeye geçtiğini bilmiyordu tabii.

Rusça'daki “sama” ve “varit” sözcüklerinin birleşmesinden, yani 'kendi kendine kaynamak' anlamına gelen kelimelerden türeyerek oluşmuş.

Bunu bizim Serkan bile biliyor artık.

Bir keresinde Serkan genç erkeklerin ve kızların tanışmak, arkadaş bulmak amacıyla gittikleri  “Znakomstvo” barlarından birinin adresini sormak için İgor’a telefon ettiğinde, onun kız arkadaşıyla birlikte bu bara gideceğini zannedip, telaşla Rusların ünlü bir atasözünü söylemişti:

“Hop, sakın ha, ‘Tula’ya semaverle gidilmez!’”

Öyle ya Tula, semaver yapımıyla ünlü bir Rus şehriydi ve oraya yanında semaverle gidilmezdi. Mekana yalnız gelen çok sayıda güzel Rus kızının olduğu bir tanışma barına da kız arkadaşıyla gitmek doğru olmazdı.

Konuya bir katkı da bir Türk atasözüyle benden: “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak”la sonuçlanabilecek üzücü bir durumla karşılaşılabilinirdi.

***

“Pastırma yazı”nın da gelip geçtiği, “beyaz kış”a hazırlandığımız şu günlerden birinde ofiste oturmuş konuşuyoruz. Bu konular açıldığında bizim sohbetimiz iyice derinleşiyor; buna benzer pek çok örnek önümüze seriliyor.

Serkan, “Ruslar da ‘pastırma’ya ‘basturma’diyor,” diye başlıyor.

Evet, doğru. Ve hatta daha doğru, eski Türkçeye uygun söylüyorlar. “Pastırma” sözcüğüne bu “p” harfi nereden girmişti ki?

Ben, devam ediyorum, Serkan istihzalı gözlerle, sırıtarak beni süzüyor.

“Abi bu, hani Temel, Kristof Kolomb’dan, Amerigo Vespucci’den önce Amerika’ya gitmiş de Niagara Şelalesi’nde suların çağlayarak, gürültüyle döküldüğünü görüp, “Ne yaygara!’ demiş, oranın adı Niagara olmuş; Carolina’da karalahana görmüş, adı öyle kalmış geyikleri gibi olmasın?”

“Yok evladım, ben biraz araştırıp, okudum. İnanmayanlar da bir zahmet baksınlar,” diye kestiriyorum.

Sözcükler, kültürler arasında dolaşırken bazen değişime uğruyor. Nasıl oluyor diye sorduklarında bizdeki bu duruma uyan bir atasözü aklıma geliyor:

“Sağır duymaz, uydurur.”

***

Serkan’ın dediği gibi, “Pastırma”ya Ruslar, “бастурма” (basturma)  diyorlar.

Biz ise “Pastırma” diyoruz nedense?

Hadi çemenini anladık da, bir kez daha soruyu tekrarlayayım nerden çıktı bu pastırmanın “p”si?

“P” Türk alfabesinin yirminci harfi. Sert, patlamalı, titreşimsiz, çift dudak sessizi yumuşak karşılığıysa “b”. Belki ondan...

Pastırma, eski bir Türk yiyeceği. Pastırmayı ilk yapanlar Orta Asya'da Hunlar. Nitekim, Weber–Baldamus dünya tarihi kitabında, Antalyalı Amianus'un 273-275 yıllarında yazmış olduğu eserine atfen, Hunların bu husustaki adetlerinden şu şekilde bahsettiği biliniyor: “Hunlar yemek tanımazlar, yaban etleri ile atın sırtında, baldırları arasında ezdikleri yarı pişmiş eti yerler.”

Sözcüğün etimolojik kökenine indiğimizde adını bir parça etin at ile eyer arasına sıkıştırılıp süvarinin de ata binmesiyle ‘bastırılmasından’ aldığını görüyoruz. ‘Bastırma’ zamanla ‘pastırma’ olmuş.

Yani “basdurma, pasdırma/pastırma” bastırılarak kurutulmuş et.

“Hani ya da benim elli dirhem pastırmam
Konyalıdan başkasına bastırmam.”

Düğünlerde bu türkünün daha ilk üç notasını duyunca ağzının kenarları kulaklarına kadar yayılarak sırıtan, kendilerini dans pistlerine atan kardeşlerimiz fesata akıl yormadan bir de böyle düşünsünler lütfen.

Ruslar, “Sucuk”a da “колбаса” (kolbasa) diyorlar.
Yani ilginç, ama bana göre daha Türkçe söylüyorlar. Kolla bastırarak hazırlanan bir yiyecek anlatılıyor.

Sucuk ise Farsça kökenli bir sözcük. “Germe, çekerek uzatma, şerit, kordon” anlamında kullanılıyor.

***

Yine konuyu uzattım; daldan dala atlıyorum biliyorum, ama malumatfuruşluğuma kızmayıp, yorulmayıp okumak isterseniz biraz daha devam edeyim. Belki başka bir yazıda bunları anlatmak fırsatını bulamam.

İnsanlığın binlerce yıl öncesinden gelen ortak bir mirası var.

Bazen tarihi ciddi bir şekilde inceleyince kültürlerin, dillerin kökenindeki benzerlikleri yakalarsınız. Ve kuşkusuz şaşırırsınız.

Ruslarla Orta Asya’nın diğer halkları; Türki halklar  ve onların akrabaları yüzyıllar öncesinden beri bir arada yaşıyorlar.

Önce birbirleriyle savaşmışlar, birbirlerinin topraklarını işgal etmişler; Tatarlar, Moğollar, Rusların ülkesini, sonra da Ruslar onların ülkelerini işgal etmiş. Daha sonraysa bir arada yaşamayı öğrenmişler, bir ölçüde kaynaşmışlar.

Kim kime ne yapmışın hikayesi çok karışık, burada anlatmak da uzun sürer. Ancak şimdilerde başka bir şey var. Bu şey de daha uyumlu ve birlikte yaşama çabası.

Pek çok kişi gibi benim de dileğim, bu halkların birbirine baskın çıkmadan, birbirlerinin dillerine, kültürlerine saygı duyarak, hatta koruyarak, ortak çıkarlar zemininde bir arada, dostça yaşamaları ve bu birlikten daha olumlu, daha güçlü bir birliktelik çıkarmaları.

***

Dillerin serüvenine geri dönersek şunu söylemek olası; sözcüklerin izini sürmek, tarihe de ışık tutuyor. 

Sözcükler de insanlar gibi ilden ile, memleketten memlekete göç ediyorlar; bazen de değişime uğrayarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Bu arada ilginç olaylar ortaya çıkıyor. Başka anlamlarla geldikleri yere geri dönüyorlar.

Malum bugün Hollanda’nın simgesi olan lalenin menşei Osmanlıdır.

Efendim, rivayete göre 1400'lü yıllarda, Avrupalı bir gezgin, İstanbul'da yolda sarığına lale takmış bir adama rastlamış, işaret ederek başındakini sormuş. O da “turban” diye yanıtlamış; ama aslında gezginin öğrenmek istediği sarığa iliştirilmiş çiçeğin adı imiş. Adam ise gezginin sarığını sorduğunu zannetmiş.

Böyle bir yanlış anlaşmayla, güya “lale” çiçeğinin adı birçok Avrupa diline “tulpan” olarak girer.

Bizim “lale”ye Felemenkçe “tulpen”, İngilizce “tulip”, Almanca “tulpen”, Fransızca tulipes, Rusça “tyulpan (Тюльпан)” diyorlar.

Azerbeycan dilindeyse laleye “Lalə (Tulipan)” gülü denmekte.

Lalenin anavatanı Pamir, Hindukuş ve Tanrı dağları. Türkler göçleri esnasında bu bitkinin soğanlarını Anadolu'ya getirmişler. 1500'lü yıllarda Avrupa'ya Anadolu'dan giden lale özellikle Hollanda'da Osmanlı’da olduğundan daha çok yaygın olmuş.

Belki bu hikaye doğru, belki de değil, ama ilginç ve dinlemesi hoşa gidiyor.

Hikayemizdeki adamın başındaki sarık (“Sarmak”tan geliyor). Öz Türkçe “saruk” diye başlığa sarılan beze deniliyor.

Bu bez tülbent. Yani sarık tülbentten yapılıyor! Tülbent, ince ve seyrek dokunmuş, hafif ve yumuşak pamuklu bez. Genellikle doğrudan başa veya fes, kavuk gibi bir başlığın üzerine sarılan kumaş baş örtüsü.

Sih ve müslüman toplumlarında, genellikle Asya ülkelerinde yaygın. Sarık Türklerde halk arasında yaygınlaşmamıştır. Osmanlı Devleti zamanında Osmanlı sultanları ve din büyükleri tarafından takılırdı. Osmanlı padişahları da başlangıçtan 2. Mahmut dönemine kadar sarık takmışlardır.

Bu kelimenin kökeniyse Farsça “dulband” sözcüğü. Avrupa dillerine de buradan geçmiş. Pek çok Avrupa dilinde “turban” olarak anılır. 

Bizim “sarık”a  Felemenkçe “tulband”,  Fransızca “turban”, İngilizce “turban”, Rusça “Tyurban (Тюрбан)” denilir.

Rivayete göre hikayemizdeki Avrupalı gezginin dikkatini çeken iki nesne, “sarık” ve üzerindeki “lale” Felemenkçede benzer birer sözcükte anlam kazanmışlardır.

Hollandalıların konuştukları dillerden biri olan Felemenkçede lale “tulpen”, sarık ise “tulband” olarak sözcük dağarcıklarına girmiştir.

Ve işte bu çok ilginç: Fransızcadan Türkçeye geçen “türban” kelimesi ise yenilerde Türkçede kadın başörtüsü anlamında kullanılmaya başlandı.

Görünüşe göre Türkçede “tülbent” olarak geçen kelime, Avrupa’ya yaptığı yolculuğun, uzun bir serüvenin ardından Fransızcadan Türkçeye “türban” olarak geri dönüyor. 

Bu serüveni İgor bile ağzı açık dinliyor.

***

Dedik ya bu halkların yüzyıllara dayalı içiçe geçmişlikleri var. Haliyle dilden dile sözcükler de geçmiş.

Rusça’da Türki dillerden alınmış, neredeyse Türkçe ve Rusça’da hemen hemen aynı şekilde söylenen ve aynı anlama gelen çok sayıda kelime var. Örnek vermek gerekirse;

Арбуз [arbús] karpuz
Диван [diván] divan
Ишак [işák] eşek
Йогурт [yógurt] yoğurt
Караван [karaván] kervan
Очаг [açák] ocak
Плов [plof] pilav
Самовар [samavár] semaver
Шапка [şápka] şapka

Hem Rusçada hem de Türkçede Avrupa dillerinin, mesela Fransızca, İngilizcenin etkisinde kalınarak, bu dillerden geçen hemen hemen aynı şekilde söylenen ve aynı anlama gelen çok sayıda kelime var. Yine örnek vermek gerekirse;

Ваза [váza] vazo
Витрина [vitrína] vitrin
Лампа [lámpa] lamba
Маска [máska] maske
Премия [prémiya] prim
Радио [rádio] radyo
Рекорд [rikórt] rekor
Фаворит [favarít] favori

Bir de tuhafımıza gidecek, hem Türkleri, hem de Rusları şaşırtıp güldüren, Rusça ve Türkçe’de aynı şekilde söylenen, fakat farklı anlamları taşıyan sözcükler var:

Бал [bal] balo
Бардак [bardák] dağınık
Дурак [durák] aptal
Кот [kot] kedi
Кулак [kulák] yumruk
Магазин [magazín] market, mağaza
Сыр [sır] peynir
Табак [tabák] tütün
Халат [halát] bornoz

***

İlginç değil mi?

Örneğin bizim “kulak” dediğimiz, Ruslarda “yumruk” anlamına geliyor. “Bardak” dağınıklık, 

“Durak” da “aptal” anlamına geliyor.

Serkan, bir keresinde dalgınlığına gelip Rusların dolmuşu olan “maşrutka”lardan birinde durağı geçme telaşıyla şoföre Türkçe “Durakta durur musunuz?” diye seslenmiş.

Söylemeye gerek yok; şoför şöyle bir arkasına dönüp, bana “aptal mı diyorsun?” gibilerinden ters ters bakmış. Neyse olay fazla uzamamış.