Moskova

Moskova

9 Kasım 2017 Perşembe

Tarık Ali: Lenin’in edebiyat sevgisi Rus Devrimi’ni nasıl şekillendirdi?

Sovyetler Birliğinin babası, Goethe hayranı bir Latince meraklısıydı ve düşmanlarını roman kahramanlarıyla karşılaştırmaktan hoşlanıyordu


The Guardian

Çeviri: Yakov Petroviç




Edebiyat, Vladimir Ilyich Lenin’in içinde büyüdüğü Rus politik kültürünü şekillendirdi. Çarlık rejiminde açık politik metinlerin yayınlanması zordu. Sert yazarlar “iyileşene,” diğer bir deyişle görüşlerini değiştirdiklerini duyuruncaya kadar tımarhanelere tıkılırken, romanlar ve şiirler her örnekte olmasa bile daha yumuşak muamele görüyordu.

Elbette en büyük sansürcü Çar’ın kendisiydi. Örneğin “halkın babası” 1. Nicholas, Puşkin’in kitapları baskıya girmeden önce dizelerini okumakta ısrar ederdi. Sonuç olarak bazıları yasaklandı, diğerleri ertelendi ve yıkıcı olanların çoğu evinin basılmasından korkan şairin kendisi tarafından yok edildi. Eugene Onegin’in yanmış dörtlüklerinde ne olduğunu asla öğrenemeyeceğiz.

Yine de politika başka araçlar ve çeşitli dışavurumlar üzerinden Rus romanına diğer Avrupa ülkelerindekine hiç benzemeyen bir şekilde sızdı. Politikleşmiş edebiyat ve edebiyat eleştirmenliği konusunda Rus aydın sınıfı hiç sıkıntı çekmiyordu. 1842’de yazdığı sert Ölü Canlar hicvi ülkeye canlılık kazandırmış ve okuma yazma bilmeyenlere yüksek sesle okunmuş olan, drama ve oyun yazarı Nikolai Gogol ile güçlü eleştirmen Vissarion Belinsky arasındaki hırçın tartışmayı yakından takip ettiler.

Ancak başarı, Gogol’un felaketi olacaktı. Sonraki bir eserinde, pis kokulu köylüler üzerine yazıp cehaleti savunarak geri basacaktı. Ölü Canlar’ın ikinci baskısının önsözünde şöyle yazdı: “Bu kitaptakilerin çoğu yanlış yazıldı, böyle şeyler Rusya topraklarında gerçekten olmuyor. Sevgili okuyucu, sizden beni düzeltmenizi istiyorum. Bu meseleyi görmezden gelmeyin. Sizden bunu yapmanızı rica ediyorum.”

Öfkelenen Belinsky 1847 yılında onunla açıkça bozuştu. Belinsky’nin elden ele dolaşan “Gogol’a Mektup”u alıcısına uykusuz uzun bir gece verecekti:


Rus halkını biraz tanıyorum. Kitabınız beni halk üzerinde değil hükümet ve sansür üzerinde kötü bir etki bırakabileceği olasılığıyla paniğe sürükledi. St Petersburg’da hükümetin kitabınızın [Dostlarla Yazışmalar] binlerce kopyasını basmaya ve son derece düşük bir fiyattan satmaya niyetlendiğine dair dedikodular başladığında dostlarım umudunu yitirdi; ama onlara her şeye rağmen kitabın hiçbir başarı kazanamayacağını ve kısa zamanda unutulacağını söyledim. Aslında şimdi kitabın kendisinden çok, ona dair yazılanları hatırlamak daha iyi. Evet, hala yeterince gelişmemiş de olsa, Rusların hakikat için derin bir içgüdüsü var.

Sonraki yıllarda eleştirmenler çok daha sert şeyler söylediler ve eserlerinin yeterince güçlü olmadığına inandıkları roman ve oyun yazarlarını payladılar.

Lenin’in olgunlaştığı dönemde entelektüel atmosfer böyleydi işte. Son derece kültürlü bir muhafazakâr olan babası, bölgesindeki okulların başmüfettişiydi ve bir eğitimci olarak çok saygı gören biriydi. Evde Pazar öğleden sonraları diğerlerinin yanı sıra Shakespeare, Goethe ve Puşkin yüksek sesle okunurdu. Ulyanov ailesi için – “Lenin” çarlık gizli polisinden kaçmak için kullandığı bir takma addı – yüksek kültürden kaçmak mümkün değildi.

Lenin lisede Latinceye gönül verdi. Başöğretmeninin Lenin’in bir filolog ve Latince âlimi olabileceğine dair umutları vardı. Tarih başka türlü istedi ama Lenin’in Latince tutkusu ve klasiklere olan sevgisi onu hiç terk etmedi. Virgil, Ovid, Horace ve Juvenal’i ve Roma senato söylevlerini orijinal dilinde okudu. Yirmi yıllık sürgününde Faust’u tekrar ve tekrar okuyarak Goethe’yi ezber etti.

1917’de Ekim Devrimi’ne önderlik ederken, klasiklere dair bilgisini iyi kullandı. O yılın Nisan ayında Rus ortodoks sosyal demokratlarıyla bozuştu ve bir dizi radikal tez ile Rusya’da sosyalist devrim çağrısı yaptı. En yakın yoldaşlarından birkaçı onu kınadılar. Lenin verdiği sert yanıtta, Goethe’nin şaheserinden bir Mephistopheles alıntısı yaptı: “Kurşunidir aslında teori, oysa yemyeşildir yaşamın altın ağacı.”

Klasik Rus edebiyatının her zaman politikaya ilham kaynağı olduğunu Lenin herkesten daha iyi biliyordu. En “apolitik” yazarlar bile ülkenin durumuna dair hoşnutsuzluklarını saklamakta zorlanmışlardı. Ivan Goncharov’un romanı Oblomov tam da bunun örneğiydi. Lenin bu eseri seviyordu. Toprak sahibi üst sınıfların tembellik, uyuşukluk ve boşluğunu tasvir ediyordu. Kitabın başarısı Rus sözlüğüne yeni bir kelimenin girmesiyle ödüllendirilecek ve otokrasinin bu kadar uzun süre hayatta kalmasına yardım eden sınıf için bir küfür olarak kullanılacaktı: Oblomovculuk. Lenin daha sonra bu hastalığın sadece üst sınıflarla sınırlı kalmadığını, çarlık bürokrasisinin büyük kısmına bulaştığını ve aşağı doğru sızdığını söyleyecekti. Bolşevik memurlar bile bundan bağışık değildiler. Goncharov’un tuttuğu ayna toplumu gerçekten büyük oranda yansıttığından durum buydu. Lenin, polemiklerinde rakiplerine onları sık sık Rus romanından hoş olmayan ve küçük karakterlerle kıyaslayarak saldırıyordu.

Ülkenin yazarlarının ayrıştığı nokta (ve elbette bu konuda yalnız değillerdi) rejimi devirmek için gerekli araçlardı. Puşkin 1. Nicholas’ı devirmeyi amaçlayan 1825 Dekamberist ayaklanmasını desteklemişti. Gogol hızla geri basmadan önce, serfliğin ezilmesini hicvetmişti. Turgenev çarlığı eleştirdi ama terörü savunan nihilistlerden hiç hoşlanmazdı. Dostoevsky’nin anarko terörizmle flörtü St Petersburg’da korkunç bir cinayetten sonra bodur bir muhalefete dönüştü. Tolstoy’un Rus mutlakıyetine saldırısı Lenin’in hoşuna gitti ama kontun mistik Hıristiyanlığı ve barışseverliği onu soğuttu. Lenin soruyordu, nasıl olur da böylesi yetenekli bir yazar aynı anda hem devrimci hem de gerici olabiliyordu? Yarım düzine kadar makalede Lenin Tolstoy’un eserlerindeki derin çelişkileri ele aldı. Lenin’in Tolstoy’u, net bir tanı sunabilme kapasitesine sahipti – romanları köylülerin ekonomik olarak sömürülmesini ve ortak öfkesini anlıyor ve ifade ediyordu – ama bir tedavi sunamıyordu. Tolstoy, düzgün bir devrimci gelecek hayal etmek yerine daha sade ve Hıristiyan bir geçmişin ütopik görüntüsünde teselli arıyordu. “Rus Devriminin Aynası Olarak Leo Tolstoy”da Lenin şunları yazmıştı: “Tolstoy’un görüş ve doktrinlerindeki çelişki kaza eseri değildir; 19. yüzyılın son üçte birlik kısmında Rus yaşamının çelişkili koşullarını ifade eder.” Tolstoy’un çelişkileri bu nedenle Lenin’in politik analizi için faydalı bir kılavuz oldu.

Öte yandan Lenin, kaleminin gücü inkâr edilmez de olsa, Dostoevsky’nin “acı kültü”nden iğreniyordu. Ancak Lenin’in edebiyat üzerine görüşleri bir devlet politikası olmadı. Devrimden sadece bir yıl sonra, 2 Ağustos 1918’de Izvestia gazetesi anıtı dikilmesi için okuyucular tarafından aday gösterilen isimlerin listesini yayınladı. Dostoevsky Tolstoy’un ardından ikinciydi. Anıt o yılın Kasım ayında Moskova’da Moskova Sovyeti temsilcisi tarafından ve sembolist şair Vyacheslav Ivanov’un bir övgüsüyle açıldı.

Belki de Lenin üzerinde – esasında tüm bir radikaller ve devrimciler kuşağı üzerinde – en güçlü etkisi olan yazar Nikolay Chernyshevsky’dir (Çernişevski ÇN). Materyalist bir filozof ve sosyalist olan Çernişevski bir rahibin oğluydu. Ütopik romanı Ne Yapmalı? St Petersburg’da politik inançları için hapsedildiği Peter ve Paul Kalesinde yazıldı. Ne Yapmalı? yeni nesil için bir kutsal kitap oldu. Hapishaneden gizlice çıkarılmış olması ona ayrıca bir hava katıyordu. Lenin’in, (Çernişevski’nin mektuplaştığı) Marx’la karşılaşmasından çok önce radikalleşmesini sağlayan kitaptı bu. Lenin, bu eski radikal popüliste hürmeten, 1902’de yazdığı ve yayınladığı ilk büyük politik eserine Ne Yapmalı? adını verecekti.

Çernişevski’nin romanının devasa başarısı, özellikle kitaba acımasızca saldıran Turgenev olmak üzere, yerleşik romancıları çok rahatsız etti. Bu garez, Dobrolyubov (ki öğrenciler tarafından “bizim Diderot’muz” diye anılırdı) ve Pisarev gibi radikal eleştirmenler tarafından ateşli kırbaç darbeleriyle karşılandı. Turgenev morarmıştı. Çernişevski’yle herkese açık bir etkinlikte karşılaşınca bağırdı: “Sen yılansın ve Dobrolyubov da çıngıraklı yılan.”

Peki ya bu kadar tartışmaya neden olan roman? Son 50 yıl boyunca her bir sayfayı okumak için üç girişimde bulundum ve üçünde de başarısız oldum. Bu bir Rus edebiyatı klasiği değil. Bu roman zamanın ötesindeydi ve Rus aydınlarının terör-sonrası aşamasında önemli bir rol oynadı. Kesinlikle her cephede, özellikle de cinsiyet eşitliğinde ve kadın ve erkek arasındaki ilişkilerde çok radikal ama aynı zamanda nasıl mücadele edileceği, düşmanın nasıl tanımlanacağı ve belirli kurallara göre nasıl yaşanacağı konularında da radikal.

Vladimir Nabokov Çernişevski’den nefret ederdi ama onu görmezden gelmeyi imkânsız buldu. Rusça yazdığı son romanı Yetenek’te 50 sayfayı yazar ve çevresini eleştirmeye ve onlarla dalga geçmeye ayırdı ama “modern ve soylu yazarların halk sınıfından gelen Çernişevski’ye karşı tavırlarında kesinlikle sınıf kibri tadı veren bir şeyler olduğunu” açıktan, “Tolstoy ve Turgenev’in ona ‘tahtakurusu kokan beyefendi’ dediklerini ve onunla her şekilde alay ettiklerini” de özel olarak itiraf edecekti.

Alaylar kısmen kıskançlıktandı çünkü züppelikleri gençler arasında son derece popüler bir konuydu ve aynı zamanda Turgenyev için toprak sahipliğini yok edecek ve toprakları köylülere dağıtacak bir devrim isteyen bir yazara karşı derin ve kökleşmiş bir politik düşmanlık da söz konusuydu.

Lenin, 1905 ve 1917 devrimleri arasındaki yıllarda, sürgünde kendisini ziyarete gelen genç Bolşevikler Çernişevski’nin kitabıyla dalga geçip okunmaz olduğunu söylediklerinde kızıyordu. Onun derinliğini ve vizyonunu anlayamayacak kadar genç olduklarını söylüyordu; 40’ına gelinceye kadar beklesinlerdi, Çernişevski’nin felsefesinin basit gerçeklere dayandığını o zaman anlayacaklardı: Âdem ve Havva’dan değil maymunlardan geldik; hayat kısa süreli biyolojik bir süreçtir ve bu nedenle her bir bireye mutluluk getirmelidir. Bu aç gözlülük, nefret, savaş, bencillik ve sınıf egemenliğinin olduğu bir dünyada mümkün olamaz. Bu nedenle bir sosyal devrim gerekliydi. Ama Lenin’le birlikte İsviçre dağlarına tırmanan genç Bolşevikler 40 yaşına yaklaştığında devrim zaten olmuştu. Çernişevski şimdi Lenin’in düşünce evrimini inceleyen tarihçiler tarafından okunacaktı. Partinin ilerici âlimleri mutlulukla Mayakovsky’ye geçtiler. Lenin hariç.

Lenin’de çok derinlerde kök salan klasisizm, devrimin hem öncesindeki hem de ona eşlik eden sanat ve edebiyattaki heyecan verici yeni gelişmelere karşı onu kapatan bir siper vazifesi gördü. Lenin Rusya veya başka bir yerde, modernizme uyum sağlamayı zor buluyordu. Avant garde sanat eseri – Mayakovsky ve yapısalcılar – onun zevkine göre değildi.

Şairler ve ressamlar, Puşkin ve Lermontov’u kendilerinin de sevdiklerini ama aynı zamanda devrimci de olduklarını ve eski sanat biçemlerine meydan okuduklarını ve Bolşevizm ve devrim çağına daha uygun çok farklı ve yeni şeyler ürettiklerini boş yere söylediler. Fikrini değiştirmeyecekti. Ne isterlerse yazabilir veya çizebilirlerdi ama neden bunu takdir etmesi için zorlanıyordu? Lenin’in meslektaşlarının çoğu yeni hareketlere karşı daha sempatikti. Bukharin, Lunacharsky, Krupskaya, Kollontai ve bir dereceye kadar da Trotsky, devrim kıvılcımının nasıl yeni olasılıklar açtığını anlamıştı. Avant garde içinde de çatışmalar, tereddütler ve çelişkiler vardı ve bunların hükümetteki destekçisi, Lenin’in karısı Nadya Krupskaya’nın da çalıştığı Halk Eğitim Komiserliğindeki Anatoly Lunacharsky idi. İç savaş sırasındaki kâğıt sıkıntısı ciddi tartışmalara neden olmuştu. Propaganda broşürleri mi basmalıydılar yoksa Mayakovsky’nin yeni şiirini mi? Lenin ilkinde ısrar etti. Lunacharsky Mayakovsky şiirinin çok daha etkili olacağına ikna olmuştu ve arada sırada o kazandı.


Lenin ayrıca her türlü “proleter edebiyat ve sanatı” fikrine de düşmandı ve burjuva kültürünün (ve daha eski öncüllerinin) zirvesinin, kültür seviyesinin en genel anlamda çok düşük olduğu bir ülkede, mekanik ve ölü formüllerle aşılamayacağında ısrar etti. Bu alandaki kestirmeler asla işe yaramazdı, bu Lenin’in ölümünün ardından gelen kötü yıllarda başlayan berbat “sosyalist gerçekçilik” ile kesin olarak kanıtlandı. Yaratıcılık uyuşmuştu. Herkesin hayatının mantıkla şekillendiği Sovyetler Birliğinde – ya da bu bakımdan başka hiçbir yerde – gereklilik dünyasından özgürlük dünyasına sıçrama hiç gerçekleşmedi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder