Moskova

Moskova

12 Kasım 2017 Pazar

Nerden çıktı bu pastırmanın “p”si?



M. Hakkı Yazıcı




Geçen gün bir iş yemeğinde Kırım Tatarı bir arkadaşım “Aşın tatlı olsun” deyince çok şaşırmıştım.

“Afiyet olsun” demek istiyordu. Birden böyle demenin daha öz Türkçe olduğunu düşündüm ve çok hoşlandım.

Öyle ya, “afiyet” Arapçadan dilimize geçmiş bir sözcük. Hem de başka bir seçenek yokmuş gibi ağırlığını kabul ettirip dilimize yerleşmiş.

Belki böyle yüzlerce örnek var.

Yaşayan dile direnmek kuşkusuz akıllıca değil, ama doğru ve güzel olanı da korumak gerekir. Yoksa “afiyet” gibi sözcükler öz dilimize egemen oluyor ve sözcüğün karşıtı olan “zafiyet” durumu ortaya çıkıyor.-Böyle diyorum da ben de fazla titiz olamıyorum aslında, alışkanlıklarımın kolaycılığına yenilip çok dil yanlışı yapıyorum. Yüzüme vurulup, beni utandıracak pek çok yanlışımı bulmak mümkün.

***

Bizim malum iş arası ofis muhabbetlerimizden birinde bunu anlattım ve konu açıldı.

Bir keresinde bizim İgor, daçasını anlatırken bahçemizde üç “saraycık” var deyince 
Serkan’ın gözleri açılmış, hayretle sormuştu:

“İgor, ayıptır sorması, senin daçanın arazisi kaç yüz dönüm?”

İgor’un gülmekten yerlere yattığını tahmin edersiniz.

Rusların kullandığı “saray” sözcüğünün bizdeki gibi görkemli binalar için kullanılmadığı, tam tersine derme çatma, genellikle depo gibi kullanılan küçücük ahşap yapılar olduğunu öğrendiğinde de Serkan’ın şaşkınlığı hala geçmemişti.

Sanırım Türki dillerden Rusçaya geçen bu sözcüğü Ruslar içine biraz ironi katarak küçük yapılar için kullanıyorlar.

Böyle farkına bile varmadığımız pek çok sözcük var bir kültürden diğerine geçen.

***

Geçen seneydi galiba Türkiye’de televizyonlardaki evlenme, buluşturma programlarından birinde Rus kızı çay tiryakisi damadın gönül yoluna ulaşabilmek için semaverde çay demlemişti. Damat adayı çok keyiflenmiş “Vayy, sen bu işi biliyorsun, Rusya’da semaver var mı?” diye sormuştu.

Delikanlı, “semaver” sözcüğünün Rusçadan Türkçeye geçtiğini bilmiyordu tabii.

Rusça'daki “sama” ve “varit” sözcüklerinin birleşmesinden, yani 'kendi kendine kaynamak' anlamına gelen kelimelerden türeyerek oluşmuş.

Bunu bizim Serkan bile biliyor artık.

Bir keresinde Serkan genç erkeklerin ve kızların tanışmak, arkadaş bulmak amacıyla gittikleri  “Znakomstvo” barlarından birinin adresini sormak için İgor’a telefon ettiğinde, onun kız arkadaşıyla birlikte bu bara gideceğini zannedip, telaşla Rusların ünlü bir atasözünü söylemişti:

“Hop, sakın ha, ‘Tula’ya semaverle gidilmez!’”

Öyle ya Tula, semaver yapımıyla ünlü bir Rus şehriydi ve oraya yanında semaverle gidilmezdi. Mekana yalnız gelen çok sayıda güzel Rus kızının olduğu bir tanışma barına da kız arkadaşıyla gitmek doğru olmazdı.

Konuya bir katkı da bir Türk atasözüyle benden: “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak”la sonuçlanabilecek üzücü bir durumla karşılaşılabilinirdi.

***

“Pastırma yazı”nın da gelip geçtiği, “beyaz kış”a hazırlandığımız şu günlerden birinde ofiste oturmuş konuşuyoruz. Bu konular açıldığında bizim sohbetimiz iyice derinleşiyor; buna benzer pek çok örnek önümüze seriliyor.

Serkan, “Ruslar da ‘pastırma’ya ‘basturma’diyor,” diye başlıyor.

Evet, doğru. Ve hatta daha doğru, eski Türkçeye uygun söylüyorlar. “Pastırma” sözcüğüne bu “p” harfi nereden girmişti ki?

Ben, devam ediyorum, Serkan istihzalı gözlerle, sırıtarak beni süzüyor.

“Abi bu, hani Temel, Kristof Kolomb’dan, Amerigo Vespucci’den önce Amerika’ya gitmiş de Niagara Şelalesi’nde suların çağlayarak, gürültüyle döküldüğünü görüp, “Ne yaygara!’ demiş, oranın adı Niagara olmuş; Carolina’da karalahana görmüş, adı öyle kalmış geyikleri gibi olmasın?”

“Yok evladım, ben biraz araştırıp, okudum. İnanmayanlar da bir zahmet baksınlar,” diye kestiriyorum.

Sözcükler, kültürler arasında dolaşırken bazen değişime uğruyor. Nasıl oluyor diye sorduklarında bizdeki bu duruma uyan bir atasözü aklıma geliyor:

“Sağır duymaz, uydurur.”

***

Serkan’ın dediği gibi, “Pastırma”ya Ruslar, “бастурма” (basturma)  diyorlar.

Biz ise “Pastırma” diyoruz nedense?

Hadi çemenini anladık da, bir kez daha soruyu tekrarlayayım nerden çıktı bu pastırmanın “p”si?

“P” Türk alfabesinin yirminci harfi. Sert, patlamalı, titreşimsiz, çift dudak sessizi yumuşak karşılığıysa “b”. Belki ondan...

Pastırma, eski bir Türk yiyeceği. Pastırmayı ilk yapanlar Orta Asya'da Hunlar. Nitekim, Weber–Baldamus dünya tarihi kitabında, Antalyalı Amianus'un 273-275 yıllarında yazmış olduğu eserine atfen, Hunların bu husustaki adetlerinden şu şekilde bahsettiği biliniyor: “Hunlar yemek tanımazlar, yaban etleri ile atın sırtında, baldırları arasında ezdikleri yarı pişmiş eti yerler.”

Sözcüğün etimolojik kökenine indiğimizde adını bir parça etin at ile eyer arasına sıkıştırılıp süvarinin de ata binmesiyle ‘bastırılmasından’ aldığını görüyoruz. ‘Bastırma’ zamanla ‘pastırma’ olmuş.

Yani “basdurma, pasdırma/pastırma” bastırılarak kurutulmuş et.

“Hani ya da benim elli dirhem pastırmam
Konyalıdan başkasına bastırmam.”

Düğünlerde bu türkünün daha ilk üç notasını duyunca ağzının kenarları kulaklarına kadar yayılarak sırıtan, kendilerini dans pistlerine atan kardeşlerimiz fesata akıl yormadan bir de böyle düşünsünler lütfen.

Ruslar, “Sucuk”a da “колбаса” (kolbasa) diyorlar.
Yani ilginç, ama bana göre daha Türkçe söylüyorlar. Kolla bastırarak hazırlanan bir yiyecek anlatılıyor.

Sucuk ise Farsça kökenli bir sözcük. “Germe, çekerek uzatma, şerit, kordon” anlamında kullanılıyor.

***

Yine konuyu uzattım; daldan dala atlıyorum biliyorum, ama malumatfuruşluğuma kızmayıp, yorulmayıp okumak isterseniz biraz daha devam edeyim. Belki başka bir yazıda bunları anlatmak fırsatını bulamam.

İnsanlığın binlerce yıl öncesinden gelen ortak bir mirası var.

Bazen tarihi ciddi bir şekilde inceleyince kültürlerin, dillerin kökenindeki benzerlikleri yakalarsınız. Ve kuşkusuz şaşırırsınız.

Ruslarla Orta Asya’nın diğer halkları; Türki halklar  ve onların akrabaları yüzyıllar öncesinden beri bir arada yaşıyorlar.

Önce birbirleriyle savaşmışlar, birbirlerinin topraklarını işgal etmişler; Tatarlar, Moğollar, Rusların ülkesini, sonra da Ruslar onların ülkelerini işgal etmiş. Daha sonraysa bir arada yaşamayı öğrenmişler, bir ölçüde kaynaşmışlar.

Kim kime ne yapmışın hikayesi çok karışık, burada anlatmak da uzun sürer. Ancak şimdilerde başka bir şey var. Bu şey de daha uyumlu ve birlikte yaşama çabası.

Pek çok kişi gibi benim de dileğim, bu halkların birbirine baskın çıkmadan, birbirlerinin dillerine, kültürlerine saygı duyarak, hatta koruyarak, ortak çıkarlar zemininde bir arada, dostça yaşamaları ve bu birlikten daha olumlu, daha güçlü bir birliktelik çıkarmaları.

***

Dillerin serüvenine geri dönersek şunu söylemek olası; sözcüklerin izini sürmek, tarihe de ışık tutuyor. 

Sözcükler de insanlar gibi ilden ile, memleketten memlekete göç ediyorlar; bazen de değişime uğrayarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Bu arada ilginç olaylar ortaya çıkıyor. Başka anlamlarla geldikleri yere geri dönüyorlar.

Malum bugün Hollanda’nın simgesi olan lalenin menşei Osmanlıdır.

Efendim, rivayete göre 1400'lü yıllarda, Avrupalı bir gezgin, İstanbul'da yolda sarığına lale takmış bir adama rastlamış, işaret ederek başındakini sormuş. O da “turban” diye yanıtlamış; ama aslında gezginin öğrenmek istediği sarığa iliştirilmiş çiçeğin adı imiş. Adam ise gezginin sarığını sorduğunu zannetmiş.

Böyle bir yanlış anlaşmayla, güya “lale” çiçeğinin adı birçok Avrupa diline “tulpan” olarak girer.

Bizim “lale”ye Felemenkçe “tulpen”, İngilizce “tulip”, Almanca “tulpen”, Fransızca tulipes, Rusça “tyulpan (Тюльпан)” diyorlar.

Azerbeycan dilindeyse laleye “Lalə (Tulipan)” gülü denmekte.

Lalenin anavatanı Pamir, Hindukuş ve Tanrı dağları. Türkler göçleri esnasında bu bitkinin soğanlarını Anadolu'ya getirmişler. 1500'lü yıllarda Avrupa'ya Anadolu'dan giden lale özellikle Hollanda'da Osmanlı’da olduğundan daha çok yaygın olmuş.

Belki bu hikaye doğru, belki de değil, ama ilginç ve dinlemesi hoşa gidiyor.

Hikayemizdeki adamın başındaki sarık (“Sarmak”tan geliyor). Öz Türkçe “saruk” diye başlığa sarılan beze deniliyor.

Bu bez tülbent. Yani sarık tülbentten yapılıyor! Tülbent, ince ve seyrek dokunmuş, hafif ve yumuşak pamuklu bez. Genellikle doğrudan başa veya fes, kavuk gibi bir başlığın üzerine sarılan kumaş baş örtüsü.

Sih ve müslüman toplumlarında, genellikle Asya ülkelerinde yaygın. Sarık Türklerde halk arasında yaygınlaşmamıştır. Osmanlı Devleti zamanında Osmanlı sultanları ve din büyükleri tarafından takılırdı. Osmanlı padişahları da başlangıçtan 2. Mahmut dönemine kadar sarık takmışlardır.

Bu kelimenin kökeniyse Farsça “dulband” sözcüğü. Avrupa dillerine de buradan geçmiş. Pek çok Avrupa dilinde “turban” olarak anılır. 

Bizim “sarık”a  Felemenkçe “tulband”,  Fransızca “turban”, İngilizce “turban”, Rusça “Tyurban (Тюрбан)” denilir.

Rivayete göre hikayemizdeki Avrupalı gezginin dikkatini çeken iki nesne, “sarık” ve üzerindeki “lale” Felemenkçede benzer birer sözcükte anlam kazanmışlardır.

Hollandalıların konuştukları dillerden biri olan Felemenkçede lale “tulpen”, sarık ise “tulband” olarak sözcük dağarcıklarına girmiştir.

Ve işte bu çok ilginç: Fransızcadan Türkçeye geçen “türban” kelimesi ise yenilerde Türkçede kadın başörtüsü anlamında kullanılmaya başlandı.

Görünüşe göre Türkçede “tülbent” olarak geçen kelime, Avrupa’ya yaptığı yolculuğun, uzun bir serüvenin ardından Fransızcadan Türkçeye “türban” olarak geri dönüyor. 

Bu serüveni İgor bile ağzı açık dinliyor.

***

Dedik ya bu halkların yüzyıllara dayalı içiçe geçmişlikleri var. Haliyle dilden dile sözcükler de geçmiş.

Rusça’da Türki dillerden alınmış, neredeyse Türkçe ve Rusça’da hemen hemen aynı şekilde söylenen ve aynı anlama gelen çok sayıda kelime var. Örnek vermek gerekirse;

Арбуз [arbús] karpuz
Диван [diván] divan
Ишак [işák] eşek
Йогурт [yógurt] yoğurt
Караван [karaván] kervan
Очаг [açák] ocak
Плов [plof] pilav
Самовар [samavár] semaver
Шапка [şápka] şapka

Hem Rusçada hem de Türkçede Avrupa dillerinin, mesela Fransızca, İngilizcenin etkisinde kalınarak, bu dillerden geçen hemen hemen aynı şekilde söylenen ve aynı anlama gelen çok sayıda kelime var. Yine örnek vermek gerekirse;

Ваза [váza] vazo
Витрина [vitrína] vitrin
Лампа [lámpa] lamba
Маска [máska] maske
Премия [prémiya] prim
Радио [rádio] radyo
Рекорд [rikórt] rekor
Фаворит [favarít] favori

Bir de tuhafımıza gidecek, hem Türkleri, hem de Rusları şaşırtıp güldüren, Rusça ve Türkçe’de aynı şekilde söylenen, fakat farklı anlamları taşıyan sözcükler var:

Бал [bal] balo
Бардак [bardák] dağınık
Дурак [durák] aptal
Кот [kot] kedi
Кулак [kulák] yumruk
Магазин [magazín] market, mağaza
Сыр [sır] peynir
Табак [tabák] tütün
Халат [halát] bornoz

***

İlginç değil mi?

Örneğin bizim “kulak” dediğimiz, Ruslarda “yumruk” anlamına geliyor. “Bardak” dağınıklık, 

“Durak” da “aptal” anlamına geliyor.

Serkan, bir keresinde dalgınlığına gelip Rusların dolmuşu olan “maşrutka”lardan birinde durağı geçme telaşıyla şoföre Türkçe “Durakta durur musunuz?” diye seslenmiş.

Söylemeye gerek yok; şoför şöyle bir arkasına dönüp, bana “aptal mı diyorsun?” gibilerinden ters ters bakmış. Neyse olay fazla uzamamış.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder