Moskova

Moskova

4 Kasım 2017 Cumartesi

Gorki Park'a doğru...


Samih Güven


Smolenskaya Bulvarında alt geçitte ilerliyorum. Adamın biri öyle güzel keman çalıyor ki, durup dinleyecek oluyorum bir an. Oysa durup dinleyen yok, gelip geçen var sadece. Cüzdanımdan bir banknot çıkarıp adamın çantasına atıyorum. Kaçar gibi uzaklaşıyorum sonra da. Müzik susuyor birden. Müzisyen arkamdan sesleniyor:
“Gaspadin, gaspadin (beyefendi)!”

“Beş bin Ruble bu, yüz Ruble diye mi düşündünüz?”

“Öyle mi olmuş!”

“Geçit yarı loş olduğundan anlamadınız demek ki. Hak etmediğim şeyi almak istemem.”

Orta yaşlı, sakalını özgür bırakmış müzisyenin dediği doğruydu. Yüz Ruble diye düşünmüştüm ama yanlışlık olmuştu demek ki. Adamın şehrin güzelliğine, alt geçitin atmosferine kattıkları yanında önemsizdi konu. “Kısmetinmiş” demek istedim ama Rusçası aklıma gelmedi. “Buna ihtiyacım yok, lütfen kabul edin”, dedim.

Adam kararlı olduğumu anlayınca teşekkür edip geri döndü.

Uzun zaman önce kol saati takmayı bırakmıştım. Alt geçitten çıktığımda duraklayıp, saati kontrol ettim telefonumdan. On biri yirmi geçiyordu. Eve gitmeyecektim. Moskova’da yağmursuz yaz gecelerinin kıymetini biliyordum. Hem oraya yürüyebilirdim.

O sırada arkamdan gelen iki kız selam verdi.

“Kemancıya davranışınız çok hoştu”, dedi biri.

“İşte şehirdeki iyi adam!”, dedi öbürü.

“Kafa buluyorsunuz!”, dedim.

“Yok yok siz ona bakmayın, davranışınız hoşumuza gitti gerçekten”, dedi ilk söze giren.

Kızlar duraklamıştı. Neden gitmemişlerdi ki her zamanki gibi? “Adın ne”, diye sordu biri. Gecenin bir vakti güzel bir kız, adın ne diye soruyorsa samimi şekilde, hafife almamalıydı bunu. “Adım Borges” dedim. Bu da nereden çıktı anlamamıştım ama. O gün Binbir Gece Masalları ve Borges hakkında bir şeyler okumuştum. Bundandı belki. Belki de gerçek üstü bir kapı aralamak istemiştim. Uçak Krizi sonrasındaki havanın etkisiydi belki de. Bilmiyorum.

“Latin misin yani?”, diye sordu kızlardan biri.

“Ne fark eder ki bu saatte?”

“Evet boş verelim” dedi öbür kız.

Binbir gece masallarına benzerliği ne olabilirdi ki bu anın? Burası Moskova’ydı. Güzel bir kadınla ansızın konuşabilirdin de, gülüşebilirdin de. Gerçek üstü yanı yoktu. Ama benim için olabilirdi belki. Kendi gerçekliğimde böyle anların devamını getirememiş, pişmanlık duymuştum sonra da. Bir hafta önce “Nerelisin” diyen kızlara “Türküm” dediğimde “İtalyan değilmiş gidelim”, demişlerdi. Şimdi Borges’le mutlu olmalıydık hepimiz!

“Hava çok güzel, Gorki Park’a yürüyelim mi?”, dedim. Birbirlerine baktılar. “Neden olmasın”, dedi ilk söze giren.

Dışişleri Bakanlığının önünden Gorki Park’a doğru yürümeye başladık. Kızlardan biri kafede, diğeri de bir firmanın muhasebe bölümünde çalışıyormuş. Adları Anna ve Yulya imiş. Rusçam idare ediyordu. Kendi İngilizcelerini beğenmezken aynı seviyede olan Rusçama övgüler yağdırmaları motive ediciydi. Neşeme diyecek yoktu. Yaz ne güzeldi Moskova’da!

“Gorki Parka yürümek çok güzel”, dedim.

“Neden ki, sıradan bir şey değil mi?” diye sordu Anna.

Çünkü, yaz ne kadar özlenen, ne kadar kısa ve ne kadar güzelse Moskova’da, saatin on ikisinde nehir kenarında, dalga dalga kabaran o coşku selinin içinde, gelip geçenlerin arasında olmak da öyle güzel diye düşündüm. Ama bunları olduğu gibi ifade etmek için Rusçama güvenemedim.

“Hava çok güzel, ilginç bir gece olacağını hissediyorum” dedim sadece.

“Hadi ya, başka?” dedi Yulya.

“Hem Gorki Park’ı çok seviyorum.”

“Evet, belli oluyor.”

Çünkü orada esintili bir yaz gecesi şimdi. Gençlik fışkırıyor, heyecan da. Kimse kimseye bağırmıyor, düşmanca niyetler beslemiyor. Huzurla yürüyor, oturuyor, sohbet ediyor herkes. Genci de yaşlısı da. Soluk aldığımız her anın, kısa yaz akşamlarının ne denli kıymetli olduğunu, kadınlar olmadan dünyanın hiçbir işe yaramayacağını anlatıyor Gorki Park. Sessizlik anında bunlar geçmişti aklımdan.

Kızların Gorki Park’a gitme fikrinden benim kadar heyecan duymadığını hissediyordum ama. Bunu, yol boyunca mekanlara dikkatle bakmalarından, bu ayakkabılarla da yürümek zor oluyor demelerinden anlıyordum. Ama, Smolenskaya Bulvarında, iki kadının yanında, sırlarla dolu bir yabancı olarak yürümek keyif vericiydi.

“Borges”, deyip duraklıyor Anna. “Şurada bir karaoke bar var, bir baksak mı, bir şeyler atıştırır, sonra enerjimiz olursa yürürüz”, diye devam ediyor.

“Şeyy… Öyle istiyorsanız neden olmasın.”

Stalin tipi bir binanın girişinden iki basamak aşağı iniyoruz. Müzik aletlerinin başında siyah tişörtlü bir adam duruyor. Kapı girişinde dikilen uzun boylu, ince yapılı bir garson da göze çarpıyor. Küçük bir mekan. Tuhaf olan ise sadece bir müşteri var. Yalnız bir kız. Nargile tüttürüyor.

Gurup halinde gelip, arkadaş arasında karaoke şarkı söylemek eğlenceli olabilir belki. Ya da diğer insanların arasında sosyalleşmek. Ama yalnız başına bir kızın şarkı isteyip, sonra da mikrofonu alarak kendi kendine söylemesi ilginç geliyor.

Geniş bir masaya oturuyoruz. Salata sipariş ediyor kızlar, biraz da şarap içmek istediklerini söylüyorlar. “Kaniyeşna (elbette)”, diyorum keyifle.

Garson sipariş ettiğimiz Fransız şarabını hızlıca getirip kadehleri dolduruyor. “Şerefe”, deyip gülüşüyoruz.

Oralı değilmiş gibi davranan yalnız kızın merak yüklü bakışlarını hissediyorum bir yandan.

Sohbet iyi gidiyor. Yalnız kız birkaç şarkı söylüyor bu arada. Bizimkiler de ondan geri kalmıyor. Sırayla şarkı isteyip, mikrofonu ellerine alıyorlar. Hızlıca barın orta yerine atılıp söylemeye başlıyorlar. Bir tür stres atma, içini dökme, biraz da keyif alıp eğlenme gibi bir faaliyet sanırım. Bizimkiler sahneye atılıp söylemeye çalışırken, yalnız kız yerinden söylemeyi tercih ediyor. Bir ara bizim kızları küçümsediği kanısına kapılmıyorum değil.

“Borges, neden İspanyolca şarkı söylemiyorsun?” diyor, Anna.

“İspanyolca mı?”

“Evet, sizin oralardan söyle bir şey. DJ hangi şarkı olsa buluyor internetten.”

“Şey… Ben hiç böyle bir şey yapmadım ki daha önce.”

“Hadi kırma bizi.”

Yalnız kızın bakışları da bizim masada.

“Şarkı söylemeden bırakmayız seni” diye ısrar ediyor kızlar.

“Tamam ama, İngilizce bir şarkı olsun ki, sizler de takip edebilin”, diyorum.

“Tamam, ne söyleyeceksin?”

“Imagine…”
            
Hayatımda ilk defa dört müşterisi olan küçük, ilginç bir mekanda, karaoke şarkı söylüyorum.

Imagine all the people…

Ekranda John Lenon’ın fotoğrafı duruyor. Yazıları müzik eşliğinde okumaya çalışıyorum. Hoşuma gidiyor mu, evet.

Yulya ve Anna: Naif, eğlenmek isteyen iki genç insan. Onların arasında  iyi hissediyorum. Fakat şu yalnız kız da gecenin parçası olmuş durumda çoktan.

Şarkı bittiğinde bizimkilerin sipariş ettiği yeni bir şarkı giriyor devreye. İkisi de sahneye atılıyor. Ağır bir şarkı. Dans ediyoruz sırayla. Yalnız kızın bizi izlerken eğlendiğini hissediyorum nedense. Bıyık altından gülüyor gibi. Niye?, bilmiyorum. Anna’nın şarap kadehiyle dans etmeye çalışan haline mi, benimle dans etmek için girdikleri yarışa mı, hiçbir şeyi umursamayan hallerine mi, benim tutuk, acemi hallerime mi emin değilim.

Yeniden masaya oturduğumuzda bizim kızlar şerefe diyor. Sertçe vuruyorlar kadehleri.

“Borges, biz gitmek zorundayız, yarın iş var”, diyor Anna.

“Şimdi mi?”

“Evet, hadi hep birlikte çıkalım.”

“Yok, ben birazcık daha oturayım, sonra da Gorki Park’a yürüyeceğim.”

“Bu saatte ne Gorki Park’ı artık?”, diyor Yulya.

“Saatte bir şey yok ki, orada sabaha kadar yürüyen, eğlenen insanlar oluyor hafta sonu, biliyorum bunu.”

“O zaman biz gidelim, kusura bakma”, diyor Anna. İkisi de yanaklarımdan öpüp ayrılıyor. Elime de bir kağıt sıkıştırıyorlar. Perşembe günü akşam saat yedide Anna’nın doğum günü partisi varmış, bekliyorlarmış. Altında da adres yazıyor.

Hüzünleniyorum nedense. Hesabı istiyorum bu arada. Yalnız kız da istiyor hesabı. Bakışlarımız karşılaştığında gülümsüyor.

“Borges mi adın?”

“Evet.”

“İspanyol’a değil de İtalyan’a benziyorsun.”

“Öyle mi?”

“Nedir bu Gorki Park olayı bu arada? İstemeden kulak misafiri oldum da. İlla böyle gece vakti yürümen mi gerekiyor?”

“Şey…”

Aynı anda geliyor hesabımız. Para üstünü alıp bahşiş bırakıyoruz. Aynı anda da çıkışa yöneliyoruz. İkimiz de böyle olmasını istiyoruz galiba.

“Pardon isminiz neydi acaba?”

“Anna.”

“Sizin de mi?”

“Rusya’da çok kullanılan bir isimdir.”

Caddedeyiz yeniden. Geceye tatlı bir esinti hâkim olmuş. On şeritli cadde aydınlık olabildiğince. Geniş kaldırımlar da öyle. Ama ortalık sessizleşmiş artık.

“Neden yalnızdın orada?”, diye soruyorum.                        

“Sizi bekliyordum.”

“Nasıl yani?”

“Sizi derken gelecek müşterileri, sıkılmıştım iyice.”

“Anlamadım.”

“Aslında arkadaşlarım da gelecekti ama son anda önemli bir işleri çıktı. Ben de tek başıma eğleneyim istedim. Siz gelince de daha fazla kalmış oldum. Neden Gorki Park’ta ısrarcı oldun o kadar? Başka yerler bilmiyor musun yoksa?”

“Yok, olur mu, Moskova’yı gözü kapalı bilirim.”

“Nasıl oluyormuş bu?”

“Şey… Anlatacağım.”

“Ne zaman? Vaktim az.”

“Kırım Köprüsünden Gorki Park’a bakarken.”

“Seninle oraya kadar geleceğimi mi düşünüyorsun?”

“Zaten yakın. Oraya kadar yürüyelim. Hem gelmesen de ben yürüyeceğim.”

“Sadece köprüye kadar.”

“Bu arada benim adım Borges değil, Kemal.”

“Bak şimdi! Neden yaptın ki böyle bir şey?”

“Uçak Krizinden sonra birkaç kez yaptım. İlk zamanlar çok zordu her şey. Ama bugün farklı nedenler de vardı galiba.”

“Korkuyor muydun yani?”

“Olumsuz bir şey yaşamak istemiyordum”, diyelim.

“Kızmadım o kadar da, sıkma canını.”

Kırım Köprüsünün üzerindeyiz artık. Saat iki buçuk. Gece ışıklarıyla parıldıyor Moskova Nehri. Gorki Park’ta hala insanlar var. Nehir kenarındaki merdivenlere oturmuş sevgililer sarmaş dolaş. Bisiklete binenler, kaydırak kullananlar…

“Evet Kemal, Moskova’yı gözü kapalı bilirim diyordun, anlat artık! Hem nedir bu Gorki Park ısrarı?”

“Olmadan yürüdüm buralarda, şimdi neden yürümeyeyim?”

“Bir şey anlamadım   .”

“Anlamın peşinde gidiyoruz, ama kendisi olamıyoruz”, dedim.

“Gecenin bir vakti kafa mı buluyorsun benimle.”

Neden vazgeçmiştim bilmiyorum. Ama beklediği cevabı alamamıştı Anna. Köprüden Gorki Park’ı seyrettik bir süre.

“Gitmek zorundayım”, dedi. “Hoşçakal.”

“Da sividanya Anna (Hoşçakal).”

Kırım Köprüsünden aşağıya doğru iniyorum merdivenlerden. Bir banka oturuyorum önce. Teskin edici bir esinti geliyor Moskova Nehri’nden.

Ankara’da ara vermek zorunda kaldığım Moskova’daki yaşantıma geri dönmüştüm artık.  Uzun ilaç seanslarında yaptığım gibi gözlerimi kapayıp yürümeye başladım. Ne Uçak Krizi ne de başka bir şey geliyordu aklıma. Bedenim esintiye karışıp, gezindi parkın içinde.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder