Kaynak: https://samihguven.blogspot.ru/
Smolenskaya Bulvarında alt geçitte ilerliyorum. Adamın biri
öyle güzel keman çalıyor ki, durup dinleyecek oluyorum bir an. Oysa durup
dinleyen yok, gelip geçen var sadece. Cüzdanımdan bir banknot çıkarıp adamın
çantasına atıyorum. Kaçar gibi uzaklaşıyorum sonra da. Müzik susuyor birden.
Müzisyen arkamdan sesleniyor:
“Gaspadin, gaspadin (beyefendi)!”
“Beş bin Ruble bu, yüz Ruble diye mi düşündünüz?”
“Öyle mi olmuş!”
“Geçit yarı loş olduğundan anlamadınız demek ki. Hak
etmediğim şeyi almak istemem.”
Orta yaşlı, sakalını özgür bırakmış müzisyenin dediği
doğruydu. Yüz Ruble diye düşünmüştüm ama yanlışlık olmuştu demek ki. Adamın
şehrin güzelliğine, alt geçitin atmosferine kattıkları yanında önemsizdi konu.
“Kısmetinmiş” demek istedim ama Rusçası aklıma gelmedi. “Buna ihtiyacım yok,
lütfen kabul edin”, dedim.
Adam kararlı olduğumu anlayınca teşekkür edip geri döndü.
Uzun zaman önce kol saati takmayı bırakmıştım. Alt geçitten
çıktığımda duraklayıp, saati kontrol ettim telefonumdan. On biri yirmi
geçiyordu. Eve gitmeyecektim. Moskova’da yağmursuz yaz gecelerinin kıymetini
biliyordum. Hem oraya yürüyebilirdim.
O sırada arkamdan gelen iki kız selam verdi.
“Kemancıya davranışınız çok hoştu”, dedi biri.
“İşte şehirdeki iyi adam!”, dedi öbürü.
“Kafa buluyorsunuz!”, dedim.
“Yok yok siz ona bakmayın, davranışınız hoşumuza gitti
gerçekten”, dedi ilk söze giren.
Kızlar duraklamıştı. Neden gitmemişlerdi ki her zamanki
gibi? “Adın ne”, diye sordu biri. Gecenin bir vakti güzel bir kız, adın ne diye
soruyorsa samimi şekilde, hafife almamalıydı bunu. “Adım Borges” dedim. Bu da
nereden çıktı anlamamıştım ama. O gün Binbir Gece Masalları ve Borges hakkında
bir şeyler okumuştum. Bundandı belki. Belki de gerçek üstü bir kapı aralamak
istemiştim. Uçak Krizi sonrasındaki havanın etkisiydi belki de. Bilmiyorum.
“Latin misin yani?”, diye sordu kızlardan biri.
“Ne fark eder ki bu saatte?”
“Evet boş verelim” dedi öbür kız.
Binbir gece masallarına benzerliği ne olabilirdi ki bu
anın? Burası Moskova’ydı. Güzel bir kadınla ansızın konuşabilirdin de,
gülüşebilirdin de. Gerçek üstü yanı yoktu. Ama benim için olabilirdi belki.
Kendi gerçekliğimde böyle anların devamını getirememiş, pişmanlık duymuştum
sonra da. Bir hafta önce “Nerelisin” diyen kızlara “Türküm” dediğimde “İtalyan
değilmiş gidelim”, demişlerdi. Şimdi Borges’le mutlu olmalıydık hepimiz!
“Hava çok güzel, Gorki Park’a yürüyelim mi?”, dedim.
Birbirlerine baktılar. “Neden olmasın”, dedi ilk söze giren.
Dışişleri Bakanlığının önünden Gorki Park’a doğru yürümeye
başladık. Kızlardan biri kafede, diğeri de bir firmanın muhasebe bölümünde
çalışıyormuş. Adları Anna ve Yulya imiş. Rusçam idare ediyordu. Kendi
İngilizcelerini beğenmezken aynı seviyede olan Rusçama övgüler yağdırmaları
motive ediciydi. Neşeme diyecek yoktu. Yaz ne güzeldi Moskova’da!
“Gorki Parka yürümek çok güzel”, dedim.
“Neden ki, sıradan bir şey değil mi?” diye sordu Anna.
Çünkü, yaz ne kadar özlenen, ne kadar kısa ve ne kadar
güzelse Moskova’da, saatin on ikisinde nehir kenarında, dalga dalga kabaran o
coşku selinin içinde, gelip geçenlerin arasında olmak da öyle güzel diye
düşündüm. Ama bunları olduğu gibi ifade etmek için Rusçama güvenemedim.
“Hava çok güzel, ilginç bir gece olacağını hissediyorum”
dedim sadece.
“Hadi ya, başka?” dedi Yulya.
“Hem Gorki Park’ı çok seviyorum.”
“Evet, belli oluyor.”
Çünkü orada esintili bir yaz gecesi şimdi. Gençlik
fışkırıyor, heyecan da. Kimse kimseye bağırmıyor, düşmanca niyetler beslemiyor.
Huzurla yürüyor, oturuyor, sohbet ediyor herkes. Genci de yaşlısı da. Soluk
aldığımız her anın, kısa yaz akşamlarının ne denli kıymetli olduğunu, kadınlar
olmadan dünyanın hiçbir işe yaramayacağını anlatıyor Gorki Park. Sessizlik
anında bunlar geçmişti aklımdan.
Kızların Gorki Park’a gitme fikrinden benim kadar heyecan
duymadığını hissediyordum ama. Bunu, yol boyunca mekanlara dikkatle
bakmalarından, bu ayakkabılarla da yürümek zor oluyor demelerinden anlıyordum.
Ama, Smolenskaya Bulvarında, iki kadının yanında, sırlarla dolu bir yabancı
olarak yürümek keyif vericiydi.
“Borges”, deyip duraklıyor Anna. “Şurada bir karaoke bar
var, bir baksak mı, bir şeyler atıştırır, sonra enerjimiz olursa yürürüz”, diye
devam ediyor.
“Şeyy… Öyle istiyorsanız neden olmasın.”
Stalin tipi bir binanın girişinden iki basamak aşağı
iniyoruz. Müzik aletlerinin başında siyah tişörtlü bir adam duruyor. Kapı
girişinde dikilen uzun boylu, ince yapılı bir garson da göze çarpıyor. Küçük
bir mekan. Tuhaf olan ise sadece bir müşteri var. Yalnız bir kız. Nargile
tüttürüyor.
Gurup halinde gelip, arkadaş arasında karaoke şarkı
söylemek eğlenceli olabilir belki. Ya da diğer insanların arasında sosyalleşmek.
Ama yalnız başına bir kızın şarkı isteyip, sonra da mikrofonu alarak kendi
kendine söylemesi ilginç geliyor.
Geniş bir masaya oturuyoruz. Salata sipariş ediyor kızlar,
biraz da şarap içmek istediklerini söylüyorlar. “Kaniyeşna (elbette)”, diyorum
keyifle.
Garson sipariş ettiğimiz Fransız şarabını hızlıca getirip
kadehleri dolduruyor. “Şerefe”, deyip gülüşüyoruz.
Oralı değilmiş gibi davranan yalnız kızın merak yüklü
bakışlarını hissediyorum bir yandan.
Sohbet iyi gidiyor. Yalnız kız birkaç şarkı söylüyor bu
arada. Bizimkiler de ondan geri kalmıyor. Sırayla şarkı isteyip, mikrofonu
ellerine alıyorlar. Hızlıca barın orta yerine atılıp söylemeye başlıyorlar. Bir
tür stres atma, içini dökme, biraz da keyif alıp eğlenme gibi bir faaliyet
sanırım. Bizimkiler sahneye atılıp söylemeye çalışırken, yalnız kız yerinden
söylemeyi tercih ediyor. Bir ara bizim kızları küçümsediği kanısına
kapılmıyorum değil.
“Borges, neden İspanyolca şarkı söylemiyorsun?” diyor,
Anna.
“İspanyolca mı?”
“Evet, sizin oralardan söyle bir şey. DJ hangi şarkı olsa
buluyor internetten.”
“Şey… Ben hiç böyle bir şey yapmadım ki daha önce.”
“Hadi kırma bizi.”
Yalnız kızın bakışları da bizim masada.
“Şarkı söylemeden bırakmayız seni” diye ısrar ediyor
kızlar.
“Tamam ama, İngilizce bir şarkı olsun ki, sizler de takip
edebilin”, diyorum.
“Tamam, ne söyleyeceksin?”
“Imagine…”
Hayatımda ilk defa dört müşterisi olan küçük, ilginç bir
mekanda, karaoke şarkı söylüyorum.
Imagine all the people…
Ekranda John Lenon’ın fotoğrafı duruyor. Yazıları müzik
eşliğinde okumaya çalışıyorum. Hoşuma gidiyor mu, evet.
Yulya ve Anna: Naif, eğlenmek isteyen iki genç insan.
Onların arasında iyi hissediyorum. Fakat şu yalnız kız da gecenin
parçası olmuş durumda çoktan.
Şarkı bittiğinde bizimkilerin sipariş ettiği yeni bir şarkı
giriyor devreye. İkisi de sahneye atılıyor. Ağır bir şarkı. Dans ediyoruz
sırayla. Yalnız kızın bizi izlerken eğlendiğini hissediyorum nedense. Bıyık
altından gülüyor gibi. Niye?, bilmiyorum. Anna’nın şarap kadehiyle dans etmeye
çalışan haline mi, benimle dans etmek için girdikleri yarışa mı, hiçbir şeyi
umursamayan hallerine mi, benim tutuk, acemi hallerime mi emin değilim.
Yeniden masaya oturduğumuzda bizim kızlar şerefe diyor.
Sertçe vuruyorlar kadehleri.
“Borges, biz gitmek zorundayız, yarın iş var”, diyor Anna.
“Şimdi mi?”
“Evet, hadi hep birlikte çıkalım.”
“Yok, ben birazcık daha oturayım, sonra da Gorki Park’a
yürüyeceğim.”
“Bu saatte ne Gorki Park’ı artık?”, diyor Yulya.
“Saatte bir şey yok ki, orada sabaha kadar yürüyen, eğlenen
insanlar oluyor hafta sonu, biliyorum bunu.”
“O zaman biz gidelim, kusura bakma”, diyor Anna. İkisi de
yanaklarımdan öpüp ayrılıyor. Elime de bir kağıt sıkıştırıyorlar. Perşembe günü
akşam saat yedide Anna’nın doğum günü partisi varmış, bekliyorlarmış. Altında
da adres yazıyor.
Hüzünleniyorum nedense. Hesabı istiyorum bu arada. Yalnız
kız da istiyor hesabı. Bakışlarımız karşılaştığında gülümsüyor.
“Borges mi adın?”
“Evet.”
“İspanyol’a değil de İtalyan’a benziyorsun.”
“Öyle mi?”
“Nedir bu Gorki Park olayı bu arada? İstemeden kulak
misafiri oldum da. İlla böyle gece vakti yürümen mi gerekiyor?”
“Şey…”
Aynı anda geliyor hesabımız. Para üstünü alıp bahşiş
bırakıyoruz. Aynı anda da çıkışa yöneliyoruz. İkimiz de böyle olmasını
istiyoruz galiba.
“Pardon isminiz neydi acaba?”
“Anna.”
“Sizin de mi?”
“Rusya’da çok kullanılan bir isimdir.”
Caddedeyiz yeniden. Geceye tatlı bir esinti hâkim olmuş. On
şeritli cadde aydınlık olabildiğince. Geniş kaldırımlar da öyle. Ama ortalık
sessizleşmiş artık.
“Neden yalnızdın orada?”, diye
soruyorum.
“Sizi bekliyordum.”
“Nasıl yani?”
“Sizi derken gelecek müşterileri, sıkılmıştım iyice.”
“Anlamadım.”
“Aslında arkadaşlarım da gelecekti ama son anda önemli bir
işleri çıktı. Ben de tek başıma eğleneyim istedim. Siz gelince de daha fazla
kalmış oldum. Neden Gorki Park’ta ısrarcı oldun o kadar? Başka yerler bilmiyor
musun yoksa?”
“Yok, olur mu, Moskova’yı gözü kapalı bilirim.”
“Nasıl oluyormuş bu?”
“Şey… Anlatacağım.”
“Ne zaman? Vaktim az.”
“Kırım Köprüsünden Gorki Park’a bakarken.”
“Seninle oraya kadar geleceğimi mi düşünüyorsun?”
“Zaten yakın. Oraya kadar yürüyelim. Hem gelmesen de ben
yürüyeceğim.”
“Sadece köprüye kadar.”
“Bu arada benim adım Borges değil, Kemal.”
“Bak şimdi! Neden yaptın ki böyle bir şey?”
“Uçak Krizinden sonra birkaç kez yaptım. İlk zamanlar çok
zordu her şey. Ama bugün farklı nedenler de vardı galiba.”
“Korkuyor muydun yani?”
“Olumsuz bir şey yaşamak istemiyordum”, diyelim.
“Kızmadım o kadar da, sıkma canını.”
Kırım Köprüsünün üzerindeyiz artık. Saat iki buçuk. Gece
ışıklarıyla parıldıyor Moskova Nehri. Gorki Park’ta hala insanlar var. Nehir kenarındaki
merdivenlere oturmuş sevgililer sarmaş dolaş. Bisiklete binenler, kaydırak
kullananlar…
“Evet Kemal, Moskova’yı gözü kapalı bilirim diyordun, anlat
artık! Hem nedir bu Gorki Park ısrarı?”
“Olmadan yürüdüm buralarda, şimdi neden yürümeyeyim?”
“Bir şey anlamadım .”
“Anlamın peşinde gidiyoruz, ama kendisi olamıyoruz”, dedim.
“Gecenin bir vakti kafa mı buluyorsun benimle.”
Neden vazgeçmiştim bilmiyorum. Ama beklediği cevabı
alamamıştı Anna. Köprüden Gorki Park’ı seyrettik bir süre.
“Gitmek zorundayım”, dedi. “Hoşçakal.”
“Da sividanya Anna (Hoşçakal).”
Kırım Köprüsünden aşağıya doğru iniyorum merdivenlerden.
Bir banka oturuyorum önce. Teskin edici bir esinti geliyor Moskova Nehri’nden.
Ankara’da ara vermek zorunda kaldığım Moskova’daki
yaşantıma geri dönmüştüm artık. Uzun ilaç seanslarında yaptığım gibi
gözlerimi kapayıp yürümeye başladım. Ne Uçak Krizi ne de başka bir şey
geliyordu aklıma. Bedenim esintiye karışıp, gezindi parkın içinde.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder