Moskova

Moskova

30 Haziran 2019 Pazar

Gorki’nin Makar Çudra’sı Üstüne




Sedat Sezgin






Gorki bu kısa öyküsünde düz yazının şiire en yakın dilini yakalamıştır, dersem, sanırım kimse karşı çıkmaz.

“Demek geziyorsun böyle? Çok güzel! Kendine şanlı bir kader seçmişsin şahinim! Zaten gerekli olan da budur. Gezip görecek, hayatın tadını çıkaracak, sonra da yatıp öleceksin... Gerisine kulak asma!”

Yaşlı, güngörmüş çingene Makar Çudra’nın sözlerinden öğreniyoruz Radda ile Zobar’ın öyküsünü, ama öncesinde bolca hayat hakkında, insanın varoluşu hakkında. Tane tane, seçile seçile önümüze konulur yaşlı Çudra’nın sözleri. Bir öykünün inandırıcılığını artırmak için sık sık başvurulan bir yöntemdir bu aslında, yapıtta geçen bir karakterin ağzından anlatmak, Gorki de bunu yapar “Makar Çudra” adlı kısa öyküsünde. Ancak bilge Çudra’nın sesi öylesine canlı ki bir anda okur önündeki metnin daha da ilerisine gider, kendini koca bir bozkırın ortasında bulur, yarı uzanmış yaşlı çingenenin yanı başında oturur, soğuk sonbahar rüzgârına aldırış etmeden payına düşen birkaç kuru yaprağı ayakları dibindeki ateşin üstüne atar. Çudra: “Hayat ha? Başka insanlar ha? Hele hele! Sana ne bunlardan? Senin kendi hayatın yok mu? Başka insanlar sensiz yaşıyorlar ve sensiz yaşayacaklar. Yoksa birine gerekli olduğunu mu sanıyorsun? Sen ne ekmeksin, ne de değnek, kimsenin sana gereksinimi yoktur.” Sözlerinden bencillik taşıyor gibi görünse de aslında öykü tam da aksi yönde akar ve sonlanır.

Makar Çudra asıl anlatıcıyla sohbet ederken, belki de bu nedenle okura yönelmiştir, zira asıl anlatıcı orada bulunmayacak kadar yoktur adeta: “Çok gülünç varlıklar şu senin insanların. İç içe girmişler, birbirini eziyorlar. Oysa, bak, dünya ne kadar geniş. Herkes çalışıyor. Niçin? Kimin yaranına? Kimse bilmiyor. Çift süren bir insan gördüğüm zaman, gücünü ter damlaları halinde toprağa akıttığını, sonra da aynı toprağın altında çürüyeceğini düşünürüm. Zavallı adam! Ondan hiçbir iz kalmayacak geriye. Dünyayı tarlasından ibaret sanacak, doğduğu gibi, boş bir kafayla ölüp gidecek. Peki, niçin doğdu bu adam? Toprağı kurcalamak ve kendisine bir mezar bile kazmadan ölmek için... Özgürlük denen şeyden haberi var mı? Bozkırın sonsuzluğu ona ne anlatır? Bu dalga dalga yayılan ezgi onun yüreğine de sevinç salar mı?” Gorki’nin ya da yaşlı çingenenin sesi olsun, bu neyi değiştirir ki; ses bizi alıp sürükler, derin düşünce diyarına taşır.

Makar Çudra hayat hakkındaki bilgisini kitaplara değil; gezip dolaştığı yerlere, gördüğü-tanıdığı insanlarla temasına, yaşadığı hayata borçlu. Onun babacan ve bilge sesi kulaklarımızda çınlarken metrekarelerle ölçtüğümüz küçük dairelerimizin içinde sıkışıp kaldığımızı bir kez daha anımsarız. Ne de olsa baktığımız bozkır çıplak gözlerimizin göremeyeceği uzaklıkta, içinde birkaç bank ve birkaç yapay çimden yapılmış yeşil alan diye yutturulan sahte bir parktan da ibaret olabilir tabii. Anlattığı öyküdeki Zobar’ın özgürlüğüne olan düşkünlüğüne hayran kalmakla birlikte biraz da tedirgin oluruz aslında, zira modern hayat denilen yaşam şekli ya da sabah 08.00 akşam 16.00 mesai saatlerince (tabii çok daha fazla mesai yapmak zorunda olanlar da var) mekik dokuyan özgür ruhlarımızın bizden çoktan çalındığını hissetmekle kalmaz, acıyla fark ederiz de.

Zobar gemlenemeyecek yabani bir tay kadar özgür ruhlu biridir, gel gör ki çingeneler güzeli Radda’da öyle; birbirleriyle uyumlu iki serseri âşık. Ama yaşlı çingene Makar Çudra’nın anlattığına göre bu iki sevdalı ruh özgürlüklerini kaybetmemek için ölümü seçerler (ne de olsa evlilik bağı bir tür gemlenmektir de), en azından Radda’nın bu yolu seçtiğinden okur olarak hiç kuşkumuz yok.

Gorki bu kısa öyküsünde düz yazının şiire en yakın dilini yakalamıştır, dersem, sanırım kimse karşı çıkmaz. Öyle ki öyküyü bitirdiğimizde hayat hakkında, aşk hakkında, özgürlük hakkında, hele kendi özgürlüğümüz hakkında bir kez daha düşünce kuyularımızın dibine var gücümüzle kazma saplamaya başlarız. Ama yine de kıskaçlar arasındaki ruhlarımız açısından birçok şeyin imkânsız olduğunu da biliriz. Sonuç olarak, yaşam karşısında sözün ne değeri var, pardon, yaşlı Çudra’nın da sorduğu gibi: “Acı karşısında sözün ne değeri var?” sözünü ya da sorusunu bir kez daha tekrarlarız, en azından bir okur olarak, ne de olsa öykü trajediyle biter.

Maksim Gorki, Yaşanmış Hikâyeler, Çeviren: Ataol Behramoğlu, +1 Kitap Yayınları


29 Haziran 2019 Cumartesi

Bu Dünya'dan bir Rudolf Nureyev geçti, hem de uçarak!




Özlem Kalkan




Klasik Balenin devrimci dahisi ve Dünyanın gördüğü en iyi (efsane) balet Nureyev'i anlayıp anlatabilmek için hikayenin tam ortasında olmalı. Beyaz Karga'nın hikayesinin...
İnanılmazı başaran insanlar için kullanılan bir terim bu; hayvanlar dünyasında zekası ile bilinen karganın beyaz olarak dünyaya gelme ihtimalinin 24 milyonda bir olduğu düşünülürse galiba hikayeyi yarı yarıya çözmüş oluruz.

Dün akşam seansında izlediğim filme girerken yönetmen koltuğunda English Patient filminden tanıdığımız ünlü İngiliz aktör Ralph Fiennes'in oturduğunu görünce şaşırdım. Julie Kavanagh'ın, Nureyev'in hayat hikayesinden yola çıkarak yazdığı biyografiyi Dave Hare senaryo haline getirmiş.

17 Mart 1938 günü bir trende başlıyor hikaye; çünkü Nureyev bir hastane veya bir evde değil trende dünyaya geliyor. Yıllar sonra kendisine ''Nerede yaşamak isterdiniz?'' diye soran bir gazeteciye,''Trende dünyaya geldim ben, her yerde olabilir'' der.

Başkır Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin başkenti Ufa'da yani bir köy-taşra'da çiftçi bir ailenin beş çocuğundan biri olarak hayata gözlerini açan Tatar/Türk asıllı Nureyev'in babası ile iyi geçmeyen çocukluğunun ve fakir geçen hayatının verdiği kompleksleri, açmaz ve iç hezeyanlarını filmde yer yer görüyoruz.

Küçük yaşta halk danslarına olan ilgi ve yeteneği sayesinde taşrada dans okuluna başlayan küçük Rudi,1955 yılında, yani 17 yaşında iken Sovyetler Birliği'nin en önemli akademisi Leningrad Kareografi Okuluna başlar, ama yaşıtlarından 3 yıl geridedir ve bunun acısını ve hırsını içten içe yaşarken haliyle hem isyankardır hem de ukala(!)

Bir yandan Sovyetler'in Batı ile en fazla kavga içinde olduğu soğuk savaşın en ateşli günleri yaşanmaktadır. Yıl 1961. Kruşçev Parti 1.Genel Sekreteridir, Kennedy ile görüşmesi, ardından Berlin Duvarı'nın örülmesi, Castro hükümetine verilen destek ve Domuzlar Körfezi çakarması. Filmde bunları göremiyoruz, zira bir sanatçının arka planında dönemin politikası es geçilmiş ama ilticayı iyi anlayabilmek adına ipuçları bunlar. Politikaya uzak, isyankar ve liberal bir kişilik olan Nureyev tam da o yıl Paris Turnesine gidecek ekibin içinde yer alır. Yeteneği ile Petersburg'un en saygın hocası Puşkin'den tam not almıştır, heyecanlıdır. 

Yabancı bir ülkede kendi ülkesi aleyhinde konuşmak, fazla samimiyet kurmak, gece gezmek gibi çiğnenmemesi gereken kurallar vardır ve KGB herkesin ensesindedir, daha çok da asi Rudi'nin. Kendisine has uzun sıçramaları ve hızlı dönüşleri her yaptığında Puşkin'in sözü vardır kulağında: ''Anlatacak hikayen yoksa dans etmek boş bir iştir.''

Nureyev'in havaalanında ülkesinde dönmeyerek Paris'e iltica etmesi o gün ülkesi için bir skandaldı, ama Dünya onu alkışlamaya devam etti. Margot Fonteyn'in partneri olarak İngiliz Kraliyet Akademisi'nde  sürekli misafir sanatçı, Cuevas Markisi'nin Büyük Bale'sinde sürekli görev aldı.

Ülkesine yıllar sonra dönebildi,1993 yılında mücadele ettiği AİDS ve kanser hastalığına yenik düştü.  

Sayısız ödüle boğulan Nureyev, Legion D'honour sahibiydi. Aslında bir belgesel havasında geçen fimde

23 yaşındaki genç aktör Oleg İvanko, Nureyev'i inanılmaz bir başarı ile canlandırıyor. Onu dans ederken canlandıran dublorü her kimse bir alkış da ona. Herkes temiz iş çıkarmış diyebilirim filmde.

Rus sinemasının ve yine Rus dünyasının kendine has soğukluğu içinde en acı duygular sis misali kaybolsa da mükemmele yakın bir filmdi diyebilirim... İltica ettiği sahnenin gerilimi ve finalde gerçek Nureyev'in Kuğu Gölü Bale'sinden resitali ile benden geçer not aldı.

İyi seyirler...

Askerlerden atlara saygı resmi




İkinci Dünya Savaşında 8 Milyon at ölmüş. Askerlerden atlara saygı için bu resmi oluşturmuşlar...

İnsanoğlu bu…Savaşları çıkaranlar da insanlar, hayvanları, doğayı katledenler de.. Saygı için bu fotoğrafı oluşturanlar da…Garip değil mi, diyeceksiniz, ama öyle değil; o insanlarla bu insanları ayırmak lazım.

Savaşları kışkırtanlarla, barışı savunanlar başka insanlar.

28 Haziran 2019 Cuma

Otomatik Portakal’da Geçen 10 Rusça Sözcüğün Nedeni



Tommy O'Callaghan




Bundan tam elli beş yıl önce, İngiliz yazar ve dilbilimci Anthony Burgess Otomatik Portakal isimli romanını yayımladı. Roman “aşırı şiddet yanlısı” bir genç olan Alex’in hikâyesini anlatıyordu. Soğuk Savaş’ın en çok hissedildiği bir zamanda, 1962’de yazılan bu roman “Nadsat” adı verilen, Rusçadan etkilenmiş bir genç sokak dilini içeriyordu. O dönemlerde Rusya’nın totaliter, distopik bir imajı vardı. Burgess de bu yaygın imajı bir kenara bırakıp yüzünü gençlere döndü. Bu gençlerin en sık kullandığı sözcükler neydi, şimdi ona bakalım.

1 Nadsat (‘-надцать’ or ‘-nadtsat’) Anlamı: On, onlu Alex ve arkadaşlarının kullandığı dil olan Nadsat, “on” anlamına gelen Rusça kökten türetilmiş.
Örneğin pyat’nadtsat’ on beş, trinadtsat’ on üç anlamına geliyor. Elbette romandaki ana karakterler de genç çocuklar. Bu gençlerin kendi akranları tarafından yanlış anlaşılan, politik olarak tehdit edici ve yabancı bir kültürleri var. Bu alt kültür ve dil Soğuk Savaş süresince etkili olan karşılıklı yanlış anlamayı ortaya çıkarıyor. Diğer bir deyişle, sözcüklerin silah işlevi gördüğünü ve anlamlı bir iletişimin neredeyse imkânsız olduğu Soğuk Savaş dönemini betimliyor.

2 Droog (‘друг' or ‘droog’) Anlamı: Arkadaş, kanka “Ben vardım, yani Alex, yanımda da üç kankam, yani Pete, Georgie and Dim.” Daha ilk sayfadan karşımıza çıkan droog (kanka) sözcüğü, Nadsat dilinin muhtemelen en popüler sözcüğü. Bu sözcük, okuru kitabın başında bambaşka bir dünyaya giriyor olduğu konusunda da uyarıyor. Droog, hikâye ilerledikçe ve okur, Alex’in iç mücadelesini anladıkça daha da önemli bir hale geliyor.

 3 Moloko (‘молоко’ or ‘moloko’) Anlamı: Süt “İnsan bizim sütten içti mi öylece yatıverip etrafındaki her şeyin bir şekilde geçmişte olduğunu düşünmeye başlıyordu.” Alex ve kankaları bu “eski süte” bir hayli düşkünler ve bunu elbette sadece mısır gevreklerine dökmek için kullanmıyorlar. Kitabın açılış sahnesi Korova Sütbarı’nda geçiyor ve burada servis edilen moloko “bıçaklı” bir süt. Adından da belli olduğu gibi, bu aslında on beş yaşındaki çocukların içmemesi gereken bir içecek. Not: Korova, Rusçada inek anlamına geliyor. Şimdi barın adı daha anlaşılır oldu, değil mi?

4 Horrorshow (‘хорошо’ or ‘khorosho’) Anlamı: İyi, “dehşet” “Kafasına cidden dehşet bir tekme geçirince ohhhh deyip horul horul uyumaya filan başladı.” Nadsat’taki iyi anlamına gelen sözcük, Rusçada aynı anlama gelen sözcükten geliyor. Anthony Burgess bilerek bu sözcüğün karakterini değiştirmiş ve “korku, dehşet” gibi anlamları da içeren bir hale getirmiş. Bu sözcükle de Alex’in şiddet içeren filmlere, korkunç işkencelere duyduğu hazzı gösterebilmiş.

5 Gulliver (‘голова’ or ‘golova’) Anlamı: Kafa “Kafamda son derece dayanılmaz bir ağrı var kardeşim.”Horrorshow gibi gulliver de Rusçadaki golova sözcüğünün İngilizceleştirilmiş versiyonu. Bu sebeple ilk bakışta İngilizce bir argo sözcük gibi gözüküyor. Burgess muhtemelen Jonathan Swift’in Gulliver’in Gezileri klasiğine de gönderme yapıyor. İngiliz okura göre bu sözcük tanıdık ama aslında hiç de onların bildiği gibi değil. Böylelikle yazar okuru şaşırtıyor

6 Veck/Chelloveck (‘человек’ or ‘chellovek’ meaning) Anlamı: İnsan, herif “Pelüş koltukta yanımda oturan herif çok uzaklara kaymıştı, gözleri donuktu. Molodoi chellovek (genç herif) tamlaması aslında Rusçada saygı bildiren bir sözcük. Fakat anti-kahramanımız Alex, sözcüğü kısaltıyor ve veck olarak kullanıyor. Böylelikle ona küçümseyici bir anlam katıyor. Rusçada sözcüğün kısa hali kullanılmıyor. Burgess onu bu şekilde kullanarak Rusçayı doğrudan kullanmaktan kaçınmış.

7 Krovvy (‘кровь’ or ‘krov’’) Anlamı: Kan “İnsan bir kere ölebilir. Dim daha doğmadan ölmüş. O kıpkırmızı kan birazdan kesilir.” Romanda krov sözcüğünün sonuna “-y” harfi eklenmiştir. Buradaki amaç sözcüğü Rusçada olduğundan daha az ciddi duyulmasını sağlamaktır. Peki Burgess neden böyle bir şey yapmış? Çünkü Alex şiddet meraklısı bir manyaktı ve kan düşüncesi onun için korkunç ya da ciddi bir şey değildi

8 On my oddy knocky (‘одинокий’ or ‘odinokii’) Anlamı: Yalnız, tek tabanca “Ama şimdi tek tabanca gittiğim yere gidemezsiniz, ey kardeşlerim.” Burgess burada sadece biraz eğlenmek istemiş Rusça bilmeyen biri bunu muhtemelen İngilizcedeki odd (tuhaf) ve knock (kapıyı çalmak) sözcüklerinin bir türemesi olarak okuyacak ve anlamsız olduğunu düşünecek. Aslında bambaşka bir anlama geldiğini bilemeyecek.

9 Devotchka (‘девочка’ or ‘devochka’) Anlamı: Genç kız, çıtır “Çıtır duraksadı ve sonra ‘Bekleyin,’ deyip gitti.” Rusçada bu sözcük yaygın olarak kullanılan devushka (kız) sözcüğünün daha diplomatik bir alternatifi. Eğer bunu bir kız çocuğu için kullanmıyorsanız, devochka sözcüğünü kullanırken mimiklerinizde de çapkın birinin utanmaz sırıtışı görülür. Çünkü sözcüğün kullanımı da bu şekildedir, sizi arsız, küçümseyici biri olarak gösterir. Yani Alex için son derece uygun bir sözcükmüş diyebiliriz.

10 Interessovated (‘интересовать’ or ‘interessovat’) Anlamı: İlgisini çekmek, ilginç gelmek “’Ya?’ Rüyasında beni dikizlemesi ilginç gelmişti.” Bu sözcük muhtemelen kitaptaki en cesur Rusça kullanımı. Burgess bu sözcüğü yaratırken Rusçadaki “ilgisini çekmek” fiilini almış ve ona İngilizce bir son ek eklemiş. Bunu neden yaptığını düşünüyorsunuzdur şu anda, sözcüğü sadece daha da uzatmamış mı diye soruyorsunuzdur. Evet, haklısınız ama elbette bir açıklaması var. Otomatik Portakal’da Rusça sözcük kullanma girişimi Batı’nın savaş sonrası kimliğine bir tehdit niteliğindeydi. Alex ve kankaları, içinde bulundukları duruma tam uygun düşen İngilizce sözcükleri bile kullanmıyor, yerine yarı-Rusça olanları tercih ediyordu. Dahası bu kullanım Rusya’ya ve Sovyet kültürüne yakın olan Batılı kapitalist ülkelerinin hissettiği ve saklamaya çalıştığı emniyetsizlikleri için de basit bir benzetme niteliğindeydi.

*Kitapta geçen cümleler, Dost Körpe’nin Otomatik Portakal çevirisinden alınmıştır. Anthony Burgess, Otomatik Portakal, Çev.: Dost Körpe, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2007.

Çeviren: Deniz Saldıran
(Russia Beyond)

27 Haziran 2019 Perşembe

Marka yaratmak zor, ama şart!


M. Hakkı Yazıcı
mhyazici@yandex.ru


Vladimir İvanoviç ile bizim padiyezd, yani apartman girişinde karşılaştığımızda daha selam sabah demeden “Bizim hanımın aklına yeni çamaşır makinesi almak fikrini sen mi soktun?” diye çıkıştı.

Hoppala nerden çıktı şimdi bu?

Suratına baktım. Bayağı ciddi idi ve kızmıştı.

Hiç böyle yapmazdı.

“Hangi çamaşır makinesi Vladimir İvanoviç?” diye sordum.

“Bizim hanım kaç gündür çamaşır makinesi artık eskidi, yenisini alalım. Bak Rusya’da da imalat yapan Türk markaları varmış? Bir sor bakalım, diye tutturdu,” dedi.

O zaman anladım. Olga teyze benim çamaşır makinemden memnun olup olmadığımı sorunca bahsi geçmiş; Rusya’da Türk markalarının da satıldığını söylemiştim.

Hepsi bu kadar…

Durumu anlatınca Vladimir İvanoviç, biraz ikna olur gibi oldu.

Onu daha fazla kızdırmamak için söylemedim, ama Rusya’da bazı evlerde hala teknolojisi çok geri, ilkel makineler kullanılıyor.

Hele benim de kullandığım bir tanesi vardı ki anlatmadan geçemeyeceğim. Moskova’ya ilk geldiğim zamanlarda kiraladığım babuşka evinde eski bir Rus malı çamaşır makinesi vardı. Ev sahibem, makinenin nasıl çalıştığını “Tak” şöyle, “Tak” böyle diye anlatmıştı. İlk günler makineyi çalıştırmaya açıkçası korktum. Bu yüzden önceleri Metro çıkışlarında bulunan, şimdi hepsi kaldırılan “rınak”lardan, pazar yerlerinden birinden mavi bir plastik leğen almış, çamaşırlarımı elde yıkıyordum. Sonra makineyi çalıştırmaya biraz alıştım, ama hala korkuyordum. Banyo duvarına yatay monte edilmiş, bu santrifüjlü makine çalışırken duvarı yerinden sökecekmiş gibi, şiddetle sağa sola savruluyordu. Bu nedenle de yıkama süresi bitene kadar savrulup parçalanmasın diye, ihtiyaten, hiç kalkmadan üzerinde oturuyordum.

***

Olga teyze'nin doğum günü vardı. Bir şeyler almak lazımdı.

Vladimir İvanoviç, “Yorulmazsan yürüyelim,” dedi.

Yürümeyi çok severim. İtirazsız kabul ettim. Hem bu arada yürürken konuşur, onun kızgınlığını geçirmek için bir fırsatım olurdu.

Hava iyiydi. Yürümek için ender bulunan güzel, güneşli günlerden biriydi.

Leningradskiy Prospekt’te 15 numaraya kadar yürüdük.

Orada Bolşevik Konditerskaya Fabrika (Большевик Кондитерская Фабрика) vardı. Eskiden Moskova’nın en güzel pasta ve çikolataları burada üretilirdi.

Aksilik! Bir şeyler alabiliriz diye umuyorduk, ama ne yazık ki artık kapanmıştı.

Daha önce nasılsa farkında varmamıştık; fabrikanın bulunduğu binalar restore edilip, konut ve iş merkezine dönüştürülüyordu.

Belki eskiden, şehir henüz bu kadar büyümemişken merkezdeki fabrikalar yadırganmıyordu. Şimdiyse şehir dışına taşınmaları zaten daha uygun olurdu, ama öyle de yapılmıyordu. Eski fabrikalar, binalar yıkılıyor; yerlerine moda olduğu üzere, iş ve alışveriş merkezleri ve lüks konut projeleri yapılıyor. Koca koca fabrikalar ise ne yazık ki tarihe karışıyor. Zil Otomobil Fabrikası ve diğerleri gibi…

Yolun karşısında, biraz çaprazda, Leningradskiy Prospekt 8 numarada Moskova 2 Numaralı Saat Fabrikası (Второй Московский часовой завод ) vardı. Burası da yıkılmıştı. Yıkılan fabrikanın önündeki otobüs durağı ise aynı adı taşımaya devam ediyordu. Hala öyle mi bilmiyorum.

“Burası da mı?” diye söylendi Vladimir İvanoviç.

Caddeyi gösterdi, başını sallayarak “Bu yol boyunca eskiden yemyeşil heybetli, güzel ağaçlar vardı,” dedi. Sonra daha ilerideki Belaruskaya Meydanı’ndaki yazar Maksim Gorki’nin heykeline bakarak, “Bu heykel, neyse ki seneler sonra Park Muzeon’daki ‘heykel mezarlığı’ndan eski yerine döndü. Bu da iyiye bir işaret.”

Meydan’dan sonra, ta Kremlin’e kadar, eski adı Gorki Caddesi olan Tverskaya Caddesi uzanıyordu. Daha fazla yürümeden dönmeye karar verdik.

Bana olan kızgınlığını çoktan unutmuştu. Onun düşünceli hali, sık sık tekrarladığı gibi, Rusya’nın Sovyetler Birliği dönemindeki gücünden bütün yeni iyileşmelere rağmen hala çok uzak olmasındandı.

Havayı değiştirmek için “Biliyor musun, benim ilk fotoğraf makinem Zenit idi,” dedim.

Yüzü birden aydınlandı.

“İyi makinelerdi ama, değil mi?”

“Haklısın, gerçekten çok iyi markaydı.”

Onu mutlu etmek için söylememiştim. Makinemi çok severek kullanmıştım.

Şu sıralar orta ve ileri yaşını yaşayan, gençliğinde fotoğraf amatörü olup işe Rus malı Zenit marka bir makineyle başlamayanların sayısı sanırım çok azdır. Benim de ilk makinelerimden ikisi Zenit idi.

Cep delik, cepken delik; bütçe küçük, merak büyük olunca haliyle ucuz makine almaktan başka çare yoktu.

Ucuzdular, ama allah için iyi makineydiler.

Sovyetler Birliği dağılınca İstanbul’daki yer tezgahları ve hatta Sirkeci’deki fotoğrafçıların kutsal mekanı meşhur Hayyam Pasajı Zenit’lerle dolmuştu.

Sonra Zenitler, hala ara ara bulunabilmesine rağmen tebahhur etti. Üretimi sona erdirilmişti.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasına mı şaşırırsın, yoksa Zenit üretiminin sona ermesine mi? 

Karışık işler...

Makinelerden TTL model olanını İstanbul’da Tahtakale’deki yer tezgahlarından birinden almıştım. 15 Liracık mı vermiştim ne? Ve hatta hatırı sayılır bir objektif koleksiyonum bile olmuştu. En değer verdiğim ödül almış 35 mm.’lik bir objektifti. Ustalarım, halamın oğulları kademe atlayıp Japon makinelerine geçince bana onu armağan etmişlerdi. Bu vidalı objektifin çapı bendeki gövdeye uymayınca İstanbul’da Beyazıt’ta ara sokaklardan birinde ince işler yapan bir tornacıya ilave bir halka yaptırıp öyle kullanmaya başlamıştım.

Çok güzel resimler çekmiştim o makinelerle.

Vladimir İvanoviç, “Benim de ilk gençlik yıllarımda bir Zenit makinem vardı. Daçada hoşlandığım komşu kızlarının gizli gizli fotoğraflarını çeker, sonra karta bastırıp onlara hediye ederdim,” dedi, mahçup bir yüz ifadesiyle.

“Oooo, ilk delikanlılık heyecanları!.. Çok iyi bilirim,” diye takıldım.

“Albümümde o makineyle çekilmiş eski bir fotoğrafım var. Eve gidince gösteririm.”

Onun yüzündeki mutluluğu görünce eski Rus markaları muhabbetine devamla babamın dedemden kalan Serkisof marka Rus yapımı köstekli bir saatinin olduğunu, yeleğinin cebinden çıkardığı bu saate bakmadan hiçbir işe girişmediğini anlattım.

Nam-ı diğer "Şimendiferli Serkisof saatleri", Rus yapımı efsanevi mekanik saatler...

Aslında Serkisof, saatten öte bir şeyin; bir hayat tarzının adıydı.

Türkiye’de Devlet Demiryolları, bir asırdır emeklilerine "Efsane saat" olarak nitelendirilen arkası lokomotif kabartmalı Serkisofları hediye ederdi, ancak 1994 yılından sonra tasarruf tedbirleri nedeniyle bu uygulamadan vazgeçilmişti.

Saatlerin maddi değerinden çok  manevi değeri vardı.

Üreten fabrika, Ural Dağları'nın eteklerindeki Çelyabinsk kentindeki Molnija Saat Fabrikası'ydı.

Bu bölge, el becerileri ile ünlü zanaatkar insanlarla doluydu. Rus Çarları, 19. Yüzyılda birçok el sanatı ustasını Kremlin'e buradan götürmüşlerdi. 

Fabrika, 1947'de Çelyabinsk'te kurulmuş; cep, kol, masa ve duvar saatleri yanında, tank ve denizaltılar için de göstergeler üretmeye başlamıştı. Her saat elde ve teker teker üretilirdi. Özellikle köstekli 18 taşlı cep saati çok aranırdı.

Vladimir İvanoviç’i eskilere götürüp hüzünlendiren düşünceler benim için de nostaljikti.

***

SSCB'de oldukça popüler olan Zenit makinelerden yaklaşık 15 milyon tane üretilmiş ( iki tanesi hala bende muhafaza altında ) ve büyük bir kısmı Almanya, İtalya, Fransa ve İngiltere'ye ihraç edilmişti. Ancak Zenitlerin üretimine ne yazık ki 2005 yılında son verilmişti.
Bir ara Zenit makinelerin yeniden üretimine başlanabileceği söylenmişti.

Rusya’nın devlet teknoloji şirketi Rostec, dünya genelinde birçok fotoğrafçının 'fotoğraf makinelerinin tankı’ (tank yerine başka bir benzetme yapsaymışlar daha iyi olurmuş) kabul edilen Zenit’lerin yeniden üretimine başlayacaklarını duyurmuştu.

Rostec'in İletişim ve Bilgilendirme Departmanı'nın başında bulunan Vasiliy Brovko, RNS'ye yaptığı açıklamada, "Zenitler çok popüler ürünler, biz de Leica'nın (Alman fotoğraf makinesi üreticisi) analog versiyonu gibi lüks ürünler üretmek istiyoruz," demişti.

Doğru karar. Hadi inşallah!

Umarım teknolojik ürünler üretirler ve benim gibi fanatiklerine yeniden üretimine son verilmesi üzüntüsü yaşatmazlar.

Vladimir İvanoviç, konuştuklarımızı doğrulayan şeyler söyledi:

“İyi markalardı gerçekten, iyi!” dedi, sonra gülümseyerek sordu: “Katyuşa ile Kalaşnikov da iyi markalar ama, değil mi?”

“Evet, haklısın. İyi markalar.”

***

Zaten niye markalara sahip çıkılmaz ki?!

Bir ülkenin markaları, ekonomisinin milli takımıdır. O kadar yani…Marka yaratmak, çok zahmetli ve pahalı bir şey. Oluşturulması gerçekten zor, harcamasıysa bedava.

Şimdi yine, huyum kurusun büyük laf edeceğim:  Ülkelerin değerleri, buna markaları da dahil, bazen bir toprak parçasından daha önemlidir.

Bunun farkında olanlar zaten atına atlayıp Üsküdar'ı geçiyor.

Eskiden, benim çocukluğumda, Japon mallarının kalitesizliğinden bahsedilir, dalga geçilirdi. O zamanlar daha Sony yoktu, Suzuki, diğerleri yoktu. Zaman geçti; Japon malları, tapon maldan “top ten” seviyesine geldi.

Arkadan Kore malları geldi. Bizim 1950’lerin başında kurtarmaya gittiğimiz Kore, harikalar yarattı.

Niye aynısını biz yapamayalım ki?

Ancak  bunun için hammadde ekonomisinden inovasyon ekonomisine geçmek şart. Ve kuşkusuz daha fazla marka yaratılmalı

Vladimir İvanoviç’le muhabbetimiz, anılar, şakalarla sürüp giderken farkında olmadan daha ciddi konulara geldi.

Dileğimiz, Rusya ve Türkiye arasındaki ilişkilerin olduğundan çok daha fazla gelişmesi, ülkelerimizin zenginleşmesi, halklarımızın refah ve mutluluk içinde yaşaması tabii ki.

Kastettiğimiz basit al-ver ticareti değil, daha nitelikli bir işbirliği…

Türkiye ve Rusya arasındaki iyi ilişkilerin çok büyük fırsatlara gebe olduğuna inananlardanız. Olumlu anlamda gelişen ilişkiler var. Gönül bunun daha da fazla ve kalıcı olmasını istiyor. Aklın yolu da bunu gösteriyor zaten.

İkimiz de umutluyuz.

Umarız bu duruma hizmet edecek markalar da yaratılır.

Babamın sık kullandığı bir laf vardı: “Umut fakirin ekmeği; ye Mehmet’im, ye!” diye. Onu söyledim Vladimir İvanoviç’e.

O da çok bilinen bir Rus atasözünü hatırlattı: “Надежда умирает последней- Nadejda umirayet pasledniy (En son ümit ölür).”

***

Markalar, umutlar üzerinden konuşurken aklıma konuya uyan bir anım geldi. Vladimir İvanoviç’e Sovyet markalı ürünlerle ilgili yine çok, ama çoook eskilerden bu anımı anlattım :

Yıl 1970, aylardan Ekim. ODTÜ’de öğrenciyim.

Bizim arkadaşlar, bir şekilde Yılmaz Güney’in sansüre takılan “Umut” filminin bir kopyasını temin etmişlerdi ve gösterecektik. Ancak bir sorun vardı. Film 35 mm.’likti ve ODTÜ’de 35 mm.’lik film gösterecek bir makine yoktu. Üçlü Amfideki makine 16 mm.’likti.

35 mm.’lik bir film makinesi bulmamız gerekiyordu.

Kara kara düşünmeye başladım. Nereden bulacaktık 35 mm.’lik makineyi? Sinema sinema dolaştım. Sinemaların hepsinin zaten işi vardı ve makineler taşınamayacak kadar ağır ve büyük makinelerdi. Taşınabilseler bile sökülmesi ve yeniden montajı zordu.

Cebeci bölgesindeki fakültelerde okuyan arkadaşlardan yardım almak için gittim. Ortalıkta kimse yoktu; nihayet tanıdığım bir arkadaşa rastladım. Durumu anlattım, ilgilendi. Böyle bir makinenin nasıl bulunabileceğine dair onun da fazla bir fikri yoktu; ancak Bulvar üzerinde, bodrum katta bir reklam ajansı olduğunu, oraya bakmamı söyledi.

Reklam ajansına gittim. Adamlarda gerçekten iki adet 35 mm.’lik Sovyet yapımı portatif film gösterim makinesi vardı. Yanlış hatırlamıyorsam markası Iskra idi. Fakat bir sorun vardı. Bizim gelmelerini istediğimiz tarihte sürekli müşterileri olan Hindistan Büyükelçiliği’nde 
Bayramları nedeniyle bir film gösterisi vardı ve oraya gitmek zorunda idiler.

İşin kötü tarafı Hint filmlerinin çok uzun olması, üç dört saat sürmesiydi.

Ancak “Merak etme,” dediler; “Biz aradan makaslar, filmi makul bir şekilde kısaltırız, kimse anlamaz. Sizin gösteriye yetişiriz.”

Anlaştık, rahatladım; geri döndüm.

Film gösterisi bir Cumartesi akşamı idi. Fazla bir duyuru yapmamıştık. Sadece Kızılay Bulvarı’ndaki Milli Piyango İdaresinin camına küçük bir ilan yapıştırılmıştı.

Okula gittiğimde şaşkına döndüm. Üçlü amfinin önünde neredeyse Rektörlüğe kadar uzanan bir kuyruk vardı. Sadece okulun öğrencileri değil, şehirden de pek çok insan duyup, akın akın gelmişti.

Başlangıçta her şey güzeldi. Ancak bizim makine gecikip, filmin başlama saati geçince salondaki kalabalıkta homurdanmalar başladı.

Sıkıntıdan ter içinde bekliyoruz, makine yok. O zaman cep telefonu gibi bir irtibat olanağı yok ki adamları arayıp durumu öğrenelim. Homurdanmalar, neredeyse protestoya dönüşüyor, yavaştan yuhlamalar başlıyor; makine yok.

Koşa koşa Nizamiye’ye kadar gittim. Orada beklemeye başladım. Neden sonra karanlıkta siyah bir araba Nizamiye’ye yanaştı. Baktım, bizim reklam ajansı ekibi. Kendimi tutmasam adamlara sarılıp öpeceğim. Ben de arabaya atladım, birlikte hızla Üçlü Amfi’ye ulaştık.
Herkes bizi bekliyor. Ekip hemen Sovyet yapımı makineyi kurup ayarlarını yaptı, birinci makarayı taktı. Film başladı, ekrana yansıdı: “Umut”.

Başta ben olmak üzere herkes rahatladı. Homurtular kesildi; izleyiciler filmi izlemeye başladı. Yirmi dakika kadar geçmişti ki bir tuhaflık olduğunu anladık; sadece biz olsak iyi, seyirciler de anlamış ve yeniden homurdanmaya başlamışlardı.

Anladık ki film makarası, telaşla geriye sarılmadan, sadece jeneriğine bakılarak makineye takılmıştı.

Sağolsun Yılmaz Güney, farklılık yaratmak için filmin sonuna “son” yazmayıp “Umut” yazmış, ajans ekibi de filmin sonunu başı zannedip makarayı takmış. Neyse film makarası çıkarılıp diğer makara geri sarıldı, filme yeniden başlandı. Homurtular kesildi, herkes filme yoğunlaştı. İlerledikçe sadece homurtular değil, nefesler de kesildi.

Film bitti, perdede “Umut” yazısı belirdi.

Kızgınlığın yerini mutluluk almıştı. Seyirciler dakikalarca ayakta alkışladılar. Gerginlikle başlayıp, mutlu biten bir olay yaşamıştık.

Kapı girişinin şifresi


 


M. Hakkı Yazıcı



Yazılarımı okuyanlar İrina teyzeyi hatırlayacaklardır.
Hani “Babuşka İrina’nın ‘tarakan’ nasihatları...” başlıklı yazımda anlattığım; doğa programlarının etkisi altında kalarak, hamamböceklerinden kurtulmak için tüm apartmanın ilaçlanmasına karşı olan şu sevimli komşu teyzemiz.
Vladimir İvanoviç bile bizim malum “tarakan savaşı” hikayesinden sonra teyzeyi sevmeye başladı.

Şaşarsınız;  İrina teyze, ileri yaşına rağmen hızla yayılan aplikasyonlara, çağın yeni alışveriş biçimlerine çabucak uyum sağlıyor ve ustalıkla kullanıyor. Aynı zamanda bir sosyal medya canavarı...

Tek sorunu, internetten sipariş verdiği ürünü getirecek kuryenin güvenilir birisi olduğundan emin olmak.

Kadıncağız kesinlikle haklı...
Öyle ya, Moskova, artık diğer  Dünya metropolleri gibi her milletten göç alan kocaman bir şehir. Böyle olunca ister istemez asayiş önemli bir sorun haline geliyor.
Hırlısı var, hırsızı var. Düşük de olsa kapıya dayanan kuryenin suça meyilli birisi olma ihtimalini göz önünde bulundurarak dikkatli olmak gerekiyor.

Birden aklıma Dostoyevskiy’nin “Suç ve ceza” romanı geliyor, ürperiyorum.


***

Moskova'da evlere yemek servisi hizmeti veren en büyük şirketlerden birisinin  "Siparişinizi öğretmen getiriyor" reklam kampanyası İrina Teyzeyi de etkilemiş; uyguluyor. Öyle gelen herkese hemen kapısını çat diye açmıyor.

Reklam kampanyası akıllıca hazırlanmış, ama bir yandan da Şirketin "Siparişinizi edebiyat öğretmeni getiriyor" sloganıyla panolara asılan bu reklamlar, başka bir alanda eğitim aldığı halde kuryelik yapan çalışanları ön plana çıkarınca, kalifiye göçmen işçilerin niteliksiz iş gücü olarak kullanılması eleştirileri gündeme taşındı.

Bu da işin düşünülmesi gereken başka bir tarafı...

Reklamın ana fikri, Şirket çalışanlarının "sıradan insanlar" olmadığını göstermek, ancak öte yandan Rusya'da ve eski Sovyetler Birliği ülkelerindeki istihdam sorununu ve gelir dağılımındaki dengesizliği gözler önüne serdiği tartışılıyor. Örneğin Kırgızistan'da ayda 10 bin ruble (154 dolar) kazanan bir edebiyat öğretmeni, Moskova'da yemek servisi yaparak yaklaşık 50 bin rubleden (772 dolar) fazla kazanabiliyormuş.

Şirketin reklam teması, bu yüzden, kamuoyunda bazı tepkilere de neden oldu. Sosyal medyada yapılan yorumların birçoğuna acıma duygusu eşlik ediyor. Bu arada reklamı, devletin vatandaşlarına kaliteli bir yaşam ve nitelikli istihdam sunamadığına tanıklık eden "anti-sosyal" bir çalışma olarak görenler de var.

Sosyal medyada bu ciddi tartışmaların arasında "Siparişinizi edebiyat öğretmeni getiriyor" sloganına şakayla karışık tepki verenlerin sayısı da azımsanmayacak düzeyde.

Bu konuyu haberleştirenlerden Business FM, sosyal medyada dolaşan şakalardan birini, Aleksandr Puşkin'in ünlü romanı Yüzbaşının Kızı ile ilgili olanını sayfalarına taşımış:

Alo merhaba, ben, siparişinizi getiren kuryeyim. Apartman kapı girişinizin şifresi neydi acaba?”

“’Yüzbaşının Kızı'nın yazıldığı tarih.”

“Teşekkürler, Kapıyı açtım, içerdeyim.”

Hoş değil mi?

“Reklamın kötüsü olmaz,” derler ya, doğru.

Büyük bir tartışma yaratsa da kamuoyunda herkese kendinden söz ettirmesinden dolayı kampanyanın başarılı bir tanıtım çalışması olduğunu ileri süren iletişim uzmanları da mevcut.

Oldukça ilgi çeken haber bu.

Turkrus.com da bunu haberleştirdi.

***

Durum böyle, ama İrina teyze bu fikrin ona ilham ettiği şeyi aynen uygulamakta ısrarcı.

Kampanyanın onu bu kadar etkilemesine bakılırsa var bir şeyler.

Meğer İrina teyze, siparişini getiren kuryeleri tarih, coğrafya ve edebiyat testine tuttuktan sonra kapıyı açıyormuş.

Gerekçesiyse eğitimli bir kuryenin suç işleme ihtimalinin daha düşük olması savı. Ve güvenilirlikleri. Haklı olabilir, ama ben yarı cahillerden daima daha çok korkarım.

Eve döndüğüm bir akşamüstü olaya kapının önünde bizzat şahit oldum.

İrina teyzeye siparişini getiren bir kurye ile kapının önünde çaresizlikten kıvranırken karşılaştık.

Teyze ısrarla kapının şifresinin Rus Çarı II. Aleksandr’ın toprak köleliliğini kaldırma tarihi olduğunu söylüyor. O tarihin rakamlarını tuşlayarak kapıyı açabileceğini anlatıyordu.

Ancak kurye ne yazık ki bilmiyordu.

Beni görünce sevindi. Durumu hemen anladım. Kurye kapıyı benim açmamı, peşim sıra içeriye girmeyi planlıyordu.

Halbuki bizim padiyezd (apartman girişi) kapısının şifresini ben bile bilmiyordum. Kapıyı hep manyetik anahtarımla açardım. Giriş şifresinin 1861 olduğunu o an öğrendim.
Durumu anladığım için kapıyı hemen açmadım.

Kurye, II. Aleksandr’ın köleliği kaldırma tarihini bana sordu.

Teyze, domafondan bağırarak beni uyardı:

“Bak, sakın söyleme, yoksa seninle selamı sabahı keseriz.”

“Tamam teyze, merak etme,” diyorum.

Haklı, güvenilmez kuryelere kapıyı açmamak lazım.

Kurye, çaresiz; tam kös kös geri dönecekken teyze ona bir şans daha veriyor:

“Savaş ve Barış” romanını kimin yazdığını, konusunu ve Napolyon’un Moskova’nın şifresini bilmediği için kös kös döndüğü bu savaşın tarihini soruyor.

Kurye, aslında kolay sayılabilecek bu soruyu eksiksiz cevaplıyor.

Teyze, domafondan bana seslenerek kuryenin güven sınavını geçtiği onayını veriyor:

“Tamam, bu genç delikanlıyı içeri alabiliriz,” diyor.

Kapıyı açarken “İyi ki kurye değilim” diye şükrediyorum.

Aslında Moskova’da bir kurye şirketinin yöneticilerinden biri olduğum vakitlerden bu işin ne kadar çileli olduğunu bilirim. Ve hatta bir keresinde çok önemli bir müşterinin sipariş öncesi testinden geçebilmek için bizim İgor’la birlikte bizzat ileti dağıtmışlığım bile olmuştu. Çoğunlukla ya adres yeterli değildir, ya iletinin sahibi evinde, işyerinde yoktur, ya da telefonla ulaşamazsın. Kapı da öyle “açıl susam, açıl” deyince açılmaz. Şifresini bilmezsin, içeriye bile giremezsin ve soğukta kapının önünde kala kalırsın.