Moskova

Moskova

29 Temmuz 2015 Çarşamba

Moskova Akşamları


‘Подмосковные вечера’ [Padmaskóvnıyi viçirá] (Moskova Akşamları)




Söz:M. Matusovskiy
Müzik: V. Solovyev-Sedoy

Rusça
Okunuşu
Türkçe Tercümesi
ПОДМОСКО́ВНЫЕ ВЕЧЕРА́ 
MOSKOVA AKŞAMLARI
Не слышны́ в саду́ да́же шо́рохи,
[Ni slışnı́ fsadú dájı şórahi] 
Bahçede hışırtılar bile duyulmuyor
Всё здесь за́мерло до утра́.
[Fsyó zdes’ zámirla da utrá] 
Burada her şey sabaha kadar kıpırdamaz oldu
Е́сли б зна́ли вы, как мне до́роги
[Éslip ználi vı kak mne dóragi] 
Keşke bilseydiniz benim için ne kadar değerli olduğunu
Подмоско́вные вечера́.
[Padmaskóvnıyi viçirá] 
Bu Moskova akşamları!
Ре́чка дви́жется и не дви́жется,
[Réçka dvíjıtsa i ni dvíjıtsa] 
Nehir bir hareket ediyor bir hareket etmiyor
Вся из лу́нного серебра́.
[Fsya iz lúnnava siribrá] 
Tastamam gümüş ay ışığı dolu.
Пе́сня слы́шится и не слы́шится
[Pésnya slı́şıtsa i ni slı́şıtsa] 
Şarkı bir duyuluyor bir duyulmuyor
В э́ти ти́хие вечера́.
[V éti tíhiyi viçirá]
Bu sakin sessiz akşamlarda
Что ж ты, ми́лая, смо́тришь и́скоса,
[Ştoş tı mílaya smótriş ískasa] 
Bitanem, neden hep yan yan bakıyorsun
Ни́зко го́лову наклоня́?
[Níska gólavu naklanyá] 
Başını eğilerek?
Тру́дно вы́сказать и не вы́сказать
[Trúdna vı́skazat’ i ni vı́skazat’] 
Ne kadar zordur söylemek ve söylememek
Всё, что на́ сердце у меня́.
[Fsyo şto ná sirtsı u minyá] 
Kalbimde neler olduğunu.
А рассве́т уже́ всё заме́тнее.
[A rassvét ujé fsyo zamétniyi] 
Şafak vakti yavaş yavaş yaklaşıyor
Так, пожа́луйста, будь добра́,
[Tak pajálusta but’ dabrá] 
Lütfen, ne olur,
Не забу́дь и ты э́ти ле́тние
[Ni zabút’ i tı éti létniyi] 
Sen de unutma bu yaz
Подмоско́вные вечера́!
[Padmaskóvnıyi viçirá] 



Meraklısına bilgiler:
‘Подмосковье’ (Padmoskovye), yani ‘Moskova banliyösü’, bugünkü anlamıyla ‘Moskova Bölgesi’.
Sovyetler Birliği döneminde neredeyse tüm çalışanlara devlet tarafından şehir dışında yazlık evler (‘дача’ [dáça]) verilirdi.
Moskova Bölgesinde yeşil ormanlar içinde ve nehir kıyılarında binlerce daça, yazlık ev vardır. Moskovalılar yazın hafta sonlarında bu evlere gidip dinlenir.
Konumuz olan ‘Подмосковные вечера’ (Padmosvkovnıye Veçera) şarkısı da bu doğa ile iç içe olan ve romantik duygularla dolu akşamların havasını vermekte.
Şarkı, SSCB zamanında Spartakiad spor oyunlarının belgeseli için yazıldı ve Vladimir Troşın adındaki sanatçı tarafından söylendikten sonra popüler oldu.
‘Подмосковные вечера’ şarkısı, farklı dillerde söylemesi, farklı sanatçılar ve orkestraların yorumlama sayısı açısından Guinness Rekorlar Kitabına girmiştir.
Şarkının İngilizce, Fransızca, Çince, Japonca, Arapça v.s. versiyonları vardır. Şarkı, Mireille Mathieu, Тото Cotugno, ‘Kenny Ball and His Jazzmen’, ‘Deep Purple’ gibi sanatçı ve gruplar tarafından yorumlandı.

‘Подмосковные вечера’ şarkısı, ‘Kalinka’ ve ‘Katyuşa’ şarkıları gibi Rusya’nın sembolleri arasında yer alır.

Kaynak: http://tr.sputniknews.com/rusca_dersleri/20150204/1013782220.html#ixzz3QsKI1Bam

Herkesin Vladimir’i kendine...


Kaynak: http://www.turkrus.com/ 

Rusya ve Ukrayna’da dün çok önemli bir tarihi kişiliğin 1000’inci ölüm yıl dönümü büyük törenlerle kutlandı.  988 yılında Slavların pagan inançlarını bırakıp, bugünkü Kırım’da vaftiz olarak Hristiyanlığı seçen Kiyev Rus Prensliği’nin başı Prens Vladimir anıldı.

Slavların din değiştirmesiyle tarihi bir dönüm noktasını imza atan Vladimir, çatışma ortamındaki Rusya ile Ukrayna arasında bu kez “birleştirici” olamadı. Aksine herkes kendi bakış açısıyla Vladimir’i sahiplendi.   

Yıl dönümünde Kremlin’den yapılan açıklamada Prens Vladimir, “Rusları Hristiyanlığa geçiren isim” olarak anılırken, Ukrayna devlet başkanlığı açıklamasında prens için “Kiyev Rus-Ukraynası'nın Büyük Kiyev Prensi” ifadesi kullanıldı. 

Bugün Rusların “Vladimir”, Ukraynalıların “Volodimir” dedikleri Kiyev Prensi,  Slavların tarihindeki en önemli isimlerden biri olarak iki ülke kiliseleri tarafından ayrı ayrı aziz mertebesine çıkarılmış durumda.

Ancak Ukrayna’da özellikle milliyetçi çevreler, daha ortada Moskova yokken, Kiyev Rusları döneminde Prens Vladimir’in tarih sahnesinde olduğuna atıfla bu büyük tarihi kişiliğe sahip çıkıyor.

Rusya ekonomik kriz ortamında bile Prens Vladimir’in 1000’inci ölüm yıldönümünü 17 milyon dolarlık bütçe ile kutlarken, Kremlin’de 400 seçkin konuğun ağırlandığı törende Başkan Putin Slavların birlik ve beraberliğinin sembolü olarak Vladimir’i övdü. Patrik Kiril’in yönettiği kilisedeki tören de canlı yayınlanarak konuya verilen önem gösterildi. 

Putin konuşmasında “Hıristiyanlığa geçiş Rusya tarihinin, devletinin ve kültürünün dönüm noktasıydı,” dedi.

Kiyev’de ise Başkan Poroşenko eşi ile birlikte St. Volodimir Katedrali’ndeki ayine katıldı ve mum dikti.

Rusya'da 28 Temmuz, Prens Vladimir'in şahsında "Rusya'nın Vaftiz Günü" sayılarak kutlanıyor.

Rusya, Slav birliğine vurgu yaparak Vladimir’i öne çıkarmak için Moskova’da yeni bir heykelini de dikmeyi planlıyor. Bu arada “Vladimir Kırım’da vaftiz edilmişti, Putin de Kırım’ı geri Rusya’ya döndürdü, aralarında paralellik var” diyen tarihçiler de yok değil. 

Kiyev’de ise Moskova karşıtları, Rusya’nın Prens Vladimir’i propaganda savaşında koz olarak kullandığını ve kendi tarih yorumunu öne çıkardığını savunanlar dikkat çekiyor. 

Ancak pek çok objektif tarihçi, “Prens Vladimir ne Rusya’yı, ne de Ukrayna’yı yönetti. Onun hüküm sürdüğü orta çağ döneminde pek çok Slav halkı tek bir çatı altında toplanmıştı ve ayrılıp farklı Slav milletlerine dönüşmeleri yüzyıllar sürdü. Hem Rusya hem de Ukrayna tarafında aslında ortak olan tarihi kendi özel tarihlerine dönüştürmek isteyenler az değil,” değerlendirmesini yapıyor.  

Kiyev Büyük Knyezi: Vladimir
(Vikipedi’den)  

I. Vladimir ( Vladimir Svyatoslaviç (Владимир Святославич), Volodimer Svyatoslaviç (Володимеръ Святославичь) ya da Vladimir Veliki ( yaklaşık 956, Kiyev - 15 Temmuz 1015, Berestova, Kiyev), Hristiyanlığı benimseyen ilk Kiyev büyük prensidir. 

Kiyev ve Novgorod topraklarını tek bir devlet altında birleştirmiştir.

Rurik hanedanından Kiyev büyük prensi I. Svyatoslav'ın oğluydu. Küçük yaşta Novgorod prensi oldu (970). Babasının ölümünden (972) sonra kardeşi Yaropolk'un baskısı üzerine İskandinavya'ya kaçmak zorunda kaldı. Kiyev'in yanı sıra Novgorod'u ele geçirmeye çalışan Yaropolk'u dayısının yardımıyla yenilgiye uğrattı.

Hükümdarlığı

İzleyen sekiz yıl içinde Ukrayna'dan Baltık Denizine kadar uzanan Kiyev topraklarını birleştirdi ve Bulgar, Baltık, Doğu göçebelerinin saldırılarına karşı sınırlarına pekiştirdi. 

Bir putperest olmasına ve bazı kaynaklara göre insanların kurban edildiği ayinlere bile katılmasına karşın, Bizans imparatoru II. Basileios'un (976-1025) askeri yardım isteği üzerine, Basileios'un kız kardeşi Anna'yla evlenme karşılığında Hristiyanlığı kabul etti (yaklaşık 987). 

Bizans'ı daha kararlı bir ittifaka zorlamak için Khersonesos (Korsun, bugün Sivastopol'un bir bölümü) çevresindeki Bizans topraklarına saldırdı. 

Daha sonra Kiyev ve Novgorod'u Hristiyanlaştırmaya girişti ve yerel direnişleri bastırdıktan sonra putları Dinyeper Nehrine attırdı. 

Eski Kilise Slavcasının kullanıldığı Bizans ayin sistemini benimseyen Rus Hristiyanlar, kilise örgütlenmesinde de Konstantinopolis'in (İstanbul) denetimi altına girdi. 

Kiyev'e atanan Yunan metropolit hem Konstantinopolis patriğinin, hem de imparatorun elçisi olarak önemli bir nüfuz kazandı. Bu dinsel ve siyasal bütünleşme Roma Latin Kilisesi'nin Doğu Slavlar arasında gelişmesini önledi. 

Vladimir'in Bizanslı mimarların tasarımıyla yaptırdığı Kiyev'deki Desyatinnaya Kilisesi (y. 996) Rusların Hristiyanlığı kabul edişlerinin simgesi durumuna geldi. Din değişikliğiyle birlikte eğitim, yargı ve yoksullara yardım gibi alanlarda hızlı bir gelişme ortaya çıktı.

Vladimir, Anna'nın ölümünden (1011) sonra yaptığı başka bir evlilikle Kutsal Roma-Germen imparatorlarıyla akrabalık kurdu. Bu evlilikten doğan kızı daha sonra Polonya kralı I. Kazimierz'le (1016-1058) evlendi. 

Vladimir'in anısı sayısız baladlar ve efsaneler aracılığıyla uzun süre canlı kaldı. 

(BBC, Moscow Times, Wikipedia)

28 Temmuz 2015 Salı

Maşa ve Medved dünya klasiği


Kaynak: http://www.turkrus.com/

ABD’li Animation Magazine dergisi, “Maşa ve Medved (Maşa ve Ayı)” adlı son yılların gözde Rus çizgi filmini “dünya klasikleri” arasında gösterdi.


Animation Magazine dergisinin yayımladığı “Dünya klasiği nitelemesini hak eden 250 TV şovu” listesinde Rusya’dan “Maşa ve Medved” adlı ünlü çizgi film de gösterildi. Listede Rusya’dan başka bir yapım yer almadı. “Maşa ve Medved” ABD’de önümüzdeki günlerde resmi olarak ekranlara gelmeye başlayacak.

26 Temmuz 2015 Pazar

Platonov’un mutlu, yalnız Moskova’sı...


Kaynak: http://vatankitap.gazetevatan.com/

Kıymeti hem ülkesinde hem de dünyada daha yeni yeni bilinen bir yazar Andrey Platonov...

Moskova seyahatlerimden birinde, görkemli metronun önünde durmuş, rehberi dinliyorduk. Burada komsomollar gönüllü olarak çalıştı dedi. Duvarlarda da komsomallara teşekkür vardı. 

Aklımın bir yerinde “Kimdi onlar?” sorusu asılı duruyordu. Onlardan birine Andrey Platonov’un tamamlanmamış son eseri “Mutlu Moskova”da rastladım.

Platonov, bir zamanlar dahi diye tanımlandığı Stalin tarafından sansürlenen bir yazar. İade-i itibarı 1950’li yılların sonunda, ölümünün ardından oldu. Rusya’da öyküleri yeniden basıldı. 

Çok küçük yaşta yazmaya başladığı şiirlerini okumak ise bizlere henüz nasip olmadı. Umarım yakın zamanda çevrilir. 

Başta “Çevengur”, “Can” gibi eserleri ise Metis Yayınları ve elbette ödüllü çevirmen Günay Çetao Kızılırmak tarafından Türkiyeli okurun “beğenisine” sunuldu.

Bu yüzden “Mutlu Moskova”ya geçmeden önce Platonov’un eserlerindeki novela tarzını biraz açmakta fayda var. Platonov uzun sayfalar yerine kısa ama yoğunlukla yazmayı tercih eden bir isim. Ben kitaplarını okudukça kelime ve cümle tasarruflarına ilişkin hep aynı sonuca ulaştım: Sıradanı karmaşık anlatma ve şiirsel dil becerisi.

“Mutlu Moskova”ya gelince... 

Kitap, devrim yıllarının Sovyetleri’ndeki bir grup insanın hayatını anlatıyor. Romanın odak noktasındaki güzel Moskova Çestnova adını şehrinden alan bir yetim kızı... Çocukluğunda tanıklık ettiği bir çatışmayı hiç unutamayan... Sambikin ise yeni bir dünyanın inşası döneminde, hayatını insanların daha çok yaşamasına adamış, insan can verirken ortaya çıkan enerjiyi anlamaya çalışan bir tıp doktoru. Sartorius, devrim uğruna çok daha parlak bir gelecek yerine, tahılı doğru tartacak aletler üreten bir fabrikada çalışan elektrik mühendisi. Komyagin ise diğer iki kahramanın aksine yavaşlatılmış, insandan ve sosyal çevreden bir şey beklemeden ölüme gitmeye çalışan kaçak bir yedek asker. 

Bu üç farklı adamın ortak özelliği ise Moskova ile yaşadıkları aşk.

AŞKIN PEŞİNDE BİR KADIN

Moskova ise bir yandan hayatı aşırı ciddiye alan diğer yandan ise en küçük şeylerden mutlu olmaya çalışan, hep ileri bir zamana ertelediği mutluluğun peşinden koşan bir kadın. Aşk konusunda ise ya hemen alevlenip işi evliliğe götürüyor ya da bir gecede her şeyi silip atıyor. Metroda komsomol olarak çalışırken de bir kaza sonucu hayatını kaybediyor.

Sartorius, ömür boyu peşini bırakmayan bu kadın tarafından nasıl terkedildiğini ise bir türlü anlayamıyor. Hatta sırf bu nedenle hiç sevmediği bir kadınla evleniyor.

“Sartorius da aynen böyle seviyordu onu, muhtemelen Sambikin de... Moskova ilgisiz gözlerle süzdü ahbabını; karşılaştığı yeni yüzlerde önceden terk ettiği kişilere rastlamak istemiyordu. Eğer karşısında Sartorius gibi bir insan oturuyorsa ilk Sartorius’a dönmek ve onu bir daha bırakmamak en iyisiydi.”

Ancak Moskova ne kadar ararsa arasın aşkı bir türlü bulamıyordu. Küçüklüğünde kafasına kazınan çatışmayı yaratan kişinin Komyagin olduğunu öğrendiğinde ise artık evliydiler. 

Moskova, devrime ve insanlığa, hiçbir şey yapmadan, öylece duran bu insana tek bir şeyi öneriyordu: Ölmek. Komyagin bu öneriyi gayet rahat kabul ediyordu üstelik. “Yok oluyorum ben, eskimiş bir şarkıyım, istikametimin sonuna geldim. Yakında kişisel ölümün çukuruna devrileceğim.”

Hiçbir zaman Bolşevik olmayan Komyagin’in aksine devrime coşkuyla bağlı olan Sambikin iş, aşka gelince ise farklılaşır. Bacağını bizzat ameliyat ettiği Moskova’ya bağlanmayı aklından geçirir ama “Hayır sevmeyeceğim onu, elimden bir şey gelmez.. Üstelik bir şekilde bedenini bozmak gerekecek ki acırım, hele gece gündüz nasıl harikulade bir insan olduğumun yalanını söylemek. İstemem, zor iş.”

Bu yüz yirmi üç sayfalık roman devrim Rusyasının portresini insanlığın ulvi duygularını, toplumsal bağlarını, inanç uğruna yaşanan coşkuyu anlatıyor. Ama alttan alta da kişisel açmazları, sıkıntıları ve çıkmazların muhasebesini yapıyor. Ve bunu gerçekten şiirsel bir dille anlatıyor. Şu kısa cümle bile ne demek istediğimi tam olarak anlatıyor sanırım, “Bu kadından çektiğini çileden saymıyordu, çünkü insan henüz kesintisiz mutlu olma cesaretine tam olarak erişmiş değildi, öğreniyordu”. Ya da şu cümle; “Bütün insanlık uyur vaziyette yatıyor olsaydı, yüzüne bakarak onun gerçek karakterini öğrenmek mümkün olmaz, yanılgıya düşülebilirdi”.

“Mutlu Moskova”yı nasıl bir son bekliyordu. Kimliğini değiştiren Sartorius yeni ailesiyle mutlu muydu? Tıp doktoru Sambikin ve ölmeye yatmak isteyen Komyagin amacına ulaştı mı? Olaylar zinciri belirli bir kesinlikle bitirmeyerek Platonov, bu soruların yanıtlarını belirsiz bırakıyor.

Kitaba ilişkin iki şeyi söylemek istiyorum: Benim baktığım kaynaklar ve kitabın içindeki alt yazılardan eserin tamamlanmamış olduğu. Daha doğrusu yazar bazı kelimelerinden emin değil. 

Bu Metis Yayınları tarafından bir yerde belirtilse iyi olurdu. 

İkincisi çevirilerini çok beğendiğim Günay Çetao Kızılırmak’ın bazı kelimeleri seçişinde zorlandım. Şehir gecesi ( sayfa 46), letafet (26), ırayan (70) bire bir çeviriyse diyecek bir lafım yok ama anıştırmaysa kulağımı tırmalayan dönülmez akşamın ufkundayım (111).

Ama bütün bunlar Metis’e ve Kızılırmak’a şükranlarımızı sunmak konusunda engel teşkil etmiyor. Hatta şiirlerin de çevrilmesi için bir istek uyandırıyor.

Her yerde Gogol



Selim İleri / Zaman

Kitaplar tutkunu bir tanışım Ölü Canlar'ı okumuş, “İnanılmaz güzellikte bir roman” dedi. Ölü Canlar'ı ben de çok severim. İlk kez yirmilerimde okumuştum.

Çeşit çeşit baskının, bunalımın sonucu, Gogol'ün Ölü Canlar'ın ikinci cildini yok etmesi, herhalde birçok okur gibi, beni de çok üzer. Yaşadıkları ortamlar, kimileyin bir yazarın önünü nasıl kesebiliyor! Yalnızca ‘kişisel' bir bunalım diyebilir miyiz Gogol'ünkine, toplumsal karmaşanın adım adım kıstırışını, tüketişini yadsıyabilir miyiz; sanmıyorum, diyemeyiz, yadsıyamayız.

Gogol maceramı 1990'ların başında Argos dergisinde yazmıştım. Kitaplarımda yok o yazı; şöyle başlıyordu:

“Şimdi bir rüya gibi geliyor.” Bu, Gogol'ün yapıtlarıyla örülü bir rüyadır. O zaman da, bugün de, bu yapıtlarda beni altüst eden bir giz söz konusu.

Melih Cevdet Anday çevirisi Ölü Canlar, kitaplığımın, o dağınık kitaplığımın iyice görünür bir yerinde. Yıllar önce çatı katında otururken de öyleydi. Çatı katında yağmur yedi, bu yüzden biraz şişkin. Yeni basımını Everest'ten aldım ama, eski basımı da saklıyorum. Anılar eski basımda.

Sonra bir başka başyapıt: Portre.

Portre'nin filizî kapağı, Yeditepe Yayınları'nın birkaç kuşağa edebiyat, dahası resim zevki aşılayan, cep boyu kitaplarından. Hasan Ali Ediz çevirmiş, bilgilendirici bir önsöz yazmış.

Gogol bugün bambaşka açılardan irdeleniyor, yorumlanıyor ama, Hasan Ali Ediz'in önsözü de hâlâ ‘taze'…

Ya “Palto”?

Turgenyev'in ve Dostoyevski'nin, hepimiz “Palto”dan çıktık diyerek, ne düzeyde bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu hatırlatmaları, hiç unutulabilir mi? Gerçi bugünün ‘edebî eser'den âdeta habersiz okurları, geçtim Turgenyev'i, Dostoyevski okuyorlar mı? Bizim gibi öyle delice Beyaz Geceler, Öteki, hep delice Budala, Delikanlı, Cinler…

Bana öyle geliyor ki, Gogol, edebiyatı gerçekliğin görünmeyen yüzüne açıyordu:

“Şimdiyse bilmediğim köylere, artık kayıtsız kayıtsız yaklaşıyor ve onun bayağı manzarasına ilgisizce bakıyorum. Soğumuş bakışlarıma artık hiçbir şey hoş ve güldürücü gelmiyor. Eskiden, yüzümde bir canlılık yaratacak, gülümseme, bitmez tükenmez konuşmalara dalmama yetebilecek şeyler, şimdi yanımdan geçip gidiyor da, kımıltısız dudaklarım tam bir sessizlik içinde kalıyor.”

Usul usul sevinçlerin, yazma, yazabilme sevinçlerinin sönüşü. Gogol'ün yaşadığı dönemde Çarlık Rusyası büyük sarsıntılardan, çalkantılardan geçmektedir. Sezgisi, duyarlılığı yüksek Gogol bütün bu kargaşayı birçok kişiden daha yoğun alımlar.

Alabildiğine yalın yazılmış, ama bir o kadar da çetinceviz öyküsü, “Bir Delinin Hatıra Defteri”, kendi sonunu, Gogol'ün acı sonunu da neredeyse imlemekte. Bilinci bulanması, puslanması, derken apaçık bilinç yitimi!

Aslında her yerde Gogol! Dönemlerin kavrayışsız okurları, bilgiç eleştirmenleri, satıştan ötesini değer ölçütü saymayan ortamı edebiyatımızda da az kötülüğe yol açmamıştır… Art arda örnekler verebiliriz:


Nahid Sırrı, Asaf Hâlet Çelebi, Sevim Burak, Feyyaz Kayacan… Her biri kendi edebî anlayışlarında, çabalarında yetkin birer yazarken ilgi odağı olamamışlar. Sevim Burak'ın derin kırgınlıklarla boğuşmasını hatırlıyorum. Selçuk Baran'ın yine aynı derin kırgınlıklarla edebiyattan çıkıp gitmesini…

22 Temmuz 2015 Çarşamba

Nazilerin Doğu Avrupa'dan kovalanması ve mağlubiyete uğratılması Sovyet Kızıl Ordusu'nun eseri


Kaynak: http://tr.sputniknews.com/

Prof. Dr. İlber Ortaylı, Nazilerin Doğu Avrupa'dan kovalanması ve mağlubiyete uğratılmasının Sovyet Kızıl Ordusu'nun eseri olduğunu söyledi. Tarihçi Ayşe Hür de, hiçbir Avrupa ülkesinin böylesine büyük fedakarlıkla Nazizme karşı durmadığını vurgulayarak, "Savaşta 28 milyon evladını kaybeden Sovyetler Birliği'nin rolünü küçümsemek ayıptır" dedi.

Sovyetler Birliği'nin İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi Almanyası karşısında kazandığı zaferin 70. yıldönümü, 9 Mayıs günü Rusya ve eski Sovyet ülkelerinde coşkuyla kutlanacak. 1939-1945 yılları arasında süren, tarihin en büyük ve kanlı savaşında siviller dahil yaklaşık 70 milyon insan hayatını kaybetti. Sovyetler Birliği ise 27 milyon olduğu tahmin edilen can kaybı ile savaşın acı yüzünü en ağır hisseden taraf oldu. İkinci Dünya Savaşı'nın en şiddetli çarpışmaları Sovyet ve Nazi ordularının karşı karşıya geldiği Doğu Cephesi'nde yaşandı. Kızıl Ordu, 9 Mayıs 1945 tarihinde Nazi Almanyasını mutlak yenilgiye uğratarak, Avrupa ve dünyayı Nazizm tehlikesinden kurtardı.

Öte yandan yapılan kamuoyu anketleri, Avrupa vatandaşlarının İkinci Dünya Savaşı'nda Sovyetler Birliği'nin oynadığı rolü azımsadığını ortaya koyuyor. ICM tarafından Almanya, İngiltere ve Fransa'da 3 bin kişi üzerinde yapılan ankete katılanların sadece yüzde 13'ü, Avrupa'nın Nazizm'den kurtulmasında Sovyet ordusunun kilit rol oynadığını düşündüğünü söylerken, yüzde 43'ü ise Avrupa'nın özgürlüğüne kavuşmasında en büyük rolün ABD'ye ait olduğunu belirtti.

Peki, Sovyetler Birliği, 2. Dünya Savaşı'nda Nazi Almanyasına karşı kazanılan zaferde nasıl bir rol oynadı? Kızıl Ordu'nun Avrupa'yı Nazizm'den kurtardığı tezi haklılık payı taşıyor mu?

Ünlü tarihçiler Prof. Dr. İlber Ortaylı ve Ayşe Hür, 2. Dünya Savaşı hakkında çarpıtılan gerçekleri ve SSCB'nin rolünü Sputnik'e değerlendirdi.

'AVRUPA'YI NAZİZİMDEN SOVYET ORDUSU KURTARDI'

İlber Ortaylı, "Nazileri yenmek, bugünkü Rusya topraklarından ve hatta Doğu Avrupa'dan kovalamak, Sovyet Kızıl Ordusu'nun eseridir. Bunun bilinmesi lazım. Beğenelim beğenmeyelim bu böyle. Avrupa'yı Nazizm'den kurtaran iki kuvvet var; Sovyet ordusunun —kendisine yapılan silah yardımlarıyla etkili hale gelen- savaşma gücü ve hem İtalya hem de Normandiya'dan giren Batılılar. Tarih bu konuda çok açık" diye konuştu.

Harbe hazırlıksız yakalanan Sovyetler Birliği'nin savaşa fevkalade düşük silah ve uçak kapasitesiyle girdiğine dikkat çeken Ortaylı, Amerikan silah sanayii ve kapitali yardımı sayesinde Kızıl Ordu'nun Nazi Almanyası karşısında çarpışma gücünü artırdığını vurguladı. Ünlü tarihçi, ABD ve İngiltere'nin komünizm hakkındaki tutumlarına rağmen ‘dizginlenemeyen Nazi Almanyası' karşısında SSCB ile anlaşmak zorunda kaldığını ifade etti.

'SOVYETLER BİRLİĞİ'NİN ROLÜNÜ KÜÇÜMSEMEK AYIPTIR'

Prof. Dr. İlber Ortaylı, ABD ve İngiltere’nin komünizm hakkındaki tutumlarına rağmen ‘dizginlenemeyen Nazi Almanyası’ karşısında SSCB ile anlaşmak zorunda kaldığını ifade etti.

Köşe yazarı ve tarihçi Ayşe Hür, Kızıl Ordu ve Sovyet halklarının 1941-1943 yılları arasındaki kahramanca direnişi ve ardından saldırı harekatları olmasaydı, Nazi Almanyasının yenilmesinin mümkün olamayacağını vurgulayarak şu ifadeleri kullandı:

"2. Dünya Savaşı'nda 1941-1943 arasında (özellikle Haziran ve Temmuz 1941'de) büyük yenilgiler, geri çekilmeler oldu, ama Temmuz 1942-Şubat 1943 arasındaki Stalingrad muharebelerinin kazanılmasıyla yenilgiler silsilesi durdurulduğu gibi, 1943 Temmuzundan itibaren 16 ay içinde, Kızıl Ordu sürekli Batı'ya ilerleyerek Nazi ordularını sürekli geri püskürttü. Öyle ki Kızıl Ordu Baltık Denizi'nden, Vorşova ve Budapeşte hattıyla, Yugoslavya'daki Drava nehrine çizilen 1000 milden geniş bir yaydan başlayarak sürekli Batı'ya ilerleyerek Almanya'ya  geldi ve 21 Nisan 1945'te Berlin'e girdi."

'HİÇBİR AVRUPA ÜLKESİ BÖYLESİNE FEDAKARLIKLA NAZİZME KARŞI DURMADI'

Milyonlarca can kaybı veren Sovyetler Birliği'nin rolünü küçümsemenin ayıp olacağını dile getiren Ayşe Hür, sözlerine şöyle devam etti: "Kızıl Ordu kadar Sovyet partizanlarının ve Sovyet halklarının topyekün direnişini gözlerim yaşarmadan anmam mümkün değil. 

Avrupa'nın hiçbir ülkesinin halkı böylesine büyük bir adanmışlıkla ve fedakarlıkla Nazizme karşı durmamıştır. Ayrıntıları bir yana bırakalım, soğuk istatistik rakamları bile Müttefik ülkelerin toplam kaybı 1,5 milyon civarında iken, 21 ila 28 milyon arasında evladını savaşta kaybeden (ki bu rakam toplam savaş kayıplarının üçte biridir neredeyse) Sovyetler Birliği'nin rolünü küçümsemek ayıptır."

KIZIL ORDU AVRUPA'YI NAZİ ORDULARINDAN KURTARMASAYDI?

Sovyetler Birliği'nin Avrupa'yı Nazi ordularından ve Nazizmin egemenlik kurma ihtimalinden kurtardığını ifade eden tarihçi Ayşe Hür "Nazizmin egemenliğindeki bir Avrupa'nın kültürel, ekonomik, sosyal açıdan içine göçeceğini kestirmek zor değil. Kendini Avrupa'dan ayrı tutmaya özen gösteren Britanya'nın da sömürgelerine giden yollarını Nazilerin tuttuğu bir dünyada ayakta kalması çok zor olurdu" diye konuştu.

'TÜRKİYE DE SOVYETLER BİRLİĞİNE ŞÜKRAN DUYMALI'

Tarihçi Ayşe Hür, Sovyetler Birliği’nin Avrupa'yı Nazi ordularından ve Nazizmin egemenlik kurma ihtimalinden kurtardığını vurguladı.

Ayşe Hür'e göre sadece Avrupa değil; Türkiye halkları da Sovyetler Birliği'ne Nazi orduları karşısındaki direnişi için şükran duymalı:

"Nazi ordularının Sovyetler Birliği'ni yenilgiye uğratması halinde, o tarihe kadar tarafsız kalmasına göz yumduğu Türkiye'yi savaşa katılmaya zorlayacağının (ki o dönemin yöneticilerinin ideolojik yönelimlerini düşününce, savaşa girmemeleri sadece pratik nedenlerdendi), Türkiye halklarının da Sovyetler Birliği'ne büyük şükran duyması gerekir."

TARİHİ ÇARPITMA GİRİŞİMLERİ

Tarihinin en önemli kırılma noktalarından olan İkinci Dünya Savaşı, son zamanlarda ‘tarihi çarpıtma' girişimleriyle de hararetli tartışmalara konu oluyor. Ukrayna Başbakanı Arseniy Yatsenyuk, ocak ayında Berlin'de yaptığı açıklamada, Sovyet ordusunun Ukrayna ve Almanya'yı ‘işgal ettiğini' söyledi. Polonya Dışişleri Bakanı Grzegorz Schetyna ise, Auschwitz Toplama Kampı'nı Sovyet ordusunun değil Ukrayna ordusunun kurtardığını iddia etti. Ukrayna ve Polonya'dan gelen bu iddialar, Rusya'da iktidardan halka kadar geniş bir çevrede sert tepkilere neden oluyor.

'YATSENYUK'UN TEZİ KABUL EDİLEMEZ'

Bu durumu yorumlayan İlber Ortaylı, Yatsenyuk'un tezinin kabul edilemez olduğunu kaydederek "Tarihi bu şekilde yorumlamak ‘günün lezzeti'dir, tarihin orijinal yorumuna hiçbir katkısı olduğunu zannetmiyorum. Herhalde Yatsenyuk'un Almanya ziyareti dolayısıyla söylenmiş bir şey. Bu, Sovyet varlığını veya bugünkü Rusya'yı tanıyıp tanımama veya sevip sevmemekle ilgili bir şey değil. Tarih, tarih olarak yazılır" diye konuştu.

'BUNA VANDALİST TARİHÇİLİK DENİR'


Ayşe Hür ise Polonya Dışişleri Bakanı'nın, Auschwitz'i Ukrayna ordusu kurtardı iddiasını ‘vandalist tarihçilik' olarak değerlendirdi. Hür, "Bunu ilk kez duyuyorum. Tersini ise  Auschwitz'den sağ kurtulan Primo Levi, Viktor Frankl ve Elie Wiesel'in hatıratlarında okumuştum. Kaldı ki, 1943'ten itibaren Kızıl Ordu cephelerinin adı, yöneldikleri coğrafya ile uyumlu olarak verilmişti. Birinci Ukrayna cephesini (ki resmi adı Voronezh sonra da Bryansk  Cephesi idi) oluşturan birliklerin yüzde  66'sını Ruslar oluşturuyordu ama yüzde 16 Ukraynalılar, yüzde 3 Belaruslar, eser miktarda Tatarlar, Yahudiler, Kazaklar, Özbekler vardı. Kampın ele geçirilmesiyle sonuçlanan harekatı Kızıl Ordu Generali Krasavin yönetti, 27 Ocak 1945'te kampı ele geçiren birliğin başında Anatoly Shapiro adlı bir Rusya Yahudisi vardı. Şimdi bu bileşime bakınca, "Auschwitz'i Ukrayna birlikleri kurtardı" demek ne derece hakkaniyetli? Hakkaniyeti bırakalım, buna 'revizyonist tarihçilik' bile denmez, 'vandalist tarihçilik' denir" ifadelerini kullandı.


20 Temmuz 2015 Pazartesi

Ölü Canlar / Nikolay Gogol



Kaynak: http://www.dipnotkitap.net/ 

Editörün Notu :
Çarlık Rusyasında. fırsatçı Çiçikov, uçsuz bucaksız Rus topraklarında dolaşarak ölmüş serflerin kayıtlarını satın almaktadır  Amacı bu ölmüş canların listesini hükümete verip, onları canlıymış gibi göstererek  toprak sahibi olmaktır.  Çiçikov Rusya'yı karış karış dolaşırken, Gogol ülke değerlerinin çarpıklığını, toplumun çürümüşlüğünü, sapkınlığını  zaman zaman komik bir yergi şeklinde gözler önüne serer.  Balzakvari bir nehir roman olarak planladığı  "Ölü Canlar" ın  ikinci cildinde Gogol, tuhaf bir şekilde, kitabın etkisi altında kalır.  Toplumun günahlarının yükü altında ezilir., Dine sarılır.  İkinci Ölü Canlar cildini iki kez yazar ve ikisini de yakar. Yaşama iradesini ve sonuçta hayatını kaybeder. 

Gogol ve “Ölü Canlar”

Yücel Nural

Rus yazarlarının iki vatanı vardır: nereye gitseler kalplerinde taşıdıkları ana vatan, Rusya, ve göç etmeden önce büyük hayranlık besledikleri , göçten sonra, iyi kötü uyum sağlamaya çalıştıkları ve eserlerini görece bir özgürlük içinde verebildikleri Avrupa.Tolstoy,Stendhal’in büyük hayranıydı. Dostoyevski, Sand, Dickens, Balzac,Sue ve Restif’in tutkulu bir okuyucusuydu, Avrupa kültürüne olan gönül borcunu vurgulamak için, İvan Karamazov’a, ”Avrupa’yı gezmek istiyorum, Alyoşa,Buradan gitmek istiyorum!Yine de orada bir mezarlık bulacağımı biliyorum, çok değerli bir mezarlık, o kadar!” Gogol’ün betimlemelerinde de Balzac’ın izlerini bulmak kolaydır. Zaten Gogol de,kalbindeki Rusya’sını,Paris ,Roma ve Vevey’i tavaf ederken bulmuş, hatta “Ölü Canlar”ı Roma’da yazmıştı.

Gogol, Ukrayna’lı dindar bir ailedendi. Kiev kentinde çocukluğunu yaşamış, ve bu ‘büyülü’ diyarı ömür boyu yüreğinde yaşatmıştı.Köylü yaşamını ve köylü dilini seviyordu. Puşkin’e olan hayranlığı ve büyük ustanın yüreklendirmesi olmasaydı,o da, Ukrayna’lı bir yazar olan babası gibi,Mirgorod’un köylü lehçesinde yazıyor olabilirdi.Gogol Çocukluğu boyunca duyduğu, köylülerin kaba şivesine aşık olmuştu.Şarkı ve danslarına, kendi yazdığı , fantastik “Petersburg Hikayeleri”ne ilham olan, korkutucu masallarına ve komik hikayelerine bayılmıştı. 

Gogol hiç kuşkusuz, çok hırslıydı.1828’de okuldan çıkar çıkmaz, kendi edebi ismini yaratmak umuduyla başkente gelmişti. Gündüzleri küçük bir memur olarak çalışıyor, geceleri tavan arasındaki odasında yazılar yazıyordu. Bazı eleştirmenler yazılarının kaba ve bayağı halk diliyle bozulduğunu düşündüler. Aslında o, köylü konuşmasının müzıkal titreşimlerini mükemmel bir şekilde yansıtıyordu. Hikayelerinin Musorgski tarafından, ”Aziz John’un Çıplak Dağda Bir Gece”sine ve Rimski Korsakov’un ”Mayıs Gecesi” eserine uyarlanmasının nedeni buydu, herkes tarafından anlaşılabiliyordu. “Çiftlikte Akşamlar”ın prova safhasında, Gogol, dizgicileri ziyaretinden sonra, Puşkin’e, ”çok garip bir şey oldu”, diye anlattı, ”Kapıyı açar açmaz beni fark ettiler, gülmeye başlayıp bana arkalarını döndüler. Buna biraz şaşırdım ve açıklama yapmalarını istedim. Matbaacı şöyle dedi, ’Gönderdikleriniz çok gülünç ve dizgicileri çok eğlendirdi.’”

Gogol gibi yazarlar konuşulan dili yazın biçimlerine özümsettikçe, günlük dil edebiyata daha çok girdi.Böylece edebi dil, salonun sınırlarını aşıp, dışarıya ,caddeye fırladı, ve günlük Rusça’nın seslerini aldı.Böylece sıradan şeyler için Fransızca’dan ödünç alınan sözcüklere bağımlı olmaktan kurtuldu. Gogol her zaman sade dili kullanmış ve küçük adamın yanında yer almıştı.Onun rütbeye dayalı hizmet etiğine karşı insani değerleri savunması edebi gelenekte yerini almıştır.”Bir Delinin Hatıra Defteri”nde edebi çılgın, alçak gönüllü meclis üyesi, kıdemli memurla alay eder.”Bir saray beyefendisi isen ne olmuş?  Bu sana bahşedilen bir imtiyaz!Görebileceğin ya da ellerinle dokunabileceğin bir şey değil.Saray nazırının alnının ortasında üçüncü bir göz yok ki!” der O ,St. Petersburg’un Fransız özentisi sahte ve gösterişçi yaşantısından nefret ederdi.Zamanın yazarları için Avrupa medeniyeti,’yozlaşmış’, ’çürümüş’,’sahte’,’ yüzeysel’, ‘maddeci’ ve ‘bencil’di.Tarih, belki de Avrupalıların savunduğu gibi bir ilerleme patikası değil,”doğru ile hatanın”, “erdem ile ahlaksızlığın” sürekli olarak birbirini takip ettiği nafile bir döngüydü.İnsan türünün, tıpkı Sisifos’un kayası gibi, sırf barbarlığın derin uçurumuna tekrar düşmek için, bu kadar ilerlemiş olması mümkün müydü ,acaba?”Nikolai Gogol, bozulmamış ‘Rus Ruhu’nun bütün insanlığa kardeşlik sunacağına inanıyordu.Dindar bir aileden gelmekteydi, anne babası kilisede aktiftiler.  Bütün perhiz ve ritüelleri uygularlardı.Annesiyle babasının evliliği,babasının ilginç bir sanrısı sonunda olmuştu: kilisede bir ayin sırasında babasına görünen bir ermiş ,o zaman bir genç kız olan annesini işaret ederek,”Bu kızla evleneceksin!”, demiş, böylece evlenmişlerdi.Yani,Gogol’un baba evinde,yazarın hayatını ve sanatını açıklamaya yardımcı olacak derin bir mistisizmin izleri bulunmaktaydı.Gogol ,yaşamı boyunca din konusunda hiç şüpheye düşmemişti.Son yıllarda ki izdırabı ,sadece tanrı karşısında kendi erdemlerinden duyduğu şüphe yüzündendi. Roma’da kaldığı altı yıl içinde,Roma kilisesine yakınlaşmıştı.”Ölü Canlar”ın hiç yayınlanmamış son cildinde,  Ortodoks ve Katolik erdemlerini kendisinde barındıran bir papaz figürü tanıtmayı planlıyordu.Bütün insanları manevi bir kilisede birleştirecek bir Hristiyan kardeşliği arayışı içinde gibiydi. Optina ‘daki manastırda ve ‘Rus Ruhu’ fikrinde bulduğunu düşündüğü şey buydu. “Optina’daki keşişhanede durdum” diye yazar,kontA.P.Tolstoy’a,”ve hiçbir zaman solmayacak bir hatıra aldım yanıma.Hiç şüphe yok ki inayet orada yaşıyor.İbadetin görünen belirtilerinde bile bunu hissedebilirsin.Hiç bir yerde böyle keşişler görmedim.Sanki onların aracılığı ile cennetle konuşuyorsun.”

Gogol son yıllarında çeşitli sebeplerle Optina’ya gelmişti.Manastırın sükunetinde huzursuz ruhu için bir rahatlama ve manevi yardım buluyordu.Burada bütün hayatı boyunca aradığı Tanrısal Rus diyarını bulduğunu düşünüyordu.”Manastırdan millerce uzakta(bile) insan, erdemlerinin parfümünü koklayabilir havada: her şey daha konuksever olur,insanlar daha derin eğilirler. Ve kardeş sevgisi artar”.

Gogol’un eserleri bir manevi arayış arenasıydı. Bütün enerjisini adadığı “Ölü Canlar” üç bölümlük bir roman olarak tasarlanmıştı. Dante’nin “İlahi Komedya”sı tarzında bir epik şiirdi.İngiliz okuy ucular eseri kendi destanları,”Canterbury Tales” ile karşılaştırdılar. Gogol’un ‘epik şiirim’ dediği yapıtta ,kişi ve şeylerin anlatımında ,uyak ve ritim esere beklenmedik ayrıntılar sunar ,şüphesiz.Ne yazık ki bu artı güzelliklerden çeviri okuyucuları olan bizler yoksunuz. Gogol’a göre, Rusya’nın yazgısının planı son bölümde ortaya çıkacaktı. Taşra Rusya’sının garip kusurları,ve eksikleri, yazarın ikinci ve üçüncü bölümlerde niyetlendiği, yaşayan ‘Rus Ruhu’nun yüce portresi tarafından inkar edilecekti.Düzenbaz Çiçikov bile sonunda kurtarılacak, babacan bir toprak ağası olacaktı. Şiirin bütün fikri, Rusyanın dirilişi ve , “İNSANİ MÜKEMMELİYETİN SONSUZ MERDİVENİN DE” manevi yükselişiydi. Bu, “Yaratılış “ kitabında,Yakub’un merdiveni ile ilgili kısa hikayeden aldığı metafordu. Rus Ruhu’na bu ‘mesihanik’ dönüşümü veren ilk kişi Gogol’du. Fakat Gogol’ün bu aşırı mistisizmi reformlara bağlı Slavları kızdırıyordu.”Dostum”, diye yazar,Sergei Aksakov, Gogol’a ,”Eğer amacın skandal çıkarmak,dost ve düşmanlarının ayaklanıp, sana karşı birleşmelerini sağlamaksa,bunu başardın.Eğer bu yayın şakalarından biriyse, en çılgın düşlerin bile ötesine geçti: her kes şaşırdı. Gogol’ün yazdığı,”Seçme Pasajlar”da köleliği ve Çar’ın gerici tutumunu savunduğu görüldü. Gogol’ü ilk kez övgüyle karşılamış olan ünlü eleştirmen Belinski de Gogol’un bu tutumunu sert bir dille eleştirdi.Gogol’ün Optinadaki rehberi Peder Makari bile yazarı onaylamıyordu.Ermiş, Gogol’ün “alçak gönüllülük” gereğini anlamadığını düşünmüştü.Kendini kahin yapmış ve bir fanatiğin bütün coşkusuyla dua etmiş ama, Kutsal Ruhun gerçeği ve ilhamı olmadan bunlar din için yeterli değildi.Makari’nin eleştirileri Gogol için yıkıcı darbeler olmuştu.Haklı oldukları için daha da yıkıcıydılar.Çünkü ruhunda İlahi Vahyi hissetmiyordu.Bu arada Puşkin’in beklenmedik ölümü onu daha derin bir bunalıma düşürdü. Optina’yla olan bütün ilişkisini kesti.İlahi çağrısında başarısızlığa uğramıştı. Tanrı’nın karşısında değersiz olduğunu düşünüyordu.Dinsel inançları hezeyan düzeyindeydi ve çözemediği cinsel sorunları vardı.Kendisini açlıkla cezalandırmaya başladı.Bitmemiş romanının taslağının yakılmasını emrettikten sonra ölüm orucuna yattı.24 şubat 1852’de,kırk üç yaşında ölürken son sözleri,”Bana bir merdiven getirin,çabuk bir merdiven “ olmuştu.

Gogol’ün yapıtları değişik dönemlerde ve çevrelerde, gerçekçi, romantik, ruhbilimsel ve grotesk toplum taşlamaları olarak değerlendirilmiştir. Sovyet eleştirmenleri onu, her şeyden önce, toplum içinde ne yapacağını şaşırmış,”küçük insan”ın yazgısıyla ilgilenen doğalcı (naturalist) bir yazar olarak nitelerler.Rus Simgecilerine göre ise, insanın yüzeysel gerçekliğinden çok, iç dünyasının zenginliğini ve karmaşıklığını yansıtan bir yazardır.En son eleştiriler ise, onun yapıtlarındaki ruhbilimsel çözümlemelere ağırlık vermektedir.Bütün bu yargıların birleştiği nokta, Gogol’ün yaşadığı dönemin Rusyasındaki kötülükleri, çarpıklıkları, ve gülünçlükleri bir gerçekçilik ve yergi diliyle sergilemiş olmasıdır.

“Ölü Canlar”ın yanlış anlaşılmasına karşı, eşsiz yazışmalarından yayımladığı bölümlerle, yapıtlarını devleti savunmak niyetiyle yazdığını açıklamıştır. Günün koşullarının etkisiyle ve öznel bir durumun sonucu olarak yapılan bu kişisel açıklama bir yana bırakılacak olursa, Gogol’ün yapıtları, yalnızca Rus toplumunun belli bir dönemindeki çarpıklıkların bir yergisi değil ,insan davranışlarının en geniş anlamıyla gerçekçi bir saptanışı olarak değerlendirilebilir.

KAYNAKLAR:

MAGAZİNE LİTTERAİRE,LA LİTTERATURE RUSSE,no.440
NİKOLAİ GOGOL, BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ,DÜNYA KLASİKLERİ
ORLANDO FİGES,NATAŞA’NIN DANSI,RUSYA’NIN KÜLTÜREL TARİHİ

Ölü Canlar / GOGOL
Nikolay Gogol   (1809 - 1852)


Ölü Canlar'ı iki kitap olarak düşünen yazar yazdığı ikinci kitabı aldığı eleştiriler yüzünden imha etmek zorunda kalmış. Piyasada tek kitap olarak satılan Ölü Canlar'ın mevcut kitabında da çok eksik bölüm var. Kitabın bu kadar ağır eleştiriler alması o dönem için sürpriz değilmiş çünkü Ölü Canlar'ı asıl düşünen Puşkin, kendisi cesaret edemediği için olsa gerek, Gogol'a verdiği bilgiler doğrultusunda bu eserin yaratılmasını sağlamış. Ancak eleştiriler yüzünden günümüze tamamı ulaşmayan kitapta, ayrıca yazarın sık sık konuya ara vererek kendini savunmaya giriştiğine de şahit oluyoruz.

Çiçikov yeni bir kasabaya gelir ve otele yerleşir. Dört atın çektiği bir arabası, şöförü ve uşağı vardır. Giyimi kuşamı yerindedir; takım elbise ya da frak giymeyi sever. Düzgün traşıyla, kremlenmiş cildiyle, her zaman güzel kokan parfümüyle dikkat çeken biridir, ancak Çiçikov'un en etkileyici özelliği konuşmasıdır. Tüm bu özellikleriyle, sosyete içerisinde yer edinmesi bir kaç gün bile sürmeyecektir.

Çiçikov'un geldiği kasabanın ismi kitapta N kasabası olarak geçiyor. Büyük bir kasaba değil fakat kasabanın sosyetesine soaracak olursanız Petersburg'dan aşağı kalır yanı yok: Valisi, savcısı, emniyet müdürü, tüccarı, noteri ve daha başka zenginleri, eşleriyle düzenledikleri pahalı balolarda ya da öylesine buluşacaklarını söyledikleri ancak bir balodan eksiği olmayan akşam yemeklerinde Rusları küçümseyen tavırlarını takınır, kadınları Alman modasına göre seçilmiş kıyafetleriyle Fransızca konuşurlar ve Petersburg'un ışıklı akşamlarını kendi caddelerinde aratmazlar.

Çiçikov üst sınıftan biri gibi görünmektedir. Hayal dünyasında sadece zenginlik vardır; yeşillikler içinde güzel bir kasaba bulacak ve burada kuracağı büyük bir çiftlikte yüzlerce çitfçi ve uşağı onun sözünü dinlemeye hazır bekleyecektir. Bir melek kadar masum yüzlü bir hanımefendiyle evlenecek; üç tane çocukları olacak, bu çocuklar Avrupa'nın seçkin üniversitelerinde okuyacak ve herşeylerini borçlu oldukları babalarını onurlandıracaklardır. Çiçikov gerçek hayatta ise gittiği her kasabada adı sahtekarlığa karışmış birisidir. Babasını çocuk yaşta kaybeden Çiçikov'un babasından edindiği tek mirası, paranın değerini öğrenmek olmuştur. Para kazanmaya sıfırdan başlayan Çiçikov girdiği işlerde her zaman amirlerine yakın olmaya dikkat ederek kariyer basamaklarını hızlandırır. İlişki kurduğu insanlar üzerinde iyi bir izlenim bırakmaya özen gösterir. Ona göre zengin ve rütbeli insanlar başarılı insanlardır ve gösterdiği özel ilgiyi haketmektedirler. Zengin olmak amacıyla her türlü yolu kendine mübah gören Çiçikov, hiçbir zaman adam öldürmeyi düşünmemiş, hiçbir zaman hırsızlığa yeltenmemiştir. Ancak gittiği her kasabada adının sahtekarlığa karışmasına anlam verememektedir. O da herkesin yaptığı gibi rüşvet almış, sahte vasiyetnameler düzenlemiş, sahte tutanaklarla mal edinmiş birisidir. Bunlar Rusya'da bürokrasinin işlemesi için gerekli şeylerdir ve bunları yapan herkes ufaktan bir çiftlik almayı başarmışken Çiçikov neden hala zengin olamadığını bir türlü anlayamamaktadır. Bir kasabadan diğerine gezmesi satın alacağı çiftliği aramasından mıdır yoksa gittiği her kasabada mahkeme tarafından aranmasından mıdır, N kasabasında da durum pek farklı olmayacaktır.

N kasabasında işlerin karışması Çiçikov'un ölü canları satın aldığının duyulmasıyla başlar. Çiçikov son sayımdan sonra ölen çiftçilerin sahipliğini kağıt üzerinde satın alarak kendi işçisiymiş gibi göstermeye çalışır. Amacı bin tane ölü can toplamak, kağıt üzerinde canlı görünen bu ölü canlarla zengin bir çiftlik ağası gibi görünmek bir yana; yardım ve teşvik kredilerinden de faydalanmayı planlamaktadır. Çiftlik sahiplerinden ölü canları satın almaya çalışırken kentin bürokratlarıylada yakın ilişkiler kurmaktadır fakat ölü canlar konusunun hem bürokrasiyi hem ahlak anlayışını alt üst etmesi uzun sürmez ve Çiçikov'un bulaştığı herkes kendini kurtarmaya çalışırken kabak yine Çiçikov'un başında patlar ve hapse atılır.
 
Çiçikov hapisteyken derin bir vicdan muhasebesine girer ve giriştiği tüm iç hesaplaşmalardan derin bir vicdan azabıyla çıkar; artık değişeceğini söylemektedir kendi kendine. Üstünü başını yırtmış, saçı sakalı birbirine karışmış halde bu dünyadaki zenginliğin önemli olmadığını, öbür dünya için hayırlı işlere kendini adayacağını, ruh zenginliğinin paradan daha değerli olduğunu tekrarlayıp durmaktadır. Çiçikov'un üst düzey bürokratlarla olan yakın ilişkileri sayesinde hapisten çıkması uzun sürmez. Kendine en iyi Alman kumaşından dört takım için kumaş kestirir, ertesi sabah yola çıkmak üzere arabasının hazırlanmasını emreder ve aynaya bakarken saçında gördüğü bir beyazlığa hayıflanarak bu kadar ıstırab çekecek ne vardı sanki" diye söylenir. 


Gogol  

Gogol, 1809 yılında Ukrayna’da doğdu. Küçük yaşta babasını yitirdi ve annesi tarafından büyütüldü. Liseyi bitirdikten sonra Saint Petesburg’a gitti, bir süre devlet memurluğu yaptı, Ukrayna folkloru üzerine çalışmaları ile dikkat çekip Petesburg üniversitesinde tarih dersleri vermek için davet edilse de, yarım kaldı bu uğraşı. Gogol’ün hezeyan düzeyindeki dinsel inançları ve çözemediği cinsel sorunları ile hayatla barışık olmayan bir kişiliği vardı.
Roman ve hikayeleri ile bir anda dikkatleri üzerinde topladı. Özellikle “Müfettiş”(1836) oyunu ve “Palto”(1842) hikayesi, Rusya’nın siyasi ve toplumsal meselelerine yönelik eleştirileri -Rus sosyal demokrat eleştirmen Bielinski ve arkadaşlarından- övgü topladı. İlginçtir ki Çar da beğenmişti “Müfettiş”i..! Oyununun sahnelenmesinden kısa bir süre sonra Rusya’dan ayrılan Gogol Roma’ya yerleşti. Buradan yazdığı yazılarında giderek muhafazakar bir tavır takınması Rusya’daki arkadaşları ile arasının açılmasına yol açtı ve zaten hassas bir dengede duran iç dünyasını iyice alt üst etti. 1852 yılında geçirdiği bir sinir krizi ile en büyük eseri “Ölü Canlar”ı yaktı, odasına kapandı ve bir kaç gün içerisinde öldü. Neyse ki, metnin ilk bölümü uşağı tarafından kurtarılmıştı.  


Chagall'ın "Ölü Canlar" Gravürleri
Chagall 1887-1985
 
Chagall'ın, Rus edebiyatının önde gelen yazarlarından Nikolay Gogol'un Ölü Canlar'ını resimlediği 96 adet aside yedirme baskı Vollard için gerçekleştirdiği üç projeden ilkiydi. Siparişini 1923 te aldığı ve 1927 ye kadar üzerinde çalıştığı bu seri, ancak 1948 de, Tériade tarafından yayımlanabildi.

Chagall, baskılarında belirli sahneleri resimlememiş; daha çok, öyküye eşlik eden resimler yapmıştır. Bu yüzden, kitaptaki baskıların başlığı yoktur. Chagall'ın dizisindeki bütün karakterler, romandaki abartılı betimlemelere uygun olarak, gerçek yaşamdaki kişilerden biraz daha abartılıdır. İlginç bir nokta, Gogol ile Chagall'ı birleştiren ortak yazgıdır: İkisi de, yurt özlemi çeken ve yurtlarını yapıtlarında betimleyen Rus sanatçılarıydı; Ölü Canlarüzerinde çalışırken yazar da illüstratör de Rusya'da değildi.

Absürd yergi aracılığıyla toplumsal bir eleştiri niteliğindeki Ölü Canlar, Çarlık Rusya'sında toprak sahibinin mülkü olan ve alınıp, satılabilen serfleri konu alır.

Baş karakter Çiçikov, sahip oldukları yaşayan serflerin sayısına göre vergi ödeyen toprak sahiplerinden "ölü canlar"ı satın alarak, onları fazla vergi ödeme yükünden kurtarır. 

Çiçikov'un amacı, ölü canları "mülkü" olarak gösterip, zenginlik, güç ve daha yüksek bir toplumsal konum edinmektir. Yeterince ölü can satın aldıktan sonra, büyük bir çiftliğe çekilir, onları yaşıyormuş gibi göstererek devletten kredi alır, böylece arzuladığı büyük serveti edinir. Ama işler Çiçikov'un umduğu kadar basit değildir ve sonunda elinde kalan tek seçenek, onursuz bir kişi olarak kentten kaçmak olur.


Klasiğinizi nasıl alırdınız!

'Ölü Canlar', 1901'de yapılan Rusça baskısının çizimleriyle birlikte, 1809 doğumlu Gogol'ün 200. yaşı anısına yeniden yayınlandı. Bu basımı özel kılan unsurlardan biri de, çevirinin Melih Cevdet Anday ve Erol Güney imzası taşıması

CEYHAN USANMAZ

Her şey, bundan yalnızca birkaç ay önce, NTV Yayınları’nın Shakespeare’in Macbeth’inden uyarlanan çizgi romanı yayımlamasıyla başladı. Bu ‘çizgi klasik’in göz ardı edilemez bir ilgiyle karşılandığını gören yayıncılar, haklı olarak, yayın programlarına çizgi klasikleri de ‘ekleyiverdiler’. NTV Yayınları seriye Frankenstein, Dava ve Suç ve Ceza ile devam ederken; Everest Yayınları, çizgi romanın hemen yanındaki kulvardan manga’lara, Manga Shakespeare serisine yeni kitaplar ekliyordu. April Yayıncılık da, Poe’nun on iki ve O. Henry’nin on üç hikâyesinin yer aldığı ve her bir hikâyeyi uyarlayan ve çizenlerin farklı imzalar olduğu iki kitapla, çizgilerle ‘canlanmış’ klasiklere daha da ‘hareketlilik’ kazandırmış oldu.

Rodeo Yayıncılık’tan Murat Mıhçıoğlu’nun şu cümlelerle dikkat çektiğine benzer bir ‘tasnif problemi’ yaşanmamışsa eğer, kitapçıların çizgi roman rafları önündeki kalabalığın arttığı ve ‘göz atma’ süresinin son zamanlarda daha bir uzadığı aşikâr: “Geride bıraktığımız ayın çok satanlar listelerinde, enterasan bir durumla karşılaştık. Yazarı Shakespeare olarak görünen bir kitap ‘edebiyat dışı’ kategorisinde başı çekiyordu. İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencileri bu tasniften hareketle öğretim kadrolarına soğuk şakalar yapabileceği gibi, bir kısım kitapçı personeli de ikilemde kalabilir. Şaşırtıcı tasnifin, elbette ki makul bir gerekçesi var. Yine de, bir nüans, akıl karışıklığına engel olabilirdi... Listeleri hazırlayanların değil, bizzat yayıncının gözetmesi gereken türden, sunuma dair bir nüans!” (Bir Tasnif Problemi, Virgül, sayı 130, Eylül-Ekim 2009) Mıhçıoğlu yazısını, İngilizcedeki karşılığının aksine Türkçedeki çizgi roman tabirinin türü daha doğru kuşattığını belirtip, bunu ‘çizgi edebiyat’ şeklinde genişletme önerisinde bulunarak noktalıyordu.

Ancak bu süreçte, klasik kavramının edebiyata özgü olmadığını hatırlatan yayınevleri de vardı. Bunlardan biri, Marx’ın Kapital’inden uyarlanan Kapital Manga’yı ve Çizgilerle Komünist Manifesto’yu çıkaran Yordam Kitap olurken; diğeri de, yayımladığı Türlerin Kökeni’nin resimli uyarlamasını “adeta bir çizgi roman tadında” diye tanıtan Versus Kitap’tı. Burada, Agora Kitaplığı’nın bastığı Che’nin biyografik çizgi romanını da anmalıyız.

Kafa karıştırır Kafka!

Çizgi klasiklerin sunumuna dair bir başka eleştiri de, Kafka’ya olan ‘yakınlığını’, Kafkaesk atmosferi romanlarına başarıyla yansıtmasıyla açıkça anlayabildiğimiz yazar Hakan Bıçakcı’dan geldi: “Özünde kafa karıştırıcı bir deneyimdir Kafka okumak. Anlatılanlar neden-sonuç ilişkisinden bağımsızdır ve bu nedenle olan biteni zihninde resmetmekte zorlanır okur. Tabii bu zorlanma ve kafa karışıklığı Kafka’yı Kafka yapan özelliklerdir. Ama çizgi roman versiyonunda olan biten çok da güzel resmedilmiş doğal olarak. Mantığa sığmayacak olaylar karelere sığmış. Eserlerin tekinsiz atmosferi çizgi roman karelerinde şirinleşivermiş. Hastalıklı ve tedirgin edici diyaloglar, konuşma balonlarının sevimliliğinin içinde bir güzel evcilleşmiş.” (Aaa, Aşk-ı Memnu’nun Kitabı Çıkmış..., Haber Türk Kitap, 30 Ekim 2009)
Bıçakcı’nın eleştirisinin temelinde, Dava’nın çizgi romanının ‘ilk okuma için hatalı bir deneyim, yanlış bir tanışma olacağı’ düşüncesi yatıyordu; hatırlanacaktır, çizgi klasikler ‘klasik okumayan kalmasın’a benzer bir sloganla sunulmuş ve kitapların gördüğü yoğun ilgi karşısında ‘klasikler az okunuyor’ tezinin çürüdüğü iddia edilmişti. Bıçakcı’yı destekler mahiyette, bu durum biraz da, bir romandan uyarlanan filmi izleyen bir kişinin kendini söz konusu romanı da okumuş olduğuna inandırmasına benzetebiliriz. Birbirlerine yakın gibi görünüyorlarsa da, sonuçta farklı disiplinlerden bahsediyoruz. Bütün bunlara karşın, yayımlanan ve yayımlanmaya devam eden bu kitapları yok saymak mümkün değil elbette. Kitap dünyamızdaki birer ‘zenginlik’ olarak kabullenilebilir ya da yayınevleri ve okurlardaki bu heyecan dalgasının başka kıyılara da vurması beklenebilir; çizgi ile edebiyatın bir araya geldiği başka bir kıyıya, örneğin resimli baskılara...

Kimi Rus klasiklerinin, zamanında yazarlarının da görüşleri alınarak, resimli baskılarının yapıldığı bilinir. Karakterleri iyi okumuş, romanın bütününe hâkim ressamların, sanatçıların elinden çıkmış çizimlerin, desenlerin yer aldığı resimli baskılar, ‘orijinal metinlere’ de uzun zamandır beklenen ilgiyi çekebilir pekâlâ. Geçen haftalarda Everest Yayınları’ndan çıkan, Gogol’ün Ölü Canlar’ı gibi... Romanın, 1901’de yapılan Rusça baskısının çizimleriyle birlikte sunulmasının ardında, yukarıdaki sebep de etkili oldu mu bilemiyoruz; ama anlaşılan o ki asıl amaç, 1809 doğumlu Gogol’ün 200. yaşı anısına özel bir basım hazırlamak.

‘Türkçeye kazandırma’

Romandaki resimler için ilk kez 1901 yılında, yayıncı A.F. Marks’ın hazırlattığı resimli baskıdan yararlanılmış. Söz konusu resimli baskıda yer alan birçok ressam arasından da ağırlıklı olarak Dalkeviç, Kozaçinski ve Samokiş-Sudovskaya’nın çizimlerine yer verilmiş. Bu bilgileri, kitabı yayına hazırlayan Sabri Gürses’in yazısından aktarıyoruz, ancak romanın başındaki yazılar bununla sınırlı değil. İki önemli ismin; Andrey Belıy’ın, romanın teknik yöntemine ve Bahtin’in, romandaki halk gülmece kültürü öğelerine dair yazılarını da okumak mümkün. Önsöz’deki cümleler ise, romanın çevirmenlerinden Melih Cevdet Anday’ın kaleminden... Bu basımı özel kılan unsurlardan biri de, hiç kuşkusuz, çevirinin Melih Cevdet Anday ve Erol Güney imzası taşıması. Romanın isminden başlayarak, tam anlamıyla bir ‘Türkçeye kazandırma’ olarak nitelendirebileceğimiz bu çeviri, klasiklerle ilgili ortaya atılan başka bir tezi akıllara getiriyor: Farklı yaş dönemlerinde okunan klasiklerin farklı anlamlarına ulaşılacağı söylenir, aynı şeyi sanırım farklı çeviriler için de dile getirebiliriz.


Ölü Canlar’da anlatılanları da, yine yazarına bırakalım. Bir başka ‘okunaklı çeviri’ye önsöz olarak alınan cümleleriyle, Gogol kendi eserini şöyle tanıtıyor: “[B]u kitapta toplumumuzdan bir insan anlatılmaktadır. Yurdumuz Rusya’da arabasıyla dolaşmakta, yüksek tabakadan insanlardan tutun da sıradan insanlara kadar her tür yurttaşımızla karşılaşmaktadır. Daha çok Rus insanının eksik yanlarını, kusurlarını göstermek için anlattım onu, yoksa onun meziyetlerini, erdemlerini göstermek için değil. Çevresindeki insanların hepsini de aynı amaçla, zayıflıklarımızı ve eksik yanlarımızı göstermek için seçtim.”


Nataşa'nın Dansı


RUSYANIN KÜLTÜREL TARİHİ
Orlando Figes

Editörün Notu :
Uçsuz bucaksız, kısır ve acımasız bir coğrafyada, köylüleriyle, asilleriyle, pırıltılı ve renkli folkloruyla, büyük yoksulluklarla, Puşkin. Tolstoy, Gogol, Soljenitsin, Pasternak, Moussorgski, Rimski-Korsakov, Tschaikovsky, Schostakovitch ve daha nicelerini dünyaya armağan eden Rusya'nın 1933 yılında Nobel Edebiyat ödülüne layık görülen yazarı İvan Bounin Rus paradoksunu şu sözcüklerle dile getirir:
”Rusya sefalet çektikçe evliyalaşır, bir tür kolektif Sokrat, dıştan çirkin, içi zengin!”
Orlando Figes Nataşa'nın Dansı'nda  Rus kültürünün kapsamlı bir tarihçesini dile getiriyor. 

Yorumlayarak Özetleyen
Yücel Nural
Kaynak: http://www.dipnotkitap.net/

17 milyon km kare yüz ölçümü ile dünyanın en geniş ülkesi olan Rusya( yer yüzü topraklarının yüzde onu), son derece haşin coğrafyası, acımasız iklim koşullarının hüküm sürdüğü,(topraklarının sadece %7,7’si işlenebilir durumda)bir ülkedir.” Rusya’da yaşayanlar Ruslardır” denir ama durum hiç de o kadar basit değil!  Çünkü Rus, Kazak, Tatar, Nenet, Ukraynalı, Moğol gibi 128 farklı milletin bir arada yaşadığı bir cumhuriyettir Rusya. Rus uygarlığının beşiği ise IX. yy’da Ukrayna’da Kiev şehridir. IX.-XI. yy’larda yazılmış belgelerde eski Rusçada “Rous”,Grekçede “Rhos”, Latincede”Ruzzi”, Arapçada “al-Rus” olarak adlandırılan bu topluluklar Slav kökenliydiler ve İskandinav’larla karıştılar. Sonraları Baltık popülasyonları ve Volga ve Asya kavimleri ile karışarak bu günkü çok etnili çok uluslu bir ülke durumuna geldiler.

Bu uçsuz bucaksız ,kısır ve acımasız coğrafya, köylüleriyle ,asilleriyle, pırıltılı ve renkli folkloruyla, büyük yoksulluklarla, Pouchkine, Tolstoi, Gogol, Soljenitsyne, Pasternak, Moussorgski, Rimski-Korsakov, Tchaikovski, Schostakovitch ve daha nicelerini dünyaya armağan etmiş.!933 yılında Nobel Edebiyat ödülüne layık görülen İvan Bounin Rus paradoksunu şu sözcüklerle dile getirir: ”Rusya sefalet çektikçe evliyalaşır, bir tür kolektif Sokrat, dıştan çirkin, içi zengin!”

Gelelim kitabımıza: Orlando Figes’in 784 sayfalık eseri sabırlı ve çok geniş bir araştırmanın ürünü olarak didaktik kuruluktan uzak tıpkı sürükleyici bir roman gibi keyifle okunacak bir yapıt.

Giriş yazısına Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ından “Nataşa’nın dansı” alıntısıyla başlayan yazar, Petersbourg’un Avrupalı kültürüyle yetişmiş aristokrat ve zengin mülk sahibi ailenin kızı olan ve dans olarak Avrupa tipi salonlarda yapılan valslerden başka bir şey bilmeyen Nataşa’nın ,orta Asya menşeli balalayka eşliğinde hiç bilmediği köylü dansını tutkulu bir içtenlikle ve kusursuz sergilemesini betimler. Bu hem Avrupa’dan hem Çok kökenli Rus kültüründen beslenen,eşsiz bir sentez olan: ”Rus ruhu”nun Tolstoy’un gözleri önünde ete ve kemiğe bürünerek varlığını haykırmasıdır.

“Bu romantik sahnede Tolstoy’un bize sorduğu gibi, Rusya gibi bir ülkenin, görünmez yerel duyarlılık ipleriyle bir arada tutulabileceğini mi farz etmeliyiz? Bu soru bizi bu kitabın merkezine götürür. Bu kitap kendisine kültür tarihi demekte ama okuyucunun burada bulacağı kültür unsurları sadece “Savaş ve Barış” gibi büyük eserler değil, Nataşa’nın şalı üzerindeki folklorik işlemeden tutun da, köylü şarkılarının müzikal geleneklerine kadar Bütün sanat eserleri olacak. Üstelik bunlar, sadece birer sanat eseri olarak değil, siyaset ve ideoloji, sosyal gelenek ve inanç, folklor ve din, alışkanlıklar ve gelenekler, bir kültür ve bir yaşam biçimi oluşturan bütün o zihinsel ıvır zıvırla birleşen ulusal bilincin izlenimleri olarak toplandı.”(s.18)

Tolstoy’un 1868’de yazmış olduğu gibi, Rus gelenekleriyle ilgili sanatsal çalışmalar, Avrupai anlamda birer roman değildi. İkonalardan pek de farklı olmayan, fikirlerin test edildiği birer laboratuvar, sembolik düşünmeyi gerektiren büyük birer şiirsel yapıydılar…Ülkenin sanatsal enerjisinin neredeyse tamamı, ülkenin kendi milliyet fikrini yakalama arayışına katılmıştı. Rus sanatçılar, edebiyat ve sanat aracılığı ile ulusal değer ve fikirler topluluğu yaratma görevini üstlenmişlerdi. Fransız aydınlanması ile Rus folklorik kültürünün bütünleşmesi ile özgün bir Rus kültürü yaratmaya çalışıyorlardı. Bu fırsat 1812 Rus-Fransız savaşı ile gerçekleşmeye başladı.

Kesin olan şudur ki Büyük Petro’nun 18. Yy’ da henüz batıdan çok farklı olan Rusyayı Avrupa adetlerine uymak için zorlamasından çok önce de, Kilise gelenekleri, kibar sınıfın ve tüccarların adetleri, serfleri ile geniş toprak sahipleri, imparatorluğun bir birinden uzak yarım milyon köyüne serpilip asırlar boyunca hayatlarında çok az değişiklikle yaşayan milyonlarca köylüsü ile, antik Moskovi, hep vardı. Nesilden nesile aktarılan, kişiliklerin oluşmasına yardım ederek toplulukları birbirine bağlayan bir Rus mizacı, yerel adet ve inanç silselesi, içsel, duygusal, içgüdüsel bir şeyler Rus halkına en karanlık zamanlarda bile ayakta kalabilmeyi sağlamıştı. Bu maneviyat 1917’den sonra Rusyadan kaçanları da birbirine bağlamıştı.

St. Petersburg ile Batıcılar; köylülerin doğal sosyalist olduklarına, ve kurdukları Köy Enstitüleriyle yeni toplum için birer model oluşturacaklarına dair inançları ile Tolstoy vari popülistler; Rusyayı Asya steplerinin “saf” kültürü olarak gören İskitler, insan ve doğanın, sanat ve hayatın bir olduğu yeni bir kültür kuracaklardı. Bu sadece bir ulusal kimlik yorumu değildi. Politik fikirlerin ve bağlılıkların şekillenmesinde; giyim kuşamdan yeme içme kültürüne hatta dile kadar, benlik gelişiminde çok önemli roller oynadı. Geniş bir kültürel hareket olarak Slavcılar belirli bir giyim ve konuşma tarzını, sosyal davranış ve etkileşimde farklı kuralları, mimaride, iç dekorasyonda ,edebiyatta ve sanatta kendi yaklaşımlarını benimsemişlerdi. Bu, hasır ayakkabı, evde dokunmuş palto, sakal ,lahana çorbası, kvas, halk tipi ahşap evler ve parlak renkli soğan kubbeli kiliseler demekti.

Batı imgeleminde Otantik Rusya olarak canlandırılan bu egzotik Rusya miti aslında Diaghilev ve “Ballets Russes” tarafından Avrupaya ihraç edilmiş daha sonra ,Rus Ruhu versiyonları Dostoyevski, Rilke, Thomas Mann, ve Virginia Woolf gibi yazarlar tarafından şekillendirilmiştir. Ruslar ise Batılıların Rusları anlamadığından şikayetçidirler. Rus sanatçılar birey olarak değil bu klişeye ne kadar uyduklarına göre değerlendirildiklerinden üzüntü duyuyorlar.

Bu kitap sanatı, kurguyu, günlükleri, mektupları, anı kitaplarını ve kuralcı edebiyatı kullanarak Rus ulusal kimliğinin yapısını yakalamaya çalışıyor.Okuyucu bu eserde çocukluk, evlilik, dini hayat, yeme içme alışkanlıkları,ölüme karşı tavır gibi, ulusal bilincin anahtarlarının ayırt edilebileceği günlük hayattan bölümler buluyor. 

BİRİNCİ BÖLÜM :  AVRUPALI RUSYA

“1703 yılının sisli bir sabahında ,bir düzine kadar atlı Neva nehrinin Baltık denizine döküldüğü kasvetli ve kıraç bataklık arazide ilerliyordu.”(s.30)cümlesi ile sürükleyici bir roman üslubu ile başlayan kitap ayni sade ve ilgi çekici akıcılığını sonuna kadar sürdürüyor. O tarihte İsveç’le savaş halinde oldukları için,başlarında Çar Petro olan bu askerler,düşmana karşı bir kale inşa edecekleri bir yer arıyorlardı.İki parça turbayı haç şeklinde birleştirip bataklık toprağa saplayan Çar,”şehir burada olacak” dedi.Buranın yegane sakinleri ayılar ve kurtlardı. Petro’nun askerleri bu vahşi bataklıkta temel tutturabilecekleri pek az alanı elleri ile kazarak ,kalas ve taşları taşıyarak, iş gücünün yarısının öldüğü, dört aylık hırslı bir çalışmanın ardından Peter ve Paul Kilisesini inşa ettiler.İsveç zaferinin ardından Rusya kıyılarının güvenliği sağlanmış,St.Petersburg, peri masallarındaki sihirli şehir gibi akıl almaz bir hızla büyümeye başlamıştı.Kısa sürede efsanevi bir yer haline geldi.İthal taşlarla deniz üzerine inşa edilen Petersburg, doğaya meydan okuyordu.1754 yılında ,günümüzde Kış Sarayı olarak bilinen sarayın temellerinin atıldığı zemin,elli yıl önceki zeminden üç metre daha yüksekti. Avrupa mimari tarzında geniş bir alanda, bir dizi prensibe uygun olarak ,elli yıl içinde tamamlanmıştı.

Fakat St.Petersburg bir şehirden çok daha fazlaydı.Rus insanını Avrupalı olarak yeniden yapılandıracak,geniş ve neredeyse ütopik bir kültürel mühendislik projesiydi.Petrsburg’lu olmak,Moskova adetlerini bırakıp Avrupalı bir Rus olarak aydınlanmanın modern batı dünyasına girmek demekti.Moskovi, Bizans’a kadar uzanan doğu kilisesinin ruhani geleneklerinin içindeydi Orta Avrupa’nın Ortaçağ kültürünü anımsatıyordu.Ama tarihi ve kültürel olarak Avrupa’dan soyutlanmıştı.Orta Avrupanın aksine Moskovi ,Rönesans ve Reform hareketlerinin etkisine maruz kalmamıştı.Denizcilik keşiflerinde, bilimsel devrimlerde de yer almamıştı.Büyük şehirleri, gerçek kasabalısı,orta sınıfı, üniversite ve devlet okulları yoktu.Kilisenin hakimiyeti sanatın gelişmesini önledi. Sanat olarak ,dini yaşam tarzının odak noktası olan ikonlar vardı.Bu düz ve çirkin tasvirleri Rus sarayının İngiliz doktoru “yaldızlı kurabiyelere” benzetmişti. Müzik ise ilahilerle sınırlıydı.Cadı avları yaygındı.Yabancı kafirler Kızıl Meydanda halkın gözü önünde yakılıyordu.

Petro batı giysileri giyiyor, tıraş oluyor,Büyük Perhizde et yiyor, ve gerici tutuculardan nefret ediyordu.Çar zor kullanarak da olsa başkenti Avrupalılar gibi yaşayan bir kent yapmaya kararlıydı.İmparatorluk şehrinin 19.yy’da imajı sistematik düzenlemelerle değişiyordu.Ama bu modern ve Avrupalı imajının altında eki Rusya hala görünüyoru.

Çar Petrsburg Civarındaki geniş arazileri savaşta yararlık gösteren kumandanlara Avrupa tarzı saraylar ve malikhaneler inşa etmek üzere veriyordu.Moskovi asilleri olan Boyar’ların sonuncusu,Ama Rusyanın tarihinde önemli yer işgal edecek olan İsveç savaşı gazisi Boris Şeremetevo Rusyanın ilk atanmış kontu oldu. Bu Petro’nun Avrupadan ithal ettiği bir ünvandı.

17.yy’a kadar Boyarların yaşamları ve kültürleri Avrupalı soyluların çok gerisindeydi.Rus soylusu Hükümdarın hizmetkarıydı ve serfleri ve hayvanlarıyla birlikte çok ilkel şartlarda yaşam sürerdi.Petro’nun reformlarıyla soyluluk bir makam ,sarayı ise Avrupa yaşam tarzının hüküm sürdüğü bir uygarlık arenasına döndü. Petro’nun yeni aristokrasisi, tamamen devlet ve askeri hizmetteki pozisyona göre tanımlanıyordu.Soylu statüsü bir rütbe tablosuna göre düzenleniyordu.Gogol’un okuyucularının bileceği gibi,Rus soylusu rütbeyi takıntı haline getirmişti.Her rütbenin kendine ait soylu bir ünvanı, bir hitap şekli, gösterişli üniforması vardı.Petersburg’da sıkça yapılan balo ve etkinliklerde herkes rütbe ve statüsüne uygun olarak davranmak durumundaydı.

Müsriflik Rus aristokrasisinin tuhaf bir zayıflığıydı.İthal sanat eserleri ve mobilyalar,görkemli saray ,cömert balo ve ziyafetler rütbe ve statü saraydan iltimas ve terfi almak çok önemliydi.Soylu evlerinde yüzlerce hizmetkar bulundurulurdu.Şeremetovaların sadece Fıskiyeli Ev’inde 340 hizmetli vardı.Yemek saatlerinde evin kapısını açık bırakmak soyluların misafirperverlik anlayışının bir koşuluydu.”Şeremetovların hesabından” deyimi Rus dilinde ,”bedava” anlamında girmiştir.

Müzik ve tiyatro soyluların saraylarında serf sanatkarlar tarafından sunuluyordu.Rusya’da tiyatroyu Katerina belirlemişti.Tiyatronun aydınlatıcı olması fikrine de ilk o yaklaşmıştı.İlk başlarda soyluların tiyatrolarında İtalyan sanatçılar operalar sahneliyordu,Büyük Katerin’nın saray operası Avrupa’nın en iyileri arasındaydı.Daha sonraları Avrupadan hocalar getirtilip serf müzisyenler ve operacıları yetiştirildi.

Bu çift kimlik Rusya’nın ikilemiydi.Dış görünüşü ve davranışları ile Avrupalıydı; özel hayatında Rus’tu evinde,geleneksel adetlerine,alışkanlıklarına,Rus sobalarına,halılarına,mobilyalarına yer ayırdığı daha samimi,evcimen bir Rus alanı bulundururdu. Rus banyosu her varlıklı evde bulunur ve haftada en az üç kez banyo yapılırdı.Düğün arifesinde ve bayramlarda temizlik ve banyo ritüelleri yapılırdı.

Ulusal edebiyatın yokluğu 19.yy.’ın başlarında genç Rus aydınlarını üzüyordu.Rus okuyucu kitlesi çok küçüktü,yazın alanına kilise hakimdi. Ama en büyük engel edebi dilin geri kalmış olmasıydı.Aydın kesimin kullandığı dil Rus köylüsü için anlaşılması zor ve kitabi idi.Şairlerin düşünce ve duygularını iletebilecek soyut sözcükler Rusça’da yoktu.Yazarlar zorunlu olarak Fransızca’dan sözcükler kullanıyorlardi.Puşkin ve Tolstoy gibi edebiyatçılar bu durumu eserlerinde çokça hicvetmişlerdir. Körükörüne yabancı taklitçiliği tiyatro ,opera ve romanlarda alay konusu edilirdi.Ama,kozmopolit eğitimi Rusluklarını kaybetmeden hazmeden öncüler de vardı.Puşkin, Tolstoy, Turgenyef, Çaykovski, Diaghilev, ve Ştravinski bunlardan birkaçıdır.Eğitimli gözler Avrupa’ya kendi Rus’luklarını tanımlamak için bakıyorlardı.”Eğer Rusya Avrupanın bir parçası olmayacaksa ,o halde farklı olmaktan daha fazla gurur duymalı”,Ulusalcı mitolojinin “Rus Ruhu”, Batının maddesel başarılarından daha değerli olan yüksek ahlakla ödüllendirilmeliydi.Ayrıca dünyayı kurtarmak gibi Hristiyanlık görevi de vardı. 

İKİNCİ BÖLÜM- 1812 ÇOCUKLARI

1812’de Napolyon’un Rusyayı işgalinde Rus askeri ve Rus köylüsü büyük özveri ve kahramanlık göstermiş fakat soylu sınıfı için prens Volkonski “…Bu sınıfa ait olmaktan utanıyorum, şimdiye kadar sadece konuştular,” demişti. Volkonski gibi prensler için gerçek vatanseverlerin köylüler olduğunu görmek şoke edici olmalıydı. Ama onun gibi bazı aydınlar için bu, ulusun serflerinin geleceğin vatandaşları olacağı umudunu müjdeliyordu. Bu liberal soylular 1825’te “halkın davası “ için Dekabrist Ayaklanma olarak bilinecek hareketi gerçekleştirdiler. Bu 1812 çocuklarına ‘Dekabristler’ dendi.

Volkonski ailesi Rusya’nın en eski soylu ailelerindendi. Sergei Volkonski İmparatorluk ailesinin bir parçası gibi büyümüştü. Sonradan çar I. Nicholas olan Grand Dük Nicholas çocukken oyuncak askerlerle oynarlardı. Yirmi yıl sonra ise Çar çocukluk arkadaşını Sibiryaya göndermişti.

Volkonski savaşta birçok başarılar göstermiş, yaralanmış, bu arada birçok subay gibi köylülerin manevi değerini fark etmişti. Savaştan sonra bu demokrat ruhlu subaylar topraklarına, serflerine karşı duydukları yeni bir sorumluluk hissiyle döndüler ve radikal fikirlerini yaymaya başladılar. Avrupa eğitimleri, Rusya’nın geri kalmışlığını görmelerine, Avrupa’nın özgürlükçü prensiplerine odaklanmalarına yardımcı olmuştu. Kılık kıyafetleri davranışları ve dilleri artık Avrupalı taklidi gibi değil Rus gibiydi. Puşkin’in 1821’de yazdığı şiir bunu güzel anlatır:

Modaya uygun çevre artık moda değil
Bildiğin gibi, canım ,artık hepimiz özgürüz.
Toplumdan uzak durup bayanlarla haşır neşir olmuyoruz,
Onları yaşlı adamların insafına bıraktık,
On sekizinci yüzyılın yaşlı çocuklarına.

On dokuzuncu yüzyılın başlarında kitap ve resim pazarının büyümesiyle bağımsız yazar ve ressamların yaşaması, pek kolay olmasa da mümkün olabildi.Puşkin yazarlığı bir ticaret olarak yapan ilk soylulardandı. Müzik bir soylu için uygun görülmeyen mesleklerdendi. Rimski –Korsakov , müzikten uzak olması için deniz kuvvetlerine, Musorgski, harp okuluna, Çaykovski hukuka gönderilmişti.

Dekabrist çevrelerde arkadaşlık kültü gelişti, çılgın gece alemlerinde kendi Rusluklarını yaşıyorlardı. Puşkin’e göre arkadaşlığın bağışlatıcı bir yanı vardı: 

İnsan arkadaşlıkla yaşar
Şiirle ve kağıtla, Plato’yla ve şarapla
Eğlenceli şakalarımızın narin örtüsünün altında saklanır
Soylu bir kalp ve akıl.

Bu kült zamanla Rus aydın kesiminin siyasi hayatında çok önemli olacak kolektif bir külte dönüştü.Bu duyarlık,1812’de Napolyon’a karşı kazanılan savaşta alayda biçimlendi.Tolstoy,”Savaş ve Barış”ta bu askerlik coşkusunu betimler.

Bu akımlar sonunda aydınların desteklediği ve Çar kuvvetlerinin çok kanlı bir şekilde bastırdığı köylü isyanını görüyoruz.Bu baş kaldırıda Volkonski önemli rol oynuyor, ayni zamanda kitapta şiirsel betimlemeyle anlatılan, çok romantik bir aşk yaşıyor.Olaylar büyüyor,Dekabristler anayasal bir düzen için savaşırlarken köylüler anayasayı (Constitution),Constantin’in karısı zannediyor.Volkonski sevgilisiyle evlendikten kısa bir süre sonra bütün ünvanları elinden alınarak yirmi yıl süreyle Sibirya’ya sürülüyor.Maria’nın kocasını takip ederek onun yanına yerleşmesinden sonra Volkonski ailesinin yirmi yıl süren yoksulluklarla dolu sürgün yaşantısı ,o çalkantılı Rus tarihi çerçevesinde sürükleyici bir tatla anlatılıyor.

Rus soylu aileler çocuklarını anne babaya çok mesafeli yetiştirirlerdi.Çocuk doğar doğmaz bir sütanneye verilir ,daha sonra yabancı, tercihan Fransız dadılar tarafından adeta birer yetişkin gibi eğitilirlerdi. Müzik, dans yabancı diller öğretilir ,toplum içinde hanımefendi gibi davranmaları beklenirdi.Erkek çocuklar askeri bilgiler alırlardı.Soylu Rus çocuğu günlerini serfler ve hizmetkarlar arasında geçirirdi.Onlara kendilerini daha yakın hissederlerdi.Soylu çocuğun kalbine en yakın kişi dadıydı.”Yevgeni Onegin”den,”Boris Godunov”a kadar sayısız sanat eserinde bu sevgi işlenmiştir.

1812 yılından sonra Rusyanın kendi kadim tarihine ilgisi arttı.Karamzin’in ilk Rus tarih kitabı özenli bilgiyi ,bir romancının anlatım teknikleriyle birleştiriyordu.Korkunç İvan’dan,’Boris Godunov’a kadar orta çağ çarları ,trajik figürler haline gelip,onun sayfalarından Musorgski ve Rimski –Korsakov’un operalarıyla sahneye yürüdüler. Bu bir keşifti, Karamzin antik Rusyayı keşfetmişti. Ondan önce Rusya, “zamanın dışında ,geçmişi ya da geleceği olmadan”, dünya tarihinde hiçbir rol almadan duruyordu. Roma mirası, Batı Kilisesinin medeniyeti, Rönesans, Rusyanın yanından gelip geçmişti ve şimdi ,1825’ten sonra ülke “kültürel bir boşluğa düşmüş”, “insanlık ailesinden koparılmış bir öksüze indirgenmişti. ”Ruslar kendi ülkelerinde göçebeydiler, kendilerine yabancıydılar.

Fransız Devriminin dehşeti Slavcı’ları, Aydınlanma evrensel kültürünü reddetmeye, ve Rusya’yı Batı’dan ayıran, kendine özgü geleneklere vurgu yapmaya yöneltti. Bir çok aydın Rus kültürünün Batı’dan farklı yanlarında erdem bulmaya başladı ve bir çok soylu Rus Ruhu’nu bulmak için köylere gittiler.

Bu eğilimlere karşı Dekabristler Rus insanının asi ve özgürlük aşığı ruhunu vurguluyor ve sıradan insanın her zaman tarihin gizli gücü olduğuna inanıyorlardı, demokratik Rus tarihi eğilimini benimsiyorlardı. 

3.BÖLÜM- MOSKOVA, MOSKOVA

“En sonunda bu ünlü şehir karşımda!”, demişti, Napolyon, Vorobyevi tepelerinden Moskova’ya bakarken.(s.188)Ama şehri uzun sütunlar halinde terk eden insanları fark edince şaşkınlığını “Bütün bunları terk mi ediyorlar ,bu mümkün değil”, diyerek dile getirmişti. Gerçekten de “Savaş ve Barış”taki Rostovlar gibi, zengin ,fakir herkes, eşyalarını paketleyip, atlar ve arabalarla Moskova’yı terk ediyordu. Üstelik giderken geride işe yarar hiçbir şey bırakmamak için her şeyi ateşe vermişlerdi. Napolyon’un karargahında levazım birliğinde görevli olan romancı Stendhal, gördüklerini, “dibi toprakta, ucu gök yüzüne doğru uzanan ,bakır rengi bir duman piramidi” diyerek anlatmıştı. Kremlin’i de alevler sarınca kaçmak zorunda kalan Napolyon,”Ne insanlar, İskitler! Ne kararlılık! Ama, barbarlar!”, demekten kendini alamamıştı. Antik Rus geleneklerinin korunduğu yer olan,Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ta betimlediği gibi ,her Rus’un anası olan, Moskova,düşman eline terk edilemezdi. Ulusun ‘yuvası’ olan bu sembol kent, 1380’de Atın Ordu devletine karşı yapılan savaş ile başlayıp, 1550’lerde Kazan ve Astrakhan hanlıklarının yenilgisi ile son bulan ulusal kurtuluşu yönetmiş ve Rusyanın ulusal kültürünün başkenti olarak ortaya çıkmıştı.

1453’te Bizans’ın çöküşü ile Moskova kendisini yaşayan Ortodoks inancının son merkezi ,ve insanlığın kurtarıcısı olarak görmüş ,Bizans imparatorlarının çift başlı kartalını, ve prenslerine, (Sezar’ın Rusçasından türeme) ‘Çar’ ünvanını almıştı.Moskova ‘Eski İnananlar’ın merkeziydi.Büyük Petro Moskova’dan nefret ediyordu.Onun reformlarını sapkınlık , şeytanın Rus kilisesini ve devletini ele geçirmesinin bir işareti olarak gören taassup yanlıları ise ,ya uzak bölgelere kaçmışlar veya dünyanın sonunun geldiğine inanarak ,topluca intihar etmişleri.Petro’yu Deccal ,Petersburg’u ise Şeytan’ın ve mahşerin krallığı addettiler.Diğer büyük reformcu Büyük Katerina’ya göre de Moskova bir ‘miskinlik yuvası’idi.1770 yılında Kara Ölüm şehri istila edip, binlerce ev yakılmak zorunda kalınınca ,bu alanı temizlemeyi düşündü.Ama nakit yetersizliğinden proje ertelendi.Ancak 1812’den sonra şehrin merkezi Avrupai tarzda yeniden inşa edildi.Şehrin inşasına kişisel servetler akıtılmaya başladı, bu davranış 1812’den sonra, ulusal dirilişin standart uygulaması haline gelmişti.Avrupa tarzını kendine özgü bir tarzla harmanlayarak ,sıcak pastel renkleri,Rus bezemelerinin yumuşak şekilleri ile yuvarlak hacimli biçimlerin kullanıldığı bir Rus taşrası başkenti yaratıldı.Moskova’ın görüntüsünde ,insan hala Cengiz Han’ın etkisini bulabilirdi. Geniş taşra tarzı evleriyle,geleneksel yaşam tarzıyla Moskova her Rus’un kendini evinde hissettiği yerdi Bir Rus atasözü,”Petersburg kafamız,Moskova kalbimiz” der.

Moskova sarayı olmayan başkentti ve onları meşgul edecek bir saray olmayınca Moskova zenginleri kendilerini hedonist zevklere verdiler. ”Yemek içmek partilere gitmek, kağıt oynamak, üstelik bütün bunları acı içindeki serfleri pahasına yapıyorlar”, diyordu dekabrist şair Yurgenyev.

Moskova Rusya’nın yemek başkentiydi. Tolstoy’un,Puşkin’in eserleri gibi bir çok edebi yapıtta Moskova’nın ünlü restoranlarından söz edilir. Napolyon’un askerleri Moskova’ya geldiklerinde hemen yemek istediler,”Bistro” diye selendiler, bu “hızlı” kelimesinin Rusçasıydı. Zengin malikanelerinde, yemek içmek, misafir ağırlamak için akıl almaz servetler harcanıyordu. Bir yemekte 200 farklı çeşidin sunulması olağan dışı değildi.1791’de Türklere karşı kazandığı zaferi kutlamak için, Büyük Katerina, saray meydanında iki yemek dağı sipariş etmişti, tepelerine şarap çeşmeleri yerleştirmişti. Halkın bu bolluk dağından yemesine izin verilmişti.

Moskova’nın hesapsız eğlenceleri akıl akmaz boyutlardaydı.(s.208)

Moskova sanat akademisi, resim müzik, mimari tarzlarının geliştirilmesi için çok önemli olmuştur.(s.211)Moskovanın atmosferi daha rahat ,ve Rus tema ve biçimlerinin keşfine daha açıktı. Musorgski, Moskova’nın Rus’luğuna aşık olmuştu. Bu “Peri Masalları Diyarı” kuşkusuz genç sanatçının kendi tarzını yaratmasında çok etkili olmuş, müzikte yeni bir Rus dili yaratmıştı. Bu sayfalarda Rus sanatının ,özellikle müziğinin kendisini alman boyunduruğundan kurtarma mücadelesinin öyküsünü ve Moskova’nın 19.yy.da büyük bir ticaret merkezi haline gelişini izliyoruz.Çok geçmeden Moskova Rusya’nın kapitalist metropolü oldu. Rus edebiyatı bu gelişmelerin yansımalarıyla doludur. Bununla birlikte para , Rusya’da Batıdaki gibi bir güçlü burjuvazi kültü değildi, Şeremetovalar gibi soylu klanlar hayır işlerine ve kültüre büyük paralar harcamışlardı. İlerleme Chehov oyunlarının değişmez temasıydı, kendisi doktordu, bilim ve teknolojiye inanıyordu. Tolstoy’a imalı bir mektubunda,” elektrik ve buhar ,vejeteryanlıktan daha fazla insanlık içeriyor” yazmıştı. Moskova ,Paris, Berlin ve Milano’yla birlikte dünya sanatının önemli bir merkezi olmuştu ve olağanüstü avangard sanatçı birikimi ile Avrupa’yı etkilemeye başlamıştı. Rus balesini Paris’e tanıtan Diaghilev, gerçekçi geleneğe savaş ilan eden eserleriyle Kandinski, Malevitch,Goncharova,Larionov,Rodşenko ve daha niceleri eserleriyle halkı şaşkına çevirdiler.Ayni şekilde, Schoenberg,Webern, Berg, genç Stravinski, Scriabin müzikte devrim niteliğinde yenilikler 
sunuyorlardı.Pasternak,Mayakovski gibi edebiyatçılar yeni bir şiir dili geliştiriyorlardı. 1917’den sonra Moskova Petersburg’un yerini aldı.Stalin’in Moskovasında eski ve köhne olan her şey yıkılmış ,kent bir imparatorluk şehri olarak yeniden düzenlenmişti.Bu yıkımlar kıyamet efsanelerine konu oldu.Mikhail Bulgakov’un “Usta ve Margarita”sında İblis’in Moskovayı ziyaret ettiği sahnelerde bu yıkımın bir yansıması betimlenir.(s.268) 

4.BÖLÜM- KÖY EVLİLİĞİ

1861’de serfliğin kaldırılmasını Dostoyevski, onuncu yüzyılda, Rusya’nın Hristiyanlığı kabulü ile kıyaslıyordu.Gençler ve aydınlar için “halka gitmek” hacca gitmek gibi bir şeydi.1862’de Chernişevski “ne Yapmalı?” romanında, okuyucularına, her şeyin paylaşıldığı ‘işçi komünlerinde”, yeni toplumun kopyasını sunuyordu.Köylülerin zor yaşamlarını paylaşmak için köylere dağılan genç öğrenciler bu çetin hayatı kaldıramıyorlardı,ama komün ruhu eski toplumu reddetmelerine yardım ediyordu.Bu nesil farkı Turgenyev’in “Babalar ve Çocuklar” adlı romanının konusuydu.1852’de Turgenyev’in baş yapıtı,”Bir avcının Notları”nın yayınlanmasıyla okuyucu ilk kez cahil ama duygusal ve mağrur köylü imajı yerine mantıklı bir insan olan köylü imajıyla karşılaştı.Popülistler için köylü, Rusya’yı burjuva batıdan ayıran doğal bir sosyalist,kolektif Rus ruhunun bedenleşmiş haliydi.Onları kalkındırmak aydınların doğal görevi sayılıyordu.Fakat II.Aleksader’in katlinden sonra,III. Aleksander tarafından “halka gitme” hareketi tırpanlandı,’devrimcileri’ aramak için polis baskınları düzenleniyordu, hatta köylü çocuklarına okuma –yazma öğrettiği için bir soylu kadın tutuklandı.

Tolstoy ,batıl inançlara,kiliseye ve Çar’a körü körüne inanan köylüleri aydınlatmanın sanatçıların kutsal bir görevi olduğuna inanıyordu.Bunun için köylü okulları açmış, taşra hikayeleri yazmıştı.Kendi ayakkabılarını,mobilyasını kendi yapıyor,köylüler gibi yaşıyordu.O yıllarda genç kızlar en fazla on sekiz yaşında evlenirlerdi.On üç yaş evlenme için uygun sayılabilirdi.Serf sahipleri erken evliliği faydalı buluyorlardı,bu çok çocuk ve çok serf demekti.35 yaşında 17 çocukla dul kalan kadınlar vardı.Aşkın söz konusu olmadığı anlaşmalı evlilikler kuraldı.Düğün ,çifti köyün ataerkil kültürüne ve kiliseye bağlamak için yapılan kolektif bir törendi.Tolstoy da 18 yaşındaki soylu eşiyle geleneklere uygun olarak evlenmişti. Moskova taşradaki kibar sınıfın evlilik pazarıydı. Puşkin de o zamanlar 16 yaşında olan karısıyla bir Moskova sonbahar balosunda karşılaşmıştı.Kitapta”Yevgeni Onegin”den,”Anna Karenina “dan evlilik alıntıları ilginçtir.

“Vah,vah,vah, yazık bana”diyen evlilik ağıtı hiç te haksız değildi,çünkü köylü kadının kaderi çilekeş bir hayattı.Üstelik sadece kocasının değil onun babasının da cinsel taleplerine cevap vermek zorundaydı çünkü köylü geleneği evin yaşlısına oğlunun yokluğunda karısının bedenini kullanma hakkı tanıyordu.Koca dayağı gündelik eziyetti.Boşanma hemen hemen imkansızdı.Çehov’un “Köylüler”inde betimlenen aile içi şiddet Rus köylüsünün,yerleşik,’ manevi değerleri yüksek ve bilge ‘ imajını yıktığı için, Tolstoy tarafından ‘halka karşı günah’ olarak nitelendirilmişti, çünkü Rusya’nın kimliği Çehov’un yıktığı mit üzerine kurulmuştu.

Hükümet 1861’den beri köyleri ataerkil düzenin muhafızları olduğuna inandığı komünlerin eline bırakmıştı. Ama 1905 Devriminden sonra politikasını değiştirdi. Köylüleri özel çiftlikler kurmaya teşvik etti. Zaten sürülmeye elverişli toprak azdı,üstelik nadasa bırakılmadan kullanıldığı için giderek verimi azalıyordu. Artık kimse köylerde oturmak istemiyor, gençler şehirlerde çalışmayı yeğliyorlardı. Köylü önceden ışıkken şimdi,1917’ye giden yıllarda, Rusya üzerine inen karanlık bir gölge olmuştu. Kentte de köyde de huzursuzluklar artıyordu. Ekim 1905’te ayaklanmalar ve askerlerin ayaklanmasıyla ordu felce uğrayınca II.Nicholas bir dizi reform yaptı, siyasi partiler kuruldu, işçiler ve köylüler radikal taleplerini dayatıyorlardı. Liberaller korkarak devrime olan desteklerini geri çektiler. Bu gidişin Rusya’yı barbarlığa götürdüğünü savunan edebi deneme faaliyetleri yoğunlaşmıştı. Gorki bile ,”(Devrim),gerçek barbarların doğmasına neden oluyor,” diye yazıyordu.

Gençler köylerde yaşamak istemiyorlar, şehirlerde çalışmayı yeğliyorlardı.Bolşevizmin ,üzerine inşa edileceği kültür devriminin temelleri bunlardı.Bolşevizm ,şehirlerin toplu ticaret kültürü üzerine kurulmuştu. Bundan sonraki bölümde Diaghilev’in ‘Ballets Russses’ undan,Rimski –Korsakov, Borodin,Tchaikovski ,İgor Stavinski vs.gibi büyük kompozitörlerden,Maleviç, ve Mark Chagal gibi ilkelci ressamlardan,tarih öncesi insan kurban etme ayinlerinden,Hora gibi kolektif llkel ritüellerden,Matruşkalara kadar el sanatlarından,yani Avrupanın ilgisini çeken ilkel ve egzotik olan her şeyden söz eden uzun ve çok renkli bir bölüm var. Chagal’ın ilkelci dekorlarıyla,dansçıların ve hatta orkestra şefinin şaman danslarını andıran hareketleriyle Rus balesi,Avrupalıların hayret ve hayranlığını kazanıyordu. 

5 BÖLÜM- RUS RUHUNU ARAYIŞ

Optina Pustyn Manastırı, Rusya’yı Bizans’la bağlayan münzevi geleneğin son büyük sığınağıydı,ve ulusal bilincin manevi merkezi olarak görülmeye başlanmıştı. Gogol, Dostoyevski ve Tolstoy dahil, on dokuzuncu yüzyılın bütün büyük yazarları Rus ruhunu aramak için buraya gelmişlerdi.Burası resmi kiliseden kopuktu ve Çar’a hizmet eden ,Çar tarafından atanan ruhban sınıfın dünyevi davranışlarını reddeden bir inziva yeriydi. ‘Eski inananlar’ daha dindar ve manevi rahatlık sunan çeşitli mezheplere katılıyorlardı, ve kilise ve devlet otoriteleri bundan tedirgindiler.Papaz Passy’nin fikirleri, on sekizinci yüzyılda,’Antik Rus prensiplerine’ genel bir dönüş olarak benimsendi.Optina Manastırı’ ermişlerinin karizmasıyla ,her yıl Rusya’nın her yerinden gelen binlerce keşiş ve hacıyı çeken bir ‘ruh Kliniği’ olmuştu. Burada resmi kilisenin şekilci dininden çok daha gerçek ,duygu yüklü bir inanç vardı.Sosyal hierarşi gözetilmeden,rahatça ibadet ediliyordu.Çehov’un “Paskalya Gecesi” hikayesinde bunu betimlediği görülüyor.

Ortodoks’luk müzik aletlerine izin vermediği için ,kilise vokal müziği,sık sık tekrarlanan melodilerle birkaç saat sonra,transa benzer bir esrimeyi tetikliyordu.Ruslar gözleri açık olarak ve ikona devamlı bakarak dua ediyorlar, ve İsa’nın ikonuna günah çıkarıyorlardı.Bizans’ın yıkılışıyla Ortodoks dininin merkezi olarak,’Kutsal Rusya’ ortaya çıktı.Ortodokslukta uluslar üstü bağlılık sağlayacak bir papalık ve Latince gibi bir ortak dil yoktu, bu yüzden Ortodoksluk ulusal çizgilerdeki(Rum,Rus,Sırp gibi) bağımsız kiliselere ayrılma eğilimindeydi.Genel anlamda Rus demek Ortodoks demekti.

Eski İnananlar,ve tarikatçıların çoğunlukla sosyal protestolara katılmış olmaları rastlantı değildi. Rusya Hristiyan anarşistler ve ütopyacılar için bir üreme yeriydi. Dostoyevski’nin deyimiyle bu ‘Rus sosyalizminin temeliydi,ve mitlerle ve efsanelerle yaşatılıyordu. Gogol, bütün insanlığı birleştirecek bir Hristiyan kardeşliği arayışındaydı. Rus Ruhu fikrinde bulduğunu söylediği şey buydu. Bütün çalışmalarının teolojik önemi vardır. ”Ölü Canlar” üç bölümlük bir roman olarak tasarlanmıştı,Dante’nin “İlahi Komedya”sı tarzında epik bir şiirdi. Gogol Slavcıların ,Hristiyan sevgi ve kardeşlik idealine doğru ilerlerken, düzenbaz Chichikov bile sonunda kurtarılacak, babacan bir toprak ağası olacaktı. Daha önceki hikayesi “Taras Bulba”da ‘RusRuhu’na sadece Rusların hissettiği özel bir sevgi atfetmişti.

Fakat Gogol’ün mistisizmde ve çilecilikte aşırıya kaçtığını dile getiren, sosyal gerçekçi ve reform yanlıları onu eleştirileriyle fena halde hırpaladılar. Gogol kendisini Tanrı karşısında misyonunu tamamlayamamış, değersiz biri olarak gördü. ”ölü Canlar”ın bitmemiş taslağını yaktırarak kendini açlıktan ölmeye mahkum etti,ve1852’de kırk üç yaşında öldü.

Puşkin’in, Dostoyevski’nin, Tolstoy’un, Çehov’un, Turgenyev’in ve daha nicelerinin Rus ruhuna katkıları bu satırlara sığmayacak kadar geniş ve zengin.Orlando Figes hiç birini atlamadan büyük bir tutkuyla hepsini eserde betimliyor. 

6.BÖLÜM—CENGİZ HANIN VARİSLERİ

Kandinski sanata yönelmeden önce antropolog olmak istemişti. Fin Ugor kavimlerinin inançlarını incelemek üzere ,uzak Komi bölgesine doğru yolculuğa çıkmış ,insanların hala şeytanlara ruhlara inandığı ,Asya kavimlerinin eski şaman paganizminin kalıntılarını yaşattıkları yerlere ulaşmıştı.Buralar,insanların her eylemine,gizli ,sihirli ritüellerin eşlik ettiği bir harikalar diyarıydı.Orada keşfettiği Şamanizm kendisinin ve çağdaşlarının ,soyut sanatının en önemli ilham kaynaklarından biri olacaktı.Kandinski alan araştırması yapar,ve halk sanatlarındaki şamanistik kült motiflerini ararken,Rus kültürünün altında gizli antik pagan kültürünün izlerini buldu.Avrasya kavimlerinin şamanistik inançları , Batı kültürünün büyük ölçüde manen ölü sayıldığı ,o dönemin Rus kamu oyu için egzotik bir çekicilik taşıyordu. Rus ilkelciler (Malevich, Kandinski, Chagall, Goncharova ,Lorionov,ve Burliuk) ilhamlarını bu ‘barbar’ kaynaktan alıyorlardı.

Fin Ugor kavimleri asırlar boyunca Kuzey Asya ve Orta Asya Türk halkları ile iç içe girmişlerdi.On dokuzuncu yüzyıl filologları, Finlandiya’dan Mançurya’ya kadar tek bir kültürde birleşen Ural-Altay dil ailesi teorisini bulmuşlardı. Örneğin Fin ulusal epik şiiri Kalevala’da doğudan şamanistik motifler bulunmaktadır.

Napolyon, bir zamanlar, ”Rus’u biraz kazı altından Tatar çıkar”, demişti. Pek çok Rus ailesi Moğol kökenliydi.Bunların bir kısmı Cengiz Han’ın ordularıyla giren ve ‘Altın Orda’nın dağılmasından sonra Rusya’ya yerleşen ve Türkçe konuşan göçebelerin soyundandı. Bunların arasında Rus tarihinin en önemli isimlerinden bazıları vardır. Karamzin, Turgenyev, Bulgakov ve Ahmatova gibi yazarlar,bir çok filozof,devlet adamı ve Rimski –Korsakov gibi besteciler. İkinci bir kısmı,Batıdan gelen Türk kökenli ailelerdi (Rahmaninov’lar gibi). Üçüncü grup da ,Rusyanın en büyük hanedanlarını oluşturan, Slav-Tatar karışımı ailelerdi.(Şeremetovalar, Stroganovlar, Rostopchinler gibi) On beşinci ve on yedinci yüz yıllar arasında ,Tatar etkisinin hala çok güçlü olduğu Moskova sarayında Türkçe isimler edinmek çok modaydı.Antropologlar Rus köylüsünün animistik inancının ,onlara Moğol kavimlerinden miras kaldığını iddia etmişlerdir.

Puşkin’in kökenleri anne tarafından Afrika soyundan geliyordu. İstanbuldaki Osmanlı sarayından satın alınıp,Büyük Petro’ya hediye edilen Abraham Ganibal’in torununun torunuydu.

Rusya’nın despotizminin Asyalı karakteri , daha sonra Sovyet rejimini açıklamak için kullanılmıştı.Herzen, I.Nicholas için,”telgraflı Cengiz Han” demişti,,bu geleneğin devamı, Stalin’le,”telefonlu Cengiz Han” olarak sürdürüldü.Altın Orda soyundan gelen en az iki Çar biliniyor, bunlardan biri Boris Godunov’dur.

Rus folklorunda, ”İsa yolunda soytarı”nın ya da kısaca “Kutsal Soytarı”nın, aziz statüsüne varan değeri vardı. Kutsal Soytarı, ”Rus tipi” görüntüsüne rağmen, büyük olasılıkla Asyalı şamanlardan mirastı. Kutsal Soytarıların nereden geldiğini söylemek zor, Rasputin gibi, dini gezgin olarak hayatını sürdüren, kendilerine has kehanet ve tedavi teknikleri olan, daha çok budala ya da deli gibi davranan, tuhaf kıyafetler giyen kişilerdi. Doğa üstü güçlerine inanan köylülerin sadakalarıyla yaşarlar, sık sık aristokratların evlerine kabul edilırlerdi. Asya şamanlarından alıntı doğaçlama ayinlerle, dini vecd durumuna girmek için garip çığlık ve haykırışlarla dans ederler, sihirli ritüellerde davul ve zil kullanırlardı. Şaman gibi kutsal Soytarı da ritüellerinde Kuzgun kuşu imajını kullanıyordu.

7.BÖLÜM-SOVYET MERCEĞİNDEN RUSYA

Birinci Dünya Savaşından sonra,Alman tınısına sahip olan Petersburg ismi vatansever duyarlılığı doyurmak için, daha Slavca olan Petrograd ile değiştirilmişti. 1924’te Lenin’in ölümünden sonra şehir Leningrad olmuştu. Şehrin görkemli binalarından olan Şeremetovaların eski sarayı ,ayak takımının vahşetinden korunması için ,devlete verilmiş,ve Fıskiyeli Ev,Kadın şair Ahmatova’nın bir küçük bölümüne sığınmasıyla,Sembolistlerin mistisizmini reddeden, açıklık, özlülük ve duygusal deneyimlerin kesin ifadesine dönen Ahmetistlerin uğrak yeri olmuştu.Rus şiirinde bu kadın sesi ve duyarlılığı bir yenilikti, ve pek çok kadın onu taklit ediyordu. Bu Ahmatova’nın sonraki yıllarda esef edeceği bir gerçekti. 
Kadınlara konuşmayı öğrettim…
Ama ,Tanrım,onları nasıl durduracağım!
Demekten kendini alamamıştı.
Şubat devrimi sadece monarşiyi değil bütün medeniyeti silip,süpürmüştü. Kilise, hukuk sistemi,toprak sahibi kibar sınıfın gücü,ordu ve donanmanın otoritesi, üst düzey kişilere duyulan hürmet ,yerel devrim komitelerinin (Sovyetlerin) eline geçti.Rus devriminin uygulanabilir ideolojisi, Marks’tan çok köylü sınıfın eşitlikçi adetlerine ve ütopik özlemlerine borçluydu. Marks’tan uzun zaman önce, Rus halkı artan zenginliğin ahlaka aykırı olduğu,tek gerçek değerin emek olduğu fikri ile yaşamıştı.Bolşevikler,Kızıl Muhafızlara,ve silahlı işçilere zenginlerin evlerine ve mallarına el koyma izni verdiler.İşçiler ve köylüler komşularını siyasi polise ihbar etmeye teşvik ediliyorlardı.Bir çok şair ve düşünür sürekli gözetim altında ve korku içinde yaşıyordu. Pasternak, Mayakovski gibi bazılarıysa, yeni devrim koşullarına uyum sağlamış gibiydiler.Gorki ,açlıktan ölmek üzere olan Petrograd’ın aydın sınıfının savunmasını üstlendi.Yirminci yüzyılın büyük Rus edebiyatçılarının çoğu, bu açlık yıllarını Gorki sayesinde atlatmışlardı.

Şehirleri kitlelerin ,her şeyi paylaşacakları, komün yaşamına uyum sağlaması için , özel burjuva ev yaşantısından uzaklaştıracak tarzda , kitlelerin davranışlarını, ve düşüncelerini düzenleyecek ,geniş birer laboratuvar olarak düşündüler. Stalin ,sanatçının insan ruhunun mühendisi olduğunu söylüyordu. Bu kavram bütün Sovyet avangardının merkeziydi. Konstrüktivistler, fütüristler, Proletkült ve sol cepheye bağlı sanatçılar(kinok grubu, Eizenstein vs gibi),insanların günlük hayatına etkisi olan sanat biçimlerine odaklandılar. Şostakoviç ikinci senfonisinin doruk noktasında fabrika ıslıklarının sesini kullanmıştı.Sanat , Sovyet gerçekçilik Doktrininin tutsağı olmuştu.Bu durum 1930 yıllarına kadar sürdü.

1941 Eylülünde Almanlar Leningrad kapılarını kırdılar.900 gün süren kuşatmada savaş öncesi nüfusun üçte biri açlık ve hastalıktan öldü.Komünizm savaş sırasında Sovyet propogandasında yer almadı. Stalinist rejim halkın tepkisinden çekinerek, Rus kilisesini bile kucaklamıştı.İlahiyat akademisi ve bazı papaz okulları tekrar açıldı.Bu sıralarda Oistrakh ,Şostakovitch, Aram Khaçaturian, Prokofiev gibi büyük müzikçiler sanatlarını nispeten rahatlıkla icra ettiler. Eisenstein “Korkunç İvan” filmiyle Stalin’in deliliği ve günahlarıyla ilgili , dehşet verici bir yorumla ,sanatsal bir isyan hazırlamıştı. İvan’ın ikinci bölümü Stalin tarafından yasaklandı,ve Eisenstein diktatörün öfke yıldırımlarına hedef oldu.1948 yılında kalp krizinden öldü. 1945’te Hitler’e karşı kazanılan zafer, Sovyet gösterişçiliğinin tekrar şişinmesine yol açmıştı,”çürümüş batılı etkilere”karşı bir dizi şiddetli saldırı başladı,yabancı müzik yapmakla suçlanan, Şostakoviç, Khaçaturian, ve Prokofiev gibi besteciler Merkez Komite tarafından kara listeye alındı.

Zafer gösterişçiliği ,1945’ten sonra Sovyet şehirlerinin yeniden inşasında da kendini göstermeye başlamıştı.”Sovyet İmparatorluğu”nun abartılı mimarisi, Moskova civarında hızla yükselen ve “Stalin’in Katedralleri” diye anılan yedi anıtsal yapıda en fiyakalı ifadesini buldu.Metro istasyonları, kültür sarayları, sinemalar hatta sirkler bile bu heybetli tarzın örnekleriydi.Rus gururu savaş sonrasında hiçbir sınır tanımıyordu. Stalin’in paranoyak iç düşman korkusu nefretini Yahudilere yöneltti.Yahudilerin bir kısmı vahşi bir şekilde öldürüldü, bir kısmı da Sibirya’ya sürüldü.

1957’de Sputnik 1 ve 2 ile Sovyet bilim ve teknolojisi Batının önüne geçmiş gibiydi,’61’de Yuri Gagarin dünyanın atmosferini terk eden ilk insan oldu.

Bilim kurguyu mistik inançlarla karıştırmak, Rus edebiyat geleneğinde çok tipik bir olguydu.(1877- Dostoyevski, ”Komik Adamın Rüyası”).Rus devrimine de vahiysel bilim kurgunun patlaması eşlik etmişti. Bogdanov, üçüncü milenyumda Mars gezegenindeki komünist ütopyayı betimlediği “Kızıl Yıldız”, ”Mühendis Nenni” ile önderliği bırakmıyordu. Aleksei Tolstoy’un “Aelita”(1912),”Garin Ölüm Işını”(1926), Zamyatin’in distopyan romanı, ”Biz” ile bu akım da 1930-1940’lara kadar sürdü. Sosyalist rejim artık ütopik rüyalara izin vermiyordu, tek bilim kurgu Sovyet teknolojisini yüceltendi. Buna karşın etik ilişki, güzellik ve yaratıcılığa karşı duyulan sonsuz ihtiyaç sürüyordu. Bazı eserlerde olan manevi değerlere olan vurgu ,Sovyet rejiminin maddeci felsefesine karşı ciddi bir meydan okuyuştu ve rahatsız ediyordu. Andrei Sakharov gibi yazarlar, bilimi, insanın manevi değerlerine bağlama ihtiyacını anlayan ‘hümanist’ yazarlardı. Ayni çizgide ilerleyen sinema sanatında da ,Tarkovski’nin şaheseri “Solaris”teki gibi, kendini tanıma ,sevgi ve inanç için ahlaki ve manevi bir arayıştır ,dış uzayın keşfi. “Solaris”, Stanley Kubrick’in 2001 yapıtı gibi, dünyadan kozmosa bakmaz, uzaydan dünyaya bakar, Sovyet Rusyanın bile kendi kurtuluşunu gördüğü, insani değerlerle ilgili bir filmdir.

Sonuçta, ’ideolojinin boğucu ağırlığına indirgenen’ “Sovyet” unsuru sanata hiçbir şey katmamıştı. 

8. BÖLÜM-YURT DIŞINDAKİ RUSYA


1917-ile 1929 arasında üç milyon Rus anavatandan kaçmıştı. Mançuryadan Kaliforniya’ya kadar uzanan bir alanda ve özellikle, Berlin Paris ve New York’ta odaklanan Rus kültür hayatı, yeni mekanlar bulmuştu. Pek çok göçmen için iki ayrı Rusya vardı. Birincisi yüreklerinde, beyinlerinde, dillerinde eserlerinde yaşattıkları Rusya ve o Rusya her yerde olabilirdi, ikincisi ise memleketin kendisi, hiçbir yere götürülemeyen, yuvadan anılarla dolu ,ve her Rus’un büyük özlem duyduğu Rus toprağıydı. Birinci dünya savaşı sonrası ekonomik kriz ve markın çöküşü Berlin’i ucuz bir kent yapmıştı. Ayrıca Almanya, Rusya için ticari ortak ve diplomatik dosttu. Kısa sürede Berlin’de, Rus kafeleri, Rus tiyatroları, kitapevleri, bakkalları,Çamaşırhaneleri,hatta Rus rehinecileri ve Rus antikacıları ve Rus orkestrasıyla ,Rus futbol takımı oluştu. Artık Berlin Rus göçmenlerinin bir kültür başkentiydi. Stravinski, Rahmaninov, Heifetz, Horowitz ve Nathan Milsteinher, sıklıkla sahneleri paylaşıyorlardı. Rus avangardının en parlak edebi yetenekleri (Khodaseviç,Nabokov,Berberova, Remizov) Berlinde yerleşmişlerdi. Gorki Bely, Pasternak, Aleksei Tolstoy, İlya Ehrenburg gibi yazarlar için Berlin Rus göçmenleriyle bir buluşma üssüydü.1917’den sonra şehir ,Sol avangardın merkezi olmuştu. 1920’den sonra Markın güçlenmesiyle Almanya Ruslar için pahalı olmaya başladı, Göçmenlerin bir kısmı Prag’a, bir kısmı, Paris’e yerleşti. Ünlü kadın şair Tsvetaeva gibi bir çok sanatçının, yoksulluk içinde geçen yaşamları, onlardan, Rus yaşamının mitsi versiyonlarını yarattıkları, en güzel eserlerin akmasına engel olmuyordu.

1933’te Bunin , Nobel Ödülünü kazanan ilk Rus yazar olarak, diğer sürgünleri vaat edilmiş topraklara götürecek olan ‘Rus Musa’ ünvanıyla kutlandı.

Modern çağın son romantiği Rahmaninov, Avangardlar tarafından kabul görmese de rahatsız edilmedi, ”Yeni müzik sanki kalpten değil kafadan geliyormuş gibi. Bestecileri hissetmekten çok düşünüyorlar” diyordu. Onun müziği Rusluğun bir tür lirik nostaljisiydi.

Nabokov gibi genç yazarlar için geçmişe dönmenin bir anlamı yoktu. Neslinin sadece yeni bir yazım biçimi değil, yeni bir okuyucu da yaratma dehasına sahip tek Rus dili yazarıydı. Sürgünü, evrensel bir tema, insanlık halinin bir metaforu olarak görüyordu.

İkinci Dünya Savaşının patlamasıyla, Hitler’in Avrupasından, Einstein, Thomas Mann, Huxley, Auden, Stravinsky, Bartok ve Chagall gibi ünlüler ABD’ye kaçtılar. Nabokovlar da 1940 baharında Paris’ten New York’a göçtüler.” Lolita” 1955 ‘de basıldığında skandal ve başarı dahil, çok yankı getirmişti. ”lolita” bir Amerikalı olarak başarısının bir rozetiydi.

“Ballets Russes” Paris’teki Rus kültür hayatının merkeziydi. Diaghilev “Ballets Russes” ile ,o zamana kadar egzotik Rus karakterini yansıtmadığı için Avrupada pek sevilmeyen Çaykovski’nin Bale müziğini ve Stravinski’nin ,folk temelli Rus modern müziğini tanıttı. Diaghilev,Stravinsky’nin müziği ve Balanchin’in dansıyla ‘modern bale’yi yarattı. Diaghilev’in 1929’da ölümünden sonra “Ballets Russes” bölündü.

Gizli bir Rus kalbi taşıyan diğer bir dünya sanatçısı da Chagall’dı. Yahudi mi ,Rus mu ,Fransız mı olduğu sorulduğu zaman, “Siz konuşun ben çalışırım !”,derdi. Chagal kendi biyografisini yaratmıştı, ve sıkça da değiştirirdi.Bir sanatçı olarak kararlarını kendine uygunluğu temelinde aldığını söylerdi.Koşullar çalışmasını zorladığı için, 1922’de Rusya’dan göç etmişti.1941’de de Nazi tehlikesinden Paris’ten ayrılarak Amerika’ya gitti. Bütün yaşamını bir gezgin olarak geçirdi, tıpkı tablolarının konuları gibi, ayakları yerden yukarıda yaşadı. Kişiliğinin çeşitli unsurlarından ona en anlamlı ve derin gelen kuşkusuz, Rusluğuydu.”Rus ressam olmak, bana uluslar arası herhangi bir ünden daha fazla şeyler ifade ediyor. Tablolarımda , anavatanıma duyduğum özlemin olmadığı bir santimetre bile yok.”, diyordu. İsrail’deki Yahudiler onun Rusya’yı neden bu kadar özlediğini anlamıyorlardı. Rusya katliamların ülkesi değil miydi? Ama Chagall’ın yetiştiği Vitebsk kenti Rus kültürünün hakim olduğu bir coğrafya idi, ve Chagall Rus kültürel gelenekleriyle özdeşleşmişti. Bu ayrıca Avrupa’nın kültürel çevresine girmenin bir aracıydı. Rusya 1917’den önce büyük ve kozmopolit bir medeniyetti. Rusya’daki deneyimleri, giderek ,Chagall’ı, doğduğu coğrafyanın kırsal, ilkelci geleneğinden yola çıkarak, daha geniş bir dünyaya açmıştı.

“Ana”,gibi eski romanlarında devrimi destekleyen Maxim Gorki, 1917 ‘deki şiddet ve kaos yüzünden hayal kırıklığına uğramıştı. Ülkenin “Asyalı barbarlığın karanlık çağının kıyısına geldiğini” söylüyordu. İç savaşın vahşi terörü ve açlıktan ölen milyonlarca insanın akibeti Gorki’nin kehanetini kanıtlamıştı. Leninci rejim aleyhine korkusuzca konuşmuş, sonunda Rusyayı terk etmek zorunda kalmıştı.1924’te Lenin ölünce Tekrar anavatana döndü, çünkü yerleşmeyi düşündüğü İtalya’da hakim olmaya başlayan Faşizm onu ikinci bir düş kırıklığına düşürmüştü. Sovyet Rusya’yı ahlaki yönden daha üstün görerek övmeye başlamıştı.1931’de kesin dönüş yapınca kayıp evlada yeniden kavuşma gibi karşılanmıştı. Ama o giderek Stalin karşıtı söylemlerini arttırıyordu. Stalin 1934’te Gorkinin oğlunu öldürttü,1934 yılında hastalanan ve tıbbi bir hata(!) sonucunda ölen Gorki’nin sonu da büyük olasılıkla Stalin’in ajanlarının bir tertibiydi.

Sıradan insan ölçülerinin çok dışında bu dev sanatçılar, büyük mitik bir trajedinin kahramanları olarak, dünya uygarlığına, sanatına ve edebiyatına büyük başyapıtlar armağan ettiler.