Moskova

Moskova

25 Şubat 2014 Salı

Rusya'nın fark yaratan coğrafyası: Mari El

Rusya'nın fark yaratan coğrafyası: Mari El



Moskova’nın 860 kilometre doğusunda pagan, ortodoks ve müslümanların bir arada yaşadığı benzersiz bir coğrafya : Mari El Cumhuriyeti 

Kaynak: rsfmradio.com
Değerli dinleyenler, Rusya’nın Sesi tarafından hazırlanan Kuzey Ekspresi’yle yeniden sizlerleyiz…
Ekspresimiz bu hafta, Moskova’nın 860 kilometre doğusuna ilerliyor ve sizleri pek çok bakımdan benzersiz bir coğrafya olan Mari El Cumhuriyeti ile buluşturuyor… Mari El halkı, paganizmi ve paganizme özgü objeleri yaşamlarının bir parçası olarak koruyan az sayıda Avrupa halkından biridir. Rusya Federasyonu’na bağlı olan Mari El Cumhuriyeti ayrıca paganizm, ortodoksluk ve müslümanlığın bir arada var olduğu benzersiz bir yer… Bu haftaki gezimizde bize Mari El Cumhuriyeti Turizm Komitesi Başkanı Andrey Purtov eşlik ediyor. Andrey Purtov bize ilk olarak, cumhuriyetin, Rusların kulağına bile yabancı gelen, isminin anlamını anlatıyor.
DMİTRİY MALİKOV “KRAY MARİ”

NEDİR 'MARİ'NİN ANLAMI?
“Mari El Cumhuriyeti adını, yerel halkın kendine verdiği isim olan “Mari”den alır. “Mari” yerel dilde “erkek” anlamına gelir. Cumhuriyetin adını oluşturan, yine Mari diline ait olan diğer sözcük “el” ise, “ülke” anlamına gelir. Cumhuriyetin adını, sanıyorum “erkek ülkesi” olarak çevirebiliriz. Mari dili, Fin-Ural Dil Ailesi’ne aittir. Mari El’in topraklarında İsa’dan önceki yüzyıllardan kalma arkeolojik kalıntılar bulunur. 11-12’nci yüzyıllarda Mari halkının sabit yerleşim yerleri oluşmuştur. Yoğun olarak Volga nehrinin sağ yanında yer alan dağlık alanlara ve nehrin sol kıyısındaki düzlüklere yerleşmişler. Mari halkının yerleştiği bu alan, Batı ile Doğu’nun amansız savaşlarına konu olmuştur. Bunun bir sonucu olarak Mari halkı, Düzlük Marileri ve Dağ Marileri olmak üzere ayrı etnik gruplara ayrılmıştır. Mari Bölgesi’nin Rusya Devleti’nin bir parçası hâline gelmesi, Mari halkının yazgısı bakımından belirleyici olmuştur. Mari halkının tarihi bu noktadan sonra, 4-5 asır boyunca Rus, Tatar, Çuvaş ve diğer halkların tarihi ile girift bir biçimde şekillenmiştir.”
KÖKLÜ TARİHİ YANSITAN ANITLAR
Mari bölgesi’nin Rusya’ya bağlı bir yer hâline gelmesinin en önemli sonucu, Mari halkının bir etnik grup olarak korunması oldu. Mari halkı 20’nci yüzyılda devlet yapısına büründü. Mari halkının tarihi yerleşim bölgesinde 1920 yılında Mari Otonom Cumhuriyeti oluşturuldu. Mari El günümüzde Rusya Federasyonu’na bağlı, kendi federal hakları olan bir cumhuriyettir. Mari El’in topraklarında, Mari halkının köklü tarihini yansıtan günümüze dek korunmuş anıtlar bulunur.

Söz gene Andrey Purtov’da:
“Mari El’de görülmesini tavsiye ettiğimiz tarihi anıtlardan bazıları; kurgan mezarlar, tunç devrinden kalma objeleri barındıran arkeolojik alanlar, Taş Devri’nin son döneminden günümüze ulaşan Borovskoye yerleşimi ve Volga nehrinin kıyısında bulunan Alamner Dağı’dır. Burada sürülen yaşantının izleri, günümüze kadar ulaşmıştır. Mironosetskaya İnziva Evi’nin de görülmesini tavsiye ederim. 1649 yılında kurulan inziva evi, 17’nci yüzyıl Rus mimari sanatının izlerini taşır. Buranın yakınında kutsal bir pınar bulunur.”
MARİ MUTFAĞI YÜZYILLAR ÖNCESİNDEN
Mari halkıyla ilgilenen araştırmacılar, bu halkın özgünlüğünü ön plana çıkarır. Geleneklerini, dinlerini, köylere özgü ritüelleri koruyan Mariler, herkesi içtenlikle misafir evlerine davet eder. Mari El’de eski usul ahşap bir evde konaklayabilir, balığa çıkabilir, at sırtında gezinti yapabilir, orman yürüyüşleri, kayık gezintileri yapabilir, geleneksel Mari nakşını öğrenebilirsiniz. Marilerin yaşayışlarına dair en saf görüntüleri ise köylerde görebilirsiniz. Mari El’de bir dizi köy bulunur. Buralarda Mari halkına özgü mutfak geleneklerini de yakından görebilirsiniz.

Mari mutfağını, bize yine Andrey Purtov anlatıyor:
“Mari mutfağının yüzyıllar öncesine dayanan bir tarihi var. Bu mutfağa ait akla gelen ilk yiyecekler arasında 'sokta' ve 'şırdan' denilen ev yapımı sucuklar vardır. 'Padkogılo', hamuruna yarım ay biçimi verilen mantılardır. Aynı mantı gibi suda haşlanarak pişirilir. Kaz etiyle yapılan, 'krovets' dediğimiz böreklerimiz de unutulmamalı. 'Koman melna' dediğimiz ev usulü krepler, bayramlarda bol bol hazırlanır. İçecekler düşünüldüğünde ise akla ilk olarak kremalı süt, yaban mersini suyu ve çavdar ekmeğinden yaptığımız 'kvas' gelir. Bunlar, hazırlanması kolay ve kendilerine özgü hoş tatları olan içeceklerdir. Bahsettiğim yiyecek ve içecekler, Mari El’in her yerinde bulunabilir. Başkentimiz Yoşkar-Ola’ya gelen misafirlerimize 'Sandal', 'Jiraf' ve 'Na Uspenskoy' restoranlarını önerebilirim. Buralarda Mari El’e özgü yemekler, geleneksel tariflere göre hazırlanır."
Mari El Cumhuriyeti’nin başkenti Yoşkar-Ola; yerel doku, başkente özgü gelenekler ve eski Avrupa stilinin birbirine geçtiği bir yerdir. Yoşkar-Ola’nın kültürel mirasını oluşturan yerler, genel olarak şehrin tarihi bölümünde yer alır. Şehrin mimari yapısı, en deneyimli turistleri bile etkileyecek özelliklere sahiptir.

Sözü yeniden Mari El Cumhuriyeti-Turizm Komitesi Başkanı Andrey Purtov’a veriyoruz:
“Yoşkar-Ola sokaklarında, sayıları her yıl artan bir dizi heykel bulunuyor. Şehrimizin mimari bakımdan en beğenilen noktalarından biri; Malaya Kokşaga nehri, Tsargıradski Caddesi ve Teatralnıy Köprüsü ile çevrelenen 'Naberejnaya Brügge'dir. Yoşkar-Ola sahilinde bulunan bu bölge, taşıdığı mimari benzerlikten ötürü adını, Belçika’nın Brügge kentinden alır. 'Naberejnaya Brügge'de Volga boyunca uzanan renkli binalar, görülmeye değer yapılardır. Köprülerimiz, sahilimiz, Ortodoks kiliseleri, tiyatro binaları; Yoşkar-Ola’nın mimari dokusunu tamamlayan yapılardır. Misafirlerimizin görmeyi istedikleri yerlerden bir diğeri, Patriarşaya Meydanı’nda bulunan '12 Havari' saat kulesidir. Saat kulesinin parçası olan, her biri 1 buçuk metre uzunluğundaki bronz heykeller, İsa ve havarilerini tasvir eder. Binadaki kulelerden birinden çıkan hareketli heykeller, balkondan geçerek diğer kuleye girerler. Bu, her 3 saatte bir olur ve heykellerin balkondan geçişi yaklaşık 8 dakika sürer.”
MUTLAKA GÖRMENİZ GEREKEN YERLER
Yoşkar-Ola’nın Moskova’yı bilen ziyaretçileri, burada tanıdık yapılar görür. Mari El Cumhuriyeti’nin başkentinde, Moskova’nın bazı tarihi yapılarının aynısını görebilirsiniz. Sözgelimi burada, Moskova Kremlini’ne ait Spasskaya Kulesi’nin bir kopyası bulunur. Bu kulede bulunan saat, aynı orijinalinde olduğu gibi her saat başında çalar. Yoşkar-Ola’da ayrıca, eski Rus şehirlerinde bulunan kalelerden en yenisi bulunur. Yapımı 2009 yılında tamamlanan kale, şehrin tarihini yansıtan standlar ve küçük bir şapel barındırır. Küçük denebilecek bir alan kaplayan Mari El Cumhuriyeti, her yerde görülemeyecek bir çeşitliliğe ve doğal zenginliğe sahiptir. Volga nehrinin kıyısında bulunan cumhuriyet, barındırdığı açık hava müzeleri ve tarihi anıtlarla anılır.

Mari El’in bu yönünü, bize yine Andrey Purtov anlatıyor:
“Doğası koruma altında olan 'Başlaya Kokşaga' ve millî parkımız 'Mari Çadra'nın mutlaka görülmesini öneririm. Parkın bitki dokusunu ve diğer güzelliklerini görmek için at sırtında, yürüyerek ya da su yolu üzerinden ilerleyebilirsiniz. Parkımızda 10 tane doğa anıtı bulunur. Bunlardan birisi, 413 yaşındaki 'Pugaçov Meşesi'dir. Bir efsaneye göre, Kazak ayaklanmasının lideri Yemelyan Pugaçov, Kazan’a doğru yol alırken, 1774 yılında bir geceliğine burada konaklar. Pugaçov’un birlikleri yenilgiye uğratıldığında, yanan Kazan’ın görüntüsünü, Pugaçov bu meşenin üzerinden izler.
FİRUZE RENKLİ BİR GÖZ SİZE BAKAR
Yine koruma altında bulunan yerlerden biri olan “Gornoye Zadelye”, Mari El’deki tek el sanatları anıtıdır. Burada, eskiden değirmen taşları yapılan mağaralar bulunur. Mari El’de ayrıca 600 tane göl bulunur. Bu göllerden biri, 'Morskoy Glaz' yani 'Deniz Gözü' dediğimiz göldür. 'Bu göle yükseklerden bakıldığında, yeşil sivri kirpikleri olan yusyuvarlak firuze renkli bir gözün size baktığı hissine kapılırsınız' derler. Göl, havanın durumuna göre, koyu turkuaz ve zümrüt yeşili renklerine bürünür.”
Avrupa’nın en uzun nehri Volga, Mari El topraklarını da besler. Nehrin kıyısına kurulan yerleşim yerlerinden biri, kendine özgü ahşap yapılarıyla bilinen eski tüccar kenti Kozmodemyansk’tır. Mari El’in bu küçük nehir kenti, 1583 yılında çar Korkunç İvan’ın emri üzerine kurulur. Şehir ismini, şifacı aziz kardeşler Kosmas ile Damian’dan alır. Kozmodemyansk; yaşamın yavaş aktığı, bahçelerden yayılan hoş kokularla dolu, kapısı herkese açık olan iyi yürekli insanların yaşadığı ayrı bir dünya gibidir. Şehrin eski taş ya da ahşap binalarının çoğu, günümüzde yaşamını müze olarak sürdürür. Bunlardan bazıları; Tüccarlık Müzesi, Satir Müzesi ve Mizah Müzesidir. Açık Hava Etnografya Müzesi, şehrin görülesi yerlerinden biridir. Mari El’in en gurur duyduğu müzelerden biri olan “Aleksandr Grigoryev Sanat Ve Tarih Müzesi”, yine bu küçük nehir kentinde bulunur. Bu müzede, hem Rus hem de yabancı ressamların eserlerinden oluşan özel bir koleksiyon sergilenir. Volga kıyısında yerini alan bir diğer müze, Rusya’nın en nüfuzlu, soylu ailelerinden biri olan Şeremetevler’in Müze-Evidir.

Bu müzeyi bize, Mari El’i çok iyi bilen Andrey Purtov, anlatıyor:
“Volga kıyısında bulunan Yurino kasabasında; masallardaki şatoları andıran, renkli vitrayları ve cam kubbeli bir kış bahçesi olan bir yapı bulunur. Bu şato, kendine özgü güzelliği ve hakkında anlatılan efsanelerle bilinir. Şeremetevler’in sık ormanların içine yaptırdığı bu şatodan, 'Volga yöresinin incisi' olarak söz edilir. Volga kıyısında bu şato gibi başka bir yapıya, gerçekten de rastlanmaz. Şatonun doğu kanadı, günümüzde otel olarak kullanılır; burada, düğünler ve şirket etkinlikleri gerçekleştirilir.”
YOŞKAR-OLA’YI TANITAN VİDEOSU

Video ve kurgu: Yelena Zlobina
Mari El Cumhuriyeti, geniş konaklama seçenekleri sunuyor. Yoşkar-Ola’nın en beğenilen otellerinden bazıları; “Ludoviko Moro”, “Evrika”, “Virginia”, “Turist” ve butik otel “Stone”dur. Otel odalarının gecelik fiyatları 30 ila 100 dolar arasında değişir. Mari El’in köylerinde ise konuk evlerinde kalınabilir. Buralarda fiyat konusunda pazarlık edebilir, koca bir evi günlük 230 dolara kiralayabilirsiniz.
MARİ EL'E ULAŞIM NASIL SAĞLANABİLİR?
Türkiye’den direkt uçuşların bulunduğu Moskova ve Kazan üzerinden Yoşkar-Ola’ya kolayca ulaşabilirsiniz. Moskova-Vnukovo havaalanı’ndan Yoşkar-Ola’ya düzenli olarak uçuşlar gerçekleşiyor. Moskova’dan tren yolunu kullanarak da Mari El başkentine ulaşabilirsiniz. Moskova’nın Kazan Gar’ından Yoşkar-Ola’ya giden trenler haftanın her günü sefer yapıyor. Otobüs yolculuğunu tercih ediyorsanız, Moskova’dan Yoşkar-Ola’ya 14 saat süren bir otobüs yolculuğuyla da ulaşabilirsiniz. Kazan’a Türkiye’den direkt uçtuktan sonra, buradan Yoşkar-Ola’ya otobüsle ulaşabilirsiniz. Kazan, Mari El’in başkentine 160 kilometrelik bir mesafede bulunuyor.
Mari El, misafir ağırlamayı çok seviyor. Cumhuriyetin Turizm Komitesi Başkanı Andrey Purtov, sıra dışı bir tatil geçirmek isteyen herkesi Mari El’e davet ediyor.
“Mari halkının insanları, güler yüzlü ve iyi yüreklidir; misafir ağırlamak onlara hep mutluluk verir. Yaz aylarında Mari El’de birçok festival düzenlenir. Bunlardan bazıları; çiçek festivali 'Peredeş Perem', müzik festivali 'Peredeş Ayo' ve Rusya’nın dört bir yanından 6 bin konuğun ağırlandığı, Temmuz ayında düzenlenen “Zemlya Predkov”dur. Bizi en gururlandıran etkinlik ise açık hava festivali 'Yaz Günleri'dir. Bu festivali her yıl, Erik Sapayev Opera ve Bale Tiyatrosu düzenler. Arka planda Yoşkar-Ola’nın güzel mimari yapısının görüldüğü noktalarda opera ve baleler sahnelenir. Festivalin organizatörleri bu yıl etkinliği bir adım öne götürdü. Bundan sonra Temmuz ayında 'Yaz Günleri' ismini taşıyan 7 günlük turlar düzenlenecek. Misafirlerimiz bu süre boyunca Yoşkar-Ola ve diğer yerleşim yerlerimizin özel yerleri ile tanışacak. Sözgelimi, Şeremetevler’in şatosunun önünde “Kuğu Gölü” balesi sahnelenecek. Bu özel gösteriler, Yoşkar-Ola ve Mari El’in diğer şehirlerinde gerçekleşecek.”
Rusya’nın kalbinde bulunan, Mari halkının yurdu Mari El Cumhuriyeti, renkli dokusu ve özgünlüğüyle, kendini gören herkeste özel bir his bırakıyor. Mari El, yeni misafirler için kapılarını her daim ardına kadar açık tutuyor. Bu misafirlerden biri de belki siz olursunuz.

24 Şubat 2014 Pazartesi

Rusya’da geleneksel Maslenitsa bayramı başladı

Rusya’da geleneksel bayram başladı

24 Şubat ve 2 Mart günleri arasında, Maslenitsa bayramı kutlanacak.

Kaynak: http://turkish.ruvr.ru/

Paganlık kültüründen miras kalan bu eski bayram, Hıristiyanlık kabul edildikten sonra da korundu. Ancak ilgi çeken özelliği, sokak şenliklerine çoğu zaman farklı dinlerden insanların da seve seve katılmasıdır. Çünkü bu aslında kışı neşeli bir şekilde uğurlama ve ilkbahar sıcaklığı ile doğanın yenilenmesini büyük bir sevinçle karşılama bayramıdır. Ayrıca en neşeli ve en doyurucu bayramdır. İkram edilen yemekler ve tatlıların bolluğu nedeniyle eskiden “şekerli dudaklar” olarak adlandırılıyordu.
Maslenitsa’nın simgesi, güneşi simgeleyen blinı’dır. Blinı evde de hazırlanabilir ancak sokaklarda da ikram ediliyor. Bir hafta boyunca Rusya’nın neredeyse tüm kentlerinde blinı, hemen sokaklarda pişirilerek ikram edilecek. Maslenitsa, her bir bayram olduğu gibi sokak artistlerinin gösterileri ve bayram panayırları eşliğinde düzenleniyor.
Moskova’nın tüm semtlerinde mobil oyuncu ekipleri konserler verecek. Rusya başkentinin merkezinde halk oyuncakları fabrikası çalışacak. Bazı sokaklar, herkesin kilden hediyelik eşya yapmayı, keçe çizmeleri yapmayı ve eski Rus tarifelerine göre hamur yoğurmayı öğrenebileceği usta dükkanları yer alacak.
Ancak en büyük gösteri, 26 Şubat’ta Merkez Universal Mağazası önünde düzenlenecek. Burada, 5 saat boyunca 1,5 metre çapında ve 500 kilo ağırlığında bir pasta yapılacak. Pastanın içi çikolata, fındık ve muzdan olacak. İsteyen herkes tadına bakabilecek. Pasta, Guinness Rekorlar Kitabı için aday gösterilecek.

22 Şubat 2014 Cumartesi

21 şubat 1613: Rusya’da Romanovlar hanedanının iktidara geldiği tarih

21 şubat 1613’te Rusya’da yeni Romanovlar hanedanı iktidara geldi

21 şubat 1613’te Mihail Romanov Rus çarı seçildi

Bu kararın kabul edildiği toplantı o zamanlar Zemskiy Sobor adını taşımaktaydı. Toplantıda ülkenin tüm bölgelerinin ve farklı katmanlarının temsilcileri hazır bulunmuştu. Tahta Ruslardan başka, İsveçli veya örneğin Polonyalı kökenli olmak üzere başka milliyetlerden de çok sayıda aday vardı. 

Moskova Kremlininde yapılan Sobor oturumları bir ay kadar sürdü. 

Seçilen aday Mihail Romanov, daha sonra Rusya’ya üçyüz yıldan fazla hükmedecek olan Romanovlar hanedanının kurucusuydu.

Polonyalıların yenilgiye uğratılması, Rus tarihinde “Sıkıntılı zamanlar” diye adlandırılan döneme son vermişti. “Sıkıntılı zamanlar” döneminde Rus prensleri arasındaki çelişkiler sonucunda ülke perişan hale ve yok olma eşiğine gelmişti.


Kuzma Minin ve Dmitriy Pojarskiy’nin yönetimindeki gönüllü halk ordusu o savaşta çözücü bir rol oynamıştı. Halkı birleştiren Anavatan kahramanları adına yapılan anıt günümüzde Kızıl Meydanda Moskova Kremlini karşısında yükseliyor. 

Zemskiy soborun düzenlenmesi, ancak Polonyalı işgalcıların yenilmesinden ve onların Moskova’dan kovulmasından sonra mümkün olabilmişti. 

1613 yılının başlarında Moskova Kremlininde 58 kentin 800 temsilcisi toplandı. 

Rusya’da kim çar olabilir sorununu, boyarlar ve ruhban sınıfından başka, kent esnafı ve hatta sıradan köylüler tartışıyordu. En başta verdikleri karara göre, çarın yabancılardan seçilmesi olanaksızdı. Rus olması gerektiği düşünülüyordu. İddialıların adaylıkları titizlikle tartışıldı. En nihayet, 16 yaşındaki Mihail Romanov’un adaylığı onaylandı. Mihail eski bir boyar ailesindendi. Aile, akrabalık bağları açısından Rürikoviçi adlı eski Rus çarları hanedanına yakındı.

Genç Mihail Romanov’un seçilmesinde çözücü rolü soylu boyarlar değil, özel bir Rus sınıfı olan askeri köylüler, kazaklar oynadı. Nihai kararın açıklanmasından önce, ülkede Sobor elçileri geziyordu. Onlar, taht adayı hakkında halkın düşüncelerini alıyordu. Uzun tartışmalardan sonra hepsi, Mihail Romanov dışında kimsenin tahtta iddia sahibi olamayacağı fikrinde birleşti. Rusya’da çeşitli millet ve dinlerden insanları birleştiren gelenekleri, asıl genç çarın koruması gerekiyordu.

Çarların kişisel biyografisi olmadığı söylenir. Onların biyografisi ülkenin tarihidir. 

Mihail Romanov’un ülkeyi yönettiği dönemde Rusya, Sıkıntılı Zamanların yaralarını tedavi etmeye başladı. Normal ekonomik yaşam yeniden kuruldu, imalathaneler ağı meydana getirildi. Orduda yeniden ögütlenme gerçekleştirildi. Ülkenin doğusunda yeni topraklar edinildi. Komşu ülkeler Türkiye ve İran ile diplomatik ilişkiler kuruldu. 

Fakat Mihail Romanov, tarihe  asıl olarak ülkeyi bundan sonraki 300 yıl yöneten Romanovlar hanedanının ilk çarı ve kurucusu olarak adını yazdırdı.

21 Şubat 2014 Cuma

Galina’ya Veda


Can Dündar/ Cumhuriyet

Beyaz gecelerin aydınlığında uçmuştuk Urallar’a... 
Nâzım Hikmet Vakfı’nın Genel Sekreteri Kıymet Coşkun’la birlikte... 
Votkinsk’te çok katlı sosyal konukları andıran bir apartmanın giriş katının zilini çaldık. Kapıyı, mavi gözlerine kadar inen beresiyle 82 yaşında, sevimli bir ihtiyar açtı.
Oydu:
Galina Gregoryevna Kolesnikova...
Kısaca “Galya”...
Nâzım’ın “Kanaryacık”ı... “Güllü hanım”ı... “Galuşka”sı...
Samimiyetle içeri buyur etti bizi...
Küçük, basık, bakımsız görünen bu ev, içinde insanların yaşadığı bir “Nâzım HikmetMüzesi”ydi.
Şairin şiirlerini yazdığı masa, notları, kitapları, kütüphanesi, dünyanın dört bir yanından ona gönderilen hediyeler, oğlu Memet’in çocukluk resmi... Hepsi salonda duruyordu.
Sanki Nâzım dün evden çıkıp gitmiş gibiydi.

***
“Nâzım” belgeseli için röportaja gitmiştik. Galina’nın boynunda Nâzım’ın hediyesi tahta oyma bir broş vardı. Ayağında yine Nâzım’ın hediyesi, eskimiş ayakkabılar...
Aradan geçen 40 yıla rağmen hâlâ “Nâzım” derken buruşuk yüzü çiçekleniyordu.
1953’ten 1960’a kadar 7 yıl beraber olmuşlardı. Kendi deyimiyle “Nâzım’ın karısı”ydı.
Sadece karısı mı?Doktoru, hemşiresi, sekreteri, tercümanı, mihmandarı, aşçısı, şoförü, daktilografı,muhasebecisi, kameramanı, hatta berberi, tellağı, dert ortağı...
Şair’le ilk kalp krizinden sonra hastanede tanışmış, doktoru olarak yanına yerleşmiş, onu dört kez Azrail’in elinden almış, şiirlerini ilk o dinlemiş, yedi yıl boyunca her yerde yanı başında olmuştu.Peredelkino’daki kır evinde bulunan dört metrelik masanın bir ucunda Türkçe klavyeli daktiloda Nâzım yazar, bir uçtaki Rusça klavyeli daktiloda Galya çevirirdi.

Seyahattelerse vapurda, trende, arabada Nâzım’ın aklına gelen bir mısraı portatif daktilosunda yazan yine oydu.
Fotoğraflarında sıkça görünen tayfa fanilasını o almıştı.
Nâzım’ın Memet’e gönderdiği oyuncak atı da...
Münevver’e yolladığı hediyeleri de...

***
Kimine göre KGB ajanıydı GalyaNâzım’ı izlesin diye eve yerleştirilmişti. Kimine göre ise Nâzım’ın Moskova’daki en büyük şansıydı. O olmasa, belki de çok önceden sekte-i kalpten giderdi Şair...“16’dan 70’e kadar her yaştan kadının âşık olduğu adam”a o da tutulmuştu.“Birbirimizi seviyorduk ama nikâhlanamıyorduk” diyordu “Nâzım’la 7 Yıl” adlı kitabında (Halkevleri, 2006.)
Peki “Hikmetoviç”i neden bir tek şiir dahi yazmamıştı ona?
Neden diğer sevdalılarına yolladığı mektuplar ateş dolu satırlarla doluyken ona“Canım, güllü hanım”, “Neşe kaynağım benim”den fazlasına gitmemişti kalemi?Galina, anılarında bunu Nâzım’ın evli oluşuyla açıklıyor:“Bana adanmış şiirler yazmamasını ben rica ettim, o da bu ricamı yerine getirdi. Şiirler yayınlanırsa Münevver’i yaralardı” diyor.Nâzım’ı, Münevver’in hatırası, fikri, fotoğrafları, mektuplarıyla paylaşmak zorunda kalmış.
O yüzden, Nâzım’ın kafasında Münevver’le kendisinin tek bir kişi halinde birleştiklerini düşünüyordu.
Nâzım’ın ona, “Canım, kızım, biricik anam, Adil Giray’ım, yoldaşım, bacım, Memetim, Münevverim, Galyam” diye hitap etmesi boşuna değil...
Bu güler yüzlü Rus kızını bütün sevdikleriyle özdeşleştiriyordu belki...
Nitekim vasiyetnamesini de ona emanet edecek ve kendisi göçüp gidince, mirasının yüzde 70’ini Münevver ve Memet’e bıraktığını belirten vasiyetnamesini, tabutun başında Münevver’e (bütün mektuplarıyla birlikte) vermek yine Galina’ya düşecekti.

***
7 yılın sonunda Nâzım, bir gün her şeyini bırakarak Vera’ya kaçıvermişti.
Mart 1960’ta şu “son mektup”u yollamıştı:“Galya merhaba...
Bugün gidiyorum. Sağlığım fena sayılmaz. Tek sorunum iyi uyuyamamak. Çalışıyorum. Şiir yazdım. Münevver’e para gönderdiğin için teşekkür ederim. Ben, senin sadık bir dostunum. Sen de benim kızımsın. Öpüyorum. Annene, Anka’ya selam söyle. Güzel süveter için teşekkür ederim. Nâzım Hikmet”.

***
“Benimle kalsa daha uzun yaşardı” demişti o görüşmemizde Galina, acısını zamana sarmalamış kadınlara özgü bir olgunlukla; sonra da büyük samimiyetle eklemişti:“...ama o güzelim şiirleri yazamazdı. Çünkü o şiirleri ona aşk yazdırıyordu.”Türkiye seferber olup yaşayan bir “Nâzım müzesi” olan evini devralmalıydı; Nâzım’ın onda kalan eşyalarını, arabasını, kütüphanesini, fotoğraflarını almalıydı. Olmadı. Tüm uyarılarımıza rağmen, ne Kültür Bakanlığı, ne Rusya’yla ilişkisi olanlar ilgilendi.Sonunda Galya, yoksulluktan o eşyaların bir kısmını sattı; kendisinde kalan hatıralarla birlikte bu hafta hayata veda etti.
Nâzım’a oralarda iyi baktığı ve ömrünü uzattığı için tüm Nâzımseverler adına ona teşekkür borçluyuz.


Bir hanımefendinin öyküsü

Hazır mevzu büyük yazar Anton Çehov'dan açılmışken, gündelik hayatın bitmez koşturmacasından kısa bir süreliğine de olsa fişi çekmenizi, yazarın güzel bir öyküsünü okuyarak soluklanmanızı öneriyoruz:

Kaynak: http://www.moskovalife.com/



Bir hanımefendinin öyküsü

Dokuz yıl önce, savcı yardımcısı Piyotr Sergeyiç ve ben, istasyondan mektupları almak üzere hasat zamanı, akşam üzeri, atla yola çıktık.

Hava harikuladeydi fakat geri dönerken korkunç bir gökgürültüsü ve bize doğru yaklaşan kızgın, simsiyah fırtına bulutları gördük. Bulutlar bize doğru, biz de onlara doğru yaklaşıyorduk.

Bu manzaranın karşısındaysa evimiz ve beyaz gözüken kilise , gümüş gibi parlayan uzun kavaklar vardı. Yol arkadaşımın keyfi yerindeydi, saçmasapan şeyler söyleyip, gülüp duruyordu. Aniden karşımıza  yosun tutmuş kulelerinde baykuşların öttüğü bir ortaçağ şatosu çıksa da, biz de yağmurdan kaçıp oraya sığınsak ve sonunda yıldırım çarparak ölürmüşüz.

Sonra ilk yağmur dalgası çavdar ve meşe tarlalarını kapladı, rüzgar esiyordu, havada tozlar dönüp dönüp duruyordu. Sergeyiç güldü ve atını mahmuzladı.


Harika, çok iyi..diye bağırdı.

Onun neşesi bana da geçti gülmeye başladım, iliklerime kadar ıslanabilirdim ve yıldırım çarpabilirdi...

İnsan kasırgada hızla at koşturur, kendisini kuş gibi hisseder, rüzgardan soluk soluğa kalınca heyecanlanıyor ve kalbi çarpıyor. Avluya yaklaştığımızda rüzgar dindi, yağmur damlaları çatılara ve çimenlere damlıyordu. Ahırın yanında kimse yoktu.

Piyotr Sergeyiç, dizginleri aldı ve atları ahıra bıraktı, ben kapının yanında işi bitene kadar yağmuru seyrederek, onu bekledim, taze samanların hoş kokusu burada tarlalardakinden daha güçlü hissediliyordu, yağmur ve kara bulutlar yüzünden sanki akşam olmuş gibiydi.

Gökyüzünü sanki ortadan ikiye bölermiş gibi patlayan bir gök gürültüsünden sonra, Pyotr,

' Amma patladı! Buna ne diyorsun? diye sordu.

Kapının yanında yanımda duruyordu ve hızlı koşu yüzünden hala nefes nefese bana baktı, bana hayran olduğunu görebiliyordum.

Bana “Natalya Vladimirovna, burada birkaç dakika daha kalıp, seni seyretmek için her şeyimi veririm, bugün çok güzelsin.” dedi.

Gözleri hayran hayran ve sevgiyle bana bakıyordu, yüzü solgundu, sakallarında ve bıyığında yağmur damlaları parlıyordu...sanki onlar da bana sevgiyle bakıyorlardı..

- Seni seviyorum, seni seviyorum ve seni gördüğüm için çok mutluyum, biliyorum eşim olamazsın bir şey istemiyorum, sadece seni sevdiğimi biliyorum, bir şey söyleme sus..cevap verme bana farketme istersen, sadece benim için çok önemli olduğunu bil ve bırak seni seyredeyim.

Heyecanı beni de etkilemişti, tutku dolu yüzü yüzüne baktım, yağmurun sesine karışan sesini dinledim, sanki büyülenmiş gibi kımıldamadan durdum.

Sonsuza kadar onun ışıldayan yüzüne bakıp, dinlemeyi istiyordum...

- Hiçbir şey söylemiyorsun, bu harika...sessiz kalmaya devam et.

Mutluydum, neşeyle gülerek, yağmurun altında eve doğru koştum, o da gülüyordu ve sıçrayarak peşimden koşuyordu..

Çocuklar gibi, sırılsıklam, bağıra çağıra, heyecanla merdivenleri tırmandık, odaya daldık, babam ve ağabeyim beni bu kadar heyecanlı ve neşeli görmeye alışık değillerdi, şaşırarak halime baktılar ve onlar da gülmeye başladılar.

Kara bulutlar dağılmış, gök gürültüsü azalmıştı, fakat Pyotr Sergeyiç'in sakalında
hala yağmur damlaları parlıyordu, akşam yemeği saatine kadar bütün gün gülerek, ıslık çalarak, köpekle bağıra çağıra oynayarak ve onu odanın bir ucundan diğerine kovalayarak geçirdi az kalsın semaveri getiren uşağı düşürecekti. Bayağı bir yemek yedi, saçmasapan şeyler söyledi, bir insan kışın taze hıyar yerse, ağzı bahar gibi kokar dedi.

Yatmaya gidince, bir mum yaktım, ve pencereyi ardına kadar açtım, tanımlayamadığım bir tutku ruhumu kaplamıştı, özgür ve sağlıklı olduğumu hatırladım, zengin ve asildim, zengin ve asil, seviliyordum, Tanrı'm ne güzel..sonra bahçeden gelen soğuk havayla sıçradım, Pyotr Sergeyiç'i sevip sevmediğimi düşündüm, ve herhangi bir karara varamadan uykuya daldım...


Ertesi sabah, yatağımın üzerine gün ışığı ve ağaç gölgeleri yansıyordu, bir gün önce olanlar hafızamda çok tazeydi...hayat bana zengin, dolu dolu, cazip geliyordu, çabucak giyinip, bahçeye indim.

Ya sonra ne oldu? Hiçbir şey...kışın şehirde otururken, Pyotr Sergeyiç arada sırada bize ziyarete geldi, köydeki ahbaplıklar sadece yazın, köydeyken güzeldi...kış gelip, şehre dönünce ahbaplık da eski cazibesini kaybetmişti...onlara çay koyarken, sanki başka birinin kılığındaydılar, sanki çaylarını daha uzun süre karıştırıyorlardı, şehirdeyken de Pyotr Sergeyiç bazen aşktan söz etti ama etkisi köydeki gibi değildi..şehirdeyken aramızdaki görünmez duvarın daha çok farkına varıyorduk, ben asil ve zengindim, o ise yoksuldu, asil bir beyefendi değildi, sadece rahibin oğluydu ve savcı yardımcısıydı,  her ikimiz de...ben genç kızlığımdan beri o da bellirsiz bir sebepten- aramızda çok yüksek, çok kalın bir duvar olduğunu düşünüyorduk, şehirdeyken aristokrat yaşamı gülümseyerek eleştirirdi, salonda başka birileri varsa susardı, aşılamayacak duvar yoktur ama çağdaş yaşamın aşık kahramanları fazla korkak, tembel, ruhsuz ve aşırı hassaslar ve başarısız olacaklarını düşünüp, hemen pes etmeye hazırlar..özel hayatları onları hayal kırıklığına uğratınca, mücadele etmek yerine sadece eleştiriyorlar, dünyanın kabasaba bir yer olduğunu söylüyorlar ama kendi eleştirilerinin de yavaş yavaş kabalaştığını farketmiyorlar...

Seviliyordum, mutluluk uzağımda değildi, neredeyse bana dokunmak üzereydi, kendimi anlamaya çalışmadan, hayattan ne beklediğimi sorgulamadan, sadece rahatıma bakıyordum zaman geçti, geçti. sevgileriyle insanlar yanımdan geçip gittiler, ışıltılı günler, sıcak geceler, şarkı söyleyen bülbüller, güzel kokulu saman kokuları, tüm bu tatlı, heyecanlı şeyler ve iz bırakmadan geçip gittiler, kayboldular, hepsi neredeler?

Babam ölmüştü, yaşlanmıştım, hoşuma giden, bana umut veren her şey, gökgürültüsü, yağmur damlaları, mutluluk ve aşk hakkındaki sözler..hepsi gitmiş, mazi olmuştu...karşımda boş bir çöl görüyordum, kimse yoktu ve ufuk siyah ve ürkütücüydü...

Kapı çaldı...gelen Pyotr Sergeyeviç...kışın, ağaçlara bakıp, onların yazın ne kadar yeşil olduklarını düşünüp fısıldarım..

- Ah, canlarım...

Ve ilkbaharımı birlikte geçirdiğim kişileri görünce de, üzülürüm, içimi bir sıcaklık kaplar ve yine aynı şeyi fısıldarım..

Uzun yıllar önce babamın referansıyla, şehre tayin edilmişti, biraz yaşlanmış ve uzaklaşmış gözüküyordu, aşkını ilan etmeye epey oluyor ki son vermişti, saçmasapan konuşmalarını da bırakmıştı, resmi görevini sevmiyordu, yaşama sevgisini kaybetmişti, şöminenin karşısına oturup, sessizce alevlere bakıyordu şimdi..

Ne diyeceğimi bilemiyordum,

Eee, bana ne söyleyeceksin? diye sordum.

Hiçbir şey diye yanıtladı.

Ve tekrar sessizlik...alevlerin kızıllığı melankolik yüzüne yansıyordu...


Geçmişi düşündüm, birden omuzlarım titremeye başladı, başım öne düştü ve acı acı ağlamaya başladım, hem kendim hem de bu adam için çok üzülüyordum, eskiyi ve hayatın şimdi bize vermediği şeyleri tutkuyla özlüyordum, ve artık zenginlik ve asalet umurumda değildi.

Alnımı ellerimin arasına alıp, gözyaşlarına boğuldum

Tanrı'm! Tanrı'm! hayatım boşa gitti!...

Oturdu, sessizdi, ve bana 'ağlama' demedi, ağlamam gerektiğini, ağlama vaktimin geldiğini biliyordu.

Gözlerinden benim için üzüldüğünü anladım, ben de onun için üzülüyordum, ve bu başarısız, korkak adamın ne benim için, ne kendisi için bir şey yapamamasından dolayı gücenmiştim..
Kapıya doğru gitti, sanırım paltosunu giyerken mahsus epey oyalandı, tek söz etmeden iki kez elimi öptü, ve yaşlı gözlerime uzun uzun baktı, tam o anda o yağmurlu günü, fırtınayı, kahkahalarımızı, o günkü halimi hatırladığını düşündüm, bana bir şey söylemek istiyordu ama söylerse mutlu olacaktı ama hiçbir şey söylemedi, sadece başını eğdi, ve elimi sıktı. Tanrı yardımcısı olsun!


Gittikten sonra, çalışma odasına gittim ve şöminenin önündeki halının üzerine oturdum, kor parçaları küllenmişti ve sönmeye yüz tutmuştu, buz gibi yağmur pencereleri daha kızgın dövüyordu, ve bacadan rüzgar uğulduyordu..

Hizmetçi içeri girdi, uyuduğumu sanıp bana seslendi...

çeviren: Müjde Dural
orijinali: http://www.classicreader.com/book/230/1/

Çehov parasız kalınca...



Kaynak: http://www.moskovalife.com/

Vişne Bahçesi, Üç Kız Kardeş, Martı... Anton Çehov üstadın (1860-1904) ilk akla gelen ölümsüz tiyatro eserleri... "Yazdıklarım en fazla yedi yıl hatırlanır, sonra unutulur" demiş ama yüzyıllar geçse de ilk günkü gibi okunacağı, takdir edileceği aşikar. Sanatçılar ölüp gitse de, okur sürekli onlara dahil yeni şeyler öğreniyor.  Çoğu, edebiyat tarihçileri için malum, sıradan okur içinse "keşif" olabilecek şeyler. İşte bunlardan birini, Yan Şenkman'ın "Rossiyskaya Gazeta"da yayımlanan "Kiralık Deha: Çehov" adlı yazısını okurken öğrendik. Ve sizinle paylaşmak istedik.

Meğerse Çehov'u, dünyanın dört bir köşesinde hala ayakta alkışlanan muhteşem tiyatro eserlerini yazmaya fazlasıyla teşvik eden sebep neymiş? Yanıtı basit: Para!

Çünkü hayatı boyunca parasal sorunları eksik olmayan Çehov, ilk kısa öyküleri parlamaya başladığında, uyanık yayıncı Adolf Marks tarafından keşfedilmiş ve yayıncı kendisiyle "ömür boyu yayın hakları anlaşması" yapmış. Ömrü boyunca taksit taksit ödenecek 75 bin rublelik anlaşmaya imza atmış. Ki bu rakam, o günün şartlarında küçük bir servet sayılırmış.

Buradan gelen para yetmeyince, Çehov yayıncısıyla yaptığı anlaşmayı nasıl "aşacağını" kara kara düşünmeye başlamış. Sonunda anlaşmadaki bir boşluğu keşfetmiş: Buna göre Çehov'u ömür boyu yayıncısına bağlayan anlaşma öyküleri kapsıyormuş ama "tiyatro oyunları" anlaşmada belirtilmiyormuş.

Bunun üzerine, artık  yeterince ünlenen ve her yazdığı para eden Çehov, tiyatro eserleri yazmaya ağırlık vermiş. Çünkü onun tüm gelirleri kendi cebine giriyormuş.
Üstadın tiyatro oyunlarının yarıdan fazlasının, o meşhur kontrat sonrası kaleme alınmış olmasını edebiyat tarihçileri buna bağlıyormuş.
İşte bu sayede, insanlık Çehov'un her daim güncel olan, insan doğasını en iyi harmanlayan oyunlarına sahip olmuş..

Babalar ve Oğullar





İsmail Boy/ Turkrus.Com

Moskova'da yaşıyorsanız veya gezmeye geldiyseniz ve Tretyakov Galerisini şimdiye kadar ziyaret etmediyseniz, çok şeyler kaçırdığınızın resmidir. Yağlı boya tablolar ile ilginiz olmayabilir, resim sanatı sizi hiç açmayabilir, bunlara saygı duyulur ama bu galeride öyle bir resim var ki, görmeden geçmek mümkün değil.

İlk Rus Çarı 4. İvan Vasiliyeviç, nam-ı diğer Korkunç İvan’ın (Ivan the Terrible) oğlu İvan İvanoviç'i öldürdüğü sahneyi yağlı boya tabloda resmeden değerli ressam İlya Repin'in ölümsüz eseri, galerinin çıkış salonunda sergileniyor.

Sırf bu resim ve Korkunç İvan'ın oğlunu öldürdükten sonraki yüzündeki o korkunç pişmanlık ifadesini görmek için defalarca gitmeğe değer.

Rusya'nın knyezlikten çarlığa geçişini sağlayan, iktidardaki 20 yılında, Moğollarla savaşta başarı kazanan ve ülkeyi genişleten ama çabuk sinirlenen kişiliği nedeniyle etrafını kırıp dökmekten çekinmeyen acımasız biriydi Korkunç İvan.

1582 yılında kendisine ihanet ettiği düşüncesi ile tartıştığı büyük oğlunu başına vurduğu sert bir cisim ile öldürmüş, ancak oğlunun başından akan kanlar ile yere yığıldığı anda yaptığı hatayı anlamış ve pişman olmuştu. Ünlü ressam İlya Repin de 1885 yılında yaptığı o meşhur tabloda Korkunç İvan'ın gözlerindeki o dehşet ifadesini mükemmele yakın bir şekilde resmedebilmiştir.

Babalar ve Oğullar, tüm insanlık tarihi boyunca günün moda deyimi ile “hayatın doğasına uygun olarak” sürekli çatışma halindedirler. Rusya tarihinde bu çatışmalar ya bir yağlıboya tabloda ya da kitaplarda yer alır. İvan Sergiyeviç Turganyev'in “Babalar ve Oğullar” adlı kitabındaki Bazarov ve Pavel Petroviç çatışması da bunun küçük bir örneğidir. Bereket versin ki Korkunç İvan'daki gibi ölümle sonuçlanmayan küçük bir yaralanma ile geçiştirilen düello iki jenerasyon arasındaki çatışmanın Rusya versiyonudur.

Osmanlıda da durum pek farklı değildi. Sarayda iktidar mücadelesindeki Padişah Babalar, kendisine ihanet edilmesin diye öz oğullarını öldürtecek kadar iktidarlarında diretiyorlardı. 
Bakınız Muhteşem Süleyman ve Sultan Mustafa'nın öldürülme sahneleri.

Muhteşem Süleyman Oğlu Mustafa Sultan'ı katlettiğinde gerçekten pişmanlık duymuş mudur? Yoksa ‘hayatın olağan akışı” olarak mı değerlendirilmiştir, bunu bize gösterecek bir yapıt elimizde olmadığı için bilemiyoruz. Ama o dönem Osmanlı evlerinde de babalar ölünceye kadar oğullarını kendi küçük iktidar dünyalarında esir etmekteydiler. Zira Osmanlıda “Baba sözünün dışına çıkmak demek, aile ocağına ihanet” anlamına geliyordu. Her dönem kendi içinde değerlendiğinde, Osmanlıda uygun görülen bu evlat cinayeti, bugün aynı toplumun devamı olduğu söylenen günümüz Türkiyesi'nde hoş karşılanmamakta ve Kanunu Sultan Süleyman suçlanmaktadır. Oysa aynı padişahın torunları olduğunu söyleyen iktidardaki hükümet ise yine iktidar hırsı ile toplumun haber alma kaynaklarına sınırlama getirmektedir.

Toplumlar evlatların, babalarından daha bilgili olması ile ilerleyebilir, babalar evlâtlarının bilgi edinme isteklerine set çektiklerinde toplumların ilerlemesine de set çekmiş olurlar,

Günümüz iletişim araçları ile bilgilenmenin çok kolay ve ucuz olduğu bir dönemdeyiz, Türkî insani olarak bir yandan bu, bilgiye erişimi engelleyenlere ses çıkartmayacaksınız ama öte yandan 16'ncı yüzyılda oğlunu öldürdüğü için bir padişaha bugün beddua edeceksiniz. 
Bunladan hangisi biziz? Anlayan beri gelsin.