Moskova

Moskova

9 Aralık 2023 Cumartesi

AH LENİN, AH!

 

 

AH LENİN, AH!

Feryal Bekdik

Kaynak: https://feryalce.blogspot.com/2023/12/ah-lenin-ah.html

 

Kalfayı yıllar önce ortağımla beraber kendi işimizi kurduktan sonra, ilk iş yaptığımız firmada tanıdım. Kısa boylu, esmer, kalın davudi sesli, kara yağız biriydi. Kalfalıkta ki becerisiyle kendini mühendisler ile yarıştırır, üzerine aldığı işi canla başla tamamlamaya çalışırdı.

Birkaç yıl sonra iş yaptığımız firma Rusya’nın Sibirya bölgesinde ihale aldığında, biz de taşeron olarak oraya gittik. 1994,1995,1996 yılları yaz aylarımız Sibirya’da geçti. Kış şartlarının zorlu olduğu, hava sıcaklığının eksi kırk dereceyi bulduğu bölgede çalışmalar, Mayıs ayında başlıyor, 29 Ekim günü göndere bayrağımızı çekip  İstiklal Marşı’mız söyledikten sonra son buluyordu. Kalfada ana firmanın kadrolu elemanı olarak orada bizlerleydi.

Nedense beni çok sever, bir gün çok büyük işler yapacaksın abla diye bana moral verirdi. Dünyanın bir ucunda iş yaparken, her konuda bize yardımcı olmaya çalışırdı.

Kalfanın hikayelerini anlatmadan önce o zamanın Rusya’sından  söz etmem gerekiyor. Prestroykanın ilk yılları. Parlemento Binası saldırıya uğrayalı bir yıl olmamış, ülke eski ile yeni arasında dalgalanır halde. Sosyalizme inananlar ile sistemden çaldığı paraları daha da çoğaltma derdinde oligarkların çekişme dönemi.

Sibirya’ya gitmek için, ilk önce THY ile Moskova’ya gidiliyor, bazen bir gece Moskova’da ki şantiyede kalınıyor, sonrada Tupolev’in uçaklarıyla Irkutsk'a uçuluyor.

THY ile uçarken Rusların bavul turizmi diye bildiğimiz İstanbul’dan topladıkları çul çaput, uçak personeli ile yolcular arasında tartışmaya neden oluyor. Baş üstü dolaplarına sığmayan hurçlar geçiş yollarını kapatıyor, kavga dövüş, hurçlar boş koltuklara sığdırılmaya çalışılıyor. Pasaport kontrolünde biz Türkler ayrıcalıklıyız. Alman, İngiliz vatandaşları sırada beklerken bizi ayrı kuyruğa alıp çabucak geçiriyorlar. Gümrükte kendi vatandaşlarına özellikle ağır bavul ve hurçlar ile gümrükten geçmeye çalışan kadınlara karşı çok kaba davranıyorlar.

Irkutsk’a, giderken Tupolev’in uçakları, kuyruk piste ha değdi ha değecek diklikte kalkıyor,  inerken de baş aşağı çakıldık çakılacağız diklikte zınk diye iniyorlar. Uçağın içindeki geçiş yollarında koliler, küçük valizler normal karşılanıyor. Hostesler kolilerin üzerinden atlaya zıplaya servis yapmaya çalışıyorlar. Yemekler çok kötü. Bir keresinde tavuk veriyorlar. Tavuk resmen kendini bize yedirmiyor. Daha sonra ki gidişlerde, bir bardak şarap içip uyumayı tercih ediyorum. Koltuk araları çok dar, sağıma soluma şişman Rus erkekleri denk geliyor, aralarında büzülüp sekiz saat uçmaya ancak içip, sızarak dayanıyorum.

Bir keresinde uçak Omsk’a iniş yapıyor. Yakıt ikmali yapılacakmış, hepimizi uçaktan indiriyorlar. Bize “in turist” diyorlar. Bizim biletlerimiz Rusların ödediğinin iki katı. In turist statüsündeki beş kişiyi alıp mihmandar eşliğinde VIP salona götürüyorlar. Havaalanının terminal binasının yerleri beton, zemin  yer yer çökmüş, çöken yerlere su birikmiş, su birikintilerinin üzerinden atlayarak VIP salona giriyoruz. Salon köy odası konforunda, yerler halı kaplı, nenem zamanından kalma koltuklar ve televizyon var. Rusya’nın orta göbeğinde televizyonun üzerinde BEKO yazıyor. Nasıl hoşumuza gidiyor, nasıl gururlanıyoruz.

Bir diğer gidişte, uçakta uyurken hostesin anonsuyla uyanıyoruz, Ulan diye bir kelime yakalıyorum. Ortak da yanımda, “Kalk ortak kalk uçağı Ulan Bator’a kaçırdılar galiba” diyorum. Neyse çok geçmeden durumu anlıyoruz. Hostes “Irkutsk tuman”diyor.  Tuman, duman demek. Irkutsk’da havaalanı çok sisliymiş. O nedenle Moğolistan’ın Ulan Ede havaalanına inmişiz. Uçağı boşaltıyorlar. Karnımız acıkıyor. Havaalanında Ruble geçmiyor,  Dolar geçmiyor, yalnızca Mark kabul ediliyor. Bekleme süresi uzayınca Almanlar bize Mark bozuyorlar. Böylece çay kurabiye alabiliyoruz.

Bazen de Moskova’dan Irkutsk’a giderken havaalanında bekleme süresi çok uzayabiliyor. Bir keresinde sekiz saat bekliyorum. Şoförümüzün yanında bulunsun abla diye verdiği bisküviler bitiyor. Terminalde Rusların açtığı tezgahlardan birinden kurabiye alıyorum. Kurabiyeyi alır almaz, uçağa çağrılıyorum. O günden beri bir yerde bekleme sürem uzadığında ya su, ya da yiyecek bir şey alıyorum. Burada yiyecek ekmeğim, içecek suyum var diye düşünerek, yiyip içmeden gidemiyorum.

Uçağın gecikme nedeni de mahkum taşınacakmış. O nedenle beklenmiş. Sibirya hala mahkumların gönderildiği, romanlara konu olan sürgün yeri. İkinci Dünya savaşında Alman esirlerde buraya yollanmış. Bizim yenilenmesinde çalıştığımız rafineriyi de zamanında Alman esirler yapmış.

Ortak ile bir ay o, bir ay ben olmak üzere dönüşümlü olarak gidip geliyoruz. Bazen de birlikte gidip ya o ya da ben kalıyoruz. İlk yıl Moskova’dan Türkiye’ye dönmek çok eziyetli oluyor. ENKA firması yıkılan parlamento binasının yapım işini almış, işi tamamlamak üzereyken THY larının bütün koltuklarını tutmuş. Türkiye’de işler var, dönmem lazım, şoföre “Beni bir havaalanına götür, orada aktarmalı bilet bakayım” diyorum. İnternetin olmadığı yıllar.

Havaalanı’nda ki tüm hava yolu şirketlerini dolanıyorum, bilet yok. Bir ara kulağıma Antalya sözü çalınıyor. Şoför “Yok abla Almati” diyor. “Git bir sor" diyorum. Çağrının yapıldığı uçak charter uçağıymış ve Antalya’ya gidiyormuş. Son üç kişi diyorlarmış. ”Abla yanında yüz dolar var mı diyor?”  “E var ne olacak?” hamal kılıklı bir adama yüz doları ve bavulu veriyorum” Adam parayı ve bavulu alıp gidiyor ve elinde biletle dönüyor. Beni uçağa götürüyor. Uçak iki katlı, içinde asansör bile var. Uçaktaki şortlu adamlar, askılı elbiseli kadınlar Antalya’ya tatile gidiyor, ben Sibirya’dan gelmiş kazaklı, botlu kadın epey dikkat çekiyorum.

Antalya havaalanında dış hatlardan çıkıp iç hatlara gitmem lazım. O zamanlar dış hatlar ile iç hatların arası bayağı bir mesafe.  Elimde bavul Antalya’nın sıcağında yürüye yürüye ölmek üzereyken iç hatlara ulaşıyorum. THY kontuarında ki hanımlar yüzüme hayretle bakıyorlar. “Sibirya’dan geliyorum, İzmir’e gitmek istiyorum” diyorum. “Tamam diyorlar, siz bir tuvalete gidip üstünüzü değiştirin, elinizi yüzünüzü yıkayıp kendinize gelin, biz bileti hallederiz diyorlar” THY’larındaki canım hanımlar beni ekonomi parasıyla Antalya’dan İstanbul’a, İstanbul’dan İzmir’e business bölümünde uçuruyorlar.

Birazda o zamanki Sibirya’da ki hayattan bahsetmek istiyorum. Daha önceden de söylediğim gibi Prestroyka’nın ilk yılları. Magasin denilen marketlerde hiç bir şey yok. Boş raflarda bizim Türk firmaları göze çarpıyor. Bir rafta, Dalan sabunları, altında birkaç Ülker bisküvisi, süt, yumurta ve de Efes Bira. Şehirde bira tankerlerle satılıyor. Tankerlerden satış, ahalinin getirdiği naylon torba, ya da plastik kaplara doldurularak yapılıyor. Şişede satılan Efes Bira büyük lüks. Bir keresinde hafta sonu eğlencesi için, -oranın tabiri ile banket- magasinden iki kasa bira almak istiyorum, kasadaki hanım, içerden yetkiliyi çağırıyor, verdiğimiz ruble sıkı sıkı kontrol ediliyor ve hanımın tezgahın üzerinden alıp kaçmayalım diye sıkı sıkı sarıldığı kasalar bize zorlukla bırakılıyor.

Sibirya günleri, kış gelmeden işleri bitirmek için, uzun çalışma saatleri ile çok stresli  geçiyor. Rus personel ve yetkililer ile iletişim, Türkçe, İngilizce, Rusça ve geriye dönüşü Rusça, İngilizce, Türkçe olarak gerçekleşiyor. İlerleyen günlerde “Dil dile değince dil öğrenilir” sözünü doğrularcasına kız arkadaş edinen işçiler Rusçayı derdini anlatacak düzeyde öğreniyorlar. Böylece Ruslar ile direk anlaşmaya başlıyorlar. Benim ve tercümanın işi kolaylaşıyor.

Ertesi yıl tekrar işe başladığımızda ekip Sibirya’ya alışmış, az çok Rusça öğrenmiş vaziyette. İşçilerin çoğu sosyalleşmiş, birer kız arkadaş edinmiş, işçi koğuşu yerine, kız arkadaşlarının evinde kalmaya başlamışlar. Bu arada nahoş hadiselerde olmuyor değil.

İşçiler kendi çaplarında ticarete bile girişmişler. Türkiye’den getirdikleri çul çaputları pazarda kız arkadaşlarına sattırıyorlar, kazandıkları üç beş kuruşu paylaşıyorlar. Deri ceket getirenler, ticarette üst seviye sayılıyor. Satışı da Azeriler vasıtası ile yapıyorlar.

Günlerden bir gün deri ceket satışında anlaşmazlık çıkıyor, içki sofrasında birbirlerine giriyorlar. Bizim işçinin kafasını merdiven basamağına vura vura kafasını dağıtıyorlar. Gerekçe de hazır, kız arkadaşıma sarktı. Cenazenin Türkiye’ye gönderilmesi, karakol ifadeleri şantiyeyi epey meşgul ediyor.

İlk geldiğimizde  şehrin Emniyet müdürü bize konuşma yapmıştı. “Bir Rus size vurursa sakın karşılık vermeyin, yere yatıp ölü taklidi yapın, kımıldarsanız, kımıldamaz hale gelene kadar size vururlar” demişti. 

Bir başka gün kafa göz dağılmış vaziyette bir başka işçi  şantiyeye geliyor. Ne oldu diye sorduğumda “Abla bu komünist karıların alayı o…., şapkayı gören girmez derlerdi doğruymuş” diyor. Hele anlat dediğimde anlatmaya başlıyor. Efendim kız arkadaşı ile güzel güzel anlaşırken, aynı anda bir başka hanıma yeşillenmiş bizimki. Rus hanımlarda biriyle birlikteyken, bir başkası ile birlikte olmazlar, ama sizin bir yamuğunuzu gördüklerinde bitirir, kendilerini özgür sayarlar, yeni ilişkilere yelken açarlar. Yok öyle sen ona buna hoplayıp zıplayacaksın, kadın senin yoluna gözleyip sadakat gösterecek. Oğlum bu ülkede devrim olmuş, kadın erkek eşitliği sağlanmış, eğitimde ileri düzeydeler, sen kim oluyorsun da aynı anda iki dalda tünemeye kalkıyorsun.

Neyse bizimki kadının evine gidiyor, kadın “Ben seni istemiyorum” diyor. Bizimki birkaç gün kadının aleyhinde atıp tutuyor, sonra da kadına olan özlemi ağır basınca kadının kapısına dayanıyor. Kadın da bu arada yeni bir erkek arkadaş edinmiş. Bizimki kapıya dayanınca yeni arkadaş bizimkini bir dövüyor, kafa göz dağılması ondanmış. “Oh olsun” diyorum. Çalışamadığı günlerin parasını kesiyorum. Hatta yemek, yatak parasını da kesiyorum. Gıkını çıkaramıyor. İlk postada da memlekete gönderiyorum.

Bu arada hanımlardan biri beni evine davet ediyor. Bizim mühendislerden birinin kız arkadaşıymış. Tercümanı alıp gidiyorum. Hanımın birkaç kız arkadaşı da gelmiş, uzun bir sofra kurmuşlar, varlarını yoklarını ortaya koymuşlar. Bir tabakta iki adet turşu, bir başkasında üç adet lahana. Ev dökülüyor, evler devletin olduğu için kira ödemiyorlarmış, Sovyetler dağıldıktan sonra da evlerin bakımını yapan olmamış, içinde oturanlarda saldım çayıra mevlam kayıra vaziyetindeler. Yokluk  her yerde kendini belli ediyor. Yemeğin ilerleyen saatlerinde votka şişeleri devrildikçe hanımlar efkarlanarak Rusbesk  şarkılar söylemeye başlıyorlar.

Tercümana bir şeyler söylüyorlar. Tercüman çeviriyor. “Madam, biz kadın olsun erkek olsun birisiyle birlikteyken bir başkası ile olmayı ahlaksızlık sayarız. Oysa sizin erkekleriniz burada bizimle birlikte oluyorlar. Sonra memlekete gidip karılarıyla birlikte oluyorlar, bu nasıl oluyor? Eşleri yokken hanımlarda Türkiye’de başkası ile mi birlikte oluyor?” diye soruyorlar. “Hanımlar bizim erkeklerimiz or…u, ama hanımların bir şey yaptığını sanmıyorum” diyorum. Bizde feodal düzen devam ediyor. Devrimi yapamadık bacılar.

İşçiler ile akşam saatlerinde sohbet ediyoruz. “Bakın diyorum, bir zamanlar İzmir’de Nato’da  görevli Amerikalı askerleri pek revaçtaydı. Evlenenler olduğu gibi, kızlarımızdan biri de –adını hala hatırlarım Mesude- öldürülmüştü. Biz şu anda Sibirya’da Amerikalı askerler gibiyiz. Dolar kazanıyorsunuz, buradaki yoksulluk içinde insanlara av olmayın” diyorum. İşçilerden biri “Abla burada yoksulluk yok, devlet bunlara her şeyi vermiş, evleri var, sıcak suları var, kaloriferleri var. Herkes yüksek okul ya da üniversite mezunu. Benim köyümde daha elektrik bile yok, bunlar hırgızlık etmiş, çalışmamışlar” diyor.

Haklı olduğu yer çok, insanların eğitim seviyesi gerçekten çok iyi. Her fırsatta bol bol kitap okuyorlar. Tramvayda, ayakta seyahat ederlerken, şoförlüğümü yapan çocuk, beni bir yere bıraktığında beklerken, hep ellerinde kitap var. Şehir kütüphanesini merak ediyorum neler var diye. Nazım Hikmet ve Aziz Nesin’i görünce gözlerim yaşarıyor. Rusçayı değilse bile Kiril alfabesini söktüğüm için kitap sırtlarını okuyabiliyorum. Tolstoy’un “Diriliş” adlı kitabını bile buluyorum. Burada adı “Yeniden Doğuş”.   

Moskova’dan, denetlemeye birinin geleceği söyleniyor. Bizim elektrik mühendisi ağabey, Dağıstanlı, çokta güzel Türkçe konuşuyor. Kendisi parti üyesiymiş. Gelecek kişinin de parti üyesi olduğunu söylüyor. Dağıstanlı ağabey, benle yaptığı tartışmalar sonucunda, benim parti manifestosunu kendinden iyi bildiğimi söylüyor. Akşam büyük odalardan birinde toplanılmış, beni de çağırıyorlar.

Moskova’dan gelen partili ile tanıştırıyorlar. İçkinin de verdiği samimiyet ile parti öz eleştirisi yapılıyor. Dağıstanlı ağabey, “Ülkeyi dışarıya bu kadar sıkı kapatmayacaktık, bir naylon çorap bile arzu nesnesi oldu” diyor. Moskova’dan gelen üye, asıl hatanın silah ve uzay yarışına bu kadar çok para harcanmayacaktı, asıl yoksulluğun nedeni bu diyor.” Bense, ”Adına Proleterya Diktatörlüğü dediniz, her ne nam  altında olursa olsun, diktatörlük, zora dayanır. Zor da dağılmanın ebesidir” diyorum.  Bu lafı Stalin zamanında söylesem, kurşuna dizerlerdi, neyse ki Prestroyka var.

Şantiye da akşamları kağıt oynuyor, fıkra anlatıyor, işin baskısında kurtulmaya çalışıyoruz. Beni de kız birader saydıklarından yakası açılmadık fıkralarda anlatılabiliyor. Ben de Rusya’ya gidiyorum dediğimde bir arkadaşımın anlattığı fıkrayı anlatıyorum.

Fıkra bu ya, Moskova’da iş görüşmesine gelen bir vatandaşımız, otelde kayıt yaptırırken resepsiyondaki görevli, otelin başka hizmetlerinden yararlanmak isteyip istemediğini soruyor. Yani odasına kadın gönderebileceğini söylüyor. Bizim ki teklife atlıyor ve kendince güzel bir gece geçiriyor. Sabahta otelden ayrılırken kendisine bin dolar ödeme yapılıyor. Bizimkinin ağzı kulaklarında, geceyi birlikte geçirdiği hanımın çok memnun kalıp parayı ödediğini düşünüyor. Bu iş bu kadarla kalmıyor, ülkeye döndüğünde arkadaşlarına ballandıra ballandıra anlatıyor. Gel zaman git zaman, olayı anlattığı arkadaşlarından birinin yolu da Moskova’ya düşüyor. O da aynı otele gelip kayıt yaptırıyor. Aynı hizmet ona da sunuluyor. Sabahleyin hesap kesmeye gittiğinde kendisine 100 dolar ödeniyor. Bizimki hemen itiraz ediyor. “Neden bin yerine yüz ödeniyor? Kimi Kandırıyorsunuz? Arkadaşıma ödediğiniz rakamı biliyorum, benim eksiğim ne?” diye kafa tutuyor.

Resepsiyondaki görevli kayıtlara bakıyor. “Haklısınız” diyor. “Arkadaşınıza bin dolar ödedik, arkadaşınızın eylemini tüm Moskova’ya yayınladık, sizinkini ise kapalı devre sadece otel içinde yayınladık” diyor. Herkes gülüp geçerken, taşeron arkadaşlardan biri hiç gülmüyor, “Öyle bir şey mümkün mü abla?” diyor. “Tabi mümkün, sen KGB’yi ne zannediyorsun,  her şey onların kontrolünde” diyorum.” Kimin ne yaptığını bildikleri gibi ne yapacağını bile biliyorlar” diyorum. “Rusya’ya girerken hepinizden AIDS testi istendi. Bir tek benden ve diğer mühendis hanım kızdan istenmedi. KGB bizim bir halt yemeyeceğimizi biliyor. Sizin ne olduğunuzu KGB bile biliyor” diyorum. Düşünceli bir şekilde odasına gidiyor.

Çocuklar, “Abla amma işlettin adamı, biz bile inanacaktık “ diyorlar. Bu arada arkadaşlardan biri, odadan ayrılan taşeron arkadaşın kaldığı odada kız arkadaşı ile gecelediğini ağzından kaçırıyor.

Ertesi gün akşam şantiyeden döndüğümüzde kapıya bir ilan asıldığını görüyoruz. İlanı tercüme ediyorlar. “Lütfen odalardaki yangın alarm dedektörünü sökmeyin” Bizim taşeron arkadaş, odada kayıt cihazı aramış, olsa olsa budur diyerek yangın alarmını sökmüş.

Sibirya’da çok hoş anılarda birikiyor. Mühendis ağabeylerden biri, “Sibirya’ya alışıp alışamadığımı soruyor. “Alıştım, alıştım ama, sabahları Dobra Utra  diye uyandırılmak hiç hoşuma gitmiyor” diyorum. Sabah sabah dünyanın bir ucunda oluşum, eşimden oğlumdan ayrı kalışım kafama kakılıyor gibi geliyor. Ertesi sabah telefon çaldığında ahizeyi kaldırıyorum.  “Gunaydın” diye bir ses çınlıyor kulağımda. Günaydın yerine, gunaydın da dense, bu incelik çok hoşuma gidiyor. “Spasiva” deyip kapatıyorum.

Sabahları, misafirhaneden şantiyeye Rus personelle beraber aynı servise binerek gidiyoruz. Sabah sabah radyoda çalan Rusça şarkılar dinleyerek, camdan Sovyet tipi binaları ve taygaları seyrederek giderken, mühendis arkadaşlardan biri bana dönüp   “ Abla Allah var ve bizle dalga geçiyor” diyor.” Neden?”diye soruyorum. “Abla on sene önce bize Rusya ‘da hem de Sibirya’da çalışacaksın, Ruslarla aynı otobüste işe gideceksin deseler, hadi oradan derdik” diyor. Ben de “O da bir şey mi?” diyorum. Bizim kaldığımız misafirhanenin yenileme inşaatını yapan ve de yapmaya devam edenler Çinliler. “On sen önce Çinliler Rusya’ya çalışmaya gidecek dense, üniversitede millet birbirine kafa göz dalardı” diyorum. Dünya hızla değişiyor, bildiğimiz ne varsa hızla eskiyor.

Mühendislerin kaldığı odalarda televizyon var. Akşamları Amerikan filmleri oynatıyorlar. Film İngilizce ama arkadan tek düze bir ses simultane olarak Rusçaya çeviriyor. Dublaj, alt yazı hak getire. Daha önce seyretmiş olduğum bir film olursa seyredebiliyorum, yoksa tek eğlencem kitap okumak. Kaldığım üç yıl boyunca bir türlü Türk televizyonlarını seyredecek anten sistemi kurulamıyor. Oysa Moskova’da ki şantiyelerde herkes rahat rahat Türk kanallarını seyredebiliyor.

Şantiyede futbol meraklıları var. Arada bir kendi aramızda maç yapıyoruz. Üniversitede basketin yanı sıra futbol oynamışlığım var. Takımda bende kendime yer buluyorum. Bizim antrenör Angarsk şehir takımı ile dostluk maçı bağlamış. Ruslarla maç yapacağımız için çok heyecanlıyız. İşten sonra ciddi ciddi antrenman yapıyoruz.

Maç günü şehir stadına gidiyoruz. Rusya’nın bir ucunda bizim büyük şehirlerde görebileceğimiz bir stat. Sahaya çıkıyoruz, karşı takımı görünce ben değil yedek kulübesinde oturmak, tribüne çıkıp oturuyorum. Adamlar hem en hem de boy olarak gelişkinler. Bizim takım yanlarında, kedinin yanındaki fare gibi kalıyor.

Tribünde bizim kontroller hatta Kombinat’ın başı olan büyük patronda var. Maç oynanırken votka şişeleri ortaya çıkıyor. Bildiğimiz su bardağı dolusu votka elden ele bana geliyor. Patron yollamış, içmemek çok büyük saygısızlıkmış. Bir bardak votkayı içiyorum ama, boğazım, midem nasıl yanıyor. Köpek içse ölür. Halk arasında adı zaten “Köpek Öldüren” miş. Bugün ölmezsem bir daha ölmem. Statdyum gözümün önünde yan dönüyor. Ayağa kalkıyorum. Yanımdaki mühendis arkadaş “Ne oldu diyor?” “Stadı düzeltmeye çalışıyorum” diyorum. Maç devam ediyor. İlk yarı 6-0 bitiyor. Angarsklılar bile bizim takımı tutmaya başlıyor. Allahtan karşı takım oyunu gevşetiyor, yoksa 20-0 olacağız.

İkinci yarı bir gol atmamıza izin veriyorlar. Adı üzerinde dostluk maçı. Maç 8-1 bitiyor. Forma bile değişiyorlar. Karşı takımın formalarının içine bizimkilerden üç kişi sığar. Adamlar o cüsse ile nasıl koşuyorlar, nasıl güzel oynuyorlar, görmek lazım.

Ben ise midemin ve baş dönmesinin derdindeyim. Çoluğa çocuğa rezil olmadan odama gideyim başka bir şey istemiyorum. Otobüse nasıl bindim, odaya nasıl vardım bir de bana sorun. Bir de hava soğuk üşümüşüm. Odaya gidince hayatımın hatasını yapıyorum. Sıcak duşa giriyorum. Duştan çıkıp, giyinmem ve kendimi yatağın üzerine atmamla film kopuyor. Sabah uyandığımda oda soğumuş, ben üstüm açık yatmışım ve kaskatı olmuşum. Sürünerek banyoya gidiyorum. Saç kurutma makinası ile boynumu, kollarımı açıyorum. O günden sonra sırtıma musallat olan ağrı, hayat boyu başıma bela oluyor.

Şantiyede yemekler bizim damak tadımıza uygun çıkıyor. Rus personelde bizle beraber yiyor. Önceleri, mühendislerin oturduğu iki masaya beyaz örtü örtülüyor. Sonra bizim işçiler burada mühendis işçi ayırımı yok, ya sizde bizim gibi örtüsüz masada yiyin, ya da bizim masalara da örtü örtün diye söylenince örtüler kaldırılıyor. Benim için hava hoş, ben zaten işçilerle yiyorum.

Sibirya mahrumiyet bölgesi. Un, bulgur, mercimek, pirinç, kahvaltılık malzeme Trek Turizmden kiralanan kargo uçakları ile Türkiye’den geliyor. Yerel halk lahana ve patates ile besleniyor. Kapuska ve kartoşka ikilisi. Süt bedavaya yakın, çocuklar için ise ücretsiz veriliyormuş. Yumurtada çok ucuz. Lüks sayılan tek şey dondurma, o biraz pahalı.

Et tedariki için bir çiftlik ile anlaşma yapılıyor. Her gün şantiyeden iki kişi dana kesmeye gidiyor. Sıra alüminyum ekibine gelince, onlar kesime gitmeyi reddediyor. Şehirli çocuklar, ne anlar dana kesmekten. Bu böyle olmaz deyip Türkiye’den kasap isteniyor.

Burada hırsızlık çok yaygın. Ortada en ufak bir şey bırakmaya gelmiyor. Anında yok oluyor. Bu çalıp çırpma işine de “Ali Baba” diyorlar. Demir kapılar için hırdavatçılar çarşısından özene bezene aldığım kapı kollarından ikisi takıldığı gün çalındı. Güzelim kapı kollarını doğramaya kaynaklamaya başlıyoruz, yoksa başa çıkamayacağız.

Çelik için kullandığımız boyalar iki bileşenli. İki bileşen karıştırıldıktan sonra dört saat içinde kullanılması gerekiyor. Bizim arkadaşlardan biri boyayı hazırlayıp tuvalete gidiyor, döndüğünde bakıyor ki boya kovası yok. “Oh iyi oldu abla. Akşam eve götürdüğünde donmuş boya hiçbir işine yaramayacak, bir daha yapmazlar” diyor.

Evlerin önündeki galvaniz saçtan yapılmış kulübeler görüyorum. Depo sandığım kulübeler meğer, arabalar içinmiş. Arabaları bile kaşla göz arasında götürüyorlar. Kısa duraklamalarda bile direksiyon kilidi takılıyor.

Rusya’da kaçınılmaz olarak bizimkiler ile Sibiryalı hanımlar arasında  kadın erkek ilişkileri gelişiyor. Önceleri bu kız arkadaş işine çok karşı çıkıyordum. Dünyanın bir ucuna üç kuruşun peşinde çalışmaya gelmişler, çoluğun çocuğun rızkını burada döküp saçıyorlar diye çok kızıyordum. Zaman içinde gördüm ki hem iş verimleri artıyor, hem de eğitiliyorlar. Ceket tutmayı, eve giderken çiçek almayı, mutfağa girip salata yapmayı, hatta sevmeyi belki de sevişmeyi öğreniyorlar. Bu da işin doğasında var, en azından memlekete döndüklerinde karılarını dövmezler, bu durumun karılarına bile faydası olur deyip normal karşılamaya başlıyorum.

Uçakta dönerken bizim vinç operatörlerinden biri uçakta ağlamaya başlıyor. Adamı görsen 0,1 ton ağırlığında bir babayiğit, çocuk gibi ağlıyor. Kendisini pazarda kendisi gibi 0,1 ton ağırlığında bir hanım ile görmüştüm. Hanım da vinç operatörüymüş. Burada kadınlar sıva yapıyor, vinç kullanıyor, tramvayı sürüyor, eline koca demiri alıp tramvay hattını değiştiriyor, marangoz atölyesinde  çalışıyorlar. Hepsi de tertemiz giyimli ve dudaklarında da ruj eksik değil. İş hayatında kadın erkek ayrımı yok.

Rusya’yı ayakta tutan kadınlar. Erkekler ne mi yapıyor? İçiyorlar, sabah akşam içiyorlar. Gelelim bizim ağlayan arkadaşa. Neyse adamcağıza bir şey oldu zannediyoruz. “N’oldu abi?” diye sorunca ağzından “Ben şimdi kime ya tebya lyublyu diyeceğim” sözleri dökülüyor. Türkçe de   seni seviyorum diyemiyen diller Rusça da bülbül kesiliyorlar. Bize bile söylerken, seni seviyorum diyemiyor.

Kombinatta verilen yemeklere  bizimkiler kız arkadaşlarını getirmeye başlıyorlar. Bizimkiler kız arkadaşlarıyla dans bile ediyorlar. Kaynak ustası vals yapıyor, forklift operatörü vallahi rock on roll yapıyor. Ne demişler “Eğitim şart”.

Gece ilerledikçe su gibi içilen içkiler kendini gösteriyor. Ruslar dışarda ayazda merdivenlere yatıyor, tuvalet önlerinde sızıyorlar. Tuvalete giderken üstlerinden atlıyoruz. Benim midem votkayı kaldırmıyor. Bir bardak votka önümde durup duruyor. Gecenin sonunda minibüslere biniyoruz. Şoföre kaset veriyorlar. Karışık kaset. Burada en çok Erkin Koray kasetleri seviliyor. Tarkan’ın şarkıları ise gece kulüplerinde söyleniyor.

Minibüs Angara nehri kıyısında ilerlerken nehrin donduğunu görüyoruz. Angara nehri, Baykal gölünü besleyen ana nehirlerden biri. Minibüsü durdurup arabadan inip göle koşuyoruz. Arabadan Fatih Kısaparmak’ın söylediği Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun “Karadut” şarkısı geliyor.” Karadutum, çatal karam çingenem vay” diye bizde şarkıya eşlik ediyoruz. Donmuş nehirde kayıyoruz. Bu arada patenle kayan Ruslar yanımıza geliyorlar. İçlerinden bir tanesi beni iki kolumdan tutup buz üzerinde kaydırıyor. Bir Sibirya gecesinde ben ayağımda botlar ile buzda dans ediyorum.  

Arada bir hoş olmayan durumlar olmuyor değil. Memlekete dönerken, kız arkadaş ile çekilen resimleri bavuluna koyma hatasına düşenler oluyor. Türkiye’de erkek eve dönünce bavulunu ya karısı açıyor, ya da annesi. Anneler hadi neyse de karısı açtığında resmi bulan benim büroda soluğu alıyor.

Kadınların en çok üzüldüğü şeyler, evde kaybettiği sandığı yüzüğünü resimde Rus hanımın parmağında görmek, kaybolan deri ceketini Rus hanımın sırtında görmek. İlk şok ile hepsi boşanmak istiyor. “Abla sen olsan ne yapardın?” diyorlar.

“Ben böyle bir durumda ne yaparımın cevabını yıllar önce Türkiye’nin en zor üniversitesini bitirip ekmeğimi kazanarak vermişim. Bir daha adamın yüzüne bakmamak kaydıyla işi bitiririm” diyorum. “Sizin de yapacağınız işler vardır. Çalışan yüzlerce kadın evde yemek yapacak, çocuklarına bakacak yardımcı arıyor, sizde bir işin ucundan tutar, bir yandan çalışır, diğer yandan nafaka alır,  çocuklarınıza bakarsınız” diyorum. Hiçbir kadın buna cesaret edemiyor, evde oturmak, ihaneti sineye çekmek kolaylarına geliyor. “O zaman susun diyorum, sonsuza kadar susun ve de benim başıma gelip sızlanmayın.

Bir arkadaşımızı kız arkadaşı ile birlikteyken kalp krizinden kaybediyoruz. Herkesin morali çok bozuluyor. Ölüm olunca insan önce kendini düşünüyor. Şantiyedekiler arkadaşımız için üzülseler de yüzlerinden anlıyorum ki aynı şey başımıza gelirsenin endişesi var. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor. “Kardeşler boş verin, hepinize Allah böyle ölüm nasip etsin, arkadaşımız mutlu öldü diye teselli bulun “ diyorum. Akıllarından geçen dillenince kendilerine geliyorlar. Yapılacak çok iş var. Arkadaşımızın eşyaları toplanacak, cenaze ile birlikte Türkiye’ye gönderilecek.” Dikkat edin” diyorum. “Bavulda resim falan olmasın” Bavula dantel çamaşırını koyan kız arkadaş bile gördük. “Kadın kadının kurdudur” demişler. 

 Rusya’da kadın erkek eşitliği sağlanırken, sınıfsız toplum içinde uğraş verilmiş. Bu nedenle mühendis ile işçi bir tutuluyor. Rus kızları da bu nedenle, bu mühendis, bu işçi diye ayrım yapmadan gönlünün istediği ile birlikte oluyor. Bu arada evliliklerde oluyor. Mühendisi seçen şanslı, Türkiye’de alıştığı konforu bulabiliyor. Kaloriferi sıcak suyu olan evde oturabiliyor, istediği gibi giyinebiliyor. Gerçi giyimden pek anladıkları söylenemez. Kırmızı kazağın altına mor etek, ördek yeşili kazağın altına fuşya pantolon giyebiliyorlar. Hele bantlı pabuçları çorapla giymeleri yok mu anlamak mümkün değil.

İşçi ile evlenen kız ise, Bitlis’in bir köyüne gelin gidebiliyor. Çeşmeden eve su taşımaya, ocakta odun yakmaya birkaç ay dayandıktan sonra ne yazık ki geriye dönüyor. Aşk aşk da, aşk da bir yere kadar.

Kursk şantiyesinde bir problem olmuş. Ortak ile beraber durum tespiti için gitmemiz isteniyor. Moskova’dan Kursk’a tren ile gidiyoruz. Rusya’da ray araları 1,520 mt, Oysa bizim ülkemizde 1,435 mt olan standart ölçü kullanılıyor. O nedenle arada ki 10 cm, vagonlarda bir metreye yakın genişlik sağlayabiliyor. Bütün gece yol gidiyoruz. İki kanepe ortasındaki masada  çay takımı var. Gümüş taklidi zarflar içinde porselen çay takımı. Havlu ve peçete için ayrıca cüzi bir miktar bedel ödeniyor. Parayı ödediğimiz hanıma üstü kalsın diyoruz. Bir telaş paranın üstünü verip yanımızda kaçarcasına ayrılıyor. Bahşiş bile almaya çekiniyorlar. Peçeteler ve havlular kanaviçe ile işlenmiş.

Kursk’ta ki şantiyede akşam düğünümüz var deniyor. Bizim güney-doğu illerinden bir delikanlı postanedeki hanım kızın gönlünü çalmış. Gelin kızımız beş aylık hamile. Düğünde kızımız çok rahat, arkadaşları ile gülüp oynuyor. Bizim kara yağız delikanlı sanki kendi hamile kalmış gibi mahcup, başı önünde, durmadan terini siliyor. Sonradan öğreniyorum ki hanım kızı aile kabul etmemiş, doğan çocuk oğlan olduğu için çocuğu alı koyup kızı göndermek istemişler.  Bayağı diplomatik kriz çıkmış, sonunda kızımız çocuğu alıp ülkesine dönmüş.

Sovyet rejimi, herkes için tek çizgi çekmiş. Asgari konforu sağlamaya çalışmış. İşçisi de memuru da, teknik personeli de aynı şartlarda yaşıyor. Okul, hastane, barınma ücretsiz. Yazları on beş gün daça denilen yazlıkta kalma hakları var.

Aslında kültür olarak benziyoruz. Irkutsk’da ki Etnografya Müzesi’ni gezdiğimde bunu daha iyi anlıyorum. Ucu dantelli perdeler, kanaviçe yastıklar, örgü kazaklar. Sanki bir Anadolu kasabasındaymışsınız hissi veriyor.  

Şantiyenin sabah 8:00 akşam 8:00 temposunda çalışırken, çalışanlara nefes aldırmak için on beş günde bir verilen Pazar tatilinde aktiviteler düzenleniyor.

Birinde Baykal gölünde tekne gezisi yapıyoruz. Tekneden indikten sonra, kamyonla şantiyeden taşınan masa, sandalyelere oturuyoruz, mangalda pişen etleri afiyetle yiyoruz. O arada karşı dağda beyaz upuzun üç adet  nesne ilerliyor. Dikkatle bakınca bunların roket olduğunu görüyoruz. Ruslar bunların nükleer başlıklı füzeler olduğunu ve dağların içindeki hangarlarda muhafaza edildiğini söylüyor.     "Bunlar böyle arada bir gezmeye mi çıkıyorlar?” diye soruyorum. Gülüyorlar. Muhtemelen Kazakistan’da yeni üretilenlerden olduğunu söylüyorlar. Ne yani dünyanın korkulu rüyası bu füzeler üç bin kilometreden fazla yolu böyle, güpegündüz milletin gözü önünde tıngır mıngır mı taşıyorlar? Biz bu felakete bu kadar mı yakınız? Hele röntgen ile kaynak ölçümü yapan ekip havada çok fazla radyasyon var deyip duruyordu. Kanser olmasak bari.

Gelelim bizim kalfa ile olan hikayelerimize. Bir gün şantiyede mühendisler odasında otururken, makine mühendisi ağabeyimiz kapıyı aralayarak “Çocuklar, 1 angström ne kadar eder? diye soruyor. Sene 1994 internet yok, herkes birbirine soruyor, hatırlayan yok. Birkaç dakika sonra angströmü soran ağabey geri geliyor. Çocuklar 1 Angström çok küçük bir birimmiş, bir milyon angström anca 0,1 mm ediyor diyor.

Dışarı çıktığımda kalfaya denk geliyorum. “Gel gel hele” diyorum “Buyur abla diye” koşturuyor. “Bak ben mühendis odasına gidiyorum, birazdan arkamdan gel, rastgele birini sor. Ben sana kalfa 1 angström ne eder diye soracağım, sende bir milyon angström 0,1 mm eder diyeceksin” diyorum. Ne diyeceğini bir güzel ezberletip odaya geri dönüyorum.

Çok geçmeden kalfa geliyor, mühendislerden birini soruyor, ben de kalfaya soruyu soruyorum. Bizim artist elindeki telsizin anteniyle kafasını kaşıyor, biraz düşünüyor, “Abla 1 angström bir bok etmez, ama bir milyon angström 0,1 mm eder” deyip gidiyor.

Bizim mühendislerin hepsi şoka giriyor. Kimi okulda bir yığın lüzumsuz bilgi öğretiliyor, işe yarayanlar öğretilmiyor, bak adama şak diye cevabını verdi diyor. Kimisi de kalfanın beyin byteları boş, ne duysa hafızaya kaydediyor diyorlar. Dışarı çıktığımda kalfa milletin ne dediğini merak etmiş bekliyor. İçerdeki konuşmaları anlatıyorum. “ Sen öyle degerli bir ablasan ki, beni mühendislerin yanında onere etmişsindir” diyor. Kalfanın bana olan sempatisi bir kat daha artıyor.

Açık havada boya işleri yaparken, korkunç bir yağmur başlıyor. Bir gün, iki gün, üç gün hiç durmadan yağıyor. Bu yağmur ne zaman diner diye Ruslara soruyoruz. Allah bilirmiş, yağmur durunca da kar başlarmış. Canım çok sıkılıyor. İşler öylece ortada kalacak. Odada sıkıntı içinde otururken kalfa geliyor. “Neyin var abla ?” diyor. “Görmüyor musun yağmuru, canımıza okuyor” diyorum. “Senin itikadın yoktur abla ama bizim oralarda delikli demir okunarak yağmur kesilir” diyor. Kalfa güneydoğu illerinden birinden, şıh olduğunu söyler ama ben onun şıhlığına pek takılmam, o da benim seküler olmama takılmaz, birbirimizi idare edip gidiyoruz bir şekilde.

“Yemişim itikadını kalfa, hele söyle şu delikli demir işini” diyorum. Tarifi veriyor. Ben demiri hazırlatıyorum, dua kısmı sana ait deyip atölyenin olduğu kısma gidiyorum. Yağmurdan çalışma olmadığı için atölyede kimseler yok, sadece bizim Bişar, ortalığı topluyor. “Bişar, bana bir lama bul” diyorum. Lamadan bol ne var ki, hemen bulup veriyor. “Makineyi çalıştır delik deleceğiz” diyorum. “Yağmur mu keseceksin abla?” diyor. Bak sen Bişar’da biliyor yağmur kesmesini. “He ya yağmur keseceğim” diyorum. “Kaç delik deleyim abla?” diyor. Çocukken söylediğimiz bir bilmece geliyor aklıma. “Yedi delikli tokmak bunu bilemeyen ahmak?” “Yedi delik del diyorum” Delikler deliniyor. Bu arada kalfa geliyor. Şaloma ile ısıttığımız lamayı yerdeki su birikintisine “kes yağmur, kes yağmur, kes yağmur” diyerek batırıyoruz. Bu işlemi üç kere daha yapıyoruz. Sonra da kalfa demiri eline alıp, içinden bir dua okuyor. Duanın sonunda demiri yere bırakıyor veeee mucize oluyor, yağmur duruyor. Bir hafta yağmur yağmıyor. Biz boya işlerini bitiriyoruz. Kar yağmaya başlıyor. Başta Ruslar olmak üzere herkes şaşkın, ben herkesten daha şaşkınım, tek şaşırmayan kalfa ile Bişar.

Millet bizle dalga geçiyor.” KGB peşinizde, Rusya’nın ekolojik dengesini bozdunuz” diyorlar. O yıl Sibirya maceramız böylece sona eriyor.

Döndükten bir süre sonra kalfa İzmir’de ki büroya ziyaretime geliyor. Bir iki hoş beş ediyoruz. Ben bir yandan bir yere teklif hazırlıyor, bir yandan da kalfaya  kısa kısa cevaplar veriyorum.  “Abla bak hele beni bir dinleyesen” diyor. “Sen o işi alırsan merak etme, beni bir dinleyesen diyor”. Elimdeki işi bırakıyor, karşısına geçiyorum.

“Abla ben buralara sığamıyorum” diyor. Tanya yengemizi çok özlemiş, onsuz duramıyormuş. “Saçmalama” diyorum. “Yaşandı bitti, b….u çıkarmanın alemi yok, çoluğun var, çocuğun var” diyorum. “Abla ben şerefsiz evladı değilim, çoluğumu çocuğumu senden fazla düşünüyorum, evi onlara bırakacağım, emekli maaşımı da oğluma vekalet vereceğim onlara bırakacağım. Tanya kanıma buyruk” diyor. Vay kalfa, “”Kanına buyruk” ha. 

Tanya yengemiz, bizim iş yaptığımız rafinerinin, yani koca kombinatın mekanik işler daire başkanı, makine mühendisi, çok hoş bir hanım. Kalfa beni eve davet ettiğinde tanışmıştım. Eve giderken kalfa, yengen sever diye karanfil almış, eve gittiğimizde de mutfağa girmiş salata yapmıştı.

Tanya yenge beni çok sevmiş, oğlunun kilisede yapılan düğününe davet ediyor. Pazar günü kiliseye gidiyorum. Bizim kalfa bıyıklarını kesmiş, lacivert takım elbise giymiş, kayınpeder kadrosundan misafirleri karşılıyor. “Abla orası da Allah’ın evidir” diyor. Meryem ananın bizim dinde ki kutsallığından söz ediyor. “Bana anlatma kalfacım, Meryem Suresi’ni bende biliyorum. Kim neye inanırsa benim kabulüm, yeter ki  kimse beni zorlamasın” diyorum. Tanya yenge ramazanda  oruç tutuyor. Bunu da  kalfa ile birlikte aynı şeyi hissetmek için yaptığını, onunla birlikte sahura kalkmaktan hoşnut olduğunu söylüyor. Ey aşk sen nelere kadirsin.

Kalfa gitmeyi kafaya koymuş, baharı beklemeye niyeti yok. Ben gene de kalfaya “Bak gitmemize şunun şurasında birkaç ay kaldı, yapma etme” nutukları çekiyorum. “Ne var bu kadar vazgeçilmez olan?” diyorum.

“Bak abla sana bir şey anlatayım” diyor. Kalfa Tanya yengemiz ile birlikte yaşamaya başladıktan sonra, bir gün banyoya giriyor ki, yengemiz leğenin içinde çamaşır yıkıyor. Bizimki “Bu ne hal ? “ diyor. Kadında  “Sana söyleyemedim, çamaşır makinası bozuldu, epeydir elde yıkıyorum” diyor.

“Abla bir zoruma gitti” diyor. “Neresinden baksan ben bir işçi parçasıyım, koskoca bir kombinatın müdürü, mühendis kadın benim kirli çoraplarımı yıkıyor” diyor. Kalfa hemen makinayı tamire götürüyor, makine çoktan ölmüş, motoru yapılacak gibi değil. “Sordum buraların en iyi markası nedir?” diyor. Ariston demişler. Şantiyeden kamyoneti, yanına da parayı alıp, Irkutsk’a gidiyor. Makinayı yüklenip eve getirip, çalışır vaziyete getiriyor.

Akşam olunca yengemiz eve geliyor, kalfa hiç ses etmiyor. Kadın, banyoya girip makinayı görünce bu ne diyor? “Dedim ona ki, bu benim sana hadayamdır (hediye demek istiyor)” diyor. Kadın “Bu kadar büyük hediye olmaz” diyor. Bizimki de “Sen beni evine almışan, koynuna almışan, biz bir olmuşaz, bu sana çok değildir” diyor. Kadın fiyatını soruyor. Kalfa söylemek istemiyor, yemin billah fiyatı söyletiyor.

Ertesi günü kadıncağız eve geldiğinde çantasından bir zarf çıkarıyor, paranın yarısını veriyor. “Ben kocamda olsan bu kadar büyük bir hediyeyi kabul edemem bari yarısını ödememe izin ver” diyor.

“Abla, sen söyle, bu kadına ölünmez mi? diyor.” Buradaki kadınlar adamın ciğerini sökme derdinde, bir de onların zihniyetine bakasın” diyor. “Ne diyeyim kalfa,  devrim dediğin böyle bir şey işte. Kadın erkek eşitliği böyle bir şey, aşk, saygı böyle bir şey”

“Doğru diyon abla, Lenin bunlara çok şey vermiş ama bu namussuzlar çalışmamış, çalmış çırpmışlar, memleketlerini böyle böyle batırmışlar. Bak biz de Atatürk’ün kıymetini bilmiyoruz, göreceksin biz de batacağız” diyor. “Eh kalfa tüm bu konuşmayı Atatürk ile Lenin’e bağladın ya, sen çok yaşa” diyorum.

O yıl kalfa, Sibirya’ya hepimizden önce gidiyor. Şirket ile de konuşmuş. Bizler gelmeden önce depoyu, ambarı gözden geçirip hazırlık yapayım demiş, onlarda peki demişler.

Bizim kalfa Rusça’sını ilerletiyor, her şeyini bırakıp bir ceketini alarak eşinden boşanıyor, yengemiz ile evleniyor. Rus vatandaşı bile oluyor. Türkiye’ye dönüşümüzde Moskova’da birkaç gün kalıyorum. Bu arada bir iş için kalfada geliyor. Gelmişken Kızıl Meydan’a gidelim diyoruz. Şantiyenin arabasından Bolşoy Tiyatrosu önünde iniyoruz. Karl Marks’ın heykeli önünden geçiyoruz. Kızıl Meydan’ı görmek beni çok heyecanlandırıyor. Rüya’da gibiyim. Meçhul Asker anıtı, önünde yanan meşale, literatürden tanıdığım adamların mezarları ve Lenin’in mozolesi.

Karşıda Aziz Vasil Kilisesi var. İnsanlar burada kiliselere koşar olmuşlar. Kiliselerde, tütsüler, dualar, ilahiler yoğun bir şekilde sürüyor.  Birkaç gelin ve damat Kızıl Meydan’da dolaşıyorlar.  Meydanda görkemli bir bina daha var. GUM Mağazaları. Bu mağazalar Rusyanın Devlet Mağazaları. Günümüzün  AVM’leri. GUM mağazaları parti parti renove ediliyor. Yenilenmesi biten yerlerde marka mağazalar açılmış.. Benetton mağazasının önünde upuzun kuyruk var. Yirmişer kişilik gruplar halinde içeri alınıyorlar.

Lenin’in mozolesi önünde çok az kişi var. İleriki yıllarda gezmeye gittiğimde bir saat kuyrukta beklemiştim. O zamanlar milletin Rusya’ya uzak durduğu yıllar. Lenin’i ziyaret etmek üzere kuyruğa giriyoruz. İçeri alınıyoruz. Ağır ağır vakar içinde cam fanus içindeki Lenin’in etrafında ilerliyoruz. Kalfa benden birkaç kişi önde. Birden bir gürültü oluyor, Rusça sert sesler ve bizim kalfanın davudi ses, herkes hişt diyor, sus diyor, ilerlemeye devam ediyoruz.

Dışarı çıktığımızda kalfaya ne olduğunu soruyorum. Ağır ağır ilerlerken bizimki durmuş, Fatiha suresini okumaya kalkmış. Askerlerde durma ilerle diye bunu uyarmışlar. “İlahi kalfa, adam ateist, ne Fatihası okuyorsun sen?” diyorum. “Abla, adam bunca işler yapmış, Rusya’yı adam etmiş, böyle böyük bir adam bir Elham’ı hak etmiyor mu? diyor. Ah Lenin ah.

 

Feryal Bekdik

Aralık 2023 ANKARA

Rus gençliği gözüyle: Geleneksel değerler ve SSCB'ye geri dönüş


Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rusya Bilimler Akademisi'nin Yüksek Ekonomi Okulu'yla birlikte yaptığı bir araştırmada gençlere ülkenin gelecek stratejisi hakkındaki düşünceleri soruldu. Katılımcıların yüzde 90'a yakını bu stratejinin unsurları arasında "geleneksel değerlerin canlandırılması" ve "SSCB gibi süper güç statüsüne geri dönüşü" saymadı.

14-35 yaş grubunda ilk teze destek verenlerin oranı yüzde 11,2'de kalırken, ikinci teze katılanların oranı yüzde 13,3 olarak bulundu.

Katılımcıların yüzde 33,2'si geleceğin ana fikirlerinden birinin "yolsuzlukla mücadele" olduğu görüşünde. Ankette "anayasanın tanıdığı insan haklarına uyulması" yanıtı ise yüzde 32,7'lik paya sahip.

Ankette gençlere mobilya, kıyafet ve bilgisayar gibi batı menşeili ürünlerden vazgeçmeye hazır olup olmadıkları da soruldu. Gençlerin yüzde 55'i soruya "hazır değilim" yanıtını veriyor.

İnternetin sınırlanmasına karşı çıkanların oranı yüzde 69. "Egemenlik adına daha yüksek vergi ödeme" fikrini benimsemeyenlerin oranı da yüzde 87 bulundu.

Sibirya adı nereden geliyor?


Metin Gülbay

Kaynak: https://medyagunlugu.com/

 

Belki tartışmalı, belki de çok açık bir konu Sibirya sözcüğü. Hangi dile ait veya daha geniş sorayım, hangi kültüre ait?

Bu konuda 1997 yılına ait bir kitap var kütüphanemde, Simurg Kitapçılık yayımlamış. Daha fazla bilgiyi dipnotta belirttim. Sibirya adı ile ilgili Mesut Şen kısa bir yazı yazmış. Kitaptaki yazılar aslında 1996 yılında yapılan Sibirya başlıklı uluslararası bir toplantıya sunulan bildirilerin yazılı hali. Mesut Şen’in bildirisi-yazısı da kitabın ilk yazısı. Mesut Bey o yılda doktor titri taşıyor ama -sanırım- artık profesör, dil bilimci olsa gerek.

O kadar güzel bir anlatımı var ki yazarın, hiç karışmadan olduğu gibi yayınlasam ne olur diye düşündüm epey uzun süre, sonra vazgeçtim bu düşüncemden. “Senin cümlelerin yok mu onunkilerin üzerine oturacaksın” dedim kendi kendime. Ama bunun tersi de doğruydu, “anladık yazmayı biliyorsun, bırak bu kez de o anlatsın derdini kendi cümleleriyle, ölür müsün” dedi iç sesim. Sonunda kendimi geri çektim. Ama biraz kısalttım yazıyı, Sibirler ve Sibirya adı dışındaki tartışmaları içeren cümleleri yer vermedim.

“Sibirya coğrafi isminin menşei üzerine de birbirinden farklı birkaç görüş bulunmaktadır. Bu görüşlerden birine göre Sibirya Moğolca’da ‘bataklık yerde sık çalılık, balta girmemiş sık orman’ manasındaki sibir kelimesinden gelmiştir. Diğer bir görüşe göre kelime, Sabir Türklerinin* hatırasını taşımaktadır. Radloff ise Aus Siberian (Sibirya’dan) adlı ünlü eserinde, Sibir Hanlığı’nın başşehri İsker (İski-yar ‘eski sahil) şehrine tatarların Sibir ismini verdiğini ve bu ismin daha sonra Ruslar tarafından bütün Kuzey Asya düzlüğüne takıldığını, ancak kelimenin menşeinin tamamen meçhul olduğunu ifade etmektedir.

Sibir adı ilk defa Cengiz Han sülalesinin mahrem rivayetlerini ve tarihini anlatmak maksadıyla yazılmış olan Yüan-çao pi-şi (Moğolların Gizli Tarihi) adlı eserde geçmektedir. 1228-1264 yılları arasında destansı tarzda kaleme alınan eser, Moğollar hakkında yazılmış önemli birkaç kaynaktan biridir. Eserde Çin karakterleri ile yazılmış olan sibir kelimesi1, Cengiz Han’ın en büyük oğlu Cuçi zamanında, orman kabilelerinin ve Yenisey Kırgızlarının itaat altına alındığı 1207 yılının (tavşan yılı) olaylarını anlatan pasajda yer almaktadır. Gerek bu eserde ve gerekse Cāmiü’t-tevarih’te 12.yüzyıl Moğolları, yaşayış tarzlarına ve iktisadî durumlarına göre  iki kısma ayrılmaktadır. O devirde orman kabileleri (hoi-yin irgen) ve bozkır kabileleri  (ke’erün irgen) olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. O devirde orman kabileleri Baykal Gölü civarında, Yenisey Irmağı’nın yukarı mecrasında ve İrtiş boylarında yaşamakta ve avcılıkla geçinmekte idiler. Pasajda, orman kabileleri ve onların komşularıyla ilgili olarak Sibir adı yanında Kesdiyin (Eski Türkçede Keşdem), Bayid, Tuķas, Tenlek (<Telenk), Töğeles (Eski Türkçe’de Töles) ve Tas adları da sıralanmıştır…

… ‘Sibirya’ kelimesi coğrafi isim olarak 14.yüzyılda umumiyetle İbir Sibir ya da Sibir İbir şekliyle karşımıza çıkmaktadır. Reşidüddin’in 14.yüzyılın başlarında tamamladığı Cāmiü’t-tevārih adlı ünlü eserinde İbir ü sibir şeklinde geçen coğrafi isim, Nayman boyunun yaşadığı yerlerin adı olarak, Kırgız ülkesinin kuzeydoğusundan Angara Nehri’ne kadar uzanan bölgeyi kapsamaktadır

… Camiü’t-tevarih’i Fransızcaya çeviren Quatremère Sibir kelimesinin eski Türk kavimlerinden olan Sabir (ceya Sabar) kavminin adlarını karşılaştırmaktadır. Pritsak da İbir Sibir adının Abar/Avar ile Sabir kavim adlarından geldiği görüşündedir. Barthold ise bu kanaati yanlış bulmaktadır

Moğolcada ibir sibir ikilemesi ‘fısıldayarak konuşma’ manasına gelmektedir. Bu ikileme Kırgızcada ıbır şıbır ‘fısıltı, yavaşça konuşma, fısıldaşma’, Kazakça’da ise ıbır sıbır ‘fısıltı, söylenti, dedikodu’ şeklindedir. Yakutça’da da ibir sibir käpsät- fiili ‘fısıldayarak konuşmak’, ibir sibir ayannat- fiili ise ‘duraklamadan yavaşça gelmek’ manasındadır. Yine Moğolcada eş sesli (belki de aynı kelimenin farklı anlamları) üç adet siber/sibir kelimesi göze çarpmaktadır. Yukarıdaki ibir sibir ikilemesi ile bağlantılı olan birinci siber/sibir, Kırgızcada şıbır, Kazakçada sıbır şekillerinde görülmektedir.  İkinci siber kelimesi ‘hafif yağmur’, üçüncü siber kelimesi ise ‘bataklık yerde sık çalılık, dere kenarında fundalık, sık orman’ manalarına gelmektedir.

Kalmukçada şiwr, Yakutçada sıbar şeklinde olan bu son kelime, Räsänen’e göre bugünkü ‘Sibirya’ coğrafî isminin menşeidir. Gerçekten de Sibirya bölgesinin tabii özellikleri dikkate alındığında bu etimolojik izah akla uygun gelmektedir. Hatta daha da ileri giderek Moğolca’da ‘hışırtı, fısıltı’ manalarına gelen sibir ve ibir kelimelerinin de bu kelimeyle ilgili olduğunu düşünebiliriz.

Belirttiğimiz bu görüşten farklı olarak birçok ālim -bilhassa Németh’in etimolojik izahına dayanarak- Sibirya isminin Sabir Türklerinden geldiğini iddia etmektedir.

Sabirler Avarların saldırısı sonucunda, M.S.463 yılında Batı Sibirya adı verilen bölgeye gelir ve Ural-Altay dağları arasındaki düzlüklerde yaşayan Ogur (Türk) boylarını yurtlarından atarak Ural Dağlarının doğusunda bulunan Tobol ve İşim nehirlerinin çevresinde yerleşir. Bu hadiselerden bahsetmek suretiyle Sabir  kavmi hakkında ilk bilgileri veren kişi Bizanslı** tarihçi Priskos olmuştur.

Priskos bu hususta şu bilgileri vermektedir: ‘Bu esnada Saragur, Urog (<Ogur) ve Onogurlar Doğu Romalılara elçiler gönderdi. Bu kavimler Sabirlerle yapılan muharebelerde öz yurtlarından atılmışlardır. Sabirleri Abarlar (Avarlar) püskürtmüşlerdir…’

Sabirler bu bölgede kendilerinden daha iptidaî seviyede bulunan kavimler üzerinde, üstün kültürleriyle, yüzyıllarca süren derin tesirler bırakmışlardır. Sabrei, Sibir gibi yer ve kale adlarının bulunması bu tesirin bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Tobolsk halkı buranın en eski sakinlerini Sıbır-Sıvır diye anmaktadır. Yine bu bölgede, Ay Sabar, Kün Sabar gibi şahıs adlarına da rastlanmaktadır.  Ayrıca Vogul, Ostiyak kahramanlık destanları ile Altaylı Türk oymaklarının destanlarında da Sabir kavminin izleri görülmektedir…

Batı Sibirya bölgesinde yarım asır kalan Sabirler, 515 yılında İtil-Don nehirleri arasında ve Kafkasların kuzeyindeki Kuban ırmağı boyunda yerleşirler. Sabirler 6.yüzyılın başından itibaren Bizans’la yakın temasa geçer. Bu yüzyılın ünlü tarihçilerinden Prokopios, Sabirlerin ne İranlılarda ne de Romalılarda görülen, hiç kimsenin düşünemediği muhasara (kuşatma) makinelerine sahip olduklarını belirtmektedir. Yine bu yüzyılın bir başka Bizanslı tarihçisi olan Malalas, Sabirlerin yüz bin kişilik orduları olduğundan söz etmektedir. Sabirler, Bizans ile İran arasındaki savaşlarda sık sık taraf değiştirmekle birlikte çoğunlukla Bizanslıların tarafını tutmuşlardır. Sabirler, nihayet 558 yılında Avrupa’ya akın eden Avarlar tarafından ağır yenilgiye uğratılarak tarih sahnesinden silinmişlerdir. Nitekim bu tarihten sonra Bizans kaynaklarında Sabir adına rastlanmaz.

… 7-10.yüzyıllarda teşkilat yapısı ve canlı ticari hayatı ile Kafkaslar ve Karadeniz’in düzlüklerinde kuvvetli bir devlet kuran Hazarların da Sabirler ile bağlantılı oldukları iddia edilmiştir. Hatta 10.yüzyıl Arap tarihçilerinden olan Mes’udî, ‘İranlıların Hazar dedikleri topluluk Türkler tarafından Sabir diye anılır’ demekle bu iddiayı teyit etmektedir. Mes’udî’nin Hazar kelimesinin Farsça olduğu görüşü bir tarafa bırakılırsa, Nèmeth tarafından Hazar ve Sabir kelimelerinin anlam bakımından birbirine yakın Türkçe etimolojik izahları yapılabilmektedir: hazar < kaz-ar ‘başı boş dolaşan, serseri’, kaz– ‘başı boş dolaşmak’, fiil kökü, -ar geniş zaman sıfat fiili; aynı şekilde sabır ~ sabar <sapır, sap-ar ‘sapan, başı boş dolaşan, yoldan sapan, yolunu kaybeden’, sap- ‘sapmak, yol değiştirmek, yoldan çıkmak’. Bu izah, Kaçar, Bulgar, Kabar, Yazar gibi örneklerde de görüldüğü üzere Türklerdeki ad verme usulüne uygun düşmektedir.

Sibirya isminin Sabirlerden kalma bir yadigâr olduğu tezi ile Moğolca’daki ‘sık orman’ manasındaki sibir kelimesinden geldiğini belirten görüş, bir noktada birleşmektedir. ‘Sibirya’ kelimesi bugünkü manadaki coğrafî ismini, 16.yüzyıl Tatar Devleti Sibir Hanlığı’nın kurulmasından sonra almıştır. Nitekim 1627 yılında neşredilen Kniga Bol omu Çertecu adlı eserde, ‘Sibirya’ toprağı hakkında verilen coğrafî tanım, bugünkü mefhumdan farklı değildir. Yani bu gün Sibirya ismiyle kastedilen coğrafî bölge, batıda Ural Dağları ile doğuda Büyük Okyanus arasında kalan, kuzeyde Kuzey Buz Denizinden güneyde Moğolistan ve Çin sınırına kadar uzaman bütün Kuzey Asya’yı kapsamaktadır.”

 

Sibirler hakkında

Sibirler, Sabirler vb. adlarla anılan bir kavim var geçmişimizde gördüğünüz gibi. Orta Asya’da yaşarken tüm boylar gibi onlar da başka boyların zorlamasıyla batıya doğru göç etmiş. Kafkasya’nın kuzey batısında konumlanmışlar.

Acaba Mesut Şen’in yazısından başka Wikipedia veya başka kaynaklardan bir şeyler daha bulabilir miyim diye internette başka bilimsel kaynakları da gözden geçirmek istedim. Ancak bu konuda “birçok” kaynağın olmadığını gördüm. Bilimsel kaynaklar bir iki taneydi desem belki inanmazsınız ki onlar da bu kadar bilgiyi içermiyordu. Bu satırları şunun için yazıyorum. Türk boylarının tarihine son yirmi, otuz yıldır ilgi gösteriliyor, TTK haricinde yayınevleri artan ilgiye koşut olarak kitaplar çevirtiyor veya yerli uzmanların yapıtlarını basıyor. Ancak hâlâ gidilecek çok yol olduğu da açık.

Geçmişimizi bilmezsek geleceğimizi nasıl programlayacağız? En muhteşeminden en aşağılığına/kirlisine tüm tarihimizi bilmek zorundayız, nesnel bir gözle bakmalıyız üstelik bu geçmişe, kendimizi kayırır pozisyonda değil. Bunu becerebilirsek, şu anda kendimizden duyduğumuz memnuniyetsizliği de aşabilir, geçmişimizin ağırlığı altında ezilmekten kurtuluruz diye düşünüyorum.

metinglb@yahoo.com.tr

 

Not: Bu yazı 1997 yılında yayımlanan Sibirya Araştırmaları adlı yapıtın 17 ile 22.sayfaları arasında yer alan “Sibirya” İsminin Menşei Üzerine başlıklıdır ve Dr. Mesut Şen’e aittir. Yapıt Simurg yayınlarından çıkmıştır.

*Sabir Türkleri, Kırgız Türkleri, Kazak Türkleri gibi tanımlamaların yanlış olduğunu düşünüyorum. Onlar kendilerini böyle tanımlamıyor biz Türk adı taşıyanlar onlarla bağ kurmayı böyle onları kendimize tābi kılarak yapmaya çalışıyoruz. Sabirler Sabirler’dir, Kırgızlar da Kırgızlar. Herkesin kendi özgün adı var. Bu kullanımlar onları küçümsemek de oluyor ayrıca. Evet herkes kökeninde Türkçe konuşan boylarız ama saygısızlık etmenin de gereği yok değil mi?

** Yazarın kullandığı Bizanslı tanımına yazı boyunca müdahale etmedim. Ancak yanlış bir kullanım olduğunu da belirtmeliyim. Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerinden bahsetmek üzere “Bizans” sözcüğünün ilk kullanımı, 1557’de Alman tarihçi Hieronymus Wolf’un tarih kaynakları koleksiyonu Corpus Historiæ Byzantinæ’ye dayanır. Daha önce kullanılmamıştır. Yazıda da Priskos “Saragur ve Onogurlar Doğu Romalılara elçiler gönderdi” diyor. Kendilerine Bizans değil Doğu Romalı diyor. M.S. 395 yılında ikiye bölünen Roma İmparatorluğu’nda Batı Roma 476’da Vizigotlar tarafından yıkıldıktan sonra Doğu Roma İmparatorluğu 1453’te Türkler’in İstanbul’u almasına kadar tarih sahnesinde yer aldı.

1 Moğolca uzmanı Hitoshi Kuribayashi’ye göre, “kavim, boy” anlamına gelen sibir kelimesinin Çince olması mümkün değildir. Çünkü Çince yazıda “çocuk” anlamına gelen üçüncü karakterin sol alt köşesinde “dil” anlamına gelen küçük bir dördüncü karakter daha vardır. Bu küçük karakterden genel olarak kelime sonunun r sesi ile bittiğini gösteren bir tür fonetik işarettir. Eğer kelime Çince olsaydı, böyle bir fonetik işareti kelimeye eklemeye lüzum kalmazdı. dipnot 4.

3 Aralık 2023 Pazar

Merhumu nasıl bilirdiniz?

 

 

Merhumu nasıl bilirdiniz?

 

M. Hakkı Yazıcı

mhyazici@yandex.ru

 

“Kissinger’e de kalmadı dünya,” diyorum.

“Evet, ya! Bu yılın 27 Mayıs’ında 100 yaşına girmişti,” diyor Vladimir İvanoviç.

“Herkese bu kadar uzun yaşamak nasip olmuyor doğrusu.”

Nixon döneminin Dışişleri Bakanı, dünya ve Amerikan diplomasisinin en tartışmalı ismi Henry Kissinger 100 yaşında yaşamını yitirmişti.

Diplomasi dünyasının tartışmalı bir ismiydi.

Cumhuriyetçi başkanlarla çalışmış, uluslararası siyasetin hem teorisini, hem de pratiğini yapmıştı.

Vladimir İvanoviç’e anlatıyorum:

“Bizim ritüellerimizde cenaze namazını kıldıran imam cemaate sorar, ‘Merhumu nasıl bilirdiniz?’ diye. Kötü bilinse de cemaat ‘iyi biliriz’ diye bağırarak cevap verir. Tersi pek nadiren olur.”

Geleneklerimizde ölenin arkasından konuşulmaz diye bir şey var, ama nasıl anlatmak gerekir?

Zor iş velhasıl…

Henry Kissinger, kendi ülkesinde her kesimden siyasetçinin övgüyle söz ettiği,  hayranlık duyduğu ve hatta kahramanlaştırdığı kurt bir politikacıydı, ancak gerçek şu ki dünyanın geri kalan kısmında isminden pek hayırla bahsedilmiyordu.

Beraber yürüdüğü bütün diğer siyasi aktörler zaman içinde tarih sahnesinden silinmiş olsalar da o, 100 yaşına, yani yaşamının sonuna kadar uluslararası siyasette önemli bir figür olmayı başarmıştı.

Ölümünün ardından hemen hemen bütün devlet insanı mesajlar yayınladı.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Soğuk Savaş sonrasında Moskova'yla daha yakın ilişkileri savunan Kissinger'ı "bilge ve ileri görüşlü bir devlet adamı" olarak anmış.

Çin Devlet Başkanı Şi Cinping ise "Çin halkının eski ve iyi bir dostu" ifadelerini kullanmış.

Rusya Güvenlik Konseyi Başkan Yardımcısı Dimitri Medvedev de "Kissinger'ın gerçekleri dikkate aldığını ve yalnızca ABD politikasının kurallarını takip etmekle kalmadığını" belirtmiş. “Şimdi onun gibi insanlardan ne Beyaz Saray’da ne de Batı dünyasında eser kalmadı” ifadelerini kullanmış.

Ve daha pek çok benzer mesaj…

Bunlar yaşamını yitiren bu önemli diplomatın arkasından nezaketen sarf edilen diplomatik sözler midir sadece?

Yoksa?

Bilemiyorum.

***

Heinz Alfred Kissinger, 27 Mayıs 1923'te Almanya'da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmişti.

Kissinger’in ailesi, 1938 yılında Nazi baskısı nedeniyle Almanya’dan kaçıp ABD'ye yerleşmişti. 1943'te Amerikan vatandaşı olmuştu.

Arkasından İkinci Dünya savaşında orduda görev yapmış, Harvard'da okumuş, akademisyen olmuştu.

Dış politikada Amerikan hükümetine danışmanlık yapıyordu.

John F. Kennedy'den Joseph R. Biden Jr.'a kadar 12 başkana - bu görevi yürütenlerin dörtte birinden fazlasına - danışmanlık yaptı.

1960'lı ve 70'li yıllarda ABD dış politikasına yön veren en önemli aktörlerdendi.

1969'da dönemin ABD Başkanı Richard Nixon'un ulusal güvenlik danışmanı oldu. Dış politikada reelpolitik olarak adlandırılan ulusal çıkarlara dayalı pragmatik bir yol izledi.

Bismarck’ın ‘reel politik’ anlayışını acımasızca pratiğe döken bir diplomat olduğunu söyleyenler çoğunlukta.

Kissinger, Nixon'un 1972'de Çin'e ve Sovyetler Birliği'ne tarihi ziyaretlerini organize eden isimdi. Bu ziyaretler ABD'nin gerilimi azaltmayı öngören yumuşama politikasının ilk adımlarıydı.

ABD'nin Soğuk Savaş dönemindeki düşmanları Çin Halk Cumhuriyeti ve Sovyetler Birliği ile ilişkilerinin yumuşatılmasında gayreti oldu.

1973'te ABD Dışişleri Bakanlığı koltuğuna oturdu.

Böylece ABD'nin ülke sınırları içinde doğmayan ilk dışişleri bakanı olarak tarihe geçmiş oldu.

Çok zeki ve iyi eğitimliydi. Entellektüel birikimi ve müzakere becerisinin yüksek olduğunu söylemek mümkün. Ayrıca bir taktik ustasıydı.

Vietnam savaşını sona erdirilmesinde önemli bir rol oynadı.

Kissinger, Vietnam Savaşını sona erdirmek için yürüttüğü müzakerelerle 1973'te Nobel Barış Ödülü'ne layık görüldü.

İsrail ve Mısır arasında 1973'te patlak veren savaşın ardından Ortadoğu'da tansiyonu düşürmek için yürüttüğü mekik diplomasisiyle de takdir kazandı. Mısır ile İsrail arasında barış anlaşması imzalanmasını sağladı.

Kissinger, dışişleri bakanlığı görevi 1977'de sona erdikten sonra Georgetown Üniversitesi'nde akademik çalışmalarına devam etti.

1985'te yeniden hükümet görevi üstlendi. Başkan Ronald Reagan döneminde Dış İstihbarat Danışma Kuruluna girdi.

Evet, Henry Kissinger, hiç kuşkusuz ABD'nin en tanınan dışişleri bakanlarındandı.

Onu eleştirenler de var, takdir edenler de…

Eleştirilerin başında Vietnam Savaşı'nda Kamboçya'nın bombalanmasındaki rolü geliyor. Halı bombardımanının hedefi Kuzey Vietnam'ı ikmal yollarından yoksun bırakmaktı. Kissinger, bu bombardıman nedeniyle savaş suçlusu olmakla itham edildi.

Endonezya'nın Doğu Timor'u işgalini desteklediği için de eleştirildi.

1973'te Şili'nin sosyalist Devlet Başkanı Salvador Allende askeri darbeyle devrildiğinde Kissinger ABD'nin ulusal güvenlik danışmanıydı.

Henry Kissinger, kariyeri boyunca hem fikirleriyle hem yaptıklarıyla çok tartışıldı ve konuşuldu.

Tartışmalı kariyerine rağmen Amerikan dış politikasını kökünden değiştiren isim olarak adını tarihe yazdırdı.

Herkesin mutabık olduğu nokta izlediği politikalarla ABD’nin hegemon olduğu uluslararası düzenin mimarlarından biri olarak tanınması.

Kissinger’ın dış politikasını bir cümleyle, hem de kendi ağzından, “Amerika’nın kalıcı dostu veya düşmanı yoktur, sadece çıkarları vardır” sözleriyle özetlemek mümkün sanırım.

Henry Kissinger’in “Parayı kontrol eden dünyayı kontrol eder” sözü de bugünü anlamak için önemli.

***

Henry Kissinger, Rockefeller’in Cumhuriyetçi Parti’deki temsilcisiyken Brzezinski aynı çıkar gurubunun Demokrat Parti’deki adamıydı.

Kissinger, daha çok meşhur eseri “The Diplomacy”(Diplomasi) ile bilinirken Brzezinski, 1997’de yayınlanan kitabı “The Grand Chessboard” (Büyük Satranç Tahtası) ile ün yaptı.

Her ikisi de ABD’nin dış politikasını belirleyen teorisyenlerdendir.

ABD’nin dün ve bugün sürdürdüğü uluslararası politikaların izlerini, esasını Kissinger, Fukuyama, Huntington, Brzezinski ve diğerlerinin söylemlerinde, kitaplarında görmek mümkün.

ABD’nin jeostratejik çıkarlarının teorisyenlerinin gezegenimizdeki haksız savaşlarda, yoksullukta, açlıkta, gerici hükümetlerin iktidarlarının desteklenmesinde, anti-demokratik baskılarda ve her türlü acıda paylarının olmadığını söylemek mümkün değil kuşkusuz.

Başta Kissinger olmak üzere Brzezinski’nin görüşlerini destekleyen teorisyenler Avrasya’da ABD dışında başka güçlerin yükselmesine izin verilmesi durumunda ileride hem ekonomik hem askeri gücün ABD’nin elinden çıkacağını iddia etmişlerdir.

Kissinger, dünya hala ısrarla yeni bir düzen arayışında olsa da, neredeyse dört yüzyıl önce Almanya’nın Vestfalya bölgesinde gerçekleştirilen bir barış konferansında tasarlanan çalışmadan beri gerçek anlamda bir dünya düzenin hiç var olmadığını söylemişti.

Ama nasıl yeni bir dünya düzeni? 

***

Şu ahir ömrümde ben de dünyanın değişimine tanıklık edebileceğim bir dönem yaşar mıyım acaba diye ciddi ciddi düşünmeye başladım.

Çocukluğum, gençliğim Soğuk Savaşın travmatik ortamında geçti. Yahu, geçti mi acaba derken bir yenisi ile burun burunayız.

“Soğuk savaş”, soğuk nevale!

Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında dünya olaylarını jeopolitik kavramları ile açıklamak çok yaygın hale geldi

Ancak insanı merkezine oturtmayan bütün teorik söylemlerin ne derece doğru olduğunu tartışmak gerekir.

Yalnız insanı değil, doğayı, bütün canlıları da içine dahil etmeyen, merkezine koymayan bütün yaklaşımları…

***

Bence 20. Yüzyıl, insanlık tarihi açısından iki büyük savaşı ile ve arkasından gelen Soğuk Savaşı ile pek hayırla anılacak bir yüzyıl değil.

Kissinger için de 100 yıllık uzun yaşamıyla 20. Yüzyılın önemli simgelerinden ve mevcut durumun müsebbiplerinden biriydi demek mümkün sanırım.

Şimdilerdeyse her ne kadar karanlık günler yaşıyor olsak da herkes, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diye sıkça konuşuyor.

Evet, bir şeyler değişecek. Ve dünya bunun doğum sancılarını yaşıyor.

Vladimir İvanoviç, “Bu adam olmasaydı belki de şu an, çoktan farklı bir gerçeklikte yaşıyor olabilirdik,” diyor.

“Yani…Belki,” diyorum.

Oscar Wilde, “Bazı insanlar dünyayı ancak terk ederek geliştirir,” demiş.

Bakalım. Yaşayıp göreceğiz.

Moskova valizimdeki eşyalar


Cenk Başlamış

Kaynak: https://medyagunlugu.com/

 

Yakın tarihte dünyada en çok yakınlaşan ülkeler listesi yapılsa Türkiye ile Rusya mutlaka ön sıralarda yer alır.

1980’lerin sonuna kadar ayrı kamplarda yer alan iki ülke birbirlerine “potansiyel düşman” gözüyle bakar ve araya mesafe koyardı. Vatandaşlar arasında ise hemen hemen hiçbir ilişki yoktu, örneğin İstanbul’da bir Rus, Moskova’da ise bir Türk turist görmek neredeyse olanaksızdı.

Ama köprünün altından çok su aktı ve Türkiye ile Rusya hem devlet hem de vatandaş düzeyinde bir hayli yakınlaştı.

Yaygın yapılan yanlışın tersine Türkiye ile Rusya komşu değil çünkü ortak bir sınırı yok ama iki ülke aynı coğrafyayı paylaşıyor.

Bu yakınlığın da etkisiyle Türkiye’ye gelen Rus vatandaşlarının sayısının artması, Rusya’yı ziyaret eden Türklerin çoğalması ve buna karma evliliklerin eklenmesiyle karşılıklı bilgi arttı, ön yargılar kısmen yıkıldı. Elbette, yüzyılların kopukluğunu, yanlış anlamalarını bir çırpıda gidermek olanaksız olduğu için daha gidilecek çok yol var.

Yıldırım hızıyla gelişen yakınlaşma ister istemez Moskova’ya ilk gidişimi hatırlattı. Yanlış hatırlamıyorsam 27 Ocak 1989’du Moskova’ya ilk ayak basışım. Devir Sovyet devriydi, şu anda neredeyse saat başı Moskova’ya uçak kaldıran Türk Hava Yolları Sovyetler Birliği’ne uçmuyordu, İstanbul’dan gidilebilecek tek havayolu Aeroflot’tu.

Gittiğim ülke kelimenin gerçek anlamıyla yoklukta olduğu için valizimi, daha doğrusu valizlerimi tıka basa doldurmuştum. Aradan uzun süre geçtiği için hepsini hatırlamak olanaksız olsa da Moskova valizimin içinde giysi dışında şunlar vardı:

Beyaz peynir, kaşar peyniri, zeytin, iğne, iplik, makas, sabun, tuvalet kağıdı, şampuan, deterjan, ütü, çay, kahve, bulgur, pirinç, baharatlar, hazır çorba, fındık ve iki kilogram ayşekadın, evet ayşekadın, bildiğimiz fasulye.

Moskova’ya gitmeme önayak olan rahmetli Mehmet Ali Birand’a, yakın arkadaşı olan Moskova Büyükelçisi Volkan Vural’la eşi Gülperi Vural’a ne hediye götürmemin uygun olacağını sorduğumda “lokum” cevabı alacağımdan çok emindim.

Ama Birand “2 kilo ayşekadın götür, Moskova’da bulunmuyor” deyince yanlış duyduğumu sanarak soruyu tekrar ettiğimi hatırlıyorum.

Çaresiz ayşekadınları yüklendim.

Ama Birand haklıydı çünkü maddi değeri az (yani o zamanlar), manevi değeri ise paha biçilmez bir hediye götürdüğümü Gülperi Hanım’ın yüzünde beliren mutluluk ifadesini görünce anladım.

Havaalanı’nda beni elçilikte çalışan Metin Yüz karşıladı ve uzun süre Milliyet’in Moskova bürosu olarak kullanacağım Don Sokağı’ndaki eve götürdü.

Kenti ilk dolaşmaya çıktığımda bomboş mağaza raflarıyla karşılaşınca bu kadar eşyayı boşuna getirmediğimi anladım.

Yıllar içinde yukarıdaki listeye akla gelebilecek her şey, faks makinesinden halıya, nevresimden araba amortisörü ve balataya, sucuktan simide neler eklendi neler!

Evdeki telefonum dağılmak üzereydi ama yenisi satılmadığı için koli bantlarıyla tutturmak zorunda kalmıştım. Koli bantları da işe yaramayınca bir umut Panasonic’in yeni açılan Moskova temsilciğine gittim. Bana Japonya’dan ithal etmek dışında bir seçeneğim bulunmadığını söylediler. Aylarca bekledikten sonra gümrüğe gidip telefonumu aldım!

Ama bu durum 1990’ların ortasında değişmeye başladı, 2000’lerde tümüyle değişti ve Moskova’da yokluğu çekilen neredeyse hiçbir ürün kalmadı.

İlk zamanlar Moskova’daki Türkler sayılıydı, resmi ziyaretler dışında Türkiye’ye gelen Rus sayısı ise herhalde “0”dı.

Aradan 30 yıldan fazla zaman geçti, tablo tümüyle değişti, şu anda Moskova ve St. Petersburg’da on binlerce Türk vatandaşı yaşıyor. Her yıl milyonlarca Rus turist Türkiye’ye geliyor.

Bunlara, sayısı tahminen 100 bini aşan karma evlilikleri, çoğunun adı “Deniz” ve “Derya” olan çocukları ve İstanbul’da yaşadığı tahmin edilen on binlerce Rus vatandaşını da eklemek gerekiyor.

Nereden nereye?

Artık büyük olasılıkla Moskova’ya ayşekadın götürmüyor kimse…