Moskova

Moskova

19 Ağustos 2023 Cumartesi

Rusya'da ilişki, çiftleri nasıl değiştiriyor? Kim ne bekliyor?


Kaynak: https://turkrus.com/

  

Rusya'da yapılan bir araştırma, karşı cinsle uzun ömürlü bir ilişkiye giren Rusların yaşamlarında ve alışkanlıklarında ne gibi değişiklikler bekledikleri, gerçekte neyle karşılaştıkları sorusuna yanıt buldu.

Kadınların % 28'i iş değiştirmek veya başka bir şehre taşınmak gibi büyük değişiklikler bekliyor. Erkeklerin %16'sı bu olayın yaşam kalitelerini kötüleştirmesinden korkuyor. Erkek katılımcılar, bir ilişkinin başlamasıyla birlikte sağlıklı bir yaşam tarzı sürdürmeleri (%32) ve arkadaşlarla görüşme sıklığını azaltmaları (%25) gerektiğini itiraf ediyor. İ

Budu-Mamba ortak araştırmasından her iki cinsiyetten de yanıt verenlerin yarısının (%52) partnerlerini bilinçli olarak ve bilinçsizce değiştirmeye çalıştığı ortaya çıktı.

Bir ilişkiye başladıktan sonra erkeklerin sağlıklı bir yaşam tarzı sürdürmesi (%32) ve yemek pişirme gibi yeni beceriler  öğrenmesi (%31) gerekiyor.

İlişkisi olan her 10 erkekten biri ek eğitim (ehliyet gibi) almak zorunda kaldı ve boş zaman etkinliği olarak video oyunlarından vazgeçti.

Kadınların üçte biri yeni beceriler edinmeye ve sağlıklı bir yaşam tarzı izlemeye başladı. %22'si arkadaşlarıyla daha az zaman geçiriyor. Her on kişiden biri, ilişkinin kendisini ek eğitim almaya ve gadget'larla geçirdiği zamanı azaltmaya ittiğini itiraf etti.

17 Ağustos 2023 Perşembe

Neruda: Kardeşim Mayakovsky



Pablo Neruda

Kaynak: https://oggito.com/

 

Sovyet edebiyatında pek çok iyi ve pek çok kötü kitabın yazıldığı kırk yıllık süre içinde Mayakovsky, benim fikrime göre, etkileyici ve hep yükselen bir şair olmayı sürdürmüştür.

Büyük edebiyat münazaralarının zamanla kökleşmiş bir düşmanı olduğumu söylemeye çalışmıyorum ama tartışmanın benim özüm olmadığını itiraf ederim. Edebiyat tartışmalarının ateşli bir hayranıyım. Benim özüm şiirdir.

Bir tartışmaya girmeden Mayakovsky hakkında konuşmak güç olsa da büyük şair, tüm bunları aşarak gökyüzünün sonsuzluğuna doğru bir kartal gibi yükselse de (kendi hayal uçuşunda kayarak belki) ben ne verimli yaşamın ne de şanssız ölümünün üzerinde durmak isteğindeyim. Sevgiyle ve sade bir biçimde söz etmek istiyorum ondan.

Mayakovsky, Parti’yi ve etkin işçi sınıfını şiirinde birleştirip bunlardan büyük bir şiir yaratan ilk şairdir. Bu, üstün bir devrimdir ve evrensel edebiyat alanında Baudlaire ya da Whitman’ınkine denk bir destektir çağdaş şiire. Bu vesileyle, Mayakovsky’nin desteğinin kuramsal değil, şair tavrıyla kendini gösterdiğini vurgulamak isterim. Muhtevadaki yenilik, düşüncemizi besleyici bir unsur olarak sindirilmedikçe hiçbir zaman düşüncemize yönelik dış uyarıcı olmaktan öteye geçemez.

Mücadelenin acımasız konuları, kardeşliğin yinelenen konuları, Mayakovsky'nin şiirinde yol alır. Şiirin içinde bu konular harikulade silahlar haline gelir, kırmızı portakal çiçekleri açar.

Bu, tüm şiir politik olmalı ve taraf tutmalı anlamına gelmez ama Mayakovsky nedeniyle, bugünün gerçek şairi gerçek şiirin pek çok yolları arasından yeni bir yol seçebilecektir.

Mayakovsky söndürülemez bir ateşe sahipti. O verimli bir şairdir. Ben bunu, Federico Garcia Lorca’da olduğu gibi seziyorum ve şiirinin ulaştığı olgunluğa karşın o hâlâ söylenecek pek çok şeye, yaratacak ve şarkısını söyleyecek malzemeye sahipti. İkisi de entelektüel güçlerinin doruk noktasındayken ölen bu genç şairlerin çalışmaları, bana göre ancak dağlarla ölçülebilen dev boyutlardadır. Kendilerini aşan anahtarlar yalnızca kendilerindeydi ve bizim şanssızlığımız, bu anahtarlar ne yazık ki, acıklı biçimde İspanya ve Rusya toprakları altına gömülerek kaybolmuştur.

Mayakovsky, kelimeleri canlılığı cürete vardıran bir şairdir. Her hüneri, bir ustaya gerekli her türlü yardımı çağırdığı an, görkemli biçimde ödüllendirildi. Onun şiir, tıpkı fosfor gibi, parlamasını sürdüren umulmadık görüntülerin kataloğudur. Sık sık hareket edici ve saldırgan ama aynı zamanda en derin insancıl duygularla doldurulmuştur. Şiirin organik olarak hem babası hem de çocuğu olan Mayakovsky, hem sert hem de sevecen bir insandır.

Tüm bunlara onun hiciv eğilimi de eklemek gerekir.

Mayakovsky’nin bürokrasiyi hedef alan taşlamaları harap edicidir ve bugün Rus sahnelerinde sürekli artan bir başarıyla sergilenmektedir. Onun küçük burjuvaziye yönelen iğneleyici saldırısı acımasızdır ve nefretin bir ifadesidir. Aynı görüşte olmayabiliriz, bir sistemin kötülükleriyle bozulmuş insanlara yönelik bu acımasızlıktan tiksinebiliriz ama büyük hicivciler daima hep en abartılı biçimde yazmışlardır. İşte Swift, işte Gogol.

Sovyet edebiyatında pek çok iyi ve pek çok kötü kitabın yazıldığı kırk yıllık süre içinde Mayakovsky, benim fikrime göre, etkileyici ve hep yükselen bir şair olmayı sürdürmüştür. Onu, ülkemizin her köşesinden görüyoruz. Bu genç devin başını, ellerini, ayaklarını görüyoruz. O, tüm benliğiyle, başıyla, elleriyle, bedeniyle yazdı. Akılla, incelikle, bir mücadeleye adanmış bir askerin tüm gücüyle yazdı.

Bu saygı ve düşün günlerinde sevgi ve gururla, Ekim Devrimi’nin bu yıldönümünde yolun kenarında bir an duruyorum ve büyük kardeşimiz Mayakovsky’nin şiiri ve kişiliği önünde eğiliyorum.

Benzersiz şarkılarını söyleyebileceği bu günlerde, anısını bir gül, tek bir kırmızı gülle selamlıyorum.

Kaynak: Pablo Neruda, Şiir Boşuna Yazılmış Olmayacak, Nesrin Arman,1984, De Yayınevi

 


14 Ağustos 2023 Pazartesi

Rus güzelliği üzerine

 


Halil OCAKLI

 

Kaynak: https://turkrus.com/

 

 

İkinci Dünya Savaşı'nın ardından, SSCB'nin Almanya'daki askeri misyon merkezi, 70'lerin sonunda ergenlik yıllarımın geçtiği kasaba olan Bünde'de yer alıyordu. Bünde'de yaşayan Rus topluluğu gözden uzaktı, neredeyse kapalı bir kutu içinde yaşıyorlardı. Burada "Ruslar" ifadesiyle yalnız Rusyalıları değil, başta Ukraynalılar olmak üzere tüm Doğu Avrupalı Sovyet vatandaşlarını da kastediyorum.

Bir keresinde süpermarkette bir grup Rus erkeğini görmüştüm. Bunlar iri yarı, asık suratlı ve kızgın bakışlı tiplerdi. Sanki herkesten para ve hizmet alacaklıymış gibi etrafa bakıyorlardı.

Bünde sokaklarında "Rus kadınları, Alman kadınlarından on kat daha güzelmiş" diye bir söylenti vardı. Bu söylenti kulaktan kulağa yayılmış, bana da ulaşmıştı. Hayatımda hiç Rus kadın görmemiştim ve neye benzediklerini çok merak ediyordum.

Bir gün sokakta yürürken zarif bir genç bayan bana doğru gelerek adres sordu. Gerçekten çok güzeldi ve çok kibar bir konuşma tarzı vardı. Aksanlı konuştuğu için “işte bir Rus kadın gördüm” diye düşündüm. Onunla konuştuğum için çok mutlu olmuştum. 

Ev sahibimiz Bay Kronsbein ile birlikte bahçeyi temizlerken, ona "Rusların güzelliği konusunda siz ne düşünüyorsunuz?" diye sordum. Bana "bu kültürel bir olaydır" dedi ve devam etti: "Sovyet kültürü kadınları dış görünüşe önem vermeye, bakımlı ve bağımsız olmaya teşvik eder. Bu da onları çekici kılar." Ne demek istediğini yıllar sonra Rusya’ya gidince anladım. 

Aslında Rus kadınların diğer ülkelerin kadınlarından daha güzel olduğu fikrini destekleyebilecek bilimsel bir veri yoktur. Sonuçta, bir insanın güzel olup olmadığı tamamen kişisel yoruma ve kültürel normlara dayanan bir olgudur.

Bir Rus arkadaşım şöyle demişti: "Tarihsel olarak birçok savaşta milyonlarca erkeğin kaybedildiğini ve alkolün erkekler arasında büyük bir sorun olduğunu göz önünde bulundurmalıyız. Erkek sayısındaki ciddi azalma, kadınlar arasında rekabetçi bir doğal seçilim süreci ve çekicileşme yarışı başlattı. Bu nedenle yalnızca daha güzel kadınlar koca bulabildi ve onların genleri sonraki kuşaklara aktarıldı." Basit bir dille anlatılanlar bana mantıklı geliyordu.

Bir başka Rus arkadaşım ise düşüncesini şöyle açıklıyordu: “Sosyalist sistemin tarihsel ve kültürel bağlamından kaynaklanan bir çıktı olarak, güzel sanatlar ve spor eğitimine verilen önem, Rus güzelliğinin temel nedeni olabilir”. Bu görüş de mantıklı görünüyordu.

Başkasına çekici gelen bana gelmeyebilir ya da tersi olabilir. Bunun bilincindeydim. Güzellik anlayışının kişiden kişiye, kültürden kültüre değiştiğinin ve bunu bir ulus ya da etnisite ile ilişkilendirmenin yanlış olduğunun da farkındaydım. 

Ancak, Rus kadınların daha güzel olduğu söylentisi merakımı artırıyordu. Duyduklarımdan sonra, yalnız fiziksel olarak değil kafa yapısı olarak da Rusları kendime uygun buluyordum. 

Kasabanın gençleri olarak cumartesi günleri öğleden sonra Butterfly Disko'ya giderdik. Gözlerimiz Rus gençlerini arardı ama onları orada hiç göremedik.

1979 yılında Sovyetler Birliği, Afganistan'ı işgal ettiğinde, Rus askeri misyon merkezinin bulunduğu sokakta bir protesto yürüyüşü yapılacağını duydum. O zamanlar 15 yaşında olmama karşın ben de katıldım ve Ruslara parmak salladım.

Afganistan meselesi pek umurumda değildi, asıl umurumda olan o gün güzel Rus kızlarından birini görmekti. Ve sonunda, beklediğim gibi oldu. Hayatımda ilk kez Rus genç kızlarını gördüm. Onlar da dışarıda neler olup bittiğini merak ediyor, pencere ve balkondan sokaktakilere bakıyorlardı.

Gerçekçi olmak gerekirse, söylentileri doğrulayacak kadar kimseleri yakından göremedim ama gördüğüm kadarıyla düzgün fizikli, bakımlı ve güzellerdi. Rus erkeklerinin tersine nazik, sakin, sevecen, utangaç ve hatta biraz da ezik görünüyorlardı.

Bugün geriye dönüp baktığımda o dönemdeki merakımın sonraki yaşantımı etkilediğini görüyorum. Rusya ile 1995 yılından beri ticari ilişkilerim oldu ve yıllarca orada yaşadım. Tver Devlet Üniversitesinde ders verdim. Evet, Rus kadın zarif ve güzel görünmeye özen gösterir, beslenmeye dikkat eder, saç ve cilt bakımına çok önem verir, uyumlu, temiz ve şık giyinir ve asla ‘sıradan’ görünmek istemez. 

Bununla birlikte tüm Rus kadınlarının böyle olduğu şeklinde pozitif bir genelleme yapmak da doğru olmaz. Her toplumda mutlaka güzel ve daha güzel kadınlar vardır. Kimin kimi güzel bulup sevdiği veya kiminle bir yuva kurduğu, bireysel değerler ve hedeflere dayalı kişisel bir seçim meselesidir.

Şunu anladım ki, eşlerin kökeni veya uyruğu ne olursa olsun, ilişkiyi ortak ilgi alanları, hoşgörü, sevgi, saygı, anlayış ve duygusal bağ üzerine kurmak önemlidir. İletişim kanallarını açık tutmak, birbirine güvenip destek olmak da kritiktir. İyi birer "empatik dost" olmak için çaba göstermek önemlidir.

Eşlerin aynı etnik veya kültürel kökenden gelmesi, ilişkiyi kolaylaştırabilir, ancak bu, ilişkiyi sürdürmenin garantisi değildir. Eşler, farklı etnik veya kültürel geçmişe sahip olsalar bile, sağlıklı ve mutlu bir ilişki sürdürebilirler.

Sonuç olarak, ben 22 yıl önce hayatımı Rusya’nın Tver şehrinden bir kadınla birleştirdim ve böyle bir karar verdiğim çok mutluyum. 

12 Ağustos 2023 Cumartesi

Tolstoy'un Eserlerine Giriş



Ernest J. J. Simmons

Kaynak: https://oggito.com/

 

Tolstoy eserlerinde insanın insanlık dışı halleri üzerinde durduğunda, doğrudan bir siyasi sisteme saldırmak yerine, insanların kendi benliklerini genelde insanlığın ortak çıkarlarının önüne koymasını hedef alır.

Dostoyevski ile Tolstoy arasındaki benzerlikler ve farklılıklar üstüne çok yazıldı. Fakat edebiyatta gerçekçilik tasavvuru ve tatbiki açısından kimse bu iki büyük romancı kadar zıt kutuplarda yer almamıştır. İdeolojik anlamda ikisi de İsa’nın öğretilerine büyük ilgi duysa da, edebi eserlerinde Dostoyevski özellikle ruhani olanla meşgulken, Tolstoy tamamıyla cismani olanla ilgilenmiştir. Tolstoy, hikâye anlatıcısı olarak tercih ettiği Gogol gibi, bir eserin iyi olabilmesi için yazarın ruhundan ezgiler barındırması gerektiğine inanıyordu. Ne var ki Gogol’ü karakterlerine karşı takındığı acımasız ve duyarsız tavır sebebiyle eleştirmekten de geri durmadı. Böyle bir eleştiriden Dickens’ı muaf tutuyordu ve haklı olarak kendini de muaf tutabilirdi. Sanat Nedir?de Dostoyevski’nin hiçbir eserini, herkes için ulaşılabilir sıradan yaşam hissiyatını aktaran “evrensel sanat” kategorisine dahil etmemiş, öte yandan Puşkin ve Gogol’ün öykülerini bu kategoriye layık görmüştür. Tolstoy sanatsal gelişiminin erken dönemlerinde Puşkin’e büyük hayranlık duymuş, öte yandan düzyazısının çıplaklığından dem vurmuş ve Yüzbaşının Kızı’nı, duyguların ay-rıntıları yerine olayların ayrıntılarına daha çok yer vermesi nedeniyle eleştirmiştir. Puşkin’in öyküsünün doğrudan olayı anlatan girizgâhına duyduğu büyük ilginin, onu Anna Karenina’yı aynı minvalde bir giriş bölümüyle başlatmaya sevk ettiği, sahihliği sorgulansa da herkesçe bilinen bir rivayettir.

Tolstoy’un kurmacalarının Puşkin’in başlattığı klasik Rus gerçekçiliği ekolünden beslendiği şüphe götürmez. Öte yandan her tür bilgiyi kendi toprağında yeniden işleyen bu dev deha, Rus edebiyatının yanı sıra yabancı dildeki birçok eseri de iştahla okumuştur. Sanatının zengin dokusunun ilmekleri açıldığında, 18. yüzyıldan özellikle Sterne gibi İngiliz yazarların, 19. yüzyıldan çağının en iyi romancısı olarak gördüğü Dickens’ın ve Thackeray’nin ve özellikle de Stendhal gibi Fransız gerçekçilerinin izleri görülebilir. Edebiyat kültürün hafızasıysa, Tolstoy bütün bu kültürel hafızayı hatırlamış gibidir; öte yandan onun sanatçı tabiatı öylesine orijinaldir ki başka kaynaklardan aldığı her şeyi bütünüyle bünyesine katıp özümsemiştir. Devraldığı gerçekçi geleneği pratikte o kadar muazzam şekilde genişletip zenginleştirmiştir ki neticede ortaya çıkan eser taklitçilerin kâbusu haline gelmiştir. Hiçbir romancı etrafını saran gerçekliğin Tolstoy kadar anbean farkında olmamış ve gerçekliği bütün tezahürleriyle, hem zihin hem duyular yoluyla onun kadar etraflı özümsememiştir.

Dış dünyayı kendi imgesinde yeniden yaratarak kendine ait bir dünya kuran Dostoyevski’nin aksine, Tolstoy gerçek dünyayı kabul eder, dünyaya dair çizdiği resim canlı ve ilgi çekicidir çünkü dünyada okurlarından daha fazla şey görür, hayal gücünün prizmasından bakıldığında sıradanlıklar yepyeni anlamlar kazanır. Zira insanın düşlerini ve umutlarını barındıran sıradanlıktaki hakiki şiiri algılama gücüne sahiptir. İnsan umuda en az bilgi kadar veya bilgiden daha çok ihtiyaç duyar, demiştir Tolstoy Zola’nın bir konuşmasına cevaben. Zira Zola bir grup Fransız öğrenciye, yaşayan inançlarını ölü inançların enkazı üstüne kurmak yerine yeni inanca giden yol olarak bilimi kabul etmelerini tavsiye etmiş, gerçekliğin öldürülmesi veya yadsınması gereken bir sapkınlık okulu haline geldiği ve çirkinlik ve suçtan başka bir şeye götürmeyeceği konusunda uyarıda bulunmuştur. Tolstoy da “Non-Acting” adlı denemesinde ona şöyle karşı çıkmıştır: “Çoğunlukla gerçekliğin var olanlardan ibaret olduğu ya da sadece var olanların gerçek olduğu söylenir. Oysaki işin aslı bunun tam tersidir: Bildiğimiz anlamda hakiki gerçeklik aslında hiç var olmamış olandır.”

Gerçekliğin, insanların umduğundan ve düşlediğinden genelde daha farklı olması ve hayallerle gerçekleri karıştırmalarından dolayı hayatın onları düş kırıklığına uğratması, Tolstoy’un düşünen karakterleri aracılığıyla ele aldığı temel bir sorundur. Kazaklar’daki Olenin’in Kafkaslardaki insanların romantik varoluşuna dair algısı, onların gerçek yaşamları tarafından yıkılır; Savaş ve Barış’ta Prens Andrey’in askeri ve siyasi kariyere dair abartılı fikirleri deneyimlerle sertçe törpülenir; Anna Karenina’daki Levin’in evliliğe dair idealist umutları çok geçmeden boşa çıkar. Bu vakalarda Tolstoy şeylerin gerçekliğinin, karakterlerin zihinlerinde tasarladıkları gerçekliğe nazaran ekseriyetle daha zengin, olumlayıcı ve canlandırıcı olduğunu gösterir. Düşüncenin bunda bir rolü olsa da, aslında bunu karakterlerin faal deneyimleri aracılığıyla gösterir, zira gerçekçi edebiyatın insanları eylem halinde resmetmesi gerektiğini hiçbir zaman aklından çıkarmaz. Karakterlerin gerçeklerin farkına varması, Dostoyevski’nin ve günümüzdeki birkaç yazarın eserlerindeki gibi metafizik arayışlar sonucunda gerçekleşmez. Tolstoy’un yabancılaşmış insanı kendine o sonu gelmez “Kimim ben?” sorusunu değil, “Neden buradayım ve nereye gidiyorum?” sorusunu sorar. Kendini tanıma sorunu çoktan çözülmüştür. Vurgudaki bu fark esas önem arz eder ve Tolstoy’un gerçekçiliğinin meziyetlerinden biridir.

Tolstoy kendisini yakından tanıyanlara daima toplumsal yaşamın gündelik işlerinden hoşlanan normal bir insan görüntüsü çizer, ama kendisi bu normalliği anormal olarak tanımlanabilecek yoğunlukta bir duyarlılık ve mizaçla birleştirir. Yüksek maneviyatı daha çocukken onu başkalarından ayırır. Hatta kendisine sevgi gösterildiğinde mutluluktan gözleri dolar. Kız kardeşi, onun çocukken yüzünde gülümsemeyle, sanki az önce gerçekleştirdiği yeni keşfini herkesle paylaşmak istercesine, tıpkı bir ışık huzmesi gibi odaya girdiğini söyler. Tolstoy’un yetişkinliğinde de koruduğu bu sıra dışı mizacının, olağanüstü entelektüel analiz yetisiyle birleşmesi, her türden insanın hislerine anlayışla dahil olabilmesini sağlar. Kısacası çoğu insanla aynı zevkleri ve merakları paylaşmasına rağmen, bunları çok daha yüksek bir tahayyül ve tutkuyla hayata geçirir. Yani Tolstoy’un yoğun duyarlılığı ve mizacı, romanlarındaki kişileri ve özellikle de onların deneyimlerini hayatı olumlayan vasıflarla zenginleştiren yaratma sürecine eşsiz bir boyut kazandırır. Romanları hayal gücünü harekete geçirir ve anlam doludur, ama bu vasıfları olasılıklardan feragat etmeden taşır. Eserleri somut gerçekliğe bu derece yakınlık gösteren başka bir yazar düşünmek zor.

Öte yandan, zihni ve hayal gücü yalnızca objektif gözlemlerle uyarılmasına rağmen, ahlaki doğası onu ruhun vaziyetiyle derinlemesine meşgul olmaya sevk etmiştir. Rus edebiyatının öncü ve en parlak sembolü Tolstoy değil. Bu rol, İngiliz edebiyatında nasıl Shakes-peare’e aitse, burada da büyük şair Puşkin’indir. Ama Tolstoy’u edebiyatçı kimliğinin yanı sıra dindar bir filozof ve modern bir reformcu olarak düşünürsek, o zaman kendisinin, 20. yüzyılın ikinci yarısında dünyadaki biricik ve en muazzam ahlaki kuvvet olduğunu söyleyebiliriz. Ülkesinin sınırları dışında Tolstoy’dan daha fazla tanınan Rus yazar yoktur. Oysaki Tolstoy Savaş ve Barış ve Anna Karenina’nın yazarı olmasaydı, çeşitli dini, ahlaki ve felsefi eserleri büyük olasılıkla bu kadar geniş bir çevre tarafından bilinmeyecekti. Yaşadığı süre zarfında bu romanların ve diğer salt edebi çalışmalarının kazandığı muazzam popülerlik, onu tüm Rus yazarların üzerinde bir konuma yerleştirmişti. İki büyük rakibi bile onun üstünlüğünü tanır. Rus kültürünün bayağılığını dile getiren Dostoyevski, Anna Karenina’nın 19. yüzyılda yazılmış tüm Batı Avrupa romanlarına üstünlüğünden övgüyle söz eder. Tolstoy’la hiç iyi geçinemeyen ve hatta bir keresinde onunla düellodan kıl payı kurtulan Turgenyev, Tolstoy’un dehasına derinden hayranlık duymuş ve ölüm döşeğindeyken ona “Rus diyarının büyük yazarı” diye seslenerek edebiyata dönmesi için yalvarmıştı. 19. yüzyılın son yirmi yıllık diliminde, Tolstoy’un “doygun gerçekçilik” olarak adlandırılabilecek dönemi Batı Avrupa’da birbirinden farklı eleştiriler almıştır. Hem zamanın eleştiri ortamındaki baskın Fransız natüralist görüş, hem de Tolstoy’un halihazırda Batı’ya sızmaya başlayan bazı radikal dini ve ahlaki yaklaşımları, eserlerinin önyargısız değerlendirilmesine engel oluşturuyordu.

Flaubert 1880’de Savaş ve Barış’ı okuduktan sonra Turgenyev’e şunları söyler: “Birinci sınıf bir çalışma! Nasıl bir resmediş ve nasıl bir psikolojik tahlil!.. Bazen Shakespeare kalitesinde şeyler bile gördüm! Hayranlık nidalarıyla okudum!” Oysaki genelde Fransız eleştirmenler Tolstoy’un eserlerini, özellikle Anna Karenina’yı, kusursuz biçimi, özenli üslubu ve naturalistik detayları bakımından Madam Bovary’yle verimsiz bir mukayese içinde ele alır. Niyetleri, Tolstoy’un büyük romanlarında yansıttığı engin gerçeklik karşısındaki kafa karışıklıklarını ifade etmek ve romanlarını, deneyimi aktaran üst anlatıcının biçimsiz, sanattan yoksun ve karmakarışık dışavurumları olarak nitelendirmekti. İngiltere’de Matthew Arnold’ın Madam Bovary ve Anna Karenina arasındaki seçiminde tercihini ikinciden yana kullanması, buna sebep olarak da Tolstoy’un romanının aslında gerçek anlamda bir sanat eseri olmayıp yalnızca hayattan bir kesit sunduğunu ve sanatta kaybolanın gerçeklikte yeniden kazanıldığını dile getirmesi, duruma netlik kazandırmaya pek yardımcı olmadı.

Başta Henry James’in, Tolstoy’un romanlarındaki “büyük, dağınık, salaş yaratıklarına” dair dar görüşlü tespiti, “organik biçimin derin nefes alan ekonomisinin” yoksunluğuyla alakalı duyduğu rahatsızlık, sonrasındaysa E.M. Forster’ın Savaş ve Barış’a dair yaptığı “dağınık kitap” yorumu, Tolstoy’un eserlerinin Batı’da aldığı biçimsizlik ve sanattan yoksunluk eleştirilerinin tuzu biberi olmuştu. Ciddi bir edebi esere uygulanması bağlamında ele alınırsa, Arnold’ın hayat ve sanat ikiliği temelsiz bir yargıdır. Tolstoy’un başyapıtlarının devasa tuvalini dolduran, “hayattan bir kesit” değil, bütün tezahürleriyle bizatihi hayattır. Bu eserlerdeki insan ilişkileri motifleri daima özenle planlanır; anlatılan hikâye uydurma bir çerçeve içinde geçen olaylar yerine, gerçekliği yansıtan şiirsel bir form olarak tasarlanır. Gerçekliğin sanata dönüştürülmesinde Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ı ya da Flaubert’in Madam Bovary’sindeki gibi bir ustalık kriter alındığında, bu kadar fazla gerçekliğin Savaş ve Barış dışında hiçbir romanda böylesine sanata dönüştürülmediği görülür. Tolstoy Sovyetler Birliği’nde büyük saygı görüyordu ve eserleri milyonlarca baskı yapmıştı. Tüm eserlerini bütünlüklü, metin olarak noksansız, akademik şerhlerle zenginleştirerek bir araya getiren doksan ciltlik Jubilee edisyonu, bir yazarı onurlandırmak amacıyla oluşturulan gelmiş geçmiş en ihtişamlı çalışmalardandır. Sovyetlerde Tolstoy’a dair çok sayıda ve yüksek kalitede akademik çalışma yapılmasına karşın, yorumlamalar büyük ölçüde Lenin’in Marksist formülasyonlarının, özellikle “Rus Devrimi’nin Aynası Lev Tolstoy” adlı makalesinin boyunduruğunda kalmıştır. Stalin’e nazaran daha mütevazı bir edebiyat eleştirmeni olan Lenin, en yüce payelerle övdüğü sanatçı Tolstoy ile ahlaki mükemmeliyetçilik ve kötülüğe karşı koymama fikirlerini aşağılayarak reddettiği düşünür Tolstoy arasındaki en keskin ayrımı yapmıştır. Lenin, devrimci hareketin oluşumunda önemli bir rol oynadığından, Tolstoy’un baskıcı Çarlık rejimine karşı sergilediği inatçı muhalefetten övgüyle bahsediyordu.

Kuşkusuz, Tolstoy devrimin barındırdığı şiddetten tiksiniyordu ve günlüğüne şunları yazmıştı: “Sosyalistler asla fırsat eşitsizliğini ve yoksulluğu bertaraf edemeyecek. En güçlü ve akıllı olanlar daima kendilerinden daha zayıf ve aptal olanları kullanır... Marx’ın öngörüsü gerçekleşse bile, neticede despotluk yalnızca el değiştirecektir.” Bu ve buna benzer açıklamalar, Tolstoy’un eserlerinin Marksist açıdan yorumlanmasına engel oluşturmadı. Sovyetler Birliği’nde birkaç yıl hapis yatmış Macar edebiyat eleştirmeni Georg Lukács, Rus edebiyatındaki birikiminin yanı sıra Batı Avrupa edebiyatına dair derin bilgisi ve açıklayıcı yorumlamalarıyla bu minvaldeki en dikkat çekici çalışmaları yapmıştır. Aydınlatıcı ve geniş göndermelerle bezeli yaklaşımına rağmen, tıpkı Lenin gibi Lukács da dar bir yaklaşımla Tolstoy’un başyapıtlarını temelde yanlış bir felsefe üzerine inşa ettiğini, ama siyasi mürteci olarak bilincinde olmadan zamanının devrimci güçlerini dramatize ettiğini savunmuştur. Tolstoy’un herhangi bir şeyi, özellikle yazılarında, bilinçsizce yaptığını düşünmek pek makul değil. Sanatta hiçbir şeyin şansla olmadığı hususunda kesinlikle Çehov’la aynı fikirdeydi. Lukács Avrupa Gerçekçiliği’nde, kapitalizmin hükmettiği bir toplumun şiirsellikten mahrum doğasını aşmak amacıyla Tolstoy’un sömürülen köylüleri bilinçli ya da bilinçsiz olarak edebi eserlerinin odağı haline getirdiğinden bahseder. “Tolstoy’un her karakterini tanıtırken yaptığı şiirsel sunumda,” der Lukács, “ele alınan sorun şudur: Bu insanların hayatları, kendilerinden alınan toprak vergilerinin makbuzlarına ve köylülerin sömürülmesine hangi açılardan bağlıdır? Bu toplumsal temel, yaşamlarında ne tür sorunlar teşkil eder?” Bu bağlamda Anna Karenina’nın Vronski’ye beslediği ölümcül tutku, Lukács’a göre “her burjuvazi evliliğinde ve aşk ilişkisinde örtük olarak mevcut çelişkiler”den türeyen başka bir trajedidir. Romandaki ünlü çim biçme sahnesi bile, Levin’in köylülere karşı takındığı Marksist olmayan tavır bağlamında, “bedensel emeğe duygusal bir yaklaşım” olarak değerlendirilir. Lukács’ın aksine Dostoyevski, Anna Karenina üzerine değerlendirme yazısında, eserlerinde sömürülen köylüler yerine toprak sahiplerini merkeze koyduğu için Tolstoy’u sertçe eleştirir. D.H. Lawrence “İşte Şimdi Oldu!” şiirinde bu minvalde bir eleştirinin yersizliğine değinir:

Ama Tolstoy bir haindi, ona en çok ihtiyacı olan Rusya’da. Sakar, şaşkın Rusya Kafayı bozmuş Kutsal Ruh’la. Çevirdi kalemini köylülere İndirdi hepsini gökten yere.

Lukács’ın ıskaladığı hayati nokta şudur: Tolstoy eserlerinde insanın insanlık dışı halleri üzerinde durduğunda, doğrudan bir siyasi sisteme saldırmak yerine, insanların kendi benliklerini genelde insanlığın ortak çıkarlarının önüne koymasını hedef alır. Hayatının sonlarına doğru Çarlık yönetimini suiistimallerinden ötürü şiddetle eleştirirken aslında fikir babası olduğu Hıristiyan anarşizmi bağlamında tüm yönetim biçimlerini reddediyor ve devletin tasfiyesini arzuluyordu. 1860’ların Dobrolyubov ve Çernişevski gibi radikal demokratları ve onların takipçisi konumundaki devrimciler Tolstoy’a derinlemesine antipati duyuyordu. Tolstoy’un köylülere olan yaklaşımını anlayabilmek için, Anna Karenina ve Savaş ve Barış gibi başyapıtlarını yazdığı hayatının ilk elli yılı ile manevi buhranının sonraki yılları arasında net bir ayrım yapmak gerekir.

Yaşamının bu ikinci kısmında Tolstoy şu görüşü savunur: Bir çocuk, yetişkine nazaran mükemmelliğe ve ideal uyuma nasıl daha yakınsa, basit bir yaşam süren köylü de kalburüstü parazitlere kıyasla bu vasıflara daha yakın durur. Neticede, ayrıcalıklı durumundan uzaklaşma hayalini gerçekleştirip ölümünden kısa süre önce, “Rusya’nın en iyi ve en ahlaklı sınıfı” olarak nitelendirdiği çalışan köylülerle birlikte yaşamak için evini terk eder. Oysaki Kont Lev Tolstoy’un içgüdüleri, Lukács’ın da teorilerine kaynak olarak aldığı o en ünlü edebi eserini yazarken doğuştan gelen aristokratik mirasın damgasını taşımaktaydı. Sonraları her ne kadar insaniyetçi fikirleri onu yoksul işçilerin ve köylülerin mücadelesini savunmaya sevk etmiş olsa da, bir toprak sahibinin güven duygusunu, inceliğini ve hâkimiyet hissini aslında hiçbir zaman terk etmediğini düşünmek için birçok sebep mevcut. Aslında tüm edebi eserleri göz önünde bulundurulduğunda, Tolstoy’un çalışmalarında köylüler görece az yer tutar ve toprak sahipleriyle olan sınıf çatışmalarının yarattığı hissiyata da oldukça nadir değinilir. Savaş ve Barış’ta kendi sınıfına mensup insanlara odaklandığından, okurlarından gelebilecek itirazları öngörüp kaleme aldığı yayımlanmayan önsözün taslağında şunları dile getirir: “Memurların, tüccarların, ilahiyat öğrencilerinin ve köylülerin hayatları beni ilgilendirmediği gibi bana sadece kısmi olarak anlaşılabilir geliyor; o zamanki aristokratların hayatlarıysa, o döneme ait belgeler ve başka sebeplerden ötürü bana daha anlaşılır, ilgi çekici ve değerli geliyor.” Savaş ve Barış’ın taslağında kendisine düştüğü bir notta önyargıları konusunda çok daha açıksözlüdür: Köylüler de dahil olmak üzere kendi sınıfına mensup olmayan bütün insanların yaşamlarının sıkıcı ve tekdüze olduğunu, tüm eylemlerinin de üstlerine karşı duydukları kıskançlık, maddi çıkar ve ihtiraslar gibi saiklerden kaynaklandığını belirtir. Sonra sözlerini şöyle noktalar: “Aristokratım çünkü hem burnunu karıştıran hem de ruhu Tanrı’yla iletişim kuran bir adamın ulvi zekâsına, güzel zevkine ya da eksiksiz dürüstlüğüne inanamam.”

* Introduction to Tolstoy’s Writings

İngilizceden çeviren: Yasin Sofuoğlu

Çağrışım anketi: Günümüz Rusyası neyle özdeş?



Kaynak: https://turkrus.com/

 

Rusya'da 18-35 yaş arası 101 üniversite mezunu ya da bilim insanı ile yapılan bir odak grubu araştırması, gençlerin günümüz Rusyasını "güç, korku ve gelenekle" özdeşleştirdiğini ortaya koydu. Gençlere göre "İdeal Rusya'yı" çağrıştıran değerler ise kalkınma, güzellik ve özgürlük.

Novaya Era tarafından yapılan araştırmada gençlere 15 dizi sembol (devlet adamı, renk, ağaç, hayvan, müzik türü vb.) gösterildi ve bu sembolleri hangi değerlerle (güç, adalet, özgürlük vb.) özdeşleştirdikleri soruldu. 

Araştırmayı haber yapan Kommersant en çok telaffuz edilen etiketin 109 kere ile "güç" olduğuna dikkat çekiyor. Bu etiketle ilişkilendirilen semboller arasında Anavatan, ayı, Korkunç İvan ve Stalin öne çıkıyor. 

En çok telaffuz edilen diğer etiketler "savaş, korku, kudret ve gelenek" şeklinde sıralandı.

Çağrışım anketinin ikinci bölümü "İdeal Rusya" hayaline ayrıldı. Bu bölümde öne çıkan semboller kozmik roketler, gökdelenler ve Çar Petro oldu. En çok dillendirilen etiketler ise kalkınma, güzellik ve özgürlük.

Moskovalılar kedilerine hangi isimleri koyuyor?



Kaynak: https://turkrus.com/

 

Devlete ait veteriner klinikleri kayıtları Moskovalıların kedilere verdiği isimlerin son yüz yılda pek az değiştiğini gösteriyor.

2023 yılında kliniklere gelen 125 bin kedinin isimleri üzerine yapılan bir araştırma, Moskova'da kedilere en çok konan üç ismin Musya, Vasilisa ve Barsik olduğunu ortaya koydu. 

Sık rastlanan diğer isimler Pelmeşka (mantı) ve Timon. 

Rusya genelinde ise sıralama daha farklı. Buna göre ülkede dişi kedilere en çok konan isimler Marusya, Alisa, Musya, Sonya ve Masya. Erkek kediler ise en çok Barsik, Kuzya, Vasya, Syoma ve Rıjik (kızıl) olarak adlandırılıyor.