Moskova

Moskova

28 Şubat 2013 Perşembe

Nabokov’dan edebiyat eleştirisi dersleri


Erdinç Akkoyunlu / Star

Teknik ve üslup özellikleriyle edebiyatımızı çok önemli yazarlarını derinden etkilemişler kişilerin başında gelen Vladimir Nabokov’un 1948-58 yılları arasında ABD’deki çeşitli üniversitelerde verdiği Rus Edebiyatı Dersleri’ne dair notlar İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.

Bu ders notlarında, klasik Rus edebiyatına dair okur yaklaşımını sarsacak, yazar bakış açısını da büyük oranda değiştirecek incelemeler yer aldı. Tabii, kitabı Nabokov’un öğrencisine ders veren o sarsılmaz üslubunun etkisine girerek okursanız, böyle düşünmek pek doğal sonuç olur. Ama Nabokov’un derslerini zihninizde sürekli “Bir roman nasıl yazılır? Ya da bir roman nasıl yazılmalıdır?” sorularına yanıt arayarak okursanız, o zaman karşınıza adil olmasını beklediğinizden çok daha farklı kimlikli bir Nabokov ile Rus edebiyatına dair almanız gereken ciddi derslerle karşılaşırsınız. Nabokov’un derslere girişteki su cümlesi, ilerdeki değerlendirmelerinin özeti gibidir: “Tolstoy, düzyazıda Rusların en büyük yazarıdır. Öncülleri Puskin ve Lermontov’u bir yana bırakırsak Rus düzyazının en büyük sanatçılarını söyle sıralayabiliriz: 
1. Tolstoy, 2. Gogol, 3. Çehov, 4. Turgenyev. Bu biraz öğrencilere not vermek gibi bir şey; herhalde Dostoyevski ve Saltikov da aldıkları kötü notları konuşmak için kapımda bekleşiyorlardır.” Derslerin ilerleyen bölümlerinde saydığı yazarların metinlerine ilişkin detaylı ve bir o kadar da yanlı değerlendirmeleri var Nabokov’un. Zaten ders notları İngilizce aslı yayınlandığından beridir Dostoyevski ekolünden gelenlerin Nabokov’a tepkileri biliniyor. Dostoyevski’nin aslında ilk romanı haricinde değerli yapıtı olmadığı, borçlar nedeniyle sara nöbetleri sonrasında hızlı ve düzeltmeye ihtiyaç duymadan yazdığı yönündeki gerçekten haksız eleştirileri (ki buna benzer derinlikten uzak kimi eleştirileri Gogol için de yapıyor) Nabokov’un edebiyat notları üzerinden edebiyatın yapısına dair birkaç söz söyleme imkanı taşıyor. Lolita gibi bir şaheser ile haklı şöhretine kavuşmuş; bunun üzerine yatmayıp derin başka eserler yaratabilmiş ender büyük yazarlardan Nabokov, edebiyatçının kendinden önceki edebiyatçıya nasıl baktığının özeti gibidir. Yazma eyleyişini besleyen yaratıcılığın ateşine en harlı alevi kibrin verdiğini bilmeyen var mı?

GEÇİNMEK İÇİN YAZMIŞ

Ancak iş gelir de Nabokov gibi Rus edebiyatını en doğru analiz ettiği sanısına vararak okuyanı yanıltacak bir ders vermeye gelince, Dostoyevski üzerinden romanı koruma zorunluluğu doğar ister istemez. Evet, Nabokov’un söylediği gibi Dostoyevski yaşamının çeşitli dönemlerinde yasadığı değişimler nedeniyle istediği için değil de geçinmek için yazmış (ne ki büyük eserleri Suç ve Ceza, Kumarbaz, Cinler, Budala, Karamazov Kardesler bu döneminde yaratılmıştır), adeta metin fabrikası gibi çalışmıştır. Evet, metinlerinde Rus milliyetçiliğinin aşırılığıyla, insanın iyi yanlarını görmenin eksikliği vardır. Ama Nabokov’un iddia ettiği gibi Dostoyevski edebiyatı Rus edebiyatında Tolstoy’un ilk sırada olduğu listeye giremeyecek denli kötü değildir. Anlaşılan, Nabokov, Tolstoy’un yaşamını kaybettiği o tren istasyonunda kendi benliğine 82 yasında çıktığı yolculukta elinde Karamazov Kardeşler’in bulunduğunu es geçmiş. Aynı zamanda iyi bir romanın her anının ince hesaplarla değil de imgenin akla düşüp yeniden hatırlama sürecinde kağıda ne denli yazarın kendince en doğru yani en farklı şekilde hatırlayarak döktüğünde iyi metin olduğunu unutmuş. Zira Ortaçağ kaptanları Nabokov’un edebiyatta savunduğu disipline asık olsalardı, rotalarından sapıp yeni dünyaları keşfedemezlerdi.



Nabokov’un Edebiyat Dersleri Üzerine / Serhat Demirel

Yabancı kaynaklı kuramsal kitapların Türkçe çevirileri tükendiğinde yeni baskılarının bazen uzun yıllar boyunca yapılamadığı bir gerçek. Bu tür metinlerin/kitapların orijinal dilinde okunabilmesinin mümkün olmadığı durumlarda yeniden titiz ve özenli çevirilere olan ihtiyaç da doğal olarak artmaktadır. Rus asıllı ABD’li yazar Vladimir Nabokov’un ders notlarından derlenen Edebiyat Dersleri, günümüzde Türkçe çevirisi en zor bulunan ve fakat alanın uzmanları tarafından okunması zaruri sayılabilecek çok önemli çalışmalardan biridir.
1988 yılında Ada Yayınları tarafından yayımlanan Edebiyat Dersleri bir derleme kitap. Ve bütünüyle Nabokov’un ders notlarından oluşuyor. Yazarın 1948–1958 yılları arasında, Cornell ve Harvard başta olmak üzere Amerikan üniversitelerinde verdiği edebiyat derslerinden bir seçme yapılarak hazırlanan kitapta Nabokov belli başlı dünya klasiklerini mercek altına alıyor. Kitapta sırasıyla Flaubert’in Madam Bovary, Tolstoy’un Anna Karenin (Rus  asıllı bir Amerikalı olan Nabokov, bu ismin Karenina değil Karenin olarak okunmasının doğru olduğunu söylüyor), İvan İlyiç’in Ölümü; Franz Kafka’nın Değişim, Turgenyev’in Babalar ve Oğullar,  Çehov’un  Çukurda (Kitap bu isimle 1974’te Bilgi yayınevi tarafından Ergin Altay’ın çevirisiyle yayımlanmış. Yazar bu öykünün İngilizceye “In the Gully” ya da çoğunlukla “In the Ravine” şeklinde çevrildiğini belirtiyor. İlki Türkçede “Hendekte”, ikincisi ise “Dere Yatağında” anlamına geliyor.), Küçük Köpekli Kadın ve Martı; son olarak da Cervantes’in Don Kişot adlı yapıtlarının çözümlemeleri yer alıyor.
Kendi derslerini “Yazınsal yapıtların gizlerini bulup çıkartmaya yönelik bir dedektiflik” (Edebiyat Dersleri 7) olarak nitelendiren Nabokov, her ne kadar keyfî ve bilimsel kesinlikten uzak değerlendirmelere sıkça başvursa da bu kitapta yer alan yapıtları çözümlerken genel olarak roman sanatına dair önemli saptamalarda bulunuyor. Bu yazıda söz konusu saptamalarla birlikte, yazarın metin çözümlemelerinde önem taşıyan bazı noktalara temas edeceğiz.

Nabokov, öncelikle yazınsal yapıtların değerlendirilmesinde metin dışı; tarihsel, toplumsal, psikolojik çözümlemelerin geçersizliğini vurgular. Madam Bovary’yi ele aldığı bölümde, insanoğluna biçim veren belli başlı üç faktör; kalıtım, çevre ve bilinmeyen “x” faktöründen söz eden yazar, x faktörünün en önemli, çevrenin ise en önemsiz faktör olduğunu söyler (12). Nabokov’a göre, kitaplarda yaşayan kahramanlar söz konusu olduğunda bu üç gücü de denetleyen, yönelten ve uygulayan elbette yazardır. Dolayısıyla Madam Bovary’nin içinde yaşadığı toplumsal çevre Flaubert tarafından kendi amacına uygun biçimde yaratılmıştır. Nabokov şöyle söyler:

Flaubert Fransa’sındaki koşullar ya da Flaubert’in bunları yorumlayışı nasıl olursa olsun, kitapta olup bitenler yalnızca Flaubert’in zihninde olup bitmektedir. Emma Bovary’ye etki eden nesnel toplumsal koşulların belirleyiciliği üzerinde durmakta direnenlere karşı çıkmam bundan. Flaubert’in romanı insan yazgısının o pek duyarlı hesap cetvelini konu edinmektedir, toplumsal koşulların aritmetiğini değil (13).

Hatta yazar bu iddiasını daha da ileriye götürerek, Flaubert toplumunun Flaubert kişisi üzerindeki etkilerinden dem vurmanın kuyruğunu kovalayan köpek durumuna düşmek olduğunu söyler (13).

Bununla birlikte, roman incelemesinde çevreyi yok sayan Nabokov bir taraftan çelişkiye de düşer; çünkü bu satırlarda yazarı en belirleyici konuma oturturken öbür yandan kitabın ilerleyen sayfalarında yazarı da hiçleyerek metni öne çıkarır. Don Kişot’u incelediği bölümde “Bizi gerçekten ilgilendiren şey yapıtın kendisidir” (13) diyen yazar, Flaubert’in “yazar bir hiç, yapıt her şeydir” sözünü kendine dayanak olarak alır. Bu bölümde söylediklerinden anlaşıldığı kadarıyla, Nabokov için önemli olan metnin kendisidir; yani kurgu, üslup ve yapı. Ancak burada, onun söylediği gibi, “Kitapta olup bitenler yalnızca yazarın zihninde olup bitiyor”sa sormak gerekir: Bir metin çözümlemesi yazarın zihinsel süreçlerini dikkate alarak yapılamaz mı? Söz gelimi, roman incelemesinde psikanalitik bir okumanın gereği var mıdır? Nabokov kitabın başka bir bölümünde, Kafka’nın Değişim’ini değerlendirirken, bu tür sorulara da cevap niteliğinde, psikanaliz, Freud yorumu ve simgesel yaklaşımı eleştirir, hatta eleştirinin de ötesinde, bu yöntemi yerden yere vurur. Nabokov’a göre:

Freud yorumcuları, Değişim’in Kafka’nın babasıyla olan karmaşık ilişkileriyle ve yaşam boyu süren suçluluk duygusuyla temellendirilebileceğini söylemekle yetiniyorlar. Dahası, bunlar mitolojik simgecilikte çocukların haşaratla simgelendiğini öne sürerek işi Kafka’nın böcek simgesini Freud’cu çıkış noktalarına uygun olarak oğul’u temsil etmekte kullandığını söylemeye vardırıyorlar. Böcek, diyor bunlar, Kafka’nın babasının varlığı karşısında kapıldığı değersizlik duygusunu tam anlamıyla özetlemektedir (126).

Nabokov, anlaşılacağı gibi, bütün bu yorumlara karşıdır, hatta bunları saçmalık olarak nitelendirir, “Ben burada haşaratlarla ilgileneceğim, şarlatanlarla değil” (126) diyerek simgecileri küçümser. Ancak yazar bu sert karşı çıkışının dayanağı olarak Kafka’nın sözlerini kanıt göstermek dışında bir temellendirmeye gitmez. Kafka’nın, psikanalizi “Düzeltilmesi imkânsız bir hata… Ayrıntılara, daha da önemlisi meselenin özüne hakkını vermeyen çok yaklaşık, çok kabaca çizilmiş taslaklar” olarak nitelendirmesini kanıt olarak öne sürmekle yetinir.

Nabokov’un dikkati, kendi deyimiyle “sanatsal yaratı” üzerindedir. Metinde kurgu, kurmaca, belli başlı yapısal izlekler –Madam Bovary’de at izleği, kat izleği; Kafka’nın Değişim’inde kapı izleği bunlardan başlıcaları –, yapı teknikleri – örneğin Madam Bovary’de “karşı ses” (birbirine koşut olarak ilerleyen iki ya da daha çok konuşma ya da düşünce çizgisinin birbirlerine karışmasına, birbirinin kesintiye uğratmasına dayalı bir teknik); Turgenyev’de “yalın simetri”, “gizli kulak verme”, “çiftler oluşturma”; Değişim’de “etkileri farklılaştırma teknikleri” gibi –, yazınsal türe ilişkin değişimler –epikten romana geçiş gibi– Nabokov’un eğildiği başlıca konulardır.
Metin merkezli bir okumayı ilke edinen Nabokov, kitabın bütününde yeri geldikçe bu yaklaşımın dışında kalan okuma yöntemlerini eleştirir ve ele aldığı romanları yapısal özelliklerini dikkate alarak çözümler. Kafka’nın Değişim’inde 3 sayısı, kapı izleği ve Samsa ailesinin refah seviyesindeki iniş çıkışları ana izlekler olarak belirleyen yazar, özellikle 3 sayısının metindeki kullanımın üzerinde durur; ama bunun simgesel olmaktan çok işaret ya da açıklama niteliğinde örtük anlamlar ihtiva ettiğini söyler. “[Değişim’de] öykü üç bölümdür, Gregor’un kapısına açılan üç kapı vardır, ailesi üç kişiden oluşur. Öyküde üç hizmetçiyle karşılaşırız. Üç kiracının üçü de sakallıdır. Samsa’ların üçü de mektup yazar” (161). Ama üç sayısının bu belirgin kullanımı Nabokov için fazla abartılmaması gereken bir durumdur. Çünkü ona göre, “Simgeyi bir kitabın sanatsal çekirdeğinden çekip gösterdiniz mi kitabın tadına varmak imkânı ortadan kalkmaktadır” (161). Daha da önemlisi, bu üç sayısının vurgulanmasında teknik bir anlam vardır Nabokov’a göre. Yazar şöyle açıklıyor:

Teslis, üç dizeden oluşan kıta, üçlü akor, üç kanatlı resim, bütün bunlar, örneğin gençlik, olgunluk ve yaşlılık gibi üç evreyi gösteren üç resim ya da buna benzer üçlü konular kadar iyi bilinen sanatsal biçimlerdir. Örneğin Kafka öykünün başındaki üç odayla tam bir üç kanatlı resim etkisi yaratmaktadır; oturma odası, Gregor’un yatak odası, kız kardeşin odası; Gregor ortadaki odada bulunmaktadır. Dahası, üçlü örgü bir oyunun üç sahnesini hatırlatmaktadır. Kafka’nın düşsel anlatısının mantığa uygunlukta ayak dirediği unutulmamalıdır. Tez, antitez, sentez üçlüsünden daha mantığa uygun ne olabilir? Demek ki Kafka’nın üç simgesini estetik ve mantıkî anlamları açısından değerlendirmeli ve cinsel mitologyacıların Viyanalı büyücü doktoru yönlendirmesi sonucu uydurdukları anlamlara hiç yüz vermemeliyiz (162).
Kafka’nın yapıtını bu şekilde değerlendiren Nabokov, Don Kişot’u incelediği bölümde daha genel saptamalarda bulunuyor. Bu bölümde yazar, Avrupa romanını, epik biçiminin evrimiyle ortaya çıkmış, melez bir tür olarak tanımladıktan sonra, yapısal bir sınıflandırmaya giderek, romanları tek kuşaklı ve çok kuşaklı olmak üzere ikiye ayırıyor. Buna göre:
“Tek kuşaklı romanlar: Tek bir ana insan varlığı çizgisi olanlar

Çok kuşaklı romanlar:  Böyle (Don Kişot’taki gibi) iki ya da daha çok çizgisi olanlar” (263).
Yazara göre, bir ya da birden çok yaşam öyküsü her bölümde sürebilir ya da yazar buna ek olarak “ana bakış” ile “yan bakış” ı kullanabilir (Nabokov bunlara “açı” demeyi tercih ediyor). Yazar “Yan Açı”yı, “ana yaşam ya da yaşamların etkin olduğu ama bu ana yaşamları yan kişilerin tartıştığı bölümlerle kesilen bölümler”diye açıklarken, “Ana Açı” içinse şu tanımlamayı yapıyor:
Ana açı: Çok kuşaklı romanlarda yazarın bir yaşamı anlatırken tümüyle bir başkasına geçişi ve geri dönüşü. Birçok yaşam uzun süre ayrı sürdürülebilir, ancak yazınsal bir biçim olarak çok kuşaklı romanın özelliklerinden biri bu yaşamların şu ya da bu noktada ama kesinlikle karşılaşmasıdır (263).

Madam Bovary, Anna Karenin ve Don Kişot’u bu sınıflandırmayı temel alarak karşılaştıran yazar, Madam Bovary’yi “neredeyse hiç açı değişikliği olmayan ‘tek kuşaklı’ bir roman”, Anna Karenin’i “ana açı” değişimleri olan “çok kuşaklı” bir roman, Don Kişot’u ise birkaç açı değişimli “bir buçuk kuşaklı roman” olarak değerlendirir (263). Nabokov, Don Kişot’u bu şekilde değerlendirmesinin sebebini ise şöyle açıklıyor:

Şövalye ile seyis aslında tek kişi, zaten seyis şövalye olma çabasında; ancak ikinci bölümde belli bir noktada yolları ayrılıyor. Yazar, Sancho’nun adasıyla Don Kişot’un şatosu arasında ne yapacağını bilmez bir tavırla mekik dokurken açı değişimleri çok acemice. İkisi bir araya gelip de doğal “şövalye ile seyisi” bileşimine dönüşünce işin içindeki herkes –yazar, kişiler, okur – rahat bir nefes alır (263).

Bu yapısal formun Türk romanları düşünüldüğünde söz konusu olup olmağı ya da hangi Türk romanında tek kuşaklı, hangisinde çok kuşaklı bir çizgi gözetildiğini incelemek Nabokov’un Avrupa romanı incelerken kullandığı kıstasların Türk romanı için kullanıldığında ne gibi sonuçlar elde edileceğini görmek açısından yararlı bir deneyim olabilir. Örneğin Halid Ziya’nın yazdığı, Türk romanın ilk modern klasikleri arasında gösterilen Aşk-ı Memnu ile Mai ve Siyah’ta ya da çağdaş Türk romancılarından Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı romanında tek kuşaklı mı yoksa çok kuşaklı bir yapının mı söz konusu olduğu incelenebilir.   Yüzeysel bir bakışla, söz gelimi Mai ve Siyah, açı değişikliği olmayan, tek kuşaklı bir roman olarak gözükürken,  Aşk-ı Memnu’nun ise “ana açı” değişimlerine sahip olduğu söylenebilir. Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı romanında da yine yazarın tanımına uygun olarak “ana açı” değişimlerinden bahsedilebilir.

Yönteme dayalı bu bakış açısının yanı sıra Nabokov, romanları konu bakımından da sınıflandırıyor. Çağcıl romanlar, çoğunlukla ben anlatımıyla aktarılmış aile romanları, ruhbilimsel romanlar ve giz romanları gibi. Yazar, büyük yapıtların çoğunlukla bu türlerin değişik bileşimleri olduğunu belirtiyor. Ancak hangi büyük yapıtın ne türlü bir bileşim ortaya koyduğunu örneklemiyor.

Yazarın değindiği başlıca konulardan biri de kurmaca-gerçeklik ve gerçekçilik doğalcılık kavramlarıdır. Özellikle Madam Bovary, Anna Karenin ve Don Kişot incelemelerinde kurmaca ile gerçeklik arasındaki ilişkiye sıklıkla değinen yazar,  örneğin Madam Bovary’yi incelerken, bu romanın gerçekçi ya da doğalcı diye adlandırılamayacağını, çünkü içinde olmayacak ayrıntılar barındırdığını söyler. Nabokov’a göre aslında bütün sanat, kurmaca olması sebebiyle bir aldatmaca, bir düş dünyasıdır. Bunun yanında gerçekçilik ve doğalcılık da göreceli kavramlardır:
“Bir kuşağın yazarda doğalcılık olarak gördüğü şey, daha önceki bir kuşak için iç kapayıcı bir ayrıntının abartılmasından başka bir şey değildir. Öte yandan daha genç bir kuşak da söz konusu ayrıntının yeterince iç kapayıcı olmamasından yakınabilir” (33).

Nabokov’un ortaya attığı bu gerçekçilik tartışması üzerinde durulması gereken bir nokta gibi gözüküyor. Yazar, gerçekçilik denen şeyin yapıtın iç gerçekliği olması gerektiği, özünde bütün yapıtların kurmaca olması dolayısıyla gerçeklikten uzak olduğunu vurgulamak ister gibidir. Bu bağlamda Nabokov’un bu fikirleri öne sürdüğü ellili yıllarda Yeni Roman okulunun, yapıtı bu aldatmacadan kurtararak gerçekliği yansıtabilen, ama o ölçüde de sıkıcı olan bir şekle dönüştürmeye başladıkları hatırlanır ve bir karşılaştırma yapılırsa, roman anlayışı konusundaki tartışmaların teorideki ve pratikteki yansımalarını tarihsel gelişimi içinde daha sağlıklı değerlendirebilmek mümkün olabilir.

Nabokov’un “bilinç akışı” tekniğinin ortaya çıkışı hakkındaki tespiti de oldukça önemlidir. Yazar, genellikle James Joyce’a mal edilen “bilinç akışı” tekniğinin, Joyce’tan çok önce, Tolstoy tarafından icat edildiğini öne sürerek şöyle söylüyor:
Anlatı kişisinin zihninin hiç durmadan akmasını, yazarın hiçbir yorum ya da açıklamasına uğramasızın bir imge, ya da düşünceden ötekine sıçramasını izleyen bir seyir defteridir bu. Tolstoy’da bu yöntem henüz kabataslak biçimindedir, yazar okura az da olsa yardımcı olur, oysa James Joyce’ta yazı mümkün olan en uç noktaya götürülerek, tamamıyla nesnel bir seyir defteri olacaktır (105).

Elbette ki, bu kitapta kuramsal bir bütünlükten söz etmek son derece güçtür, ancak Nabokov’un, yazınsal yapıtları incelerken başvurulacak yöntemin metnin kendi yapısal özelliklerini ön planda tutmak konusunda tutarlı davranmış olduğu inkâr edilemez. Her ne kadar keyfî yargılara sıkı sık başvursa da yazarın ele aldığı romanları okurlar için ufuk açıcı bir incelemeye tabi tuttuğunu söylemek mümkündür.

Vladimir Nabokov. Edebiyat Dersleri. İstanbul: Ada Yayınları, 1988.



27 Şubat 2013 Çarşamba

Can ve Mutlu Moskova Neden Bizdendir?


Ahmet BÜKE
Platonov. Ben ona abi diyorum. John Berger ne diyor bilmiyorum. Ama o da seviyor Platonov’u. 
Biz onunla Beyoğlu’nda kitapçıda tanıştık. Çok yorgunduk. Dolmabahçe’den kalkan rüzgâr yaz sıcağını dindirmiyordu bir türlü. Kitabını uzattı: Can.
Uzaylı olduğuna dair laflar vardı ortada. Uzak gezegenlerden gelmiş. Sibirya’da indirmiş can kurtaran mekiğini. Köknar ormanına dalmış alet. Bir iki fidanı yıkmış. Yaban domuzu sürüsünü ürkütmüş. Kurt yuvasının yanına, gübre yığınının üzerine düşmüş. 
***
Tam o anda, Joaquin Phoenix, The Master’ın senaryosunu okuyordu ve tiner damlattığı içkisini yudumlarken radyoyu açtı.
***
Şiirci’de oturduk ve karşıda peruk satan dükkânların ışıkları yandı. Bana bunları anlattı. Uzaylı yalanını herkese inandırmış. Tam da “Abi, gerçekten ezan sesi duydun mu?” diye soracaktım. Yine de sordum. Omuz silkti. Sonra onun metinleri üzerine konuştuk. Ben daha önce hazırladığım ama kotumun arka cebindeyken annemin makineye attığı kâğıt tomarını çıkardım. İnandı bana garip. İrticalen konuştum artık.
“Platonov özellikle Can isimli romanında sonunda kadar Doğuludur. Ben onun garip bir şekilde Anadolu’dan su içtiğine inanıyorum. Karapınar’daki bir akasya ağacına son kez uğramış gibi. Adını unuttuğum –unutmak da Doğuya özgüdür- kahramanının iki büklüm annesinin bakışlarını buraya not düşerim. Çiçekli Neneler vardır bizde. Sazdan damında yaşar. Ayak bileklerine kadar acı ve huzura gömülüdür. İki büklüm kalkar. Elinde ibriği, bir çarşı camiine doğru yürür. Oğlu Kıbrıs’ta kalmış. Çiçekli Nenelerin bir kısmı zencidir. Söke’ye pamuk hasadı için getirilen artıklardan. Kalanı Kürt. Kürdün acısı ve öğünü tümden Doğudur.”

Adaçayı söyledi burada ve “Çok saçma ama devam et,” dedi.

“Bizden ve bize ait olduğunuza katılmıyor musunuz?” dedim.

Omuz silkti.

“Devam et, dedik ya koçum!”

“Bunu söyleyeceğini tahmin ediyordum abi. O halde Türkçe ’de son basılan Mutlu Moskova kitabından şu parçaya okuyayım sana.”

***
Okuduğum bölümdür:
“Anne, çok hastalanmıştım çok, şimdi kesecekler beni ama hiç de canım acımıyor!” dedi ve âciz, kendi kendine yabancı kaldı. Hayat içinden tekrar kopup gitmiş ve çocuk rüyalarından ırak, mahzun seyrine odaklanmıştı; nesneleri, izlenimlerinin toplamını görüyor, bu nesneler önünden son hızla akıp geçerken tanıyordu onları: İşte çok eskiden elinde tuttuğu çivi – şimdi paslanmış, eskimişti; işte küçük kara köpek-

***
Âciz ve kendine yabancı kalma hali bizim ilçe hastanelerinin bahçe kapısından itibaren büyüyen ve elle tutulan bir buluttur misal. Girişin hemen sağında sökülmüş teker başları üzerinde takoza alınmış Ford marka –markası yağmurda ve siste bakırlanmış- ambulans eskisi ağlar. Ford’a dayanmış iki anne ve halk bankası banklarında oturan onlarcası. Acilde kapıyı kapatıp bir hemşire ağlıyor. Çocuk hastalardan birisi –kuşpalazı- az önce öldü. Üzerine mermerşahi hastane bezini örttüler. Daha ufak olanı nesnelerle oynuyor. Çünkü yüksek ateş nesne ve insan –çocuk- arasındaki bağı inanılmaz güçlü örümcek ağlarıyla sağlamlaştırır: 

“Şimdi anne” diyor -41 derecede olan- “Bizim iğde ağacı geldi az önce. Elinde yaşlı sakalı ve portakallarla. Portakal seviyorum ben. Kar altında güneş topu onlar. Çok uzakta büyüyorlarmış. İğde dede söyledi. Dağ dağ ardında. Ovaları ve çayları geçince zenginlerin tarlaları varmış. Allah gökten ve yerden ısıtıyormuş oraları. Ekmeği de gökten atıyormuş onlara. Zenginler Allah’a şükretmek için portakal ağaçlarını sulamışlar. Meyveleri de buraya kadar gelmiş. İğde dede böyle anlattı bana anne…”

Sözümü kesti.
“Bir dakika! Sen Stalin’i tanımadığın için bu kadar naif görüyorsun her şeyi.”

“Abi,” dedim.

“Senin nasıl öldüğünü biliyorum. Oraya da geleceğim.”

“Hayır,” dedi. “Mevzu bu değil.”

Anladım ki daha fazla dinlemek istemiyor beni. Karaköy’e indik. Kadıköy vapuruna bindik.
Aslında gittiğimiz yön bile Platonov’un bizden ve dahi bizden daha Doğulu olduğunu gösteriyordu.
Ben Mutlu Moskova’yı okumaya devam ettim. Platonov Abi, simit yedi.
Susamlarını balıklara attı.

Andrey Platonov’un gizemli, poetik ve realistik romanı: ‘Can’

Pakize Barışta, Taraf

Pakize Barışta, Taraf gazetesinde, Rus yazar Andrey Platonov’un “gizemli, poetik ve realistik romanı: ‘Can’ı değerlendirdi. Barışta’ya göre, Can, okura “umudun ölümsüzlüğünü” hatırlatıyor.

İnsan ne için yaşar, edebiyatın ana sorusudur bence.
Hayat,umudunu göndererek bu soruyu cevaplaması için yardımcı olur edebiyata.
Bir bilge kişi olan yazar, bu asal soruyla yaşarken, insanlığı kelimenin en yalın haliyle altüst ederek, kesintisiz bir biçimde yeniden manalandırır.
Edebiyat, aslında bu çabasıylayaşamaya değer olanın, derin, gizli ve gizemli hallerini ortaya çıkarır.
Misyonu budur zaten.
Rus yazar Andrey Platonov, Can adlı romanında insanın ne için yaşadığını ve –hayatı sıfırdan yeniden kurarcasına ele alarak- umudun ölümsüzlüğünü hatırlatıyor okura.
Platonov’un umudu çok yönlü.
Yazar,yoksulun aklı denilen hayal gücüyle, kendi hayal gücünü mükemmel bir biçimde buluşturmuş Can’da.
Bu öyle bir yoksulluk ki, romanın başkahramanı Nazar Çagatayev’i hayatta kalabilmesi için daha çocukken, yaşadığı yerden –hatta ölümden kurtarmak için- adeta kovan annesi Gülçatay’ın ifadesiyle, “Annesinin karnındayken ölenlere ne mutlu” dedirtiyor.

Can, yeryüzündeki fukaraların en fukarası olan bir halkın adı. Bu küçük halk, kaçaklardan, yetimlerden, kovulmuş yaşlı kölelerden, kocalarını aldatan korkuya düşmüş kadınlardan, sevgilileri nişanlıları ölen ve artık evlenmeyi düşünmeyen kızlardan, tanrıtanımaz insanlardan, Sovyet kamplarından kaçan mahkûmlardan, körlerden, Orta Asya’nın ve civarının her millet insanından oluşuyor. Adına gelince: “Can. Ruh ya da tatlı hayat anlamında. O halkın, ruhundan ve kadınların, anaların ona bağışladığı tatlı hayatından başka hiçbir şeysi yoktu –halkı doğuran analardır çünkü.


Yok olanla yaşamanın, açlıktan midesini unutmuşlukla yaşamanın, dünya âleminde kesin bir unutulmuşlukla yaşamanın ve köleliğin yol açtığı acının kesintisizliği sonucu hissizleşen Can halkı, üyeleri bir bir ölürken, umudun devreye girmesiyle yok olmaktan kurtulur. Çok zor elde edilen, hatta beklenmeyen bir uyanıştır bu. Zira kölelik: “Sınıf mücadelesi kölenin içindeki ‘kutsal ruh’un alt edilmesiyle başlar; efendinin inandığı şeyin, onun ruhu ve tanrısının yerilmesi affedilecek şey değildir, kölenin ruhuysa yalanla, yıkıcı emekle törpülenir durur.

Can halkı, Sovyetler Birliği sınırları içinde bulunan Özbekistan’la Türkmenistan arasındaki unutulmuş, –coğrafyası çok sert- bir bölgede yaşayan göçebe halktır. Nazar Çagatayev de, Moskova’daki öğrenimini tamamladıktan sonra, bu halkı sosyalizmle buluşturmak için devlet tarafından görevlendirilmiştir. O halkın bir çocuğu olan Çagatayev, insanın okurken bile zor tahammül edebileceği olağanüstü bir mücadelede bulunur. Bu noktada umudun aslında çok güçlü bir arzu ve direnme sonucu ortaya çıktığını, ütopyaya da ancak böylesi bir azimle ulaşılabileceğini gösterir bize.

Andrey Platonov, Stalin rejimi tarafından haksızlığa uğratılmış bir yazardır. Ne var ki o, edebiyatıyla Stalin’in polis devletini eleştirirken, devrime karşı bir pozisyon almamış, bu romandan da çok iyi anlaşılacağı gibi Sovyet devriminin sınırlarını ve imkânlarını sorgulamıştır; sosyalizmle buluşturulmak istenen Can halkının sosyalizmin s’sinden bile haberi yoktur çünkü.

Can’da sergilenen, insanın havsalasının sınırlarını zorlayan hayat mücadelesinin güçlü felsefi yapısında, tasavvufla zerdüştlük hissediliyor. Bu haliyle romanın gizemli büyük bir poetik yapıya sahip olduğunu söyleyebiliriz; sembolleri çözüp yorumlamak için –bunlara yabancı olan okur açısından- özel bir çaba da gerekiyor zaman zaman.

Yazarın anlatımındaki masalsılık, derinliği olan anılar ve –aynı zamanda- realizm duygusu, romanı neredeyse destansı bir mertebeye yükseltmiş.
Ayrıca Platonov’un dünyasında insan da, hayvan da, doğanın diğer herhangi bir ögesi de aynı değerdeler. Yazarın şefkati, hepsine eşit olarak dağılıyor: “Deve eti almışlardı yanlarına ama Çagatayev pek iştahsız yiyor, kederli bir hayvanla beslenmek zoruna gidiyordu; deve de insanlığın bir ferdiymiş gibi geliyordu ona.
Andrey Platonov, Rus edebiyatının ön sıralarında yer alabilecek güçte bir yazar bana göre.

(Can, Andrey Platonov, Çeviren: Günay Çetao Kızılırmak, Metis Yayınları)



24 Şubat 2013 Pazar

Romanovların 400’üncü yılı


İlber Ortaylı / Milliyet
Bu yıl Rusya’da bir takım kitleler huşu ile Romanovların 400’üncü taht yılını kutlayacaklar. Böyle olaylar, yaşanan müşterek tarihi anmak için bir vesiledir. Bizde de Türk-Rus tarihiyle ilgili bir iki konferans ve küçük toplantının yapılması gereklidir
Devlet-i Aliyye, Moskova Devleti’yle 1490’larda ilişki kurdu. Rusya’nın o zamanki savaş ve barış muhatabı Kırım Hanlığı idi. Bir mümtaz eyaletin hükümdarları olan yani vasal statüdeki Kırım Hanları dış ilişkiler kurabiliyorlardı. Moskova sefirleri de Kırım’ın merkezi sayılabilecek Akmescit’te mukimdi. Kırım Hanlığı, Moskova Rusyası’na karşı Osmanlı Devleti’nin ilişkilerini yönetmeseler de yönelttiler. Moskoflara karşı müttefikleri Polonya’ydı. Devlet Giray Han’ın Moskova’yı kuşattığı hatta şehri tahrip ettiği biliniyor. Bu uzaktaki steplerin merkezini uzun boylu elde tutmak mümkün değildi. Devlet-i Aliyye, Rusya’yla ancak Romanovlar devrinde temasa geçmiştir. Viyana Muhasarası’ndan sonra uzun süren savaşlar sırasında Rusya; Almanya, Polonya ve Venedik’in müttefikiydi.
1699 Karlofça Barışı’ndan sonra 1700 İstanbul Barışı’yla İstanbul’da bir elçilik kurdu. İlk büyükelçi, büyük yazar Lev Tolstoy’un büyük büyük dedesidir.
Pyotr Andreyevich Tolstoy, Petro’nun donanmasındaki ilk amirallerdendi. Yazdığı uzun raporlar (Rus arşivlerindeki) henüz değerlendirilmedi ama o dönemin Osmanlı tarzı için birinci derecede öneme haizdir.
Rusya tarihinin kutsal sayılan hanedanı Ruriklerdir. Ne var ki Korkunç Ivan öldükten sonra onun başmüşaviri aslen bir Tatar olan Boris Godunov tahtı gasp etti. Gaspedilen bu taht Rus tipi bir sahnelemeyle dolduruldu. Halk anarşiye düşen devletin içinden bir kurtarıcı aradı. Bunun da uzun bir saltanatı çok yakında bulunduğu Çar Korkunç Ivan’la birlikte götüren ve Rusya’yı tanıyan bir adam olması gerekliydi. Boris Godunov’un ilk işi Çar’ın reşit olmayan masum küçük oğlunu katletmek oldu. Küçük Çareviç Dimitri’nin Çar tarafından ortadan kaldırdığı söylentisi hemen yayıldı. Kutsal Hanedan Ruriklerin hanedanı böylelikle bitmişti.

İnanan, inanmayan herkes Dimitri’ye katıldı
Ardından sahte bir Dimitri ortaya çıktı. Polonyalılar onu Boris’in elinden kurtulan hakiki Çareviç gibi allayıp pullayıp Rusya’nın üstüne saldılar, muhalif çoktu; inanan, inanmayan herkes Dimitri’ye katıldı ve Moskova düştü. Türkçe’ye de çevrilen Puşkin’in eseri “Boris Godunov” adlı dram okunursa, tiyatro, tarihi nasıl anlatıp yorumluyor canlı örneğiyle görülebilir. Polonya’nın ve sahte Dimitri’nin işgalindeki Moskova ve Rusya 13 yıllık bir fetret dönemi yaşadı. Rusya’yı yabancı istilasından Moskova halkı ve tüccarların reisi Kuzma Minin ve asilzadelerin önderi durumundaki Knez Dimitri Pojarski’nin öncülüğündeki bir isyanla kurtardılar.
Bu ülkenin tahtı hiç de istenen bir nimet değildi. Zemsky Sobor’un (yani bütün asilzadeler ve şehir temsilcilerinin meydana getirdiği büyük meclis) en sakin ve uyumlu üyesi Michael Romanov adeta yalvar yakar tahta çıkarıldı.
21 Şubat 1613, yeni Rusya tarihinin başlangıcıdır. Romanovlar tahta çıkışlarının 300’üncü yılını, 1913 Şubat’ında bayramlar, açılış törenleriyle oldukça kendilerinden emin en azından istikbale umutla bakan bir havada kutluyorlardı. Avrupa’nın üzerinde geniş bir harbin kara bulutları dolaşmaktaydı. Milletler nasıl bir yıkımın geleceğinin henüz farkında değillerdi, Rusya da değildi. Tarihçi Vernadsky savaşın sonunda demokrasinin geleceği kehanetinde bulunmuştu. Sosyal Revolüsyonerler ve Bolşevikler de haklı olarak umutlanıyorlardı. Bütün gayri Rus milletler bağımsızlık umudu içindeydiler. Boş bir ümit... Mülteci bir tarih bilgini 1960’larda babama dert yandığında yanındaydım; “O çarlığı yıkmak için neler yaptık, arkasından gelecek kabusu ne bilelim!” Romanovlar Japon Savaşı’nın getirdiği hayal kırıklığı ve yenilginin utancını telafi ederiz diye düşünüyorlardı.

En pahalı bedeli bu hanedan ödedi
1913 Rusya seçkinlerinin ve milliyetçilerin kutladığı bir yıldı. Dört yıl sonra koca imparatorluğun yere yıkacağı bir kavim yeni bir umutla Şubat İhtilali’ni yaptı. Romanov Hanedanı’nın sonu gelmişti. Çok geçmedi, devrilen Çar’ın iltica talebini kabul etmeyen Avrupalı müttefikler utanılacak bir olayı gözlediler; Çar ve ailesi, Yekaterinburg’da gaddarca kurşuna dizildi. “Yıkılan tahtlar ve devrilen taçlar” savaştan önce Rusya maliye nazırı Sergei Witte’nin kehanetiydi. O, Rusya’da savaşı istemeyen akıllı liberallerdendi. En pahalı bedeli Romanov Hanedanı ödedi. Efsane yayıldı; “Ruriklerin tahtı başkasına uğursuzluk getirir, Büyük Petro varisini kendisi cellata verdi, kızlarıyla hanedan aslında tükendi. Gelen Alman karışımı Rus çarların da hiçbiri yatağında ölmedi” dediler. Birinci Alexander’ın meçhul bir inzivaya çekildiği yazıldı. I. Nikola Kırım Savaşı üzerine fücceten gitti. II. Alexander suikastla gitti. III. Alexander ise aile uğradığı bir suikasttan zor kurtuldu ve olayın kalıntılarıyla ömrü tamamlandı. II. Nikola ve ailesinin akıbeti ise en korkuncu oldu. Romanovların bugünkü varisleri bile gurbette birbirleriyle didişmekle meşgul. Ortada tahtın varisi olduğunu iddia eden iki aile üyesi var.

Romanovlar Rusya’sı zengindi, savaşçıydı
Romanovlar Rusya’sı bir bakıma bir imparatorluktu, bir bakıma da Rusya Devleti’nin en ulusal biçimiydi. Devamlı kalkınan bir devletti, zengindi, savaşçıydı. Ama ülkenin sefaletini Hindistan’ın önderlerinden İsmaili mezhebinin lideri Aga Han bile esefle gözlemişti; “Hind’teki işçiler daha iyi durumda. Hiç değilse berbat fabrikalarından çıkıp temiz hava alabilirler. Rusya’nın soğuğunda bu dahi imkansız” diyor. Yenilgisinde ve zaferlerinde dahi bir yolsuzluk ve kitlelere karşı bir acımasızlık vardı.
Rusya bir bakıma Romanovlar devrinde muasır Avrupa medeniyetinin içine girdi. Bir yönüyle de el’an acımasız şartların sürdüğü bir Doğu devletiydi. Uzak Kafkasya’da ve Orta Asya’daki köylüler bile Rusya’nın milyonlarca serf statüsündeki köylüsünden daha iyiydi. Polonya ve Finlandiya gibi ilhak edilen toprakların halkı ise yaşadıkları uygarlık düzeyi bakımından Rusya’nın hep önündeydiler.
18’inci asırdan itibaren Napolyon istilası ve Japonya Seferi hariç tutulursa Rusya’nın savaştığı başlıca devlet Osmanlı Türk İmparatorluğu’ydu. Rusya, Türk İmparatorluğu içindeki Slav kardeşleriyle Türk İmparatorluğu ise Rusya’daki Müslümanları ile uğraşıyordu. Tarihteki bu gerilimin aslında gelecekteki bir kültürel alışveriş ve sentez için işe yarayacağı açıktır.
Bu yıl Rusya’da devlet bir görev olarak ama birtakım kitleler ise huşu ile Romanovların 400’üncü taht yılını kutlayacaklar. Böyle olaylar yaşanan müşterek tarihi komşu devletler ve milletlerle birlikte anmak için bir vesiledir. Bizde de Türk-Rus tarihiyle ilgili bir-iki konferans ve küçük toplantının yapılması gereklidir.

23 Şubat 2013 Cumartesi

Erkekler günü ve Rus erkekleri üzerine


Hakan Aksay
Kaynak: http://t24.com.tr/
Dün e-postama Rusya’dan iletiler düştü. Bir kısmı çok eski kadın dostlarımdan. Bazıları “zaten yoktular” şiirinin içinden gülümseyenlerden.
İçerikteki süsleri ve orijinal şakaları çıkarırsak, geriye kalan ortak bir mesaj:
- Bayramın kutlu olsun!
Bir an uzun yıllar öncesine gittim. Üniversite yıllarına. Yine bir karakış. Ama o gün farklı. Ortalık bayram yeri. Yanıma bir grup güzel sarışın yaklaşıyor. Neredeyse koro halinde bağrışıyorlar:
- Bayramın kutlu olsun!
Cevap verirken, daha doğrusu o lanet olası karşı sorumu sorarken yüzümde bön bir ifade olduğundan bugün bile eminim:
-Ne bayramı?..
-Bugün 23 Şubat!
-Eee? (Aynı bönlükle.)
Kızlar benimle paylaşmak istedikleri gülücükleri alay hamuruyla yoğurup kendi aralarında acımasız paslaşmalara çeviriyorlar. Ben nedenini bile anlamadan eziliyorum, yok oluyorum, kadınlar karşısındaki – ileriki yıllarda acısını çıkaracağım - acemi yenilgilerime bir yenisi ekleniyor.
* * *
Sonra muhtemel ki zamanında kadınlardan bu tür yaralar almış olan erkeklere başvuruyorum usulca. Sovyet delikanlılara. Onlar da gülüyor. Ama içten, dostça ve kısa süreli. Ve gerçeği anlatıyorlar:
- Bugün erkekler günü. Aslında ordu günü. Sovyet ordusu ilk başarısını Almanlar karşısında 23 Şubat 1918’de kazandığı için 23 Şubat 1922’de bu tarih “Vatan kurtarıcıları günü” ilan edildi. Eh, 8 Mart’ı dünyada en görkemli tarzda kutlayan ülke olduğumuzdan ve biz erkekler bunu içten içe kıskandığımızdan dolayı, zamanla 23 Şubat resmî adı konmamış bir “erkekler bayramı”na dönüştü. Artık biz 8 martlarda, iki hafta kadar önce aldığımız hediyelerle orantılı bir bütçeyle hediye alıyoruz…
Son cümle (yarı)şaka tabii…


* * *
Böylece ben bir daha 23 şubatlarda ne şaşırdım, ne de kutlamaları kabul etmekte tekledim. Dahası, bu tarihi günde beni kutlamayan kız arkadaşlarıma çıkışma küstahlığını bile gösterdiğim oldu. Bir kısmı özür dilerken, diğerleri şaşırıyordu:
-Sen ne Sovyet erkeğisin, ne de bizim orduda görev aldın. Seni niye kutlayalım?..
Çoğu kez benim cevap vermeme gerek bile kalmıyor, çevredekiler bu büyük bayramın yüzü suyu hürmetine ülkedeki bütün erkeklerin kutlanması gerektiğini benden daha iyi savunuyordu. Kimisi yıllar içinde benim de neredeyse gerçek bir Sovyet (veya Rus) erkeğine benzediğimi söyleyerek sözde iltifat edip daha güçlü destek veriyordu. Sonraki yıllarda (yanımızda Rus erkekleri olmadığında) bu tür “kuşkulu övgüler”i uygun bir yöntemle geri çevirmeyi öğrendim.
* * *
Geçenlerde İstanbul’daki Rusya Başkonsolosluğu’nda iki yıldır çalıştığını söyleyen, açık renkli teni ve gözleri olan Türk polisine sordum:
 -Siz burada çalışa çalışa Ruslar’a daha çok benzediniz galiba?
Önce güldü. Kabul etti. Sonra ciddileşerek çerçeveyi daralttı:
 -Fiziksel olarak belki. Ama huy olarak asla Rus erkeklerine benzemem!..
Aklıma internette yabancı kadınlar arasında yapılan “Rus erkeği denince ne düşünüyorsunuz?” sorulu anket geldi:
-Cevapların yüzde 25’i “sarhoşluk”, “votka”… Bir o kadarı “mafya”… Sonra “ayı” veya “Rus ayısı”… Ardından “sakal”,
“şapka” vb.
* * *
Erkekleri kadınlarla kıyaslayanların bir kısmı “bilimsel” gidiyor. En başta erkeklerin bağışıklık sorununu ve onunla bağlı hastalıkların kadınlara göre üç kat fazla olduğunu vurguluyor. (Nedeni de güya, vücuttaki kayıpları karşılayamayan “Y” kromozomuymuş.) Mide hastalıkları erkeklerde kadınlara göre 2 kat daha fazlaymış. Stres ve kalp rahatsızlıkları ise 3 kat. Söylenenlere bakılırsa, bu ve benzeri nedenlerle erkekler genellikle kadınlardan daha az yaşıyormuş.
Bazı kaynaklar, “Rus erkekleri sorunsal”ına tarihi yaklaşımdan yana. Hangi ülkede son 100 yıl içinde bu kadar savaş, iç savaş, devrim, devletin dağılması, açlık, ekonomik ve sosyal kriz gibi olgular daha sık yaşandı ki? Elbette bu nedenlerle milyonlarca erkek öldü; üstelik bunlar genellikle erkeklerin en nitelikli olanlarıydı; en zor dönemlerde hayatta kalanlar zayıf, sarhoş, hain vb. özellikte olanlardı. Eh, kalan genetik mirası siz düşünün artık…
* * *
Bugün Uluslararası Sağlık Örgütü’ne (USÖ) göre Rusya yurttaşlarının yüzde 25’inin psikolojik desteğe ihtiyacı var. Bunların çoğu erkek. Söz konusu oran ABD’de yüzde 15.
Yine aynı örgüte göre, Ruslar’ın yüzde 20’sinin ölüm nedeni alkolle ilgili. Bunların da yüzde 92’si erkek. Ben USÖ’nün yalancısıyım, ama 18-25 yaşlarındaki Rus erkeklerinin yaklaşık yüzde 70’inde şu veya bu düzeyde alkol bağımlılığı olduğu yolunda bir veri de var.
Bununla bağlı birçok sorun var tabii. Başta gelenlerinden biri cinsel sorunlar. Rusya Sağlık Birliği’ne bakılırsa ülkedeki 30 yaş sonrası erkeklerin yaklaşık yüzde 40’ında “cinsel güç eksikliği” gündeme geliyor. Yüzde 15’ten fazlasında iktidarsızlık başlıyor.
İki gün önce Rusya’da üroloji biliminin bir numaralı ismi kabul edilen Prof. Dmitriy Puşkar bir demeç verdi. Ve 25-75 yaş arası 1225 kişinin katılımıyla yapılan bir araştırmanın sonuçlarına göre, akciğer kanseri ve deri kanserinden hemen sonra prostat kanseri ile başı belada olan Rusya erkeklerinin yüzde 90’ının “yatakta sorunları olduğunu” söyledi.
* * *
İngiliz OnePoll.com Ajansı’nın 20 ülkede 15 bin kadınla gerçekleştirilip 2009 sonbaharında Daily Mail Gazetesi’ne yayımladığı anket sonuçları da oldukça ilginçti. Buna göre “dünyanın en iyi seks yapan erkekleri” sıralamasında İspanyollar, Brezilyalılar ve İtalyanlar ilk sıralarda gelirken, en kötüler listesinde Almanlar (“kötü korkuyorlar”), İngilizler (“çok tembeller”) ve İsveçliler (“aşırı derecede hızlılar”) ilk üçü paylaşıyordu; Türkler dokuzuncu (“aşırı terliler”), Ruslar ise onuncuydu (“fazla kıllılar”).
Tanıdığım hiçbir Rus erkeği bu tür anket ve araştırmaları sevmiyor. Son ankete bakarak onlara katılan Türkler de olabilir belki.
Her neyse! Ben bütün bunları araştırmacılara, uzmanlara ve en başta da kadınlara, Rus kadınlarına bırakayım. Ve bir an önce bu yazıyı bitirip dün geri dönemediğim kutlama iletileri için teşekkür cevapları göndereyim.

“Vatanın Savunucuları Günü”


Bugün, Rusya’da “Vatanın Savunucuları Günü” olarak kutlanıyor.

Bu bayram ilk kez 23 Şubat 1922 tarihinde, ilan edilen “İşçi-Köylü Kızıl Ordu ve Filosu” günü olarak kutlanmaya başlandı. Bayram daha sonra Sovyet Ordusu ve Askeri Deniz Filosu olarak kutlandı.

Günümüzdeki haliyle ise 2002 yılından itibaren kutlanıyor. 2002 yılında Duma'nın aldığı bir kararla 23 Şubat, Vatanın Savunucuları Günü olarak resmi tatil ilan edildi. 

Bu bayram Rusya’da halk arasında “erkek bayramı” olarak da kutlanır. Bu günlerde Ruslar, askerlere, Ordu ve Filo emeklilerine, yurtdışında savaşmış askerlere ve ailelerindeki erkeklere sevgilerini, saygılarını ve imkanlarını zorlayıp hediyelerini sunarlar.

8 Mart’ın kadınlar için anlamı neyse 23 Şubat ta erkekler için aynı anlamı taşır.

Kamuoyu araştırma kuruluşu FOM'un anketine göre Rusya'da halkın yüzde 77'si 23 Şubat Vatanın Savunucuları Günü'nü çok önemli bir bayram olarak görüyor. Bugünü önemsemeyenlerin oranı yüzde 20.

22 Şubat 2013 Cuma

Aşk, sınıf farkı falan dinlemiyor


Aşk, sınıf farkı falan dinlemiyor.

Bazen bir sokak kedisi haddini aşıp bir ev kedisine aşık olabiliyor.

Hep ciğercinin kedisiyle balıkçının kedisinin aşk öyküleri olacak değil ya...

İşte bir örneği bu videoda:

Rusya'da karın, kışın ortasında bir sokak kedisi, sevdalandığı ev kedisine ulaşmaya çalışıyor. Ancak görülüyor ki ev kedisi de bu sevgiye çok ilgisiz değil.
Umarız kavuşur, mutlu olurlar.

21 Şubat 2013 Perşembe

Rus kadınları erkeklerde hangi özelliklere önem veriyor?



Rus kadınlarının erkeklerde aradığı özelliklerin başında güvenilirlik geliyor.

Rusya’da binlerce kadın üzerinde yapılan araştırmada, kadınların yüzde 31’i güvenilirliğin en önemli özellik olduğunu belirtti. Güven, bütün özelliklerin önüne geçerek ilk sırada yer alıyor.

Rusya genelinde Rusya Ulusal Kamuoyu Araştırmaları Merkezi (VTsIOM)’ nin sosyologları tarafından yapılan araştırmanın sonuçlarına göre kadınların erkeklerde aradığı diğer özelliklerse şöyle;

-iyi ve temiz kalpli olma (%17),
-entelektüellik (%16),
-ahlak (%15),
-dürüstlük (%14),
-cinsellik (%13),
-özen ve saygı (%12),
-çalışkanlık (%10)
-sorumluluk sahibi olma (%9).

Bu arada bir erkeğin görünümünün, yakışıklılığının ve çekiciliğinin araştırmaya katılan kadınlar için en önemli özellikler olmadığı ortaya çıktı. Bu özellikleri, ankete katılanların sadece yüzde 8’i seçti.

Rus kadınların, ayrıca, sadakate (%8), erkeklerin kolay ve eğlenceli doğasına (%6), kötü alışkanlıkların yokluğuna (%5) ve maddi durumuna (%5) önem verdiği saptandı.
Erkeklerde nezaketi, tasarrufu ve cömertliği kadınların yüzde 3’ü, dikkati, iyi bir aile babası olma yeteneğini ve dengeyi ise kadınların yüzde 2’si arıyor.
Erkeklerde güvenilirliği, en çok, 25-34 yaş arası (%37) kadınlar önem veriyor. Görünüm, 18-24 yaş arası (%16) anket katılımcıları için çok önemli. Erkeğin çalışabilirliğini en çok yaşlı kadınlar (%15) önemsiyor.

Bu çalışma, Rusya’nın 138 ayrı bölgesinde bine yakın kadınla bire bir görüşülerek gerçekleştirildi. Hata payınınsa yüzde 2,9 olduğu açıklandı.


Romanov hanedanlığının kuruluşunun 400.yıldönümü


Rusya’da bugün (21 Şubat 2013) 1917 yılına kadar ülkeyi üç asırdan fazla bir süre yöneten Romanov hanedanlığının kuruluşunun 400.yıldönümü kutlanıyor.
21 Şubat 1613 tarihinde Moskova’daki Rusya Genel Kurul Toplantısı’nda 16 yaşındaki Mihail Fedoroviç tahta seçilmişti.
Moskova Kremlin Müzesi, bu olaya adanmış 17.yüzyıl baskılı el yazması bir kitabı bu yıldönümü için hazırladı.400.yıldönümü kutlamaları St.Petersburg’daki Romanov Sarayı’nda gerçekleştiriliyor. 20 Şubat günü Petropavlovskiy Kalesi’ndeki Rus imparatorların türbesinde anma ayini düzenlendi. Moskova ve Rusya Patriği Kirill, Romanov soyunun Rusya’daki ilk hükümardarı olan Mihail Fedoroviç’in taç giymesi ile kargaşalı dönemin sona erip Rusya için yeni bir dönemin başlangıcı olduğunu, hanedanlık temsilcilerinin 300 yıllık dönemde hizmet ettiğini vurguladı.
Romanov Kraliyet Hanlığı’nın sona erdiği Ekaterinburg’da bugün “Romanov Günleri” düzenlenecek.
Romanov Hanedanı (Рома́нов), 1613'ten 1917 Şubat Devrimi'ne kadar Rusya'yı yöneten hanedandı.
XIV. yüzyıl'dan beri bilinen ve önce Koşkin, sonra Zaharin, XVI. yüzyıl'da Romanov adını alan boyarlar soyundan gelmekteydiler.
Moskova büyük prensi I. İvan Kalita'nın (hükümdarlığı 1328-40) döneminde yaşayan Moskovalı boyar Andrey İvanoviç Kobyla'nın (Kambila) soyundan gelen Romanovların adlarını Roman Yurev'den (ö. 1543) alırlar. Yurev'in kızı Anastasiya Romanovna Zaharina-Yureva, ilk Rus çarı Korkunç İvan'ın ilk karısıydı. Anastasiya'nın erkek kardeşi Nikita Romanoviç'in çocukları da dedelerinin onuruna Romanov adını benimsedi. Rurik hanedanının son yöneticisi I. Fyodor'un 1598'de ölmesinden sonra Rusya, Karışıklık Dönemi (1598-1613) olarak bilinen siyasal bunalım dönemine girdi. Bu dönem bir zemski sobor 'un (ülke meclisi) Nikita'nın torunu Mihail Romanov'u çar seçmesiyle sona erdi.
Romanovlar 1797'ye değin düzenli bir veraset sistemi oluşturamadılar. Yönetimlerinin ilk yüzyılında tahta, Rurik hanedanındaki uygulamaya uygun olarak genelde çarın en büyük oğlu, eğer oğlu yoksa en yakın ve yaşça en büyük erkek akrabası geçti. Böylece Mihail'in (hükümdarlığı 1613-45) yerine oğlu Aleksey (hükümdarlığı 1645-76), onun yerine de oğluIII. Fyodor (hükümdarlığı 1676-82) çar oldu. Ama Fyodor'un ölümünden sonra hem kardeşi İvan, hem de üvey kardeşi Petro taht üzerine hak iddia etti. Bir zemski sobor Petro'yu çar seçtiyse de, İvan'ın ailesinin streltsi'yi (saray muhafız birlikleri) ayaklandırması sonucunda her ikisine de I. Petro ve V. İvan adlarıyla taç giydirildi (1682).
İvan'ın 1696'da ölmesiyle Petro tek başına çar oldu ve 16 Şubat 1722'de çarlara ardıllarını belirleme hakkını tanıyan veraset yasasını yürürlüğe koydu. Ama imparator unvanını da alan ilk çar olan Petro, ardılını bildiremeden önce yerine karısı, I. Yekaterina adıyla tahta çıktı. I. Yekaterina'nın 1727'de ölümü üzerine taht I. Petro'nun torunu II. Petro'ya geçti. Onun 1730'da ölmesinden sonra V. İvan'ın hayattaki küçük kızı Anna çariçe oldu. Anna 1740'ta ölünce ablasının kızı olan Anna Leopoldovna'nın iki aylık oğlu VI. İvan çar ilan edildi. Anna Leopoldovna ise Braunschweig-Wolfenbüttel hanedanına mensup oğlunun naipliğini üstlendi. Ama ertesi yıl tahttan indirilen İvan'ın yerine I. Petro ile I. Yekaterina'nın kızı Yelizavetageçti. Yelizaveta'nın yerine 1762'de Holstein-Gottorp hanedanından gelen yeğeni III. Petro'nun çar olmasıyla Romanovlarının erkek kolu ortadan kalktı, ama Romanov adı korundu.
III. Petro'nun çok kısa süren yönetiminin ardından 1762-96 arasında, Anhalt-Zerbst hanedanından bir Alman prensesi olan karısı, II. Yekaterina adıyla hüküm sürdü. Daha sonra onun III. Petro'dan olma oğlu I. Pavel tahta çıktı.
I. Pavel eski takvime göre 5 Nisan 1797'de veraset yasasını değiştirerek tahtın Romanov ailesinin üyelerine belli bir düzen içinde geçmesini öngören yeni bir sistem getirdi. Ama oğlu ve ardılı I. Aleksandr'ı (hükümdarlığı 1801-25) destekleyen bir saray darbesi sonucunda öldürüldü. Aleksandr'ın ölümünden sonra ise tahtın yasal varisi olan kardeşi Konstantin'in, öbür kardeşi I. Nikolay (hükümdarlığı 1825-55) için hakkından gizlice feragat etmesi, veraset konusunda karışıklığa yol açtı. Daha sonra tahta çıkışlarda Pavel'in koyduğu kurallara uyuldu ve ülkeyi sırasıyla II. Aleksandr (hükümdarlığı 1855-81), III. Aleksandr (hükümdarlığı 1881-94) ve II. Nikolay (hükümdarlığı 1894-1917) yönetti.
II. Nikolay kardeşi Mihail lehine 2 Mart 1917'de çekilmek zorunda kaldı, ama Mihail tahta çıkmayı reddetti. Nikolay ve ailesinin bütün üyeleri Temmuz 1918'de Yekaterinburg'da kurşuna dizildiler. Sonraki günlerde Romanov ailesinin birçok üyesi daha kurşuna dizildi, bazıları ise ülke dışına çıktı. Avrupa'ya kaçan Romanov prenslerinden birçoğu taht üzerine hak iddia ettiler.
20. yüzyılın sonlarından itibaren Rusya Grandüşesi Mariya Vladimirovna Romanova1917 Bolşevik Devrimi ile sona eren Rusya İmparatorluğu'nu üç yüz dört yıl yöneten Romanov Hanedanı'nın temsilcisi olan Rus İmparatorluk Ailesi'nin başkanlığı ve Tüm Rusya'nın İmparatoriçesi unvanı konusunda hak iddia eden hanedan üyesi olmuştur. Ayrıca Vladimirovna, Romanov Hanedanı'nın 21. yüzyıldaki en büyük savunucusudur. Bu sebepten dolayı resmî olarak, Rus İmparatorluk Ailesi tarafından günümüzdeki en yetkili Rus hanedan üyesi seçilmiştir ve yeniden hanedanın ülke yönetiminde söz sahibi olması durumunda kendisi Tüm Rusya'nın Otokratı ve İmparatoriçesi unvanının birinci derece sahibidir. Bu ünvan günümüzdeki RusyaBelarusUkraynaKazakistanFinlandiyaEstonyaLetonyaLitvanya ve Polonya olmak üzere dokuz ülkenin siyasi yönetim yetkisini içerir. Buna ilave olarak Mariya Vladimirovna, "Grandüşes" unvanını, "Emperyal Hazretleri" hitap sıfatıyla birlikte, doğumundan günümüze değin kullanmaktadır ancak bu unvan ve sıfat için hakkı, imparatorluğun yıkılmasından dolayı, yarı-resmîdir.
Mariya Vladimirovna Romanova'nın tahttaki bu iddiası yasa dışı olduğu gerekçesiyle imparatorluk ailesinin diğer branşlarının reisleri tarafından reddedilmişti çünkü Grandüşes Mariya'nın babası Grandük Vladimir Kiriloviç Romanov'ın çıkardığı ve tartışmalara konu olan kanunname, kendisinin diğer söz hakkı tanınan erkek Romanovlardan önce öldüğü takdirde, kızı Grandüşes Mariya'nın imparatorluk tahtının sahibi olacağını garantiliyordu. Ancak ileri yıllarda alınan yeni bir karar ile Grandüşes Mariya tüm branşlarca tanınarak yeniden Romanov Ailesi'nin başına geldi.