Moskova

Moskova

28 Nisan 2019 Pazar

Rusları ne kadar iyi tanıyorsunuz?



Kaynak: https://tr.sputniknews.com/


Sovyet dönemi alışkanlıkları, Rus insanının sosyal davranış biçimleri ve yemek tercihleri… Aşağıda yer alan varsayımlardan hangileri Ruslara uyuyor?


1 / 10

Ruslar hiçbir eşyayı ellerinden çıkarmazlar. Sovyet döneminden kalma bir alışkanlıkla, halkın büyük çoğunluğu eşyaları çöpe atmanın israf olduğunu düşünür.

Doğru:
Eski kızağımızın ya da bozuk radyomuzun ne zaman işe yarayacağını nereden bilebiliriz ki?


2 / 10

Ruslar işlerini asla son dakikaya bırakmazlar. Her işi son günden önce tamamlamaya özen gösterirler.

Yanlış:
Ruslar her işi mümkün olan en geç vakitte yapma eğilimindedirler ve bunu pek de iyi yaparlar.

3 / 10

İvan ve Nataşa, Ruslar arasında en yaygın kullanılan isimlerdir.

Yanlış:
Rus erkekleri arasında en yaygın isimler Aleksandr, Sergey ve Dimitri’yken; kadınlar arasında en yaygın kullanılan isimler Elena ve Olga’dır.

4 / 10

Ruslar, mesajlaşırken gülen yüz yerine parantez kullanmayı tercih ederler.

Doğru:
Mesajlaşırken ‘:-)’ yerine parantez kullanmak çok daha az yer kaplar, değil mi?

5 / 10

Ruslar pahalı arabalar ve yüksek mevkilerden etkilenmez, zira onlar için bu gibi şeylerin mahiyeti yoktur.

Yanlış:
Esasen birçok Rus için mevki ve eşyalar hâlâ büyük önem taşımaktadır.

6 / 10

Ruslar, Japon mutfağına özellikle de suşi’ye bayılırlar.

Doğru:
Rusya sokaklarında çokça suşi restoranına denk gelmeniz işten bile değildir.

7 / 10

Ruslar kış aylarında dondurma yemeyi severler.

Doğru:
Rusya’da sıcaklık sıfırın altına indiğinde dahi kimi dondurma dükkanlarının açık olduğunu görebilirsiniz.

8 / 10

Rusya’da kadeh kaldırırken en yaygın kullanılan ifade ‘Na zdorovye’dir.

Yanlış:
‘Na zdorovye’ demek, yabancıların çok sık düştüğü bir hata olsa da Rusya’da kadeh kaldırırken ‘Za zdorovye’ (Sağlığımıza!) denilir. ‘Na zdorovye’ ise ‘afiyet olsun’ anlamına gelir.

9 / 10

Ruslar havadan sudan muhabbetlerden hoşlanırlar.

Yanlış:
Rusların çoğu bu tür sohbetleri zaman kaybı olarak görür.

10 / 10

Ruslar en değerli eşyaların kullanılmayıp dolaplarda çürümesini ‘günah’ olarak görürler. Bu nedenle her sofraya en değerli yemek takımlarını koyarlar.

Yanlış:
Sovyet döneminden kalma bir alışkanlıkla, Ruslar en değerli yemek takımlarını ve en güzel kıyafetlerini özel günler için saklarlar.

27 Nisan 2019 Cumartesi

İlber Ortaylı Rusça Katyuşa şarkısını söylüyor

Katyuşa (Катю́ша), popüler bir Rus şarkısıdır.

Genelde halk şarkısı olarak bilinse de 1938 yılında Matvey İsaakoviç Blanter tarafından bestelenmiş sözleri ise Mihail İsakovskiy tarafından yazılmıştır. İlk kez Lidiya Ruslanova tarafından seslendirilmiştir. Bazı eleştirmenler Katyuşa 'nın, İgor Stravinsky'nin 1937 yılında Chanson Russe şekline adapte ettiği Mavra (1922) adlı operasına benzer tonlar taşıması nedeniyle Blanter'in kompozisyonu olmadığına inanırlar.

Savaş dönemine denk gelmesi ve askerler tarafından çok sevilmesi nedeniyle o dönem Kızıl Ordu'nun kullandığı bir roket rampası olan BM-8, BM-13 ve BM-31 silahlarına da bu şarkının ismi verilmiştir. Şarkının kazaçok adıyla anıldığı da görülmüştür.

Aşık olduğu askeri sabırla bekleyen küçük Katyuşa'yı anlatır.


Katyuşa, Ekaterina (Katerina) isminin küçültmesidir. Rusça'da lakap şeklinde benzer kısaltmalar sık görülür: Natalya için Nataşa, Nataşenka, Mikail için Mişa gibi.







Катюша / Katyuşa

Расцветали яблони и груши, (Elma ve armut ağaçları çiçek açtı)
Поплыли туманы над рекой.(Nehirin üzerinde sis duman oldu)
Выходила на берег Катюша,(Sahile geldi Katyuşa)
Hа высокий берег, на крутой.(Yüksek bir uçurumun başına)

Выходила, песню заводила(Geldi ve şarkı söylemeye başladı)
Про степного сизого орла,(Steplerin kartalı hakkında)
Про того, которого любила,(Sevdiği adam hakkında)
Про того, чьи письма берегла.(Mektuplarını sakladığı adam hakkında)

Ой ты, песня, песенка девичья,(Ey şarkı,genç kızların şarkısı)
Ты лети за ясным солнцем вслед(Sen parlak güneşin izinden uç)
И бойцу на дальнем пограничье(Ve uzak sınırlar ardındaki savaşçıya)
От Катюши передай привет.(Katyuşa'dan selam ilet)

Пусть он вспомнит девушку простую,(Hatırlasın O kendi kadınını)
Пусть услышит, как она поет.(ve duysun nasıl şarkı söylüyor)
Пусть он землю бережет родную,(O kendi öz vatanını korusun)
А любовь Катюша сбережет.(Aşkı ise Katyuşa koruyacak)

Расцветали яблони и груши, (Elma ve armut ağaçları çiçek açtı)
Поплыли туманы над рекой.(Nehirin üzerinde sis duman oldu)
Выходила на берег Катюша,(Sahile geldi Katyuşa)
Hа высокий берег, на крутой.(Yüksek bir uçurumun başına)

20 Nisan 2019 Cumartesi

Rusya votkayı yasaklayınca neler yaşanmıştı



Soner Yalçın




Devrimin lideri Lenin’in içkiye bir tutkunluğu yoktu. Votka sevmezdi; sürgün yıllarında alıştığı Münih Pilsen birası ve beyaz şarap içiyordu. İçki yasağının devamından yana oldu.

Rusya geçen ay Türkiye’den aldığı 160 ton sebze-meyveyi geri gönderdiğinde beni bir düşünce aldı; Ruslar için mutfak ne derece önemliydi? Bilinir ki, mutfak kültürü toplumsal-siyasal tarihle iç içedir; mutfağın penceresi tarihe açılır. Örneğin… Gorbaçov’un, Rusya’da sevilmemesinin tek sebebinin Sovyetler Birliği’ni yok etmesi mi sanıyorsunuz? Uzun kuyruklar; ne giyecek ne de yiyecek mağazaları önündeydi. En uzun kuyruklar tüketimine sınırlama getirilen votka içindi! Lenin’in en sevdiği içki bira idi! Stalin Gürcü şarabı içerdi! Yazar Gogol’a göre, mide bedenin en asil organıydı. Evet, bu pazar sizleri Rus mutfak tarihine götürmek istiyorum…

Önce…

Rusların Hıristiyan olma sebebini yazayım…

Rus tarihindeki ilk devlet olan Kievan Rus’un kökenleri son derece karışıktır ve hâlâ tartışma konusudur. Ama…

Bilinenler yok değildir; 882 yılında kurulan bu devletin dini çok tanrılı/pagan inancıydı. 106 yıl sonra…

Yıl, 988…

Prens Vladimir, inançlarını tanıtan tek tanrılı üç dinin temsilcisini çağırdı.

İslam dinine geçmesi bekleniyordu; Müslümanlar altın çağını yaşıyordu. Jeopolitik açıdan da İslam mantıklıydı. Ancak…

İslam’da içki yasağının olması kararını vermesinde etkili oldu; Rus’un içkisiz yapamayacağını biliyordu! Çünkü, içmek Rusların neşesiydi!

İçkiyi yasaklamak iktidarının sonunu getirebilirdi! Sonunda…

Vladimir, Bizans’ın dini Hıristiyanlığı kabul etti; Konstantinopolis/İstanbul Patrikliği’nin emrine girdi ve piskoposlar buradan gelmeye başladı.

Böylece… Vladimir, Rusya’nın ilk vaftizcisi oldu.

Evet, Rusya’nın toplumsal ve siyasi tarihini kavrayabilmek için yemek-içmek kültürünü de bilmek gerekir. Örneğin…

Vladimir’in Hıristiyanlığı seçmesine neden gösterilen içki meselesine bir göz atalım…


LENİN’İN ALMAN İÇKİSİ

Kuşkusuz…

Vladimir döneminde Rusların “milli içkisi” votka yoktu.

Votka, 15. yüzyılın ortalarında çıktı. Ekmek şarabı, yeşil şarap, yanık şarap gibi şarapları tüketiyorlardı.

Bu içkilerden sonra…

“Su” sözcüğünün kısaltılması olan “voda” yani votka ortaya çıktı. Çok sevildi.

Votkanın kazanç potansiyeli çarların dikkatini çekti; devlet, imalatı ve satışı tekelleştirdi!

Rusya’da votkanın ne derece tüketildiğine şu örneği vermem yeterli olacaktır: 19. yüzyılda devlet gelirlerinin üçte biri içki satışlarından elde ediliyordu.

20. yüzyıl başında Rus Ordusu Japonlara yenilince Çar II. Nikola bunun sebebini içki içen askerlerde buldu. Birinci Dünya Savaşı başlayınca içkiyi yasakladı!

Kimilerine göre bu karar Bolşevik Devrimi’ne yol açtı!

Devrimin lideri Lenin’in içkiye bir tutkunluğu yoktu. Votka sevmezdi; sürgün yıllarında alıştığı Münih Pilsen birası ve beyaz şarap içiyordu. İçki yasağının devamından yana oldu.

Yasak 1920 yılına kadar sürdü. Yasağın kalkmasını savunanların başında, Stalin geliyordu; “sosyalizm beyaz eldivenlerle kurulamaz” diyordu büyük çoğunluğu şehirli olan Bolşeviklere!..

Büyük şair Mayakovski’nin dediği gibi, “sıkıntıdan ölmektense votkadan ölmek iyiydi.”

Ülkede votkanın kültürel mite dönüşmesi II. Dünya Savaşı’nda oldu. Ruslar tayınları arasında bulunan votkayı içerek Hitler’i yendi!

Votkanın şaşaalı iktidarı Gorbaçov gelene kadar sürdü. “Alkoliklik ve sarhoşluk ile mücadele” başlıklı kararname çıkardı. Tüketime sınırlamalar getirildi. Örneğin, “iş gücü verimini düşürüyor” diye, saat 14.00’ten önce içki satışı yasaklandı. Bazı votka fabrikaları ve mağazaları kapatıldı.

Fıkra gibi şu olaylar anlatılmaya başlandı:

Votka kuyruğundaki bir adam aniden yüksek sesle Gorbaçov’a küfür ederek, “onu öldüreceğim” diye kuyruktan ayrılır. Ancak az sonra geri döner; “Kremlin önünde onu öldürmek için bekleyenlerin kuyruğu daha uzun” der!

1980’li yılların ikinci yarısında benzer çok fıkralar üretildi Rusya’da…


Rusların “kambur” adını taktığı Gorbaçov, sadece Sovyetler Birliği’ni yok ettiği için değil, içkiye sınırlamalar getirdiği için de Rusya tarihinin en sevilmeyen kişisi oldu!

Rusya, votkaydı; hayatın her alanında vardı. Soğuk algınlığından yüksek tansiyona kadar neredeyse tüm hastalıkların ilacıydı!..


GOGOL’UN İNTİHAR ŞEKLİ

Rus mutfağı-sofrası denilince akla sadece votkanın gelmesi bu ülkenin kültürünü kavramamak olur.

Çünkü mutfak, toplumsal yapının farkında olmaksızın tercüme ettiği bir dil’dir!

Bu yazıyı çalışırken Rus Edebiyatı’ndan çeviriler yapan Mümtaz İdil’e danıştım. “Benim çevirdiğim Dostoyevski’nin 747 sayfalık ‘Budala’ romanında 49 kez ‘yemek’ sözcüğü geçiyor. Bir yerde Mışkin’e Yepançin Ailesi fertleri soruyor; ‘Yemek yerken boynunuza peçete bağlarlar mıydı?’ Keza… Yaklaşık 200 sayfalık ‘Yeraltından Notlar’ eserinde 11 kez ‘yemek’ sözcüğü geçiyor. ‘Kumarbaz’ romanında İsviçre’de iken, ‘Bu yemekleri Ruslar yiyemez’ diyor. Bu romanlarda ‘yemek’ genellikle ‘yemek masası’ ya da ‘yemek odası’ şeklinde geçiyor…”

Rus mutfağını eserlerine yansıtanlar az değildi…

Çar sofralarının vazgeçilmez balık yemeği “kulebyaka”, bakın Anton Çehov’un hiciv yüklü “Denizkızı” öyküsünde nasıl geçiyor:

“Kulebyaka insanın ağzını sulandırmalı, çırılçıplak, utanmaz, baştan çıkarıcı bir şekilde önünde uzanmalı. Ona göz kırparsın, kallavi bir dilim kesersin ve parmaklarını hemen üstünde gezdirirsin. Ağzına atarsın, gözyaşı gibi tereyağı damlar, iç harcı yağlıdır, suludur, yumurtası, sakatatı, soğanı boldur…”

İşte Nikolay Gogol…

Rus Edebiyatı’nın nice ustasının onun “palto”sundan çıktığını biliyoruz.

Dolandırıcı Petruk’un bir sofradan diğer sofraya geçişini yazdığı “Ölü Canlar” romanında, 86 yemeğin bahsi geçer.

Ne aksilik!.. Gogol ruhsal bunalıma girip yemek yemeyerek intihar etti!

Evet… Rusları tanımak zordur; hele yazarlarını…

“Öykülerinin dilberi mide sevgisi burundur” diyen Vladimir Nabokov 1952 yılında ani bir karar alarak, yemek yemeyi reddetti! Ancak o, 25 yıl daha yaşadı; en büyük keyfinin TV’de maç seyretmek ve bira ile şarap içmek olduğunu söyledi…

Sadece edebiyat değil.

Yemek, 20. yüzyılda dış politikanın diline de “gastrodiplomasi” olarak girmeyi başardı.


GÜRCÜ GÜVECİ

Lenin yemek konusunda çok özveriliydi. Günlerce bayat ekmek yese sesini çıkarmazdı. Sandviç severdi; bir de annesinin yaptığı yumurtalı ekmeği isterdi.

Stalin boğazına düşkündü; tuzsuz Tuna ringası ve dilimlenmiş soğuk çiğ balık severdi. Memleketi Gürcistan’ın baharatlı mutfağıyla hep övünürdü. Büyük tencerede patlıcan, domates, patates, karabiber, defneyaprağı, kişniş ve yağsız parça kuzu etinin karıştırılmasıyla yapılan yemeğe “Aragvi” adını vermişti ki bu muhtemelen Gürcü güveciydi!

Stalin Gürcü şarabı içerdi. Bir de Svetskoye marka şampanya ile gurur duyardı. ABD’ye ihracı için F.D. Roosevelt ile el sıkıştı ama Soğuk Savaş’ın başlamasıyla bu tokalaşma sonuçlanmadı.

Kruşçev mısıra düşkündü ve mısırı Ruslara sevdirmek için seferberlik ilan etti. Bu nedenle Ruslar ona“Mısırcı” adını verdi. 1960’larda “Kruşçev Mısır Ekmeği” üretildi. Bir de…

1959 yazında Moskova’da ABD Başkanı Nixon ile yaptığı “hangi ülkenin mutfak araçları kalitelidir” tartışmasıyla meşhurdu.

Sovyet tarihi boyunca votkayı en seven Brejnev oldu. “Zubrovka” adı verilen boğa otuyla tatlandırılmış votka içerdi. Avcıydı; avladığı yaban domuzlarını açık havada pişirip yemeyi severdi.

Peki ya halk?


RUS SALATASI’NIN KÖKENİ

Çocuklar, Kızıl Ekim Çikolata Fabrikası’nın şekerlemelerine bayılırdı.

Ve herkes “Olivier Salatası”nı severdi; yani Rus Salatası’nı!..

Adı niye mi Olivier idi? Çünkü bu salatayı, L’Hermitage adlı şık lokantanın Belçika kökenli Rus şefi Lucien Olivier 1860’larda üretmişti!

Sovyet ikonu olan “Olivier Salatası”nın her yıl şenliği yapılırdı.

Bilirsiniz; Soğuk Savaş döneminde Türkiye’de bu salatanın adı “Amerikan Salatası”na dönüştürüldü. Hiç değil, “Belçika Salatası” deselerdi!..

Rus tarihçi Kostomarov, “Yerel Yaşam ve 16. ve 17. yüzyıllarda Rus Halkının Gelenek ve Görenekleri” adlı kitabında Rus Mutfağı’nın sanata dayalı olduğunu iddia etti! Çok büyük bir coğrafyaya yayılan Rus Mutfağı’nın çok çeşitli olduğunu yazdı.

Yemek yazarı A. Bremzen’in kaleme aldığı “Sovyet Mutfak Sanatı” adlı çalışmada; Odesa usulü gelfilte balık, Rus usulü hamburger kotleti, Gürcü usulü kuzu etli güveç çanaki, Rusların geleneksel borşç çorbası,pirinç pilavı palov ve Rus usulü krep bilini gibi yemeklerin tarifleri ve evrimi var…

Hiç kuşkusuz Rusya denince havyarı da unutmamak gerekir…

Hâlâ en çok tüketilen balık. Bunda yıllar önce kilisenin et ürünlerini yasaklamasının payı yok değil.

Ruslar, çorba içmez, çorba yer!

Turşu vazgeçilmezleri…

Tarihçi I. Boltin’in yazdığına göre, 18. yüzyılda kırsal alanda kışın dört yazın beş öğün yenirdi!

Rusya, farklı kültüre sahip bir ülke…

N. V. Rıasanovsky ile M. D. Steinberg’in birlikte yazdıkları “Rusya Tarihi” kitabı gösteriyor ki; bin küsur yıldır nice büyük açlıklar çekmişler ama her seferinde yenmesini bilmişler…


RUS SOFRA KURALLARI

Rus Mutfağı sadece zenginliğiyle değil; sunumu ve sofra adabıyla da ilgi çekici. Yeme içme alışkanlıkları değişse de sofra adapları pek değişmedi Rusların…

* Sofraya temiz kıyafetlerle oturmak şarttır…

* Masada yüksek sesle konuşmamak gerekir…

* Yemek servisine masadaki en yaşlı kişiden başlanır. Yaşlılar yangın gibi bir durumda ilk önce evden çıkabilsin diye yemek masasının kapıya en yakın yerine oturtulurlar…

* Yemek yerken dirseklerin masaya konulmaması gerekir…

* Yemek esnasında ellerin görülebilecek şekilde açıkta tutulması; bacağın üstünde durmaması gerekir…

* Yemeğe ev sahibi başlamadan önce başlanmaz…

* Çorba başlangıç yemeğidir. Ağzı şapırdatmamak şarttır…

* Tabağınızdaki yemek bittikten sonra ev sahibinin dile getirmesine gerek kalmadan servisin yenilenmesi normal bir durumdur…

* Yemek yerken başkasının tabağına bakmak kabalıktır…

* Masadan alınan her yemeğin ardından yemekle ilgili kompliman yapılması, yemeği yapan kişiyi onore etmek hoş karşılanır…

* Sofrada ekmek sosa batırılabilir…

* Bir lokmada yenilecek yiyeceklerin yeniden küçük parçalara ayrılması hoş karşılanmaz…

* Ev sahibinin ikramından memnun kalındığını göstermek için tabakta biraz yemek bırakmak geleneksel bir davranıştır…

* Votka şerefe kaldırılmadan ve bardaklar birbirine dokundurulmadan içilmez. Rus sofralarında, cam sürahi ile servis edilen votka, küçük tek içimlik cam bardaklarda servis edilir. Votka içtikten sonra sofrada bulunan ekmeği koklamak, görülen bir alışkanlıktır…

* Eğer oturma düzeni bir erkek bir kadın şeklinde ise kadının içkisi erkek tarafından doldurulur…

* Sıklıkla tüketilen çay mutlak surette semaverde demlenir ve genellikle porselen fincanlarda servis edilir…


TOLSTOY REÇETESi: KERHANEYE AYDA iKi KEZ GiT


Rus Edebiyatı’nın büyük ismi Tolstoy yaşam konusunda kurallar yazmayı hep sürdürdü.

* Yemekte aşırıya kaçma…

* Tatlı yiyeceklerden kaçın…

* Beşte kalk…

* En geç onda yat…

* Gün içinde iki saat uyunabilir…

* Her gün bir saat yürü…

* Kerhaneye ayda sadece iki kere git…

* Yardımcı olabileceğin kişileri sev…

* Toplumun mantığa dayanmayan tüm görüşlerini yok say…

* Gerekli olmadığı takdirde hayallere dalıp gitme…

* Bir seferde sadece tek şey yap…

Rusya’da Stalin’e sempati tavan yaptı




Rusya’da yapılan bir anket, Sovyetler Birliği'ne bir süre liderlik eden Josef Stalin’e sempatinin rekor seviyeye ulaştığını gösterdi.

Rus kamuoyu araştırma merkezi Levada-Tsentr’in anketine göre, Rusların yüzde 70’i, Stalin’in ülke hayatındaki rolünü olumlu olarak görüyor. Araştırmaya katılanların sadece yüzde 19’u, Stalin’in olumsuz rol oynadığını düşünürken, yüzde 11’i cevap vermekte zorlandı.

Bu arada ankete katılanların yüzde 51’i, Stalin’e hayranlık, saygı veya sempati ile yaklaştığını söyledi. İlgili soruya en yaygın yanıtın saygı olduğu kaydedildi.

Rusların yüzde 26’sının Stalin’e kayıtsız kaldığını aktaran Levada-Tsentr, yüzde 14’ünün Stalin’den rahatsız olduğunu, korktuğunu ya da tiksindiğini dile getirdi.

Ankete katılanların yüzde 1’i ise Stalin’in kim olduğunu bilmediğini söyledi.

Rusya kamuoyu araştırma merkezi VTSİOM’un düzenlediği bir ankete göre ise, Stalin’e olumlu yaklaşan Rusların oranı ise yüzde 58 gibi rekor seviyeye ulaştı.

Bu kişilerin yüzde 48’ininse Sovyet lidere saygı duyduğu anlaşıldı.

Rusların sadece yüzde 5’inin Josef Stalin’in Sovyetler Birliği'ne liderlik ettiği dönemde yaşamak istediklerini ortaya koydu.

Ankete katılanların yüzde 40’ı şu anki modern Rusya vatandaşı olarak yaşamak istediklerini belirtirken, yüzde 37’si ise Sovyet lider Leonid Brejnev’in dönemine dönmek istediklerini ifade etti. Boris Yeltsin dönemine ilgi gösteren vatandaşların oranı ise yüzde 3’le sınırlı kaldı.

Ankete katılan Rusların yüzde 16’sı Stalin’e olumsuz yaklaştıklarını ifade etti.

Araştırmanın sonuçlarına göre ankete katılanların yüzde 64’ü, Stalin’in bir bütün olarak Rus toplumunun ve ayrıca çoğunluğun çıkarlarını savunduğunu düşünüyor.

Neredeyse aynı oranda anket katılımcısının ise (yüzde 65) Rusya lideri Vladimir Putin’in de yaptıklarıyla Rus toplumunun ya da çoğunluğun çıkarlarını koruduğunu savunduğu ortaya çıktı.

Anket, Stalin’e verimli bir yönetici gözüyle bakanların sayısında artış olduğunu da gösterdi.

Ankete katılanların yüzde 65’i, Stalin’in liderlik ettiği dönemde ülkenin doğru yönde ilerlediğini savunurken, yüzde 21’lik bir kısımsa aksi görüş bildirdi.

VTSİOM-Sputnik işbirliği ile bugün Rusya genelinde düzenlenen ankete 18 yaş üzeri 1600 kişinin katıldığı, yanılma oranının yüzde 2.5’ten fazla olmadığı belirtildi.

19 Nisan 2019 Cuma

Rusya'nın kaderini değiştiren 4 yayın






Gazete ve dergilerin Rusya'nın tarihinde önemli bir rol oynadığı kesitler hiç de az değil. Örneğin bugün modern Rusya'nın en saygın ekonomi gazetelerinden olan Vedomosti aslında kökü Çar Büyük Petro'ya uzanan köklü bir yayın. Komünist ideolojinin simgelerinden Pravda gazetesi de tarihte yerini çoktan aldı.  İşte Vedomosti'den Pravda'ya, bu tarihi kesitlere ve periyodik yayın organlarına dört örnek.


1. Vedomosti (Haberler). Gazete Rusya'nın reformcu çarı Petro tarafından kuruldu. Petro, Baltık Denizi'nin hakimiyeti için İsveçlilerle tutuştuğu 21 yıl süren savaş sırasında kamuoyuna savaşın haklılığını izah etmek ve kilise çanlarını top yapmak için eritmek kabilinden aldığı uç kararları haklı göstermek için Vedomosti'yi kullandı.


2. Sovremennik (Çağdaş). Rusya'da edebi ve sosyal dünyaya Sovremennik kadar damgasını vurmuş bir dergi yoktur. Rus edebiyatının yıldız şairi Aleksandr Puşkin tarafından 1836'da kurulan derginin edebiyat dünyasına kazandırdığı bazı isimleri saymak, derginin önemini ifade etmek için yeterli: İvan Turgenyev, Fyodor Dostoyevski ve Lev Tolstoy. 1850'li yıllarda iyice radikalleşerek yıldız yazarlarını yitiren dergi Nikolay Çernişevski'nin ünlü "Ne Yapmalı?" (Şto delat?) romanının da ilk tefrika edildiği mecra olma özelliğinde.


3. Kolokol (Çan). Rusya'dan ayrılmak zorunda kalan radikal düşünür Aleksandr Herzen tarafından Londra'da kurulan dergi 1860'larda ülkenin en gözde yayını konumundaydı. Öyle ki Çar II. Aleksandr'ın da Kolokol okuduğu söylenir. Ancak derginin 1863 Polonya Ayaklanması'na destek çıkması okur kitlesini büyük oranda yitirmesine sebep olmuştu.


4. Pravda (Gerçek). 1912'de Bolşevikler tarafından yasa dışı bir gazete olarak kurulan Pravda 75 yıl boyunca Sovyetler Birliği'nin 1 numaralı yayın organı oldu. Gazetenin en önemli yazarı Sovyet devletinin kurucusu Vladimir Lenin'di.


Stalin döneminde "rejimin resmi ağzı" konumundaki gazetenin niteliğini yansıtan çok sayıda anekdot vardır. Bunlardan bir tanesine göre, öncü sanayi işçilerinden Andrey Stahanov'un adı Pravda'da yanlışlıkla Aleksey olarak yazılır. Olaydan haberdar olan Stalin "Pravda hata yapmaz" deyince Stahanov kimliğini değiştirmek ve adını Aleksey'e çevirmek zorunda kalır.


Halen faal olan gazete Rusya Komünist Partisi'nin yayın organı. 

16 Nisan 2019 Salı

Düşünür Olarak Tolstoy




Vasili Vasilyeviç Zenkovski






Tolstoy’un Rus düşünce tarihinde değeri hâlâ çok büyüktür. Düşüncesinin aşırılıkları, mükemmeliyetçiliği ve soyut ahlaki ilkeye tek taraflı bağlılığı, Rus düşüncesinin ana ve belirleyici öğelerinden birini sınırına getirmiştir.

Tolstoy Rus felsefe tarihinde Dostoyevski gibi çok özel bir yer tutar. Hayatının son günlerine kadar sanatsal yaratımını bırakmamış dâhi bir sanatçıdır. Tek yanlı olmasına rağmen derinlikli bir düşünürdür. Fikirlerini kimsenin boy ölçüşemeyeceği kadar etkili ve olağanüstü bir anlatım gücüyle geliştirmeyi başarmıştır. Sözleri yalın ama coşkulu bir ateşle doludur, içeriğinde kaçınılmaz ve derin bir hakikat vardır. Diğer Rus düşünürleri gibi her şeyi ahlaka tabi kılar, ama bu pratik aklın üstünlüğü değil, katıksız bir panmoralizmdir.1 Temel düşüncelerine uymayan her şeyin hakkından acımasızca gelir. Fakat en abartılı ve keskin ifadeleri sadece dolambaçsız, sık sık da körü körüne mükemmeliyetçiliğini değil, hakikatin bizzat nasıl canını yaktığını ve ona azap verdiğini de gösterir. Tolstoy’un hayatın anlamını tutkulu biçimde arayışı ve yüzyılın geleneklerine kahramanca direnişi şaşırtıcı, bir anlamda da eşsizdir. Eski çağlardan bir bahadır gibi, yüzyılın ruhuyla savaşa girer – bu açıdan o artık yalnızca Rusya’ya değil, aynı zamanda tüm dünyaya aittir. Tolstoy dünya çapında bir fenomendi ama aynı zamanda her şeyiyle tipik bir Rus insanıydı, Rus yaşamının dışında düşünülmesi ve anlaşılması imkânsızdı. Ama bilindiği gibi, Ortodoks Kilisesi’yle ısrarla hatta acımasızca mücadeleye girdiği halde sadece Rusya’nın dışında değil, Ortodoksluğun dışında da anlaşılması olanaksızdı. Tolstoy’un sarsıcı manevi gücü bu iç çatışkısında, sürekli bir tamamlanmamışlıkta –düşüncesinin tamamlanamazlığında– ortaya çıkıyordu. İliklerine kadar bireyciydi, yabancısı olduğu her şeyi hiç düşünmeden bir kenara atıyordu, aynı zamanda Rusya’da felsefi impersonalizmin2 en güçlü ve parlak sözcüsüydü. Olağanüstü bir sanatçı, tutkulu bir müzik sevdalısıydı, ama sanata karşı gereksiz yere tartışmaya girerek son derece sert ve haksız bir kitap yazdı. Kültür eleştirisinde Rousseau’nun taraftarı olup ruhun doğal devinimlerine methiyeler düzdü, ama hayatının ikinci döneminde bütün bu doğal devinimleri hor görüp reddederek yaşam sorununu salt rasyonel biçimde çözmeye çalıştı. 19. yüzyıl ne Rusya’da ne Avrupa’da böylesine olağanüstü, güçlü, tutkulu ve ateşli başka bir hakikat arayıcısı tanımıştı. Kişiliğinin büyüklüğü fikirlerine de yansıdı. O halde yaşamöyküsüne şöyle bir bakalım.

Tolstoy’un Yaşamı

Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910) Kont N.İ. Tolstoy’un ailesinde doğdu. Ünlü denemeleri Çocukluk, İlk Gençlik, Gençlik yaşamının ilk yıllarının geçtiği aile ortamını ayrıntılı biçimde aktarır. Babası öldüğünde henüz dokuz yaşındaydı; Tolstoy’un itiraflarına göre, onda “ölüm karşısında dehşet duygusu uyandıran” bu ölüm olmuştu (aradan iki yıl geçtikten sonra da annesini kaybetti). Küçük Tolstoy, çocukları seven ama onlar üstünde hiçbir etkisi olmayan kadınlar arasında büyüdü. Erkek kardeşiyle birlikte evde eğitim gördü, üniversite sınavlarına hazırlandı, sonra Kazan Üniversitesi’ne girdi, derslerle ilgilenmeyen Tolstoy kısa süre sonra (on dokuz yaşında) üniversiteyi bıraktı ve iki yıl içinde bitirme sınavlarına hazırlanmayı umut ederek köye döndü. Ancak köye yerleşmeyip tam bir monden hayat yaşadığı Moskova’ya taşındı. 1851 yılında bu hayatı bıraktı ve orduya girdikten sonra üç yıl kaldığı Kafkasya’ya gitti. Sonra Sivastopol’a geçti ve askeri harekâtlarda bizzat yer aldı. 1852’de yayımlanan Çocukluk adlı anlatısı, onu kısa sürede edebiyat çevreleriyle tanıştırdı. Kafkasya’da ve Sivastopol’da yazdığı öyküler, özellikle Sivastopol Hikâyeleri Tolstoy’a olağanüstü bir ün kazandırdı. 1855 Kasımı’nda Petersburg’a geldiğinde, kendini öyle bir hayran kitlesi ve ilgi ortamında buldu ki şaşkınlıktan başı döndü. Ama İtiraflarım’da anlattığı gibi, baştan aşağı yapaylık ve kendini yüceltme duygusu barındıran yabancı bir edebiyat topluluğunda olduğunu hissetmişti aynı zamanda. Özellikle Turgenyev’le ilişkisi çok gergin bir hal aldı. 1856’da yurtdışına çıktı; bu ilk yurtdışı yolculuğundan geriye pek çok öykü kaldı, bunlardan özellikle çağdaş kültürü yargılamasının ilk notalarının duyulduğu dâhiyane bir deneme olan “Luzern”i anmak gerekir. Köye dönen Tolstoy kendini müzik, ormancılık gibi birtakım işlere verdi. Pedagojik konulara merak saldı ve köyde (Yasnaya Polyana’da) örnek bir okul açtı. Eğitim konusunu incelemek için birçok pedagojik çalışma yaptı, halk okullarının durumunu araştırmak üzere özel olarak yurtdışına gitti. Özgün makalelerini yayımladığı özel bir pedagoji dergisi bile çıkarmaya başladı. Sonraları çeşitli ülkelerde (en geç de Rusya’da) bütün bir Tolstoy pedagojisi akımının oluşmasını bu makaleler sağlamıştı.

Abisi Nikolay 1860’ta yurtdışında öldü. Bu ölüm Tolstoy üzerinde büyük etki yarattı, “Bu olay beni hayattan korkunç bir şekilde kopardı” diye yazacaktı günlüğüne. Manevi arayışları için belirleyici önemi olan ölüm sorununu ele aldığı İtiraflarım’da şöyle yazıyordu: “Nikolay bir yıldan fazla ıstırap çekti ve acı içinde öldü, neden yaşadığını anlamadan, neden öldüğünü anlamadan... Yavaş ve ıstıraplı ölüm sürecinde hiçbir teori bu soruları bana ya da ona açıklayamazdı.” 1862’nin sonbaharında uzun ve mutlu bir hayat yaşadığı Sofya Andreyevna Vera ile evlendi – bu yaşam Tolstoy’un son yirmi beş yılına damgasını vurdu. Sonsuza dek dünya edebiyatında yerini alacak olan Savaş ve Barış’ın yazılması evlilik yaşamının ilk yıllarına rastlar. Anna Karenina daha sonra yazılmıştır. Ama Tolstoy 1870’li yılların sonlarına doğru İtiraflarım’da olağanüstü bir güçle anlattığı ağır bir ruhsal bunalım dönemine girdi. Bu her zamanki ölüm problemiydi ama bu kez karşısında önlenemez bir güçle şiddetlenmişti. Ölüm üstüne düşünceleri ışığında o zamana kadar eksiksiz yaşadığı seküler kültüre karşı tüm hoşnutsuzluğunun farkına varmıştı. Ölümün ışığında hayat tüm kırılganlığıyla kendini gösterdi; ölümün karşı konulmaz gücü onun için hayatı anlamsız kıldı. Tolstoy ölümün kaçınılmazlığı trajedisini öylesine güçlü ve ıstıraplı yaşadı, dönülemez biçimde bağlarını kopardığı yaşamın anlamsızlığından öyle derin bir acı çekti ki intihar edecek noktaya geldi. Her sözcüğü harlı bir ateş cevheriyle dolu İtiraflarım gibi böylesine güçlü yazılmış başka bir eser dünya edebiyatında zor bulunur. Ruhsal bunalımı seküler dünya görüşünden temelli kopup dinsel yaşam anlayışına geçişiyle sonuçlandı. İtiraflarım’da önceleri “inancın her türlüsünün yokluğu” anlamında nihilist olduğundan söz eder. Tolstoy ne olursa olsun yaşadığı dünyayla bağlarını koparmaya çalıştı ve dikkatini sıradan insanlara çevirdi. İtiraflarım’da şöyle der: “Sıradan, yoksul, cahil insanlar arasından inançlı olanlarla, hacılarla, keşişlerle, raskolniklerle,3 köylülerle yakınlaştım.” Sıradan insanların hayatlarını anlamlandıran bir inanç keşfetti; doğasına özgü tutku ve enerjiyle bundan böyle inançlı insanlardan beslenmeye ve inanç dünyasına girmeye çaba gösterdi, en önemlisi halkın peşinden Kilise’ye yöneldi. Bu sırada sekülerizmle bağını tam ve kesin biçimde kopardı; bu yolda bilincinin önüne çıkan tüm zorlukları, “kendini küçük görme ve alçakgönüllülük” duygularıyla yenmeyi başardı. Ama Hıristiyan kilise anlayışının egemen olduğu dünyadan kopması fazla sürmedi. Hıristiyanlığın özüne bağlı kalmak için İsa’nın öğretilerinin kilise yorumuyla bağını kopardı. Dogmatik ilahiyatı ve aklın zor kabul ettiği her şeyi hor görerek reddetti. Teolojik rasyonalizm hayli basitleştirilmiş halde bilincine yerleşti; Hıristiyanlığın bazı ilkelerine dayanarak kendi metafiziğini yarattı. İsa’nın tanrılığını ve dirilişini yadsıdı; kendi fikrine göre İncil’de İsa Mesih’in dünyaya müjdelediği asıl öğretiyi korumak amacıyla İncil metinlerini pek çok yerde kendi düşüncesine uygun biçimde değiştirmeyi göze aldı. Dört cilt olarak yazdığı Dogmatik İlahiyatın Eleştirisi’nde Hayat Üzerine adlı bir tez ve İnancım Nedir başlıklı önemli bir çalışma kaleme alır, büyük bir çabayla felsefi konular üzerine kafa yorar; bunların izleri yayımlanmış Günlükler’inde açıkça görülür. Artık Tolstoy’un manevi dünyası kesin olarak belirlenmişti. Bu bizatihi onun yarattığı kendine özgü mistik içkincilik sistemiydi. Tolstoy aşkınlığı büsbütün reddettiği içkinciliğiyle, yeni zamanların rasyonalizm ruhuyla tamamen uyum içindedir. Öte yandan bu, hayata ve insana değin mistik bir öğretiydi. Tolstoy’u sivri ve aşırı bir içkinciliğe götüren bu mistik unsur, yine de onu modern dünyadan keskin biçimde ayırır. Tolstoy’un öğretisi hem Kilise’yle hem de dünyayla bağını koparır. Tüm ülkelerdeki taraftarları Tolstoy’un ve kötülüğe kötülükle karşı koymama öğretisinin etrafında gruplaşmaya ve Tolstoy toplulukları kurmaya başladı. Yeni dostlar Tolstoy’dan daha fanatik, daha sadık çıktı. Tolstoy’un hayatına karışmaları, aile içinde de gitgide artan kişisel anlaşmazlıklar (ne karısı –bir iki istisna dışında– ne de çocukları edebi eserlerinin telifinden feragat etmeyi istiyordu) gitgide artarak büyük ve ciddi bir trajediye dönüşmeye başladı. Bu trajedi uzadıkça uzadı ve bilindiği gibi Tolstoy’un ailesinden kaçışıyla sona erdi. Tolstoy yolda giderken soğuk aldı ve kısa bir süre sonra zatürreeden hayata veda etti. Tolstoy’un dinsel-felsefi yapıtları çoktur ama içlerinde çok tekrar vardır. Bu yüzden başlıca İtiraflarım, Hayat Üzerine, İnancım Nedir, Tanrının Egemenliği İçimizdedir eserlerine değineceğiz.

Tolstoy’un Felsefi Etkilenimleri

Tolstoy felsefeyle uğraşmaya çok erken başladı ama kesinlikle sistemli bir felsefe eğitimi almadı, bu durum onun tüm hayatını etkiledi. Şu ya da bu dönemde felsefi tutkularında pek çok rastgelelik vardı, eline tesadüfen geçen kitapların etkisine yenik düşmesi anlamında bir rastgelelikti bu. Ama bütün bu coşku ve heyecanları açık ya da belirsiz arayışlarıyla uyum içindeydi. Böylece Tolstoy on altı yaşına geldiğinde kendi geleneksel görüşlerini yıkıp tutkuyla Rousseau bağımlısı oldu, boynuna haç yerine Rousseau’nun madalyonunu bile takmaya başladı. Aslında bu ilk yıllarda Tolstoy etiği ön plandadır; bu dönemde mükemmelliğe özlem, kendinden sürekli hoşnutsuzluk, düzeysiz emellere ve tutkulara karşı mücadele onun iç dünyasını tamamen istila etmişti. Tolstoy en azından doğallık kültünü ve çağdaşlığa karşı giderek her türlü kültürün acımasızca eleştirisine dönüşen, şüpheci ve hoşgörüsüz tavrını Rousseau’dan aldı. Tolstoy’u basitleştirme eğilimine sevk eden, altmışlı ve yetmişli yıllarda Narodnik akımında4 farklı biçimlerde görülen halka ödenmemiş borç psikolojisi değildi. Sözde kültürü istila eden uzlaşıların boyunduruğundan kurtulmak için basitleştirme Tolstoy’a gerekliydi. Doğal devinimlerinin ruhundan taşıp özgürlüğe kavuşma talebi, salt Rousseau’nun etkisi altında olmasından kaynaklanmıyordu. Burada iki aklın birbirine benzerliği söz konusudur. Rousseau’nun serptiği tohumlar Tolstoy’un ruhunda bol meyve verdi. Tolstoy’un tüm düşünce yapısı haklı olarak onun Rousseauculuğu içinde yorumlanabilir. Bu Rousseauculuk hayatının son günlerine kadar yüreğinin en derinlerinde durmuştu. Tolstoy’un ruhuna derinlemesine nüfuz eden diğer etkilerden, Schopenhauer’in etkisini özellikle belirtmek gerekir. 1869’da Fet’e şöyle yazıyordu: “Schopenhauer’de duyduğum aralıksız coşku ve hiç yaşamadığım pek çok manevi haz... fikrimi değiştirir miyim bilmiyorum ama şimdi Schopenhauer’in en büyük deha olduğuna inanıyorum.” Schopenhauer’in sisteminde özellikle Tolstoy’a yakın iki ana motiften söz edilebilir. Öncelikle onun fenomenalizmi ve bireysel varoluşun metafizik yanıltıcılığı öğretisi. Ayrıca Schopenhauer’in karamsarlığı Tolstoy’a yakındı, ama bu Tolstoy’da çok kısa sürede iyimserlikle boyalı bir impersonalizme dönüştü. Tolstoy’un ve Schopenhauer’in müziğe bakış açılarının örtüşmesi bir başka ilgiye değer konudur, ama burada etkiden ziyade uyumlu yakınlık söz konusudur. Tolstoy’un başka büyük felsefi etkilenimleri olmadı, ama her zaman çok okuyor, döneminin farklı düşünsel etkilerini hırsla soğuruyordu.

Tolstoy’un Panmoralizmi

Tolstoy’un düşüncesini sürekli meşgul eden ana konular onun etik arayışlarında odaklanıp bir araya gelir. Aslında düşünceleri bir panmoralizm sistemi olarak karakterize edilebilir. 19. yüzyıl Rusyası’ndaki felsefi arayışların diyalektiğinde, Herzen’den başlayarak pozitivizm ve natüralizmin hâkim olduğu birçok düşünür için etik çözülmez bir sorun olarak kalır. Bilgiyi özellikle natüralizm ve pozitivizm terminolojisi üstünden düşünen Tolstoy, etiği bir varlık öğretisi içinde eritmez, tam tersine bilimi ve felsefeyi ıslah edip etiğe tabi kılar. Bu, Kant’ta olduğu gibi etiğin üstünlüğü değil, düpedüz etiğin tiranlığıdır. Tolstoy’un dini-felsefi kuramlarını belirleyen keskin ve saplantılı rasyonalizmine rağmen, onun panmoralizminde akıldışı, ele avuca gelmez bir şey vardır. Bu basit bir etik mükemmeliyetçilik değil, bir çeşit kendini çarmıha germedir. Tolstoy kendi düşüncelerinin şehidiydi; vicdanını paralayan bu düşünceler yaşamını mahvetmiş, ailesini, yakınlarını ve bütün olarak kültürle ilişkilerini darmadağın etmişti. Bu, hayatın diğer tüm alanlarında tek bir manevi ilkenin katıksız tiranlığıydı. Bu, yalnızca Tolstoy’un düşünce ve yaratımının özgünlüğünü değil, tüm dünyadaki olağanüstü etkisini anlamak için kilit önemdedir. Onun vaazı bütün dünyayı sarstı, insanları kendine çekti, kuşkusuz başkalarıyla nadiren paylaştığı fikirlerinin gücüyle değil, yazılarının olağanüstü içtenliği ve eşsiz anlatım gücüyle değil, hiç kimsede Tolstoy’daki kadar derinlikli ön plana çıkmayan ahlaki coşkudan, hakiki ve koşulsuz iyilik arzusundan doğan büyülenmeyle... Tolstoy’un ahlaki arayışları dinsel bir karakterdeydi. Koşullu değil koşulsuz, göreli değil mutlak bir iyilik özlemindeydi. Bir yazarın deyişiyle “talihin sevgili evladı” olan Tolstoy hayatın insanoğluna vereceği her şeyi –aile mutluluğunu, şan şöhreti, sosyal ayrıcalıkları ve yaratıcılığın sevinçlerini– tattıktan sonra ebedi, mutlak ve daimi iyiliğe özlem duymaya başladı. Böyle bir ebedi iyilik olmasaydı, hayat onun için anlamını yitirirdi. Koşulsuz iyi arayışı ışığında, Tolstoy’un önünde Mutlak’la bağlantılı olmayan dinsiz yaşamın tüm kırılganlığı ve dolayısıyla anlamsızlığı belirmişti. Burada mistik etik arayışı açısından Tolstoy’un etik duruşu ortaya çıkıyordu. Tolstoy her yerde rasyonel bilinç kavramını kullanmasına ve etiğine görünürde rasyonalizmin, hatta entelektüalizmin özelliklerini katmasına rağmen aslında bir mistik etik sistemi kurar. Tolstoy’un somut etiğinin temelinde yatan ana ahlaki buyruk –kötülüğe kötülükle karşı koymama öğretisi– tamamen mistik, akıldışı bir özellik taşır. Tolstoy İsa’nın Tanrı olduğuna inanmamasına rağmen, sadece Tanrı’nın İsa’da tecelli ettiğini düşünenlerin inandığı gibi, O’nun sözlerine inanıyordu. Çağdaş yaşama böylesine açıkça aykırı olan bu buyruğun akla uygunluğunun Tolstoy için anlamı, bu buyruğun bilincinin açıkça başka bir kavramı, hayatımızda var olandan daha rasyonel başka bir kriteri gerektirmesidir. Tolstoy, yüksek rasyonelliğin hayatı bize zehir ettiğini itiraf eder. Bu yüksek rasyonellik “tohumda olduğu gibi, insanın içinde hep saklı durur”, insanın içinde uyandığında öncelikle sıradan yaşamı yadsımaya başlar. “Görünür [sıradan] yaşam anlayışını yadsımak ve kendini yaşamdaki görünmeyen bilince adamak, tıpkı kendi doğumunu hissedebilen bir bebeğin doğarken yaşayacağı korku ve dehşet kadar korkunç ve ürperticidir, ama bu kaçınılmaz, şurası açık ki, görünür yaşam anlayışı ölüme çıkıyor, ancak görünmeyen bilinç yaşama çıkıyor.” Bu “görünmeyen bilincin”, bu yüksek rasyonelliğin mistik doğası, Tolstoy’un gittiği bu yolda ulaştığı impersonalizmde olduğu gibi hiçbir anlam ifade etmez. Son derece parlak bir bireyselliği olan Tolstoy, her şeyde inatla ve ısrarla kişisel bilincine uyarken, kategorik olarak bireyin inkârına varır. Bu impersonalizm Tolstoy’un tüm öğretisinin, antropolojisinin, felsefesinin, kültürünün, tarihinin, estetiğinin, somut etiğinin temelidir. Tolstoy’un geliştirdiği yeni antropoloji üzerinde duralım şimdi.

Tolstoy’da Birey Sorunu

Tolstoy Günlükler’inde şöyle der: “Tekil ve dünyadan ayrı olduğumuz illüzyonuna alışmamız ne kadar şaşırtıcıdır. Ama bu illüzyonu fark ettiğimizde, insanın bütünün parçası olmadığını, sadece zamansız ve uzamsız bir şeyin zamansal ve uzamsal tezahürü olduğunu görememesinin nasıl mümkün olduğuna hayret ederiz.” Tolstoy’a göre ayrı olmamızın bilinci, kelimenin tam anlamıyla bireysel özbilinç, salt bedensel olarak ayrı olmamız gerçeğiyle ilişkilidir, öte yandan bizatihi bu bedensellik alanı, çokluğu ve bölünebilirliğiyle hayali ve gerçekdışıdır. Tolstoy dış dünyayla ilgili fenomenalist öğretide, principium individuationis [bireyleşme ilkesi] öğretisini aldığı Schopenhauer’den derinlemesine etkilenmiştir. Ama Tolstoy kişinin bireyselliğini –kendi ifadesiyle “hayvani kişiliğini”– “rasyonel bilinç”le yaşayan kişiliğinden ayrı tutar. Ama bu yüksek kişilik anlayışında özgünlük momentini tümüyle reddetmez. Hayat Üzerine’de şöyle yazar: “Benim köklü ve özel benliğim... asıl benliğim... uzamsal ve zamansal koşullardan bağımsızdır ve bizler tarafından uzamdışı ve zamandışı bir alandan dünyaya taşınır; dünyayla olan müstesna ilişkimde mevcut olan bu şey, benim sahici ve gerçek benliğimdir.” Her insanda özel, bir tek ona özgü dünya anlayışı ortaya çıkar; bu, bireysel özgünlüğün hakiki ve nihai kaynağı olarak hayvani kişilikte de kendini gösterir. Tolstoy’un bu öğretisi Kant’ın ve Schopenhauer’in kavranabilir karakter öğretisine çok yakındır. Öyle ya da böyle, Tolstoy’un rasyonel bilinç öğretisinde şahsilik ve gayrişahsilik anlayışları arasında ikilemde olduğu kuşkusuzdur. Az önce bir yandan rasyonel bilincin manevi kişiliğin taşıyıcısı olarak sahici ve gerçek benliğin bir fonksiyonu olduğunu, diğer yandan akılda ya da rasyonel bilinçte evrensel gayrişahsilik gücünün tüm belirtilerinin bulunduğunu gördük. Hayat Üzerine tezinde şunları okuruz: “İnsana gerekli olan, kişilikten değil kişiliğin nimetinden feragat etmektir .... Hayatın amacı sonsuz aydınlanma ve dünyadaki varlıkların birliğidir.” Birlik birleşme değildir, bireyin kaybolmasına izin vermez. Ama öbür yandan Tolstoy, az önce gördüğümüz gibi, Alman felsefesinin transandantal özne kavramına çok yakın tasarladığı evrensel bilinçten söz eder. Günlükler’den okuyalım: “Her yerde, her şeyde ve kendi içinde kavradığımız Tanrı’dır .... gerçek ‘benliğimiz’ Tanrı’nın bir parçasıdır.” Sonra Tolstoy, “Tanrı kendi içinde neden bölündü” diye sorar. Ve buna, “Bilmiyorum” diye yanıt verir. Günlükler’den birkaç ilginç bölüm aktaralım: “İçinde iyilik arzusu uyanan kişi artık ayrı bir fiziksel varlık değil, yaşam bilincinin, iyilik arzusunun parçasıdır. İyilik arzusu ise Tanrıdır .... Yaşamın özü onun bireysel varlığı değil insana içkin Tanrıdır .... Hayatın anlamı, insan kendi tanrısal özünü tanıdığı zaman açığa çıkar.” Demek ki Tolstoy’da bireysel ölümsüzlük öğretisi yoktur. Daha da önemlisi bireyselliğin yeniden doğuşu olarak düşünüldüğünde Diriliş onun için kabul edilemezdir. Fechner ve Wundt gibi, manevi hayatın ölümsüzlüğünü, bir ihtimal insanoğlunun ölümsüzlüğünü vaaz eder. Örneğin “insanın içindeki ebedi yaşam”dan söz eder. “İyilik insana yalnızca rasyonel bilinçle açılır ama aynı zamanda onunla kapanır” der. Tolstoy’daki bu çelişkinin ve üstü kapalı konuşmanın anahtarı, hiç kuşkusuz onun dinsel bilincinde saklıdır: Dinsel bir mistisizm yoluna girmişti ama deneyimlerinin mistik karakterini kabul etmek istemiyordu. İsa’nın öğretisini kabul etti, ancak İsa Mesih onun için Tanrı değildi, oysa Tanrı gibi İsa’nın peşinden gidiyordu. Son derece yüzeysel ve kısır bir rasyonalizmle mistik coşkunun bu tuhaf birleşimi; İsa’nın doğaüstü, tanrısal ilkelerinin inkârıyla O’na duyduğu sıcak, tutkulu ve içten bağlılığının birleşimi Tolstoy’daki iç uyumsuzluğu gün ışığına çıkarır.

Tolstoy’un Kültür Felsefesi

Tolstoy’un kurduğu tüm kültür felsefesi tavizsiz, kesin, acımasız bir seküler kültür sistem yadsımasıdır. Tolstoy’un mistik içkinciliği, seküler içkinciliği kesinlikle kabul etmez. Devlet, ekonomik sistem, sosyal ilişkiler, adli kuruluşlar; bunların Tolstoy’un dinsel görüşlerinin ışığında hiçbir anlamı ve temeli yoktur. Tolstoy mistik anarşizme doğru yol alır. Eğitime, aile yaşamına, estetiğe ve bilime ilişkin yıkıcı fikirleri çok sert ve acımasızdır. Onun ahlaki mükemmeliyetçiliği burada aşırılığa varır. Tolstoy’un pedagojik fikirlerinin gelişimine gelince, Tolstoy sonunda çocukları yetiştirme hakkının reddinden ve pedagojik anarşizmden tam tersi bir programa, genel dinsel eğitime değil kendi vaaz ettiği öğretinin çocuklara dayatılmasına geçti. Tolstoy’un aileye ilişkin aşırı sert ve olumsuz tavrı Kröyçer Sonat’tan, özellikle de epiloğundan çok iyi bilinir. Tolstoy’un güzelliğe bakışına gelecek olursak, burada onun ahlaki mükemmeliyetçiliğine özgü iç hoşgörüsüzlüğü kendini gösterir. Aslında Tolstoy’un burada Rus düşüncesini uzun zamandan beri meşgul eden gerçekten karmaşık ve çetin bir soruna değindiğini belirtmek gerek. Güzelliğin ve iyiliğin iç içeliğine, insanda estetik ve etiğin birliğine inançtan doğan estetik hümanizm akımı, Rusya’da 18. yüzyılın sonunda başladı, 19. yüzyılda gelişti; bunda bir yandan Alman romantizminin diğer yandan Rus ruhunun derinlerindeki özellikleriyle uyumlu olmasının etkisi vardı. Çok derin ve geniş biçimde Rus yaratıcılığına giren Rus Schillerciliği bu fikirle yayılmıştı. Ama estetik ve ahlaki alanın yapısal farklılığı konusunu ilk kez Gogol işlemiştir; gerçeklik estetik ilkeye yabancı olduğundan onların birliği hayalden ibarettir. Gogol Ölü Canlar’ın yaktığı ikinci cildinde trajik biçimde açığa kavuşturduğu bu tezinde uzun zaman yalnız kalmıştır. Bu tema Tolstoy’un ve Dostoyevski’nin sanatsal-felsefi yapıtlarında üstelik çok güçlü biçimde yeniden gün ışığına çıkar. Tolstoy’a dönersek, bu konuda yaptığı açıklamalar her yere, yazışmalarına, günlüklerine, ama özellikle Sanat Nedir? adlı tezine dağılmıştır. Burada Tolstoy kesin ve kararlı bir biçimde, “iyiliğin güzellikle hiçbir ortak yanı olmadığını” bildirir. Sanatın –özellikle Tolstoy’un son derece etkilendiği müziğin– uğursuz ve şeytani gücü onu iyilikten koparır, sanat bu yüzden onun için sıradan bir eğlenceye dönüşür. Günlükler’de sanatın ayırıcı özelliğinin “eğlence” olduğunu okuruz: “Estetik haz düşük düzeyde bir hazdır.” İşte bu nedenle sanatı ve bilimi iyilikle aynı düzeyde tutmayı dine küfür sayar. Sanat Nedir?kitabının anafikri de, ancak Tolstoy gibi dâhi bir sanatçının bu çok ilginç düşünce yapısından çıkar. Gerçek sanatın yeni ölçütünün erişilebilirlik olduğu, güzelliğe duyarsız olmaya dayanan, bu yüzden Shakespeare, Goethe ve Beethoven’i reddeden bu kitabın analizine girmemiz gerekmiyor. Sorun bu tezlerde değil, yine baştan sona etik alanın tiranlığındadır. Tolstoy başlı başına hayati ve tartışmasız olan iyilik ve güzellik yollarının ayrılmasında trajik bir kültür sorunu görmez; sadece iyilikle bağlarını yitirmiş her şeyi bir kenara atar. Bilim doğrudan etik ilkeye tabi değilse, Tolstoy ona karşı da aynı soğuk acımasızlıkla bakar. Tolstoy çağdaş bilimi yalanlar, çünkü çağdaş bilim yaşamanın yolları ve anlamı meselesini araştırmalarının merkezine koymaz. Şöyle yazar: “Bilim ve felsefe, kişinin nasıl iyi olması ve daha iyi yaşaması gerektiği dışında her şeyi ele alır .... Çağdaş bilim ihtiyacımız olmayan bir yığın bilgi içerir: yıldızların kimyasal bileşimi, güneşin Herkül takımyıldızına doğru hareketi, insanın ve türlerin kökeni vb. ama hayatın anlamı konusunda tek kelime etmediği gibi bunu yetkisi dahilinde bile görmez.” Tolstoy sanat ve bilim eleştirisinde sekülerizmin yüceltilen temellerine değinir. Kendi panmoralizmini rehber edinip her şeyi iyilik düşüncesine tabi kılan Tolstoy, modern zamanların temel sorununu, kültürün birbirinden bağımsız birçok alana parçalanmışlığını teşhir eder. Dinsel bir kültür inşa etme arayışına girer, ama dinsel bakış açısı mistik rasyonel bilinç fikrine dayanmasına rağmen etik açıdan son derece tek taraflı yorumlanır. Bu yüzden şöyle bir paradoks ortaya çıkar: Tolstoy çağdaşlıkla ilgili eleştirisinde tekrar seküler momente, doğal ahlaki (rasyonel) bilince yaslanır. Çağdaş yaşama karşı ne manevi bir sentez ne de ayrılmaz bir birlik öne sürer, yalnızca ruhun güçlerinden biri olarak ahlaki alanı öne çıkarır.

Tolstoy’un Düşünür Olarak Önemi

Tolstoy’un Rus düşünce tarihinde değeri hâlâ çok büyüktür. Düşüncesinin aşırılıkları, mükemmeliyetçiliği ve soyut ahlaki ilkeye tek taraflı bağlılığı, Rus düşüncesinin ana ve belirleyici öğelerinden birini sınırına getirmiştir. Tolstoy’un panmoralizm teorisi aşılması olanaksız bir sınır oluşturur, bununla birlikte Tolstoy’un Rus düşüncesine –ama yalnızca Rus değil– katkıları daimidir. Tolstoy’un felsefi anlayışının sanatsal tefekkürü kadar muntazam olmaması Tolstoy’un kötü filozof olmasından değildir. Tolstoy’un felsefi arayışları kendine has bir diyalektiği izledi, çıkış noktası geçici ve ebedinin, göreli ve Mutlak’ın sezgisel-düşünsel bölünemezliği algısıydı. İyilik Mutlak olmalıdır, yoksa iyilik değildir. Tolstoy’un arayışlarının sonucu budur, onun Rus bilincine vasiyeti budur.

Rusçadan çeviren: Kayhan Yükseler

1 Panmoralizm: Her alanda ahlaki ilke ve değerlerin önceliğini savunan 19. ve 20. yüzyıl Rus felsefelerinden biri.
2 Gayrişahsicilik: Bireyler üstü ilke ve değerleri savunan düşünce.
3 1654’te Rusya’da dinde yapılan reformları kabul etmeyip eski dinsel inançlarını sürdürenler, ayrıca hizipçi.
4 Narodnik (halkçılık): Rusya’da 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan, proletarya yerine köylüyü öncü gören devrimci halk hareketi.

14 Nisan 2019 Pazar

Haydi değiştirelim!




Samih Güven



Eski Arbat’ın girişinde, yani Dışişleri Bakanlığı'nın önünde otobüslerden arı gibi Uzakdoğulu turistler boşalıyor. Fotoğraf saplantılarından mı tutkularından mı bilinmez ama bir kargaşanın içinde buluyorum kendimi. Her şeyi böylesine kaydetmeye çalışmaktan ilginçlikleri mi kaçırıyorlar yoksa?

Aralarından salimen geçip müdavim kemancının ezgileriyle turuma başlıyorum. Moskova’daki Arbat caddelerini birbirinden ayıran eskilik yenilik konusu değil elbet. Yapıları ve özellikleri farklı kılıyor onları. Yel kaçkını ihtiyarlar gibi esmeyen Eski Arbat’ı tercih ediyorum. Karanlık çoğalırken lambalarında patlayan sarı tonu ve ilginçlikleri bir de…

Gençlerin yüksekçe bir yere çıkıp şiir okuması, teatral gösteriler, onlara kulak veren kalabalık takdiri hak ediyor. Coşkuyla şiir okuyan o gençlere özeniyorum bazen.

Güzel tablolara bakarak ilerliyorum. Matruşkalar, hediyelik eşya satan mağazalar ilginçlik katıyor. Farklı kültürlerden restoranlar uzanıyor cadde boyunca. Müzik dinletileri, gösteriler, portre çizen ressamlar…

Arbat için sıradan bir gün işte. Fakat ilginçlikler seziyorum çok geçmeden. İki genç sırtları dönük şekilde bana doğru ilerliyor. Neden böyle yapıyorlar diye düşünüyorum bir an. Aralarındaki bir şaka olmalı deyip geçiştiriyorum konuyu. Ama sonrasında gördüğüm şey kolayca geçiştirilebilecek gibi durmuyor.

Elinde yazı tutan bir kadın var. Büyükçe bir kartonda “Haydi değiştirelim!” yazıyor.

Evet gerçekten böyle yazıyor. Gelip geçenler kadına bakıp gülümsüyor, sonra da yollarına devam ediyor. Ne demek şimdi bu? 

Onu  yavaşça geçiyorum önce. Sonra da merakıma yenilip geri dönüyorum. Selam verip söze giriyorum.

“Ne anlama geliyor bu? Neyi değiştirmek istiyorsunuz?”

Kırklı yaşlarında zayıfça bir kadın sorulara hazırlanmış gibi başlıyor konuşmasına.

“Merak etmeyin, gelip geçenlerin cepleri ile kendi boş ceplerimi değiştirmek değil amacım. Ya da onların neşeli halleriyle kendi dertlerimi takas etmek niyetinde değilim. Dört kişi ile paylaştığım kırk metre kare evimi de değiştirmek istemez kimse. Ve düzeni değiştirmekten de söz etmiyorum. Sakın yanlış anlaşılmasın!”

Durakladığı anda “Evet bunlar değil belli ki, peki ya nedir öyleyse? Yoksa bir hikayenin mi peşindesiniz?” diye soruyorum.

“Sonuçta bu dünyayı daha ilginç ve değiştirilebilir kılmıyor mu hikâyeler” deyip gülümsüyor. Sonra da ciddileşiyor. “Sizinle neyi değiştirebiliriz mesela?”, diye soruyor.

“Bilmem, ani oldu soru. Hem değişim dediğiniz şey kolay mı? Onu hazırlayan koşullar lazım önce.”

“Evet doğru, değişim birden olmaz tabi. Bir yazarın dediği gibi sıfırı görmeden başarılamaz. Ama ben daha basit şeylerden söz ediyorum. Bakın, madem merakınıza yenildiniz ve yanıma geldiniz. Şimdi şunu yapacağız: Yerimizi değiştireceğiz sizinle. Kartonu siz tutmaya başlayacaksınız. Ben bir süre dolaşıp geri geleceğim.”

Yazının birden ellerime nasıl geçtiğini anlayamıyorum. Ve O ortalarda görünmüyor. Caddenin ortasında öylesine kalıyorum. Kalabalık o uysal halinden tekinsiz bir topluluğa dönüşmüş gibi geliyor. 

Tanıdık birine rastlayacağımdan endişe ediyorum önce. Sonra hikayenin bir parçası olduğumdan mı bilinmez bir rahatlama geliyor. İnsanlar bir anlam çıkarabilmek için dikkatle bakıyor geçerken. Gülümsüyor kimileri.

Arbat Caddesinde elimdeki tuhaf yazıyla dururken hep hayal ettiğim o şeyi düşünüyorum bir an. Tıpkı o gençlerin yaptığı gibi yüksekçe bir yer çıkıp şiir okumayı. Pasternak’tan mesela. “Öyledir, öyle başlar”, neden olmasın?

Fakat korktuğum şey başıma geliyor ve tanıdık bir aileyi fark ediyorum. Onlar beni görmeden kartonu yüzümün önüne getiriyorum. O sırada çocuk annesini çekiştiriyor:

“Anne gördün mü, adam yüzünü değiştirmek istiyormuş!”
Arbat’taki ilginçliklere alışkın olduğu anlaşılan anne gülümsüyor. Onun yerine baba giriyor söze:
“Evet oğlum kafayı değiştirmek istiyor demek ki.”
“Ben de öyle dedim ya işte!”
“Hayır, ikisi farklı şeyler, sonra anlatırım ben sana.”
“Şimdi anlatsana!”

Aile uzaklaşınca yeniden önüme getiriyorum kartonu. Düşünceler içinde, kalabalığın tepkisini tartarak dururken söz verdiği gibi geri dönüyor. Beni soktuğu duruma sitem ediyorum. 

“Bunu yapmak zorunda değildiniz!” diyor sakince.
“İyi de neydi bunun amacı?”
“Hiçbir amacı yoktu. Öylesine bir şey denedim işte.” 
“Neden böyle bir ifade seçtiniz peki?”
“Aslında işin aslı şu: Evet ilginçlik olsun diye büyükçe bir kartona “Haydi değiştirelim kendimizi” yazıp bir süre burada tutmak istemiştim. Ama sonra daha da ilginç olsun diye son kelimeyi yazmamaya karar verdim. Kim ne anlarsa işte. Yani herkes değiştirmek istediği şeyi kendi düşünsün!”

Bu sırada kartonu elimden alıyor ve yuvarlıyor. “Hikayenin sonuna yaklaşıyoruz” deyip kalabalıktan biri oluyor. 

Caddede öylece kalıyorum bir süre. Sonra düşüncelerimi düzene sokmak için yürümeye başlıyorum.

Haydi değiştirelim kendimiziymiş!, kolaydı sanki, deli mi ne?

Şair Bulat Okudzhava heykeli önünden geçerken duraklıyorum. Gençlerin üzerine çıkıp şiir okuduğu o taşı süzüyorum bir süre.