Moskova

Moskova

26 Nisan 2020 Pazar

Taşra Moskovalıları neden sevmiyor?







Dünden bugüne hiç değişmeyen bir gerçek var: Rusya'da taşra sakinlerinin çoğu, başkentte yaşayan insanlardan pek haz etmez; kibarca söylemek gerekirse, "pek de hoş insanlar olmadığını" düşünür! Peki, ama neden? Sadece önyargı mı, yoksa bu düşünceleri haklı kılan nedenler mi var? İşte RBTH'nin derlediğine göre, diğer bölgelerden Rusya vatandaşlarının bu soruya verdiği cevaplar.

"Açgözlüler. İpotekli apartmanlarda köle gibi yaşıyorlar. Satın aldıkları her şey borca: arabalar, iPhonelar, tatiller, kılık kıyafet. İşleri güçleri hava atmak. Bina tamiratına milyonlar harcıyorlar. Her şeyleri özel. Kuaförler, güzellik salonları... 100 bin ruble kazanıyorlar (1700 dolar) ve ancak geçindiklerini söylüyorlar. Hayatın ne olduğundan haberleri yok!"

Merkezden uzakta yaşayan Rusyalıların en çok canını sıkan Moskovalıların aldıkları maaşlar. Moskova'da ortalama maaş 63 bin ruble iken, Pskov'da 21 bin, Volgograd'da 22 bin. Tek başına "bu adaletsizlik" bile pek çokları için Moskovalılardan nefret etmek için yeterli sebep. 

"Ben başkentten değilim. Başka yerde büyüdüm ve orada istisnasız herkes Moskovalıların pislik olduğunu düşünür. İğrençler ve araba kullanmasını bilmiyorlar. Moskovalı oldukları için sanki herkes onlara borçluymuş gibi davranıyorlar. Kaba, küstah ve kibirliler".

Buna karşılık Moskovalılar kendilerini "basit, sakin ve kendine güvenen" insanlar olarak görme eğiliminde. Ve buna göre, asıl dışarıdan gelenler uygunsuz ve provokatif davranışlarda bulunmayı seviyor.

"Moskova tüm ülkenin sırtından geçinen bir parazit. Diğer bölgelerin kanını emiyorlar".

Ülkenin bütün mali gücünün ve insan kaynağının Moskova'da yoğunlaştığı bir bakıma doğru. Toplanan vergiler de önce Moskova'ya geliyor. Ama daha sonra Moskova'nın kendi bütçesine değil, federal bütçeye aktarılıyor.

"Moskova devlet içinde devlet".

Konut sorunu tarihinin her aşamasında Rusya'yı bölen bir sorun oldu. Moskova'da kira maliyetleri St. Petersburg'un iki katı, diğer büyük şehirlerin ise altı katı. Moskova'da kendisine bir daire miras kalan kişinin otomatikman varlıklı bir insan haline gelmesi bu olanaktan yoksun olanlar için her zaman nefreti körükleyen bir konu olmuştur. Bu da diğer bölgelerde yaşayanların Moskova'ya içinde bambaşka bir yaşamın yaşandığı ayrı bir devlet gözüyle bakmasına neden oluyor. 

Ruslar 40. yılı neden kutlamaz?







Rusya'da batıl inançların günlük hayattaki etkisi hiç de hafife alınır gibi değil... Bunlardan biri de 40 sayısıyla ilgili. Dünyanın pek çok ülkesinden farklı olarak Ruslar 40. yıldönümlerini kutlamazlar. Sessizce geçiştirirler.  Yaşgünlerini de, evlilik yıldönümlerini de... Peki, ama neden? Kimi yorumcular bu batıl inancın köklerini Eski Ahit anlatılarına kadar gittiği düşüncesinde: Büyük Tufan 40 gün sürmüştür. Ortodoks geleneğe göre, insan ruhu bu dünyayı terk etmeden önce 40 gün etrafta gezer. Musa Peygamber vaadedilen topraklara ulaşmadan evvel çölde halkıyla birlikte 40 yıl geçirmiştir, vb.

Öte yandan 40 sayısı Türkçede olduğu gibi Rusçada da bollukla ilişkilidir. Kırkayak örneğin İngilizcede "yüz ayak" iken Rusçada da kırkayaktır. Ruslar eski Moskova'nın kiliselerini "kırkların kırkı" olarak adlandırır. Bir bakış açısına göre, kırk sayısı etrafındaki önyargılar bu bolluk mefhumu ile ilgilidir. Zira Türkler gibi Ruslar da "nazardan" korkarlar.

Bir diğer teori de yine dini söylencelere dayanmakta. Buna göre, eski Sivas'ta gerçekleşen ve "Kırk Şehitler Olayı" (Sorok Sevastiyskih muçenikof) olarak bilinen hadiseden ötürü Ruslar 40 sayısına temkinle yaklaşır. Wikipedia bu konuyu şöyle özetliyor:

Kırk Şehitler Olayı: "Bu olay Hristiyanlığın Roma İmparatorluğunda yasaklandığı Licinius (Likinyus) döneminde, MS 320’de, o zamanki adı Sebaste olan Sivas ilinde geçer ve Süryaniler bu hadiseyi her sene 9 Mart'ta anarlar. Sebaste Valisi Agricola, Roma ordusundan 40 genç askerin, cezalandırılacaklarını bildikleri halde İsa’ya sadık biçimde Hristiyan olduğunu öğrenmiştir. Kırk asker Kralın Roma tanrılarına inanmayanların ölümle veya işkenceyle cezalandırılacaklarını bildiren fermanını uymadıkları için öldürülmüşlerdir."

Bir uçtan bir uca Rusya: Transsibirya




euronews (Türkçe)




Moskova'dan Çin'in doğu sınırlarına kadar uzanan 9 bin kilometrelik demiryolu üzerinde dünyanın en uzun tren yolculuğu, Transsibirya.

İki güne bir gece yarısında bir Rossiya treni Vladivostok'a kadar bir hafta sürecek yolculuk için Moskova'dan kalkıyor.

Dünyanın her tarafından turistler bu olağanüstü seyahat için Rusya'ya geliyor.

Tren burada uyuyan, yemek yiyen yüzlerce yolcu için ikinci bir ev oluyor. Gidecekleri durağa varana kadar trenin sunmuş olduğu kısıtlı konforun tadını çıkarmaya çalışıyorlar.

Birinci ve İkinci sınıf vagonlarda iki ya da dört yolcunun kalabildiği kompartımanlar bulunuyor.



Yabancı turistler ve şehirler arasında uçak kullanmak yerine tren yolculuğunu seçen iş adamları genelde bu kompartımanları kullanıyor.

Moskova ve Vladivostok arasındaki onlarca durak, yolcuların kısa süreliğine de olsa mola vermesine olanak sağlıyor.

Yolculuk boyunca sosyal etkileşim arayanlar daha ucuz olan üçüncü sınıf vagonları deneyebilir.

Platzkart denilen bu vagonlardan çok farklı kültüre ve geçmişe sahip yolcular bir arada seyahat ediyor.

Turistler genellikle Sibirya'da Yekaterinburg şehrinde yolculuğa ara vermeyi tercih ediyor.

Birkaç gün sonra da dünyanın en derin gölü olan İrkutsk'taki Baykal Gölü'nü ziyaret ediyor.

Daha sonra da güneye Moğolistan ve Çin'e yöneliyor.

Bir kısmıysa doğuya doğru yolculuğunu sürdürüp Rusya'nın Pasifik Okyanusundaki en önemli liman şehri olan Vladivostok'a varıyor.

Son durak neresi olursa olsun seyahat etmeyi sevenler için Transsibirya eşsiz bir Rusya tecrübesi sunuyor.






25 Nisan 2020 Cumartesi

Sovyet yadigarı "Alyonka" çikolatasının simgesi olan bebek kim?







Rusya'nın Sovyet yadigarı en ünlü sütlü çikolata markası Alyonka'nın ambalajını 40 yıldır aynı yüz süslüyor. Peki, çikolataya ismini veren ve ambalajı süsleyen yüz kime ait? Bugün nerede, nasıl yaşıyor? Aziz Nesin'in "Fil Hamdi" hikayesinde olduğu gibi bir anda, "onlarva Alyonka" nasıl ortaya çıkmış? İşte size ünlü çikolatanın arkasındaki ilginç öykü:

Krasnıy Oktyabr (Kızıl Ekim) çikolata fabrikası Alyonka'yı ilk kez 1966'da üretmiş. 

Bu karar Sovyetlerin o zamanki gıda programının bir parçası olarak alınmış. Ürüne ismini verense ünlü kadın kozmonot Valentina Tereşkova'nın kızı Alyonka. Tereşkova son dönemde Duma milletvekili olarak, Putin'in görev süresinin uzatılmasına izin verecek anayasa değişikliğini gündeme getiren milletvekili olarak biliniyor.

Ama ambalajın üzerindeki yüz Tereşkova'nın kızına değil, foto muhabir Aleksandr Gernias'ın kızı Yelena'ya ait. Gernias bizzat çektiği kızının fotoğrafını 1965'te Veçernyaya Gazeta'nın (Akşam Gazetesi) düzenlediği yarışmaya göndermiş. 

1962'de çekilen fotoğraf önce ünlü bir sağlık dergisinin kapağını, sonra da çikolatanın ambalajını süslemiş. Enteresan olansa, küçük kızın "daha ulusal" görünmesi için gözlerinin rötuşlanarak maviye boyanmış olması.


Yelena Gerinas, ambalajdaki yüzün kendisine ait olduğunu 2000'li yıllara kadar kimseyle paylaşmamış. 36 yaşına geldiğinde ise kendisine 5 milyon ruble tazminat ödenmesi için firmayı mahkemeye vermiş, ancak iki yıl süren davayı kaybetmiş. Bu olaydan sonra Rusya çapında çok sayıda kişinin "Alyona benim" diyerek şirkete dava açması da bir başka ironi.

Bugün 56 yaşındaki Gerinas fotoğraftaki küçük eşarbı hala sakladığını söylüyor. Kendisi iki çocuk annesi olan Yelena Gerinas eczacılık yapıyor ve Podmoskovye'de sessiz bir hayat sürmeyi tercih ediyor.

Gorbaçov, Perestroyka'nın çöküşünün sorumlularını açıkladı







SSCB'nin son lideri Mihail Gorbaçov, Perestroyka’nın başarısızlığının, Devlet Acil Durum Komitesi darbecilerinin ve darbeden sonra ülkeyi çökertmek için durumdan yararlananların eylemlerinin bir sonucu olduğunu, ancak bunun Perestroyka'yı önemsiz kılmadığını söyledi.

23 Nisan, Perestroyka'nın (Yeniden Yapılanma) başladığı tarih olarak kabul edilen, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin (SBKP MK) nisan genel kurulunun 35. yıldönümüydü. Perestroyka’nın babası olarak anılan Mihail Gorbaçov, genel kuruldan hemen önce SBKP MK Genel Sekreteri oldu.

Sputnik’e konuşan Mihail Gorbaçov, şu ifadeleri kullandı:

"1991'de Perestroyka'nın çöküşü, Acil Durum Komitesi darbecilerinin ve darbeden sonra ülkeyi çökertmek için durumdan yararlananların eylemlerinin sonucuydu. Ancak bu, hiçbir şekilde Perestroyka’yı önemsiz kılmıyor."

19 Ağustos 1991 gecesi, Gorbaçov'un reform politikalarına ve yeni Birlik Antlaşması taslağına karşı çıkan SSCB'nin üst düzey yöneticileri SSCB'de Devlet Acil Durum Komitesi kurdu.

Bu tarih, Gorbaçov'u devlet başkanlığı görevinden uzaklaştırma ve onun belirlediği rotayı değiştirme girişimi olarak devlet tarihine 'ağustos darbesi' olarak geçti.

O günlerde onlarca tank, Yüksek Sovyet Meclisi ve Rusya Sovyet Federal Sosyalist Cumhuriyeti (RSFSC) hükümet binasına yaklaştı. RSFSC Başkanı Boris Yeltsin ve Rusya yöneticileri darbecilere karşı koydu. Yeltsin, Devlet Acil Durum Komitesi’nin kurulmasının darbe girişimi olarak nitelendirildiği kararnameyi imzaladı. Silahlı kuvvetler de dahil olmak üzere, yürütme organları yeniden devlet başkanlığına bağlandı.

24 Nisan 2020 Cuma

"Züleyha" Rusya tarihinde yeni sayfa mı açıyor?



Fuad Safarov


Dünyaca ünlü Rus sinema yönetmeni Nikita Mihalkov, yıllar önce bayram vesilesiyle Rusya'nın Nijni Novgorod bölgesindeki bir Tatar köyüne yaptığı ziyareti ve karşılaştığı manzara ile ilgili duygularını şöyle anlatıyordu:  
"Beni yerel camiyi görmeye de davet ettiler. Gittik. Bir cami… Çok güzel, minaresi de. Üst kata çıktık, ve manzara; tarla ve ağaçlar, nehir… Kesinlikle Rus manzarası..”
Rusya'nın bir çok bölgesinde böyle Tatar köyleri ve camilerle karşılaşabilirsiniz, ve tıpkı Mihalkov gibi siz de o duyguları yaşayabilirsiniz. 
Bu satırları yazarken Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in sözlerini de hatırlıyorum. 
Putin, her yılın sonunda düzenlediği basın toplantılarında sık sık Tatar gazetecileri eliyle işaret ederek, “Bizde Tatarlar olmadan olmaz” diye espri yapıyor. 
Tatar halkının Rusya tarihinde oynadığı muazzam rolü, herkes çok iyi biliyor.
Şimdi ise gelelim konumuza.
Bugünlerde Rus devlet televizyonu Rossiya-1 kanalında “Züleyha Gözlerini Açıyor” adlı bir dizi film gösteriliyor. 
Güzel Yahina adlı yazarın “Züleyha Gözlerini Açıyor” adlı romanından uyarlanan dizi film, Rusya'da büyük ilgiyle izleniyor.
Dizide, Sovyet liderlerinden Josef Stalin döneminde bir Tatar kadının Sibirya'ya sürgüne gönderildiği ve kamplarda yaşadığı acı, keder, ızdırabı ve aynı zamanda ayakta kalabilme mücadelesi anlatılıyor. 
Züleyha rolünü kendisi de Tatar olan ünlü oyuncu Çulpan Hamatova oynuyor.
Fakat bu dizi, Rusya'da komünistlerin tepkisine neden oldu. Onlara göre, Stalin dönemi, kötü olarak anlatılıyor ve insanlarda Sovyet dönemine karşı nefrete yol açıyor.
Fakat bunlar yaşandı, bunlar tarihi gerçekler. 
Zaten Rusya tarihinin her döneminde böyle olaylar yaşanmış ve bugün de bu tarihi olaylar sert tartışmalara neden olmakta. 
Özellikle Sovyet dönemi, 1917 Bolşevik Devrimi önderi Vladimir Lenin ve Stalin gibi şahsiyetler, günümüzde en çok tartışılan konular arasında.
Sovyet dönemi, Rusya tarihinin en çok eleştirilen sayfalarından biri.
Fakat, ünlü Rus sinema yönetmeni Karen Şahnazarov'un dediği gibi; "Sovyet dönemi de bizim tarihimiz. Bunu inkar edemeyiz." 
Sovyet yazarı Mihail Şolohov'un eseri üzerine uyarlanan "Durgun Don" filmini hatırlarsanız; filmde Don Kozakların devrim nedeniyle Kırmızı ve Beyaz diye ikiye ayrılması ve sonuç itibariyle kardeşlerin birbirini katletmesi acı bir gerçektir.
Sadece Stalin dönemi değil, Çarlık döneminde de çok kanlar akıtıldı; ama Sovyet dönemi, yakın geçmişimizde yaşandığı için insanlar bu konulara daha duyarlı yaklaşıyor.
Şimdi de bazı Türk basınında bu “Züleyha Gözlerini Açıyor” dizisiyle ilgili haberler çıkmaya başladı. 
Haberlere göre, dizide “Tatar gelenek görenekleri, Tatar halkı olumsuz imajlarla anlatılmış.” 
Kesinlikle katılmıyorum.
Konu, burada Stalin dönemindeki sürgün hayatında yaşanan acılar, kederler.  Üstelik o dönem, bunu sadece Tatar halkı değil, başta Rus olmak üzere tüm halklar da yaşadı. 
Dizide de kamplarda Rus, Tatar, Musevi ve başka halkların yaşadığı çileler anlatılıyor.  Dizi film, Tatar halkının kültürü, gelenek görenekleri, dini ve manevi hayatını hedef almıyor; bu dizi, bize o dönem yaşananları bir daha anlatıyor.  
Dolayısıyla "Züleyha"nın yaşadıkları, Rusya tarihininde yeni sayfalar açmıyor. 
Bu tarih bugün de sık sık tartışılmakta; fakat bu gerçekler, Sovyet döneminin kendisine özgü niteliğini taşımakta.
Ne demek istediğimin daha iyi anlaşılması için Sovyet döneminin "niteliklerinden" biri olan şu olayı örnek vermek istiyorum:
Rus general Anton Denikin (1872-1947) Bolşeviklerin, Sovyet devletinin katı düşmanı idi. Fakat, İkinci Dünya Savaşı'nda Naziler’in, Sovyetler'e karşı işbirliği teklifini kesinlikle reddetti. 
Çünkü Denikin, diğer Nazi işbirlikçileri gibi vatan haini değildi. O asıl bir Rus vatansever idi. 
Denikin, kendi parasıyla çok sayıda ilaç alarak farklı kanallarla Sovyetler Birliği'ne gönderdi.  
Bu Stalin'i çok şaşırttı. 
Denikin, Sovyet yönetimini sevmese de, Naziler’in yenilmesini çok arzu ediyordu, bunu yürekten istiyordu.  Denikin, halkının yanındaydı.
Dolayısıyla Denikin de Stalin de aynı arzuları paylaşıyordu.
İşte bu Rus tarihindeki Sovyet dönemi. 
Bunu inkar edemeyiz. 
General Denikin, Komünistlere karşı savaştı, ve yıllar sonra aynı Komünistlere karşı savaşan Naziler’in işbirliği teklifine “Hayır” diyerek, halkının mücadelesini savundu. 
Bu iki farklı olayı da anlatmak lazım; çünkü bu Rusya'nın tarihi…  

Kommunalka – Komün daire





Metin Uçar


Bugün genelde SSCB ile özdeşletirilen sosyal bir olaydan bahsedeceğim. Kommunalka, ya da daha anlaşılır bir ifadeyle komün daire.

Komün kelimesinin kökeni Fransızca commun’dur. Yani ‘ortak’. Sonradan özel mülkiyetin olmadığı, sosyal eşitliği hedefleyen siyasi bir düşüncenin de temeline oturan bu kelimenin yazımızın konusu olan komün daire ifadesine de girmesi kaçınılmazdı. Çünkü komün daire, her bir odası bir aileye tahsis edilmiş, mutfağı ve banyosu, giriş golü ortak olarak kullanılan bir dairedir. Sıradan bir daireyi ve her bir odasında ayrı bir ailenin yaşadığını hayal edin. Edebilirseniz tabii!

Komün daire olayının tarihçesine baktığımızda SSCB öncesinde de varolduğunu görebiliriz. 18 yy’da para ihtiyacını karşılamak üzere dairesini bölümlere ayırarak kiraya veren insanlar vardı. Sanayi devriminin başladığı dönemde önce Avrupa’da daha sonra Rusya’da emekçilerin biraraya gelerek daire kiraldıklarını ve birkaç aile birlikte yaşadıklarını biliyoruz. N.G. Çernişevskiy 1860’da yazdığı ‘Ne yapmalı?’ adlı ünlü eserinde böyle bir komün-yurdu anlatır.

1917 Ekim Devrimi’nden sonra bugün bildiğimiz komün daire ifadesi geniş bir şekilde kullanılır olur. Ancak bunun komünist sistemin bir gereği olduğunu düşünmek yanlış olur. Bakın V.İ. Lenin bu konuda ne demiş: ‘Vatandaşlar, bu kış iki odaya sıkışınız, diğer iki odayı bodrumdaki iki ailenin kalması için hazırlayın. Geçici olrak, biz mühendislerin yardımı ile (siz, galiba mühendissiniz?) herkese yetecek kadar güzel daireler inşa edene kadar. O zamana kadar mutlaka sıkışık yaşamanız gerekiyor. Telefonunuz on aileye hizmet verecek. Bu 100 saatlik iş, tezgah arkasında sohbet vs tasarrufu sağlayacaktır. Sonra, hafif iş yapabilecek, çalışmayan, yarı emekçi, 55 yaşındaki hanım ve 14 yaşındaki vatandaş. Bunlar her gün 3’er saat nöbet tutacaklar ve 10 aile için yiyeceklerin adilane bir şekilde dağıtılmasını gözetecekler ve bununla ilgili kayıt tutacaklar.’

Devrim sonrası genç sosyalist memlekette herkese yetecek yaşam alanı olmamasıydı Lenin’e bu sözleri söyleten. Aradan yıllar geçiyordu, ancak komün daire beklendiği gibi tarihin sayfalarına geçip, unutulmak niyetinde değildi. 1957 yılında gerçekleştirilmeye başlanan konut inşaatını geliştirme programında bakın ne deniyor: ‘Komün daire, Sovyet iktidarının bir projesi değildi, sadece endüstrileşme döneminde mecburi bir tasarruf tedbiri idi.’ SSCB’de konut inşaatına ağırlık verilmişti ancak bu komün dairelerin ortadan kalkmasına yol açmayacaktı.

1990’lı yıllara gelindiğinde başlayan ‘özelleştirme’ süreci komün dairelere de yansıdı doğal olarak. Daire ortak olduğu için burada yaşayan aileler sadece sahip oldukları odanın mülkiyetini üstlerine alabiliyorlardı. Sonrasını siz tahmin edersiniz. Komşunun payını alıp iki odaya sahip olan mı dersiniz, ya da yolunu bulup tüm daireyi üstüne yaptıran ‘girişimci ruhlu’ insanlar mı dersiniz her şey vardı. Bu insanlar sahibi oldukları odaları yine kiraya vererek komün dairelerin ömrüne ömür katacaklardı.

Evet, günümüzde komün daire hala ayakta. Komünizm ülkede yenilgiye uğradıktan sonra bile! Sankt-Peterburg’un komün-dairelerin başkenti olduğu söylenir. Burada yüzbinden fazla komün dairede 600 binden fazla insan yaşar.

Şimdi biraz da komün dairede yaşamak nasıl bir şey ona bakalım. Bu konuda kendi deneyimlerimden faydalanacağım. 90’lı yıllarda birinde iki oda, diğerinde dört oda olan iki komün daireye misafir olmuşum. Bunlardan ilkinde odanın birinde eşi evi terketmiş bir anne, 14-15 yaşındaki oğluyla, diğer oda da ise ofis çalışanı iki hanım kalıyordu. Diğer komün daire biraz daha büyükçe idi. Orada ise bir odada yeni evli bir çift. Koca televizyon kameramanı olarak çalışıyor. Bir diğer odada dört kişilik bir aile. İki küçük çocukları var. Üçüncü odada evlenmeyi planlayan genç bir çift, dördüncü odada ise tek başına yaşayan bir müzisyen kalıyor. Odaların kapıları genelde kapalı olur. Ancak bu dairedekilerin misafirliğe gitmedikleri anlamına gelmesin. Ne de olsa bu odaların kendine has bir dokunulmazlıkları var. Bunca insan arasında ister istemez bir ortak yaşam düzeni kurulmuştur. Gazlı iki fırında aynı anda dört, beş kişi yemek hazırlayabilir. Yine hemen yanındaki evyede iki kişi bulaşık yıkarken, üçüncü sırasını bekler. Diğer bir aile hemen oracıkta yemeğini yer. Banyo, tuvalet yine belirli bir düzenin ve sıralamanın oluştuğu yerlerdir. Şimdi hatırlıyorum da o komün dairelerde ne trajediler, küçük insanların yaşadığı ne büyük hayatlar gelip geçmiş olmalı. Aynı dairede yaşayıp da dost olanlar olabileceği gibi birbirine katlanamayan insanların yaşadığı nice hayat hikayeleri vardır. Kim bilir? Kısa misafirlik döneminde onca insanın birbirinin ayağına basmadan nasıl yaşamaya çalışmasına tanık oldum. Bazılarının arasında mevcut olan negatif elektriği hissetmemek mümkün değildi. O zamanlar da anlayamıyordum. Nasıl olur da SSCB’de böyle bir ‘garabet’ olabilirdi. Ancak şimdi biliyorum ki komün daire çarlık Rusya’sında da varmış, SSCB’de de, sonrasında da.


SSCB'de özel mülkiyet tamamen yoktu demek yanlış olur. Evet konutta özel mülkiyet yoktu, ancak her insanın yaşadığı dairede oturma hakkı vardı. Buna propiska diyorlar. İnsanın ihtiyaç duyduğu kişisel özgürlük alanı diye bir sorun da yoktu. Mesela mutfak sohbetlerinde komünist partiyi 'Tİ'ye alan fıkralar anlatılırdı. Yeter ki oradakiler arasında bir gammazcı olmasın. Şu propiska konusuna tekrar döneyim.

İnsanlara oturdukları daireleri özelleştirme hakkı verildikten sonra bir özel girişimcilik olarak kiralama olayı başlar. Normalde kiraladığınız yerde ikamet belgeniz olmalı. SSCB'nin dağılmasından sonra çok uzun yıllar insanlar bu ikamet belgesini yaptırmak istememişlerdir. Çünkü eski sistemdeki yaklaşım ile eğer bu adama oturma izni verirsem eve de ortak olur diye bir düşünce vardı. Belki komik ama o zamanlar bu bir gerçeklik idi. Çünkü kimse özel mülk nedir bilmiyordu.

23 Nisan 2020 Perşembe

Kızıl Kahkaha




Mustafa Kemal Yılmaz




Dokuzuncu çevirim Kızıl Kahkaha geçtiğimiz hafta kitaplaştı. Bu çeviride yine Korhan Korbek ve Gamze Varım’la birlikte çalıştık. Her zamanki gibi, oldukça keyifli ve verimli bir çalışma ortamı temin ettiler, sağ olsunlar var olsunlar.

Lafı fazla uzatmadan iki not düşmek istiyorum. İlki Kızıl Kahkaha‘nın kendi, ikincisi yazarı Leonid Andreyev ile ilgili.

Andreyev Kızıl Kahkaha‘yı 20’nci yüzyılın ilk büyük kan banyosu Rus-Japon Savaşı’nın yarattığı apokaliptik dehşet atmosferinde yazdı. Ancak kitaba da adını veren kızıl kahkaha metaforu bize daha yakın bir yerden.

O dönem oldukça yakın bir arkadaşlık ilişkisi içinde olduğu Maksim Gorki’ye Kırım’dan 6 Ağustos 1904 tarihli mektubunda şunları yazıyor Andreyev:

“Bu akşam daçamızın yakınlarında bir patlama oldu ve iki Türk yaralandı. Birinin yarası sanırım ölümcüldü, zira gözü çıkmıştı (…) Sonra bir tanesini nasıl taşıdıklarını gördüm, paçavraya dönmüştü, yüzü kan içindeydi ve tuhaf bir gülümseme ile gülüyordu, aklı başından gitmişti. Muhtemelen kasları katılıp kalınca bu menhus kırmızı gülümseme meydana gelmişti.”

Doğrusu, bu patlama neden olmuştu, bir kaza mıydı, ya da bir eylem miydi, kızıl kahkahalı Türkler kimdi, yoksa Andreyev Tatarlarla Türkleri mi karıştırmıştı, öğrenebilmeyi çok isterdim.

Kızıl Kahkaha, ruh halleri uç sınırlarda gezinen karakterleri gotik bir dekorun önünde, adeta çizgi romana has kontur, renk ve taramalarla resmeden bir anlatı. Tıpkı Yahuda İskariot gibi, tıpkı Leonid Andreyev’in pek çok diğer eseri gibi.

Andreyev’in eserlerindeki plastik derinliği ülkemizde ilk fark eden isim Muhsin Ertuğrul olmuştu. Büyük tiyatro insanımız yazarın bir oyununu bizzat kendisi Almancadan çevirip sahnelemiş, bir diğer oyununun çevirisini de Suat Derviş’e ısmarlamıştı.
Ertuğrul’un çevirisi eski harflerle kitap olarak basıldı, ama bildiğim kadarıyla Suat Derviş’in çevirisi hala kayıp.

O günlerden beri Andreyev’in eserlerinin Türkçe kitap okuruyla ve tiyatro seyircisiyle buluşması oldukça rastlantısal seyrediyor.

1940’larda Türkçenin en ilginç Rusça çevirmenlerinden Gaffar Güney’in bir çevirisi (Ömrümüzün Günleri), 1960’larda Fransa üzerinden sirayet eden bir tiyatro oyunu ve 1970’lerde Deniz Gezmişlerin idamından sonra dönemin haleti ruhiyesi içinde Güneş Bozkaya’nın çevirdiği Yedi Asılmışların Hikayesi dışında, “sürekli” diyebileceğimiz bir ilişkimiz olmamış Andreyev’in eserleriyle.

Ne mutlu ki, bugün durum çok başka. Farklı farklı yayınevleri ve farklı farklı çevirmenler yazarın yapıtlarını okurla buluşturmak için ter döküyor, dirsek çürütüyor.
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’yla Kızıl Kahkaha için sözleşme imzaladığım sırada kitabın Türkçede çıkmış bir çevirisi yoktu, ki bu benim için her zaman ekstra bir motivasyon kaynağıdır. Ancak bizim çeviri sürecimiz devam ederken Everest Yayınları, elini biraz daha çabuk tutup kitabı Kayhan Yükseler’in çevirisiyle okurlarla buluşturdu.

Yani Rusların deyimiyle “birincilik palmiyesini” onlara kaptırdık. Kendilerini tebrik ediyorum. Erdem Erinç hocanın çevirisiyle Daniil Harms’ın hikayelerini bastıktan sonra Rus edebiyatına ilgilerinin hiç de yüzeysel olmadığı bir kere daha göstermiş oldular.

Her zamanki gibi, çevirimin keyifle okunmasını diliyorum. İletişim kurmak, görüşlerini paylaşmak isteyenler için mail adresim: mustafayilmaz@outlook.com

Yuri Bondarev




Mustafa Kemal Yılmaz




Rus yazar Yuri Bondarev bugün Moskova’da hayatını kaybetti. En ünlü kitapları bir zamanlar Türkçeye çevrilmiş olsa da, şimdilerde bu ismi hatırlayanların sayısı yok denecek kadar az. “Mücadele romanı” olarak anılan alt türün tüketimi bugün çok sınırlı bir çevreye hapsolmuş durumda.

2007 yılında ilk kez Moskova’ya gittiğimde “muhakkak yapmalıyım” dediğim şeylerden biri Bondarev’le tanışmaktı. Ama Rusya kafamdaki pek çok idolü yıktı, yanı sıra hayalleri değiştirdi. Bondarev’i de unutulmaya terk etti.

Bugün ölüm haberini okuyunca zihnimde iki anı canlandı.

İkincisinden başlayayım. 2008 ya da 2009’da bir yüksek lisans dersinde hoca “Bondarev’i okuyan var mı?” diye sormuştu. Benim dışımda dersi alan beş ya da altı Rus öğrenci vardı. Ama el kaldıran bir tek bendim. Ben onların bilmeyişine şaşırırken, onlar da haklı olarak benim daha doğru dürüst Puşkin’i, Dostoyevski’yi, hatta Tolstoy’u bile okumamışken Bondarev gibi daha düşük kalibrede bir yazarı biliyor olmama hayret ettiler. Oracıkta Türk solunun tarihini, 1998-2000’lerin Ankarasını, öğrenci gençliğin haleti ruhiyesini, elden ele gezen kitapları anlatamayacağım için omuz silkmekle yetinmiştim.

İlk anı 2000 ya da 2001 yılına ait (başka bir yazıda yer vermiştim buna, ama tekrarlamanın yeridir). Benden yaşça epey büyük, tabiri caizse “80 kuşağından” bir “devrimci” ile tanışmıştım. Uzun uzun kitaplardan konuştuk. Bondarev’in adını da ilk kez bu şahıstan duydum. Sıcak Kar romanından söz etmişti. Söylediğine göre, 12 Eylülden sonra tutuklandığında işkence görmüş, ama direnmeyi başarmıştı. “Her şeyi bu kitaba borçluyum. Onlar yaptıysa, ben de yaparım dedim”, diye anlatmıştı o günleri.

Sonrasında Sıcak Kar romanını fellik fellik sahaflarda aradığımı hatırlıyorum. Ardından yine bir İkinci Dünya Savaşı anlatısı olan Kıyı romanını almıştım. Şimdi bakıyorum, üzerine Nisan 2005 tarihini düşmüşüm. Demek ki, Rusça öğrenmeye karar verdiğim sıralar. Demek ki, o günlerde başımda dolanan şarap dumanlarında Bondarev’in de payı olmuş. Öyle ya da böyle.

İki film bir vals




Mustafa Kemal Yılmaz




Stanley Kubrick’in ölümünden sadece birkaç gün önce tamamladığı Eyes Wide Shut‘la birlikte popüler olmuş bir Şostakoviç bestesi var: Sahne Orkestrası Süiti‘nden Waltz II—Allegretto poco moderato—Opp. 99a No. 8, ya da kısaca, İki numaralı vals.

İnsan merak ediyor, Kubrick tıraşlayıp tüm dünyanın önüne koymadan evvel bu nadide pırlanta nerede gizleniyordu acaba? Bestenin bugün online arşivler üzerinden izine rastlanabilen tek bir konser kaydı bile yok. Plak ve radyo da. Sanki Rusça konuşulan topraklarda hiç dinlenmemiş gibi. Ama yine de bir istisna mevcut.

1956’da gösterime giren Sovyet filmi Pervıy Eşelon (İlk Katar).

Bugün artık neredeyse unutulan bu filmin müzikleri Şostakoviç’e ait. 2 numaralı vals de 1955’te Moskova’da film için özel olarak yazılmış.

Gürcü asıllı ünlü Sovyet yönetmen Mihail Kalatozov’un imzasını taşıyan İlk Katar, esasen 108 dakikalık hareketli bir propaganda afişi. Stalin’in ölümünden sonra partinin başına geçen Nikita Kruşçev’in ortaya attığı, Kazakistan’da el değmemiş topakların tarıma açılması projesine gönüllü iş gücü toplamak için çekilmiş.

Komsomol tabir edilen komünist gençlik örgütü üyelerini motive etmek niyetinde olduğu her halinden belli olan yapım, görkemli kadrosuna rağmen bir banallik abidesi. Ama o yıllarda bile oksijensiz solunumun mümkün olduğunu gösteren bazı inciler de barındırmıyor değil.

Komsomol sekreterinin Aleksey Tolstoy’un meşhur devrim üçlemesi Azap Yolları için sarfettiği “Kısmen okudum, tamamen unuttum” cümlesi, adeta hislere tercüman bir edebiyat eleştirisi. Esas oğlan ve esas kız arasında geçen duygusal bir yoğunlaşma sahnesinde oğlanın ne diyeceğini bilemeyip “Aidatlarınızı neden ödemiyorsunuz?” diye sorması üzerine şamarı yemesi de harikulade. Bu ve benzeri birkaç sahne Kalatozov’un büyük anlatıların karşısına küçük insanın hissiyatını koyduğu Letyat Juravli (Turnalar Uçuyor) gibi Ottepel filmlerinin habercisi.

Şostakoviç’e dönecek olursak. 2 numaralı vals, İlk Katar‘da da iki kere işitiliyor. Kubrick’te olduğu gibi filmi açarken ve kapatırken.

(İzlemek için  YouTube linkine tıklayın)



İlk tren katarıyla Kazakistan’a ulaşan gençlerin buz gibi bir havada Şostakoviç’in valsi eşliğinde dans ettiğini görüyoruz. Konuşanlar ise parti yöneticisi ve toprak ıslah sorumlusu. İkinci sahnede toprakların işlenip ekildiği, hasat zamanının geldiği, komsomollar için konut inşaatına başlandığı, özcesi pek çok problemin aşıldığı anlaşılıyor. Vals bir kere daha şenlik havasına işaret.

Kubrick ve Kalatozov’un filmleri arasında dünya kadar fark var. Önemsiz gibi görünen bir tanesine dikkat çekmek istiyorum. Eyes Wide Shut‘ta 2 numaralı vals üç kere kulağımıza çalınıyor. Özellikle kapanış jeneriği akmaya başladığında seyirci müziği sonuna kadar, engelsiz dinleme şansına sahip. İlk Katar‘da ise durum tam tersi. İki seferde de diyaloglar ve efektler müziği gölgeliyor. Seyircinin müziği tam anlamıyla kavrama fırsatı yok. Sovyet insanının valsi ıskalamasında, İlk Katar‘ın gönüllerde yer eden bir film olmamasının yanı sıra bu yönetmen tercihinin de rol oynadığını düşünmeden edemiyorum.

2 numaralı vals Sovyetler Birliği’nde neredeyse bilinmezken Stanley Kubrick’in radarına nasıl girdiği de dikkate değer bir soru.

Şostakoviç’in eserlerini kataloglayan Derek C. Hulme, 2 numaralı valsin dünyadaki ilk prömiyerinin Aralık 1988’de Londra’da yapıldığını yazıyor. Valsin içinde yer aldığı süiti çaldıransa Şostakoviç’in öğrencisi ve dostu, ünlü çellist ve orkestra şefi Mstislav Rostropoviç’ten başkası değil.

Rostropoviç, Aleksandr Soljenitsın’e devletle başı derde girdiği günlerde destek veren ve evinde barındıran, hatta bu konuda Sovyet hükümetine açıktan kafa tutmaktan çekinmeyen bir sanatçı. 1974’te ülkeden ayrılmasına izin verilen çellist, 1978’de de vatandaşlıktan çıkarılacak, Rusya’ya da ancak Yeltsin döneminde geri dönebilecektir. Batıda tanınması, pek çok önemli orkestrada şeflik yapması, Tarkovski’nin cenazesinde çalması işte 1974-1990 arasına rastlayan bu dönemde.
Rostropoviç’in Londra Senfoni Orkestrası’na 2 numaralı valsi çaldırmasından 2,5 yıl sonra Amsterdam’daki meşhur kraliyet orkestrası (The Royal Concertgebouw Orchestra) müziğin ilk albüm kaydını gerçekleştiriyor. Kubrick’in filminde çalan da işte Riccardo Chailly yönetiminde gerçekleştirilen bu kayıt.

Alkışın büyüğü elbette Şostakoviç’e. Ama Rostropoviç’in de bir “Bravo!” hak ettiği gerçek.

Rus olmanın 18 alametifarikası





Listeyi, Rusya'nın resmi gazetesi olan Rossiyskaya Gazeta'nın yabancılar için İngilizce yayın yapan eklerinden RBTH.com hazırladı. 
Bazıları abartılı, bazıları "tam isabet" olsa da, hepsinde bir parça doğruluk payı var:

* En sevdiğiniz şair Puşkin'se,
* En sevdiğiniz meyve elmaysa,
* Yemekten sonra muhakkak çay içiyor ve çayın yanında da tatlı yiyorsanız,
* Eve girer girmez ayakkabıyı çıkarıp üstünüz değiştiriyorsanız,
* Kadeh kaldırırken "na zdorovye" demek yerine "za zdarovye" demeyi ya da içli konuşmalar yapmayı tercih ediyorsanız
* Yurtdışındayken akçaağaçları (huş ağacı- beryoza)  özlüyorsanız,
* Akordiyon sesi duyunca otomatik dans etmeye başlıyorsanız,
* Büyükannenizin sözünden çıkmıyor ve önünüze koyduğu her şeyi yiyorsanız,
* Batıl inançlarınız varsa,
* En azından beş şiiri ezbere biliyorsanız,
* En az bir kere mantar toplamaya gittiyseniz,
* İkinci Dünya Savaşı filmleri izlerken ağlıyorsanız,
* Ülkenizin askeri zaferleriyle gururlanıyorsanız,
* Ülkenizdeki her şeyi ABD ile kıyaslamayı seviyorsanız,
* Savaş ve Barış'ın tamamını okumadıysanız,
* Hayatta her duruma uygun bir atasözünüz varsa,
* Mayıs ayını mangalda şiş kebapsız (şaşlık) düşünemiyorsanız,
* Rusların soğuk insanlar olduğunu düşünmemekle birlikte, sadece yakınlarınıza gülümsüyorsanız,

Tebrikler! Hakiki bir Russunuz demektir.

Lenin’in 150. doğum günü: Rus devrimci lider hakkında az bilinen beş gerçek





Sovyetler Birliği’nin kurucusu Vladimir Lenin birçok tarihçi için tartışma konusu bir isim olsa da neredeyse herkes onun Rusya’yı çarpıcı şekilde değiştirdiği, icraatleri ve görüşleriyle tüm dünyayı etkilediği konusunda hemfikir.

Rusya’daki Ekim Devrimi’nin lideri Vladimir Lenin, 150 yıl önce doğdu. Yaşamıyla ilgili bazı gerçekler hâlâ gizemini korurken bazıları da tarihçiler dışında birçok kişi tarafından bilinmiyor.

Lenin hakkında ilgi çekici ve onu başka bir perspektiften görme imkânı verebilecek beş gerçeği aktarıyoruz.


Devrimi yakın gelecekte beklemiyordu

Kulağa ne kadar absürt gelse de, Sovyet devriminin ‘babası’ yaşarken Rusya’da devrimin gerçekleşeceğine dair pek de ümit beslemiyordu. Şubat Devrimi’nden bir ay öncesine kadar, sadece gelecek nesillerin sosyalist devrime tanık olabileceğini düşünüyordu. Şubat devrimi ise Rus İmparatorluğu’nun çöküşüne yol açmıştı.

Diğer yandan Lenin’in bu tür bir yaklaşım gütmesi şaşırtıcı değil. Nitekim Rusya’da devrim başlatmaya yönelik yaklaşık 10 yıl önceki girişimi başarısız olmuş ve bu durum devrimi yakın gelecekte görme umutlarını baltalamıştı.


Talihsiz toprak sahibi

Babasının erken ölümü nedeniyle Lenin sadece 19 yaşındayken toprak sahipliğiyle ilgili işlerle ilgilenmek zorunda kaldı. Ancak görünüşe göre, toprak sahipliği için doğmamış ve denemeleri sonuç vermedi. İki köylü bir at ve iki inek çalınca Lenin bu işi bırakıp ailesiyle birlikte şehre taşındı, mülklerini sattı.


Ateist olmasına rağmen kilisede evlendi

En az 18 yaşından beri ateist ve ideolojik açıdan Hristriyan kiliselerine karşı olmasına rağmen, Lenin bir kilisede evlendi. Devrimci faaliyetlerinden dolayı karşı karşıya kaldığı çok sayıda sürgünden biri, resmi nikahsız eşi Nadejda Krupskaya ile ayrılma tehlikesi yaratmıştı. Zira o dönemde Krupskaya sadece kilisede resmi nikahları olması halinde Lenin’le birlikte gidebiliyordu.

Lenin ve Krupskaya da birbirlerinden ayrılmamak için nikaha karşı duruşlarını bir kenara bırakmaya ve devrimci liderin bizzat kendi deyişiyle, bu ‘komedi oyununda’ rol almaya karar verdi. Planları neredeyse başarısız olacaktı, çünkü nikah şahitlerini davet edememişler, hatta nikah yüzüklerini dahi alamamışlardı. Ancak şahitlik için bölgedeki köylülerden yardım almaları ve yerel sakinlerden birinin çifte bakır paralardan yüzük yapması sayesinde durumun üstesinden gelebilmişlerdi.


150’den fazla takma adı vardı

Devrimcilik faaliyetleri sadece imparatorluk döneminde değil, Şubat Devrimi sonrasındaki geçici hükümet döneminde de Lenin’i güvenlik güçlerinin başlıca hedefi haline getiriyordu. Bu nedenle de yetkililerden gizlenmek için çok sayıda sahte kimlik kartı, sahte isim, takma ad kullanmak zorunda kalıyordu.
Yaklaşık 150 takma ismi vardı. Bunlardan biri de Lenin’di. Devrimci liderin gerçek ismi Vladimir Ulyanov. Lenin isminin nereden geldiği hâlâ gizemini korusa da bir teoriye göre Lena nehrinin adından türetilmiş bir isim. Öte yandan komünist partideki dostlarının ona ‘Starik’ (İhtiyar adam) dediği biliniyor.


Devrimden sonra üç suikast girişimi

Tuhaf olsa da devrimcilik faaliyetleri Lenin’in hayatı için tehlike teşkil etmedi, ancak Sovyetlerde yönetime geçtiğinde bir yıl içinde iki suikast girişimi ile karşı karşıya kaldı. 1 Ocak 1918’de uğradığı silahlı saldırı bunlardan biriydi, saldırganın ıskalaması sonucu bir zarar görmemişti.

Aynı yıl gerçekleştirilen diğer suiskast girişimi sırasında ise o kadar şanslı değildi. Sosyalist Devrimci Parti üyesi Fanya Kaplan, bir mitingden çıktığı sırada Lenin’e üç kez ateş etti. Kurşun Lenin’in kol ve boynuna isabet etti. Boynundaki yara ağır olmasına rağmen, hızla iyileşti ve iki ay sonra görevine döndü.
Şans, Eylül 1919’da Lenin’in yüzüne bir kez daha güldü. Bir grup anarşist Lenin’in konuşma yapmasının planlandığı Moskova’daki parti binasını havaya uçurdu. Neyse ki Lenin konuşmasına geç kalmıştı. O binaya girmeden önce patlama gerçekleşmişti.

19 Nisan 2020 Pazar

Lada, efsanenin 50. yıldönümünü kutluyor







Sovyetler Birliği'nden Rusya Federasyonu'na uzanan Lada marka otomobillerin ilk üretildiği tarihin üzerinden tam 50 yıl geçti. 1970 yılında bugün Tolyatti’deki Voljsk Otomobil Fabrikası’nda efsanevi VAZ-2101 Jiguli marka ilk otomobil üretim bandından inmişti.

Rusya'da efsanevi VAZ-2101 Jiguli marka otomobilin Tolyatti’deki Voljsk Otomobil Fabrikası’nın üretim bandından ilk kez inmesinin üzerinden 50. yıl geçti.

Rus otomotiv tarihinin en yaygın modeli

Bu vesileyle açıklama yapan üretici şirket AvtoVAZ, "İlk Lada modeli, AvtoVAZ tarihinin, hatta Rus otomotiv tarihinin en yaygın modeli oldu" vurgusu yaparak "1970’ten 1988’e dek VAZ-2101 ile modifikasyonlarından yaklaşık 4.8 milyon araç üretildi" bilgisini paylaştı.

İtalyan Fiat'la işbirliğiyle üretildi

VAZ-2101’in İtalyan Fiyat-124 bazında geliştirildiğini hatırlatan şirket, bu aracın 1967 yılında ‘Avrupa’da Yılın Otomobili’ unvanına layık görüldüğünü belirtti. Sovyetler Birliği’nde araca 800’den fazla değişiklik yapıldığına dikkat çekti.




Rusya'da hala birinci

Lada, Rusya'da hem sıfır hem de 2. el satışında birinciliğini koruyor.

Avrupa İşletmeler Birliği'nden yeni otomobil ve hafif ticari araçların satışıyla ilgili istatistiklerin geldiği son 12 yılda, Lada araçları zaman zaman dış rakiplerine göre iki kat fazla satış hacimleri sayesinde listenin en başında yer almaya devam ediyor.



Yıl 1924, yer Moskova... Türk milli takımı sahaya atkı-eldivenle çıkar!



Metin Tükenmez

Fanatik

TARİHTEN BİR YAPRAK:


Sovyet Rusya ile ilk milli maç...

1917’de Çarlık Rusya’nın içinden doğan Sovyet Rusya ile genç Türkiye Cumhuriyet’i ilişkilerinin yeniden futbol aracılığıyla başlaması iki ülke arasındaki gelişmeler anlamında ilginçtir. Araştırmacı akademisyen-yazar Mehmet Perinçek’in “Türk-Rus Diplomasisinden gizli sayfalar” adlı eserinden derlediğim bu satırların korona günlerinde sizlere de ilginç geleceği inancındayım.

Rusya Futbol Federasyonu, 1917 Ekim Devrimi’nin ardından 1912 yılından beri üyesi olduğu FİFA’da artık temsil edilmemektedir. Bu yeni devleti futbolun en üst kurumu da tanımaz bir bakıma. 31 Temmuz 1922 tarihinde “Futbol Encümeni” adıyla kurulan ve 23 Nisan 1923 günü yapılan toplantıda “Futbol Heyet-i Müttehidesi” adını alan Türk Futbol Federasyonu ise derhal FİFA’ya başvurmuş ve başvuru 21 Mayıs 1923’te kabul edilmiştir.

Sovyet Rusya’nın spor alanında yalnız kaldığı, uluslararası hiçbir karşılaşma yapmadığı bu dönemde dostluk elini Türkiye uzatacaktır. Sovyet Rusya 1946 yılında FİFA’ya alınana değin tek uluslararası rakibi Türkiye olacaktır. Ancak bu iki ülke arasında yapılan onu aşkın futbol maçı içerisinde sadece ikisi FİFA kayıtlarına girebilmiştir.

16 Kasım 1924’te Moskova’da ve 15 Mayıs 1925’te Ankara’da İstiklal Stadı’nda yapılacak karşılıklı maçlar için FİFA’dan, Türk yetkililerin uğraşları sonucunda özel izin alınır. İlk maç öncesinde Sovyet gazeteleri Türk milli takımı ile ilgili övgü dolu yazılar yazarlar. Dönemin ünlü futbolcularından Aleksey Troitskiy, Odesa’da yayımlanan Veçernie Novosti gazetesine verdiği demeçte Türk takımının dünyanın en iyilerinden biri olduğunu, 1924 Paris olimpiyatlarında tek yenilgisini şampiyonada ikinci olan Çekoslovakya’dan aldığını ifade eder. Oysa Türk takımı Paris’te tek maç oynamış ve onu da 5-2 kaybetmiştir.

Sovyet Milli takımının ilk teknik direktörü olan Mihail Stepanovic Kozlov 11 yıl boyunca yürüteceği görevi döneminde takımını ancak 6 Kasım’da toplayabilir. Maça 10 gün kalmıştır ve Moskova’da hava çok soğuk ve kar yağışlı olduğu için antrenmanlar aksar. Hatta maçın erteleneceği bile söz konusudur.

Ancak her türlü ağır hava koşullarına rağmen maç günü gelmiştir. 16 Kasım 1924 tarihinde Vorovskiy Stadı’na insanlar akın eder. Öyle ki toplu ulaşım araçları yetersiz kalır. 15 bin seyirci Moskova ve Sovyet Rusya için bir rekordur. Maçı Türk hakem Hamdi Emin(Çap) Bey yönetecektir.

Saat 15.30’da takımlar maça çıkar. Türk futbolcuların boynunda atkılar ve ellerinde eldivenler vardır. Ancak bunları maç başlarken çıkartmak zorundadırlar. Futbolcularımızın soğuk nedeniyle Kafkas dansı ile ısınmaları seyircilerin hayli ilgisini çeker. Türk takımının kaptanı Nihat, Sovyet Rusya’nın ise Mihail Butusov’dur. İzleyicilerin ilgisini çeken bir başka olay ise Hakem Hamdi Emin Bey’in şortla sahaya çıkmasıdır. Çünkü 1920’lerin sonuna kadar Rus hakemler diledikleri kıyafet ile maç yönetebiliyordu. Örneğin rugan ayakkabı, kolalı gömlek papyonla ya da yağışlı havalarda pardösüyle maça çıkabiliyorlardı.

Oyun 15 dakika gecikmeyle 15,45’de başlar. Takım kaptanı Butusov 15 ve 25. dakikalarda iki gol atar. Butusov’un attığı ilk gol aynı zamanda Sovyet Rusya’nın tarihteki ilk golü olarak da kayıtlara geçer. 76. dakikada Şpakovskiy ile bir gol daha kazanan ev sahibi maçı 3-0 kazanır.

Maçın bitiminde Türk milli takımının kalecisi Nedim İzvestiya Sporta gazetesine şöyle bir demeç verir: “Bütün güçlü takımları gördüğümüz olimpiyat oyunlarından yeni döndük. Emin olabilirsiniz ki, Butusov gibi bir oyuncuları olmasından büyük mutluluk duyacaklardı.” Türk heyetinin başındaki yönetici Yusuf Ziya(Öniş) Bey konukseverliklerinden dolayı Sovyet yetkililerine teşekkür eder ve SSCB milli takımını İstanbul’a davet edeceklerini ama bu kez sonucun Rus takımı için sevindirici olmayacağını sözlerine ekler.

Her maçı ayrıntılarıyla günlüğüne kaydeden 65 yaşındaki mühendis Nikolay İvanovic Kuznetsov yaşadığı sürece bu maçın aklından çıkmayacağını ve Rus takımının o güne kadar böyle bir zafer kazanmadığını ifade etmiştir.

Türk milli takımı Odesa’da şehir karmasıyla planlanmış bir maç da yapar. Türk takımı lehine verilen bir penaltı kararı sırasında Odesalı kaleci kalesini boşaltmasıyla maçın tek golü atılır. Kalecinin bu tavrı ev sahibinin konukseverliği olarak değerlendirilse de, kalecinin hakemi protesto etmek amaçlı davrandığı  da dillendirilir.

NOT: 

16 Kasım 1924’de oynanan maçın 11’inde dokuz Galatasaraylı oyuncu var. Kaleci Nedim İstanbul Altınordu’da Sadi ise İzmir Hilal takımında oynamaktadırlar. İstanbul Altınordu 1909 da Galatasaray’dan ayrılan bir grup tarafından kurulmuş, 1916 ve 1917 de iki kez Cuma Ligi şampiyonu olmuştur. Bu takım şu anda 2. Amatör Lig’de oynamaktadır. Hilal ise kurulduğundan kısa bir süre sonra adını Altay olarak değiştirir.