Moskova

Moskova

19 Aralık 2011 Pazartesi

St.Petersburg: Artık başka bir dünyaya ait olan şehir












Nazlı Eray
Akşam


30'dan fazla kitabıyla üretken bir yazar Nazlı Eray. Hayalci, fantastik ve kesinlikle etkileyici. 'Çilekli bir kup dondurmanın içinde okurlara katı gerçekler de anlatıyorum' diyen Nazlı Eray, AKŞAM PAZAR okurları için St. Petersburg'u yazdı.

Çok değişik bir kente giriyorum ve orada geçireceğim sekiz saat boyunca, beynimin içinde unutulmaz anılarım oluşacak, beynim sanki bir kamerayla kentin görüntülerini çekecek ve ben soğuk kış gecelerinde, evimde bu kenti düşüneceğim. Herhalde kolay unutamayacağım orayı.

Bunları düşünerek St. Petersburg'dan içeri daldım. Hiç yanılmamışım düşüncelerimde; şehir, içine girer girmez yakama yapıştı ve beni bir daha bırakmadı. Oysa az görmüştüm orayı, topu topu yedi-sekiz saat. Gördüğüm en tuhaf, en etkileyici, belki ürkütücü ve hüzünlü kentlerden biriydi St. Petersburg. İlkbahardan yaza geçerken bir gün Alexander Nevsky Caddesi'ne ayak basmıştım, akşamları beyaz geceler devam ediyor, saat gece 11.30'da bile gökyüzünde parlak bir aydınlık oluyordu. Başlı başına bu ışık, bu gelmeyen gece, sarhoş etmeye yetmişti beni, günün bütün saatleri karmakarışıktı beynimin içinde; Alexander Nevsky Caddesi'nde yürürken bir sabah mıydı yoksa bir akşamüstü mü, bilmiyordum.?Daha önce görmediğim genişlikte upuzun caddeler, durmuş oturmuş büyük binalar; fakat tuhaf bir eskimişlik, bir tarihin içine sıkışmışlık; Çarlık devrinden kalma pırıltılı saraylar ve oyuncak gibi rengarenk, akıl almaz güzellikte, soğan biçimli kubbeli kiliseler; onların hemen kenarına komünizmin kente hakim olduğu zamanlarda yapılmış, uzayıp giden sosyal konutlar; ürkütücü bir biteviyelik ve bütün bunların üstüne çökmüş olan zaman.
O dünyaların ikisini de eskitip sarartmış olan zaman. Hüzün ve artık olmayan bir şeylerin izleri...

FİLM PLATOSU GİBİ

İşte bu muhteşem kent, adeta bir Orson Welles filminin dev platosunu andıran St. Petersburg bana tüm bunları bir anda çağrıştırdı.

Hermitage'ın olduğu uçsuz bucaksız meydandayım. Hafif bir rüzgar yerdeki kuru yapraklarla oynuyor. Bu olağanüstü zengin müzeye girip, kaybedecek zamanımın olmadığını anlıyorum. Belki eşsiz mücevherlerin sergilendiği bölümü daha sonra gezebilirim. Kapıda uzun kuyruk...

Uzaklaşıyorum meydandan. Yavaş yavaş akmakta olan Neva Nehri'ni görüyorum o an. Nehrin üstündeki köprünün demirlerine dayanıp birçok şey düşünmeye başlıyorum. Bu kentin insanları... Ünlü yazar Puşkin. Güzel karısına göz koydu diye düello ettiği Dantes. Puşkin çirkin, maymun gibi. Karısı Nathalie. O bir rüya. Beyazlar içinde bir resmi yatağımın yanında durur. Kara Nehir kenarında yapılan düello da Puşkin ağır yaralanır, 36 saat yaşar. Evine taşırlar onu. Orada, üst kattaki odasında kan kaybından ölür. Puşkin'in dadısı Arina. Ona çocukluğundan beri bakan yaşlı, şişman Rus kadın Arina. ?Lenin Caddesi'nde yürüyorum şimdi. Devrim'den sonra Lenin, karısı Krupskaya ile o zamanlar Çar II. Nikola'nın kışlık sarayı olan Hermitage'a yerleşmişti. Krupskaya'nın çocuğu olmuyordu. Zehirli guatrı vardı.

Moskova'da Lenin'in mumyasını görmüştüm. Bir yıl önce. Mumya yeraltındaydı, tepeden bir spotla aydınlatılmıştı. Lenin siyah takım elbisesinin içinde orada yatıyordu. Bordo bir kadife örtünün üstünde. Gözleri kapalıydı, kravatı özenle bağlanmıştı. Ufalmıştı boyu. 'Bu bir bebek!' diye bağırmıştım onu görünce. 'Gerçek olamaz!'

Ama yanına yaklaşınca mumyanın gerçek olduğunu anladım. Sanki yeni tıraş olmuştu yüzü. İncecik çıkan sakalını yaklaşınca görmüştüm.

Yürüyorum St. Petersburg'da. Hotel Europa. Kül tablalarının bile altınla kaplanmış olduğu lüks, pahalı bir otel. Ama onda da bir eskilik, bir başka dünyaya ait olma havası var.

Birden buluyorum kafamdaki sorunun yanıtını.

St. Petersburg.

Artık başka bir dünyaya ait olan bir kent burası. Zengin geçmişiyle, içinde yaşanan dramlarla, şu anki ürkütücülüğü ve başıboşluğuyla başka bir dünyanın şehri burası.

GOGOL GECELERİ

Bunu bulunca rahatlıyorum. Burada geceler Gogol'un geceleri... Benim için St. Petersburg'da geceler ünlü yazar Gogol'a ait olmalı. Onun o bürokrasiyi kamçılayan, yer yer fantastik olan öyküleriyle, geceler Gogol'un. Paltosu çalınan bir zavallı memurun hortlayan ruhu gece yarısı St. Petersburg sokaklarında dolaşır ve çalınan paltosunu arar...

Az ileride Aurora Gemisi. 1918 ihtilalini yapan gemi. Şehrin el değiştirmesi...

Bir cafe'de piruşki yerken bir Rus ile konuşuyorum.

'Lenin nasıldı?'

'Belki de eşcinseldi' diyor.

Şaşkınım.

'Öyle mi?'

'Bu bir argüman' diyor. Kahvesini içiyor.

Artık hiçbir ideolojiye ait olmayan, sanki yalnız kalmış, binalarının boyaları eskimiş ve solmuş, gücüyle bana adeta bir tokat atan şehir, St. Petersburg. ?Beni gittikçe içine çekiyor.

'Pekiyi Stalin bu kentte yaşadı mı?' diye soruyorum. 'Hayır, o Moskova'yı severdi' diyor Rus. Kahvesinden bir yudum daha alıyor.

'Şu Lenin hakkındaki az önceki söylediğiniz... İnanmadım' diyorum. 'Hiç duymadım. Dünyada duyulmadı.'

'Kim bilir...' diyor Rus. 'Konuşulur bu.'

St. Petersburg'da her şeye hazırdım, gene de şaşırdım biraz. Bu, devrimcileri tedirgin eder, diye düşündüm. Gene de yazmalıyım bunu, St. Petersburg'un gözümde bir parçası olan Lenin hakkında bir 'yoldaş'ın fısıltısı bu.

St. Petersburg. İnanılmaz bir kent.

Şimdi mavi beyaz bir sarayın önündeyim. Katerin Sarayı olmalı bu. Nefis bir düğün pastası gibi önümde uzanıyor. Öyle büyük, öyle görkemli ki. Uçuk mavi, beyaz ve altın rengi kubbeler... Bir rüya sarayı.

İçindeki bir odaya girip, o gece orada uyumak istiyorum. Çar'ın yatağında deliksiz bir uykuya dalayım, sabah o görkemin içinde uyanayım, aklıma hiç devrim filan gelmesin. Yiyip içeyim aynı Çar'ın yaptığı gibi...

Fakat Nikolai Gogol'un gecesi peşimi bırakmıyor. Şehir birden ürkütücü bir hal alıyor, sokaklarda yalnızlık var şimdi. Gogol, St. Petersburg'da yaşamış ve en ünlü eserini burada vermişti. Kafamda, 'Bir Delinin Hatıra Defteri', 'Müfettiş', 'Palto'... Tekrar Alexander Nevsky Caddesi'nde yürüyorum. Gogol'un gecesinin içinde.

Şehir başlı başına bir içki gibi, günün her rengi ve saatiyle başımı döndürüyor.

Petergof - Yazlık Saray.?Ulaşıyorum oraya. Gördüğüm ihtişam şaşırtıyor beni. Yemyeşil bir ormanın içinde altın renkli heykeller, onlarca altın adam, havaya fışkıran fıskiyeler, kat kat şelale olup akan sular, köprülerin üstünde kameralara poz veren yeni evlenmiş gelin ve damatlar. Bembeyaz gelinlikli Rus kızları... Altın heykeller gözlerimi kamaştırıyor, sular, fıskiyeler ıslatıyorlar beni, yakınlarına gidiyorum, altından adalelerine dokunuyorum.

Yeniden Alexander Nevsky Caddesi'ndeyim.

Şehir eski ve köhne. Yıllardır boyanmamış yapılar çevremde. Bir kapıdan içeriye girsem, bu kentin gecesini burada yaşasam, daracık bir sosyal konutun küf kokan bir odasında. Bir işçi gibi uyansam sabah. Şapkamda çekiç-orak amblemi olsa. Dünyanın yükünü sırtımda taşısam. Akşam köşe başındaki yoldaşların gittiği kahveye gitsem. Cebimde birkaç ruble olsa. İçimde inancım.

Çelişkiler kenti St. Petersburg. Seni nasıl unutabilirim? Rüyalarda görülen, kötü, zedelenmiş bir çocukluğun rengi var sende.

Çariçe'nin hekimi ve danışmanı Rasputin. Yusupof Sarayı'nda bir yemekte zehirli şarapla zehirleniyor. Ölmüyor. Yürüyor yollarda. Bir iki kurşun sıkıyorlar. Gene ölmüyor. Neva Nehri'nin içinde çırpınıyor.

Tüylerim diken diken.

Neva Nehri yanı başımdan akıyor. Senden korkuyorum ama aşık oldum sana St. Petersburg. Ayrılamıyorum köprünün üstünden.

18 Aralık 2011 Pazar

Rusya 8 yılda 2,3 milyon küçüldü












Rusya Federal Devlet İstatistik Kurumu (Rosstat) Sovyet sonrası dönemde yapılan ikinci nüfusa sayımı ile ilgili sonuçları yayınlamaya devam ediyor. Buna göre 2002’de 145,2 milyon olan Rusya nüfusu, 2010’da 142,9 milyona geriledi.

Düşük doğum oranı, yaşam sürelerinin giderek kısalması ve diğer etkenler nedeni ile özellikle kırsa kesimde köy ve kasabalar hayalet şehirlere dönüşüyor. 2002’den bu yana tamamı ile terk edilen kasaba sayısı 8 bin 500’ü geçti. Tüm Rusya’da bulunan 134 bin kasabadan, 19 bin 400’ünde sürekli yaşayan kimse kalmadı.

Kadınlar erkeklerden 10,7 milyon daha fazla

Yeni verilere göre kadın nüfusun erkek nüfusa oranında da olumsuz gelişme var. Buna göre 2002’de kadınlar 10 milyon erkeklerden daha fazla iken, şimdi fark 10,7 milyona çıktı. 76 milyon 700 bin bayanın yaşadığı ülkede erkek nüfusu ise 66 milyon 205 bin.

Kent ve kırsal alanda yaşayan nüfusta da önemli göstergeler var. Buna göre 2002’de 106 milyon 427 bin kişi kentlerde yaşarken, şimdi bu rakam 105 milyon 318 bine geriledi. Kırsal kesimde ise 2002’de 38 milyon 737 bin olan nüfus, 37 milyon 587 bine düştü.

Rusya nüfusu 2002’ye göre daha yaşlı hale geldi. 10 yıl önce 37,7 olan ortalama yaş oranı 39’a çıktı.

Nüfus sayımı ile ilgili bir başka ilginç sonuç ise 100’den fazla etnik toplumun yaşadığı ülkede kimliklerle ilgili. Nüfusun yüzde 80,9’u kendisini Rus olarak tanımlıyor. Ruslardan sonra yüzde 3,9’la en kalabalık nüfus Tatarlara ait. Kendini Ukraynalı olarak tanımlayanların oranı ise 2002’de yüzde 2 iken, şimdi yüzde 1,4’e gerilemiş durumda.

Rusya’nın 63 bölgesinde nüfus geriye giderken 20 bölgede nüfus artışı yaşandı. En büyük nüfus artışının yaşandığı kentlerden biri de Moskova. 2002’de 10 milyon 382 bin olan başkentin nüfusu 11 milyon 514 bine yükseldi. Ülkenin ikinci büyük kenti St. Petersburg ise 2002’de 4 milyon 661 bin iken, şimdi 4 milyon 848 bine çıktı.

Faruk Akkan, Moskova, Cihan

Kuyruklu Yaşam
















M.Hakkı Yazıcı
mhyazici@yandex.ru
Kaynak: http://www.turkrus.com/


Şurik, mırıl mırıl söyleniyordu.
“Ne söyleniyorsun?” diye sordum.
Giorgi, Şurik’in evinde tadilat yapan Moldovyalı usta, söz verdiği saatte gelmemiş, bir gün sonra yüzü kıpkırmızı gelmişti. Ancak sağlam bir gerekçesi vardı; dini bütün bir ortodoks olarak İsa’nın Kurtuluşu Katedrali’nde sergilenen “Meryem’in Kuşağı”nı görmeye gitmişti.
Şaka değil, neredeyse bütün bir gün, dışarıda, kuyrukta beklemişti. Yüzü yanmıştı; hani şu “amele yanığı” dediğimiz cinsten… Şu günlerdeki, puslu, bulutlu, soğuk Moskova günlerinde çok nadir kendisini gösteren güneşte ancak bu kadar yanılabilirdi.

***
Yunanistan’daki Afon Manastırı’ndan Moskova’ya getirilip 27 Kasım'a kadar Kurtarıcı İsa Katedrali’ne sergilenen kutsal emanet, “Çocuğu olmayan kadınları iyileştiriyor” söylentileri üzerine mucize peşinde koşan yüz binlerce Rus kadınının da akınına uğradı.
Moskova’nın saç baş yolduran trafik yoğunluğu bir kat daha arttı.
Binlerce kişinin oluşturduğu ziyaretçi kuyruğu katedralin beş kilometre ötesine kadar uzandı. Bir hesaba göre kuyruk o kadar uzun ki katedrale girebilmek için kuyrukta en az iki gün beklenmesi gerekiyor.
Tabii, her zaman ki gibi, VIP statüsündeki ayrıcalıklı vatandaşların bu çileye katlanmalarına gerek yoktu; onlar sıraya girmeden amaçlarına ulaştılar.

***
Kuyruklar (Oçered -очередь), Rusya’da halkın yaşam kültüründe yer etmiş bir alışkanlık.

Bir zamanlar Lenin’in Mozolesi önünde kuyruklar oluşurdu. Devran değişti Kremlin’in çok yakınında ilk Mc Donalds restoranı açıldı. Önünde bugün bile anımsanan upuzun bir kuyruk oluştu. Ruslar kapitalizmin efsanevi sembolü ile bir an önce tanışmak istiyorlardı. Daha sonra vahşisiyle de olsa kapitalizmin kendisiyle tanıştılar…
Zaman değişti; kuyruklar bitmedi, ancak niteliği değişti.
Sovyetler Birliği döneminde halk, her ihtimale karşı cebinde bir file ya da torba ile dolaşırmış. Ola ki bir mağazaya, magazine yeni bir ürün gelir; kuyruğa girip almak gerekir diye…
Bir devlet dairesinde işiniz var, gidiyorsunuz; görüşme yapacağınız memur yerinde yok, ancak ceketi sandalyenin arkasında asılı. Sekretere soruyorsunuz, yüzünüze bakmadan “Ceketi sandalyesinde asılı, demek ki buralarda,” diye cevap veriyor. Ceket, “aslında ben işimin başındayım” mesajının dekoru. Neden sonra memur, elindeki torba dolu, kan ter içinde; ancak amacına ulaşmış olmanın mutluluğu ile yerine dönüyor.
Çevre kasabalardan Moskova’ya gelip, kuyruğa girdikleri mağazalardan aldıkları ürünlerle evlerine dönen Rusları taşıyan, esprilerin konusu “Uzun, Yeşil, Sucuk Kokan” (длинная, зелёная, пахнет колбасой) elektrikli tren (электричка) hala yaşlıların hafızasında…
Bu tür hikayeler, o zamanın günlük, olağan şeylerinden.
Son gelen, sonuncu kim? (Кто последний?) diye sorup sıraya giriyor. Bürokrasisiz olur mu? Bu işin de kendisine göre bürokrasisi var. Kuyruktakilerin isimleri defterlere kaydediliyor; sıra numaraları avuçlarının içine veya bileklerine yazılıyor.
Kuyruklar, zamanla bir yaşam biçimi, sosyalleşmenin bir aracı, muhabbet mekanları haline dönüşüyor. İnsanlar, zaman da değişse alışkanlıklarından kolay vazgeçemiyor.

***
Anekdot bu ya, bir gün, bir babuşka, sabahın erken saatlerinde, olağan günlük yaşamının başlangıcında devlet polikliniğine gider. Asıl niyeti, her zaman yaptığı gibi, kuyrukta karşılaştıklarına sağlık şikayetlerini anlatmak, onların hastalıklarını, dertlerini dinlemektir.
Fakat normalin dışında bir durumla karşılaşır. Çok kısa, neredeyse yok denecek bir kuyruk vardır. Bu duruma canı sıkılır, poliklinikten çıkıp yakınlardaki bir Sberbank şubesinin ödeme kuyruğuna girer, güne devam eder.

Kuyruklu bir ülke












Hakan Aksay
Kaynak: http://www.rusya.ru/


Hakan Aksay , Rusya'nın "ulusal sembolü"nü yazdı... T24'deki yazısında sembolün ne olabileceğini sorgulayan Aksay "Hayır, iki başlı kartalın yer aldığı resmî arma falan değil. Ulu akağaç da değil. O güzelim melodilere ruh veren balalayka da. “Stoliçnaya” votkası hiç değil…" diyerek, "kuyruk"ta karar kıldı.

“Rusya’nın ulusal sembolü ne?”

Hayır, iki başlı kartalın yer aldığı resmî arma falan değil. Ulu akağaç da değil. O güzelim melodilere ruh veren balalayka da. “Stoliçnaya” votkası hiç değil…

Ya nedir?..

Bu soruyu yıllarca düşündüm.

Ve bir gün karar verdim:

Kuyruktur Rusya’nın sembolü. Daha doğrusu kuyruklardır. Ben bu ülkeyi bildim bileli, her sokak bekleşen insanlarla, sabırlı ve umutlu kuyruklarla doludur.

Böyle düşündüm ve “kuyruk”ta karar kıldım.

* * *
Brejnev zamanında her gün başka ülkelerden bir yerlerden gelen bazı mallar ortaya çıkıverirdi ve ... hooop: kuyruk!

En önemli ve en gururlu ulusal kuyruk, kuşkusuz, Mozole kuyruğuydu. Yani Lenin’in içi doldurulmuş balzamlı ölü bedenine uzanan kuyruk… 21 Ocak 1984’te (ölümünün 60. yıldönümünde) son kez rekor derecede insan akmıştı Mozole’ye.

6 Mart 1953’te Stalin’in cenazesinde, devasa kuyruklarda birbirini ezen insancıklardan bahsedildiğini de çok duydum.

Ha, bir de kitap kuyruklarıyla övünülürdü, haklı olarak. Sergilere uzanan kuyruklar da o cinstendi. 1975’te “Mona Lisa’yı görmek için” Puşkin Müzesi’ne binlerce insanın sınırsız bir ip misali dizildiklerini anlatırlardı.

Gorbaçov zamanında en gergin kuyruk tipi ortaya çıktı: Votka (ya da genel olarak içki) kuyruğu. “Perestroyka”nın mimarı, işe içki üretimini ve satışını kısıtlayarak başlayınca, sokaklar “direniş kuyrukları”yla doldu.

O yıllardan bir fıkra: Otobüs şoförü duyuru yapıyor:

- Şarapçı durağında inecekler kapıya yaklaşsın; bir sonraki durak, kuyruk sonu!

Kapitalizme geçişi başlatan büyük reformların ilk aylarında, 1992 yazında, acıklı bir kuyruk tipiyle tanıştı Ruslar: Ekmek kuyruğuyla!

Ne günlerdi onlar!.. Hiçbir şey bulunmazdı. Moskova’daki evimin perdelerine ve yorganına kadar her şeyi Türkiye’den götürmüştüm.

Ah, şu “kuyruklar ve yokluklar ülkesi”!..

* * *
Zaman değişti… Düzen değişti… Yine kuyruksuz kalmıyorduk Tanrı’ya şükür! Ama bu seferkiler başkaydı: Dolar satın alma ve bozdurma kuyrukları, mantar gibi türeyen şirketlerin satışa çıkardığı hisseleri alabilmek için oluşturulan kuyruklar...

Bir de size söylemeyi unutmamam gereken “özel bir kuyruk” vardı 31 Ocak 1991’den itibaren: Mc Donald’s kuyruğu! Rusya’nın ilk, dünyanın en büyük Mc Donalds’ şubesi… Söylemesi ayıp, ben de beklemiştim o upuzun ve aptal kuyrukta. Çünkü yanımdaki sarı saçların, o “en moda kuyruk”ta dalgalanması gerekiyordu… Amerikalı bir gazeteci “işte özgürlük ve özgürlüğe susayanlar kuyruğu” demişti; ben de ona küfretmiştim, “hamburger beyinli, ne olacak!”...

O dönemde bir gün, bir gazetede, kuyrukların “kolektivizim ve dayanışma duygularını geliştirdiğini” savunan bir yazı okuduğumda çok gülmüştüm. Aklıma yıllardır kuyruklarda duyduğum konuşmalar gelmişti:

- Hey, sıra dışından girmeyelim!

- Biz sabahtan beri buradayız!

- İtişmesenize be!..

* * *
Yıllar geldi de geçti yine…

Bu ülke kuyruksuz kalmaz, demiştim ben size!..

Geçenlerde Yunanistan’daki Afon Manastırı’ndan getirilen ve Moskova’daki Kurtarıcı İsa Katedrali’nde sergilenen “Meryem Ana’nın Kutsal Kemeri”ni görmek için karda-kışta 1 milyon kişinin beklediğini yazdı Rus gazeteleri. Öteki 13 Rus kentini de sayarak “1 ayda toplam 3 milyon kişi” dediler.

Milyonların kuyrukta beklemesini bazıları “bir zamanların ateist Ruslar’ı şimdi ne kadar dindar oldu” diye yorumladı. Kimileriyse “çocuğu olmayan kadınları şıp diye iyileştirdiği”öne sürülen Kutsal Kemer’i görmek için inanan-inanmayan yüz binlerce kişinin soğuk kuyruklarda gece ve gündüz beklemesine şaştı kaldı.

Ben hiç şaşırmadım. Kuyruksuz olamayacağını biliyordum bu ülkenin.

Bakalım bir sonraki rekoru ne olacak genlerdeki bu en köklü alışkanlığın veya değişmez “ulusal sembol”ün…

30 Kasım 2011 Çarşamba

Sararmış fotoğraflardan süzülen ilkeler













Hakan Aksay
Kaynak : rusya.ru


“Tarihin, kalın kitaplardaki sıkıcı cümlelerden sıyrılıp; saçları ağarmış, yüzünün kemikleri, ellerinin damarları fırlamış ihtiyar bir adam olarak insanın karşısına çıkması biraz ürkütücü geliyor bana. Eski çamları bardak yapmaya, yalnız bugünde yaşamaya öyle alışmışız ki...”

Fotoğraflar iyice sararmış. Sarardıkça uzaklaşmış anılar. Uzaklaştıkça kasvet çökmüş. Çöktükçe daha sık bakılır olmuş anıların kasvetsiz sarı fotoğraflarına.












- İşte şurada ilkokulda piyoner örgütü üyesiyim... Şurada komsomol kongresindeyim. Şu da Komünist Partisi'ne girdiğim gün... Öteki fotoğraf benim parti sekreteri olduğum dönemde bir kır gezisinden... Beriki ise 1 Mayıs'ta Kızıl Meydan’daki mitingden...


Küçük gözlerinde büyük bir hünerle birleştiriyor coşku ve kederi. Fotoğraflar bugüne yaklaştıkça keder ağır basıyor; gözleri iyice kısılıyor, omuzları daralıyor, kamburu çıkıyor. Sanki kahrolası bugünden o mutlu geçmişe dönememenin acısını bütün ihtiyar vücuduyla yaşıyor.

- Ne oldu bize? Faşist Almanya'yı dize getirip dünyayı kurtaran biz değil miydik? Uzaya ilk insanı gönderen, askerî alanda herkesi hayrete düşüren buluşlar yapan bir başkası mıydı? ABD'nin karşısına dikilebilen, dünyada denge sağlayan o süper güç bizim ülkemiz değil miydi?

Tarihin, kalın kitaplardaki sıkıcı cümlelerden sıyrılıp; saçları ağarmış, yüzünün kemikleri, ellerinin damarları fırlamış ihtiyar bir adam olarak insanın karşısına çıkması biraz ürkütücü geliyor bana. Eski çamları bardak yapmaya, yalnız bugünde yaşamaya öyle alışmışız ki... Şimdi bu adama, “Geçti o dönemler, amca! Şimdi parçalanmış bir ülkenin üç kuruş maaş alan sıradan bir emekli yurttaşısın işte! Ve bir daha geri gelmeyecek o eski günler!”, demek ile onun yaşlı kalbine bir hançer saplamak arasında bir fark var mı?..

- Oğlumu örnek bir komünist olarak yetiştirmeye çalışmıştım. Ne yazık ki, o da modaya uydu ve partimizi terk etti. Para pul hırsıyla vahşi kapitalizmi kurmaya girişti. Torunum ise, Batı müziğinin notalarına göre zıplamaktan ve garip giysiler giymekten başka bir şeyle ilgilenmiyor. İkisinden de utanıyorum!

Aslında galiba yaşayan bir ölü bu. Kalbine saplanan hançerlerin de haddi hesabı yok anlaşılan. Ama canlı rolünü başarıyla oynayan bir ölü. Ülkesinden, geçmişinden ve fikirlerinden söz ederken gürleştirdiği sesi, enerjik el-kol hareketleri birer hayal aslında. Gerçek olan, bazen cümlelerinin arasında donup kalan yüz ifadesi, dalıp giden yorgun gözleri. Az önce gösterdiği sararmış fotoğraflardan hiçbir farkı yok bu adamın!..

- Her şey bitmedi! Partimizi güçlendiriyoruz; komünistleri birleştiriyoruz. Sosyalizme dönmenin, dağılan ülkeyi yeniden toparlamanın güvencesi biziz! Halk düşmanlarının cezasını vermek, bizim insanlık ve yurtseverlik borcumuzdur.

Bir an için dediklerinin gerçekleşebileceğini düşündüğümde, bu ihtiyar adama karşı duyduğum merhamet, korkuya dönüşüyor. “İnsanlık ve yurtseverlik” adına vaktiyle katledilen, sürgünlere gönderilen milyonlarca insan geliyor aklıma... Tankların altında ezilen kentler, ülkeler... KGB korkusuyla geçen günler, yıllar... Hayır, yarın dünün tekrar yaşanacağını sanmıyorum. İhtiyar, patlak bir balonu şişirmeye çalışarak geçiriyor son günlerini.

- Onurlu bir yaşam sürdüm. Partide, işyerimde, özel yaşantımda leninci ilkelerden ayrılmadım. Ölene kadar da asla ödün vermem ilkelerimden...

İhtiyar adamı dinlerken duygularım sürekli değişiyor. Şimdi de içimi bir merak kaplıyor: Acaba çocukken, mahallenin afacanlarıyla birlikte kedilerin kuyruğuna konserve kutusu bağlayıp koşturmadı mı? Ailesini ve öğretmenlerini atlatarak, sıkıcı derslerde okuldan kaçtığı olmadı mı hiç? Ertesi günkü komsomol veya parti toplantısına hazırlanması gerekirken, her şeye boş verip sıcak yatağında uyumayı tercih etmedi mi kere bile? Nedensiz yere işine gecikip, bir bahaneyle erkenden çıktığı görülmedi mi? Mitinglere, politik bir görev yapmaktan çok, genç kızlarla bir arada olma isteğiyle gittiğini hissetmedi mi? Güzel bir sarışının çıplak omuzlarını ve uzun bacaklarını izlerken, aklından “kötü şeyler” geçirdiği, karısını aldatmayı düşündüğü olmadı mı hiç?

İlkelerine sıkı sıkıya bağlı geçirdiğini söylediği yaşamını belgeleyen şu sararmış fotoğraflar, göründüğü kadar saf ve temiz mi acaba?..

T24

Moskova’da Kış Nasıl Geçecek?












Kış sezonu başlıyor. Hava tahminleri de peşpeşe geliyor. Moskova’da kış nasıl geçecek? -25’lik dondurucu soğuklar ne zaman yaşanacak?

Rusya Meteoroloji Uzmanlığı Merkezi tarafından Moskova’da kış aylarında beklenen hava ile ilgili açıklama ve tahminlerde bulunuldu.

Rusya Meteoroloji Uzmanlığı Merkezi Başkanı Roman Vilfand tarafından yapılan açıklamaya göre, kış sezonu Moskova’da değişken olacak ve sabit bir hava görülmeyecek.












En soğuk günlerin ocak ayında görülmesi beklenirken, bu ayda 3 gün hava sıcaklığı -25 derecenin altında, 10 gün ise -20 derecenin altında olacak.

Moskova’da aralık ayının da genel olarak soğuk geçmemesi ve kış mevsiminin aralık ayının ortalarında başlaması beklenirken, ocak ayında ise geçen sene olduğu gibi yağmur nedeniyle yolların ve yerlerin buz tutacağı ve adeta patinaj pistine dönüşeceği uyarısında bulunuluyor.

Kaynak: http://www.gazetem.ru/

28 Kasım 2011 Pazartesi

Night Flight Kulübü Müdürü Jansson: Moskova'nın sırlarını bilen İsveçli












Eğer Moskova’ya ilişkin ilginç öyküler dinlemek istiyorsanız Mats Gluggen Jansson tam aradığınız kişi.

Jansson Moskova’nın son 20 yılda yaşadıklarını, nereden nereye geldiğini bizzat gözlemleyenlerin başında geliyor. Jansson, ünlü Night Flight gece kulübünün müdürü. Night Flight sıradan bir yer değil; artık Moskova ile ilgili rehber kitaplarda Kremlin ve Kızıl Meydan gibi mutlaka görülmesi gereken yerlerin arasında gösteriliyor. Night Flight adı özellikle 1990’larda fahişelerle özdeşleşmiş olsa da aslında burada Moskova’nın son 20 yılının öyküsü yatıyor.

Jannson, “1990’larda buraları vahşi Batı’ya benziyordu. Şimdi daha toparlandı. Ama doğrusunu isterseniz ben bazı açılardan o günleri özlüyorum çünkü daha eğlenceliydi”diyor.

1991 yılında Night Flight’ı kuran İsveçliler aynı zamanda Moskova’ya gelen ilk yabancılar arasındaydı. Açılış gecesi Tverskaya Caddesi’ndeki kulübün önündeki kuyruk bir kaç kilometreyi buldu. O zamanlar Moskova’nın hemen hemen hiç gece hayatı olmadığı için kulüp büyük ilgi çekti. Aynı zamanda Moskova’da kötü koşullarda yaşayan genç kızların “beyaz atlı prensleri”yle, yani yabancılarla tanışabileceği bir yer olarak kısa sürede ünlendi. Night Flight aynı zamanda Rusça’ya “Face Control” deyimini kazandıran yer oldu. Jansson, “O zamanlar Moskova’yı mafya yönetirdi. Bu yüzden içeri alacağımız Ruslar için sıkı kurallar uygulardık. O günlerde parası olan Ruslar genellikle mafya üyesiydi. Ceplerinde para dolu Adidas eşofmanlarla Night Flight’ın kapısına gelirlerdi. Hatta bir seferinde bir Rus 50 bin dolar verip VIP kartımızdan almak istedi. Çünkü ona göre kartımız statü sembolüydü”diye anlatıyor.

Hala en popülerler arasında yer alsa da Night Flight’ın işi artık daha zor çünkü son 20 yılda yüzlerce yeni yer açıldı. Ama Night Flight’ın en büyük avantajlarından biri çatısı altında Moskova’nın en beğenilen lokantalarından birinin bulunması.

Jansson, Rus ekonomisinin içinde bulunduğu durumla kulüp arasında doğrudan bağdan söz ediyor ve “Ekonomi iyiyse kalabalık oluyoruz, yoksa müşteri kaybediyoruz. Müşterilerimiz Night Flight kapandığı gün Moskova’dan gideceklerini, çünkü bunun piyasanın ölmesi anlamına geleceğini söylüyor”diyor.

Kaynak : http://www.moskovalife.com/

27 Ekim 2011 Perşembe

Moskova’da sadece 4 Milyon Moskovalı Çalışıyor



Moskova’da çalışanların sadece yüzde 65’lik kısmının Moskovalı olduğu bildirildi.

Moskova Ekonomik Gelişim Dairesi Başkanı Marina Ogloblina, RBC ajansına yaptığı açıklamada, halen Moskova’da 6 milyon 150 bin kişinin çalıştığı ve bu iş sahalarında çalışanların yaklaşık 4 milyonluk kısmını yerel halk olan Moskovalıların oluşturduğunu belirtti.

Oglloblina, Moskovalıların şehirdeki iş sahalarının sadece %65’lik kısmında görev aldıklarını ifade ederken, Moskova’da Moskova Bölgesi ve Rusya’nın çeşitli şehirlerinden gelen 2 milyon kişinin çalıştığını söyledi.

Bu durumun sadece Moskova’da değil, dünyanın birçok büyükşehirlerinde görüldüğü dile getiren Oglloblina şunları söyledi:
“ Dünya bu şekilde gelişiyor. Her yerde, ülkenin farklı şehirlerinden gelenler için yer var. Ancak, Moskova için en önemli olan yetenekli profesyonel insanların gelip çalışması. Uzman kişilerin buraya gelip tecrübesini paylaşmasına kimsenin itirazı olmaz.”

Göçmenler konusuna da değinen Oglloblina, Moskova’ya gelen göçmenlerin medeni insanlar ve medeni toplum kurallarına uyacak kişiler olması gerektiğini de vurguladı.

Kaynak: http://www.gazetem.ru/

13 Ekim 2011 Perşembe

‘Benim kentim’ Leningrad…













Hakan Aksay, T24
Kaynak: http://www.rusya.ru/


Acaba insan, sevdiklerine “benim” derken, onlara sahip çıktığını mı söylemeye çalışır, yoksa ait olduğunu mu dile getirir?

Örneğin, “karım”,“kızım”,“arkadaşım” derken...

Ya “memleketim” derken?..

Acaba insan,“benim kentim” derken, o kentle ilgili hak mı iddia eder, yoksa ona teslim olmuşluğunu mu vurgular?..

* * *

“Benim kentim”diyebileceğim birkaç kent var.

Ama Türkler’in taparcasına sevdiği soru “Nerelisin?”, beni hep sıkıntıya sokar. Nüfus kütüğünden mi bahsetsem, doğduğum memleketten mi, kendimi bulduğum kentten mi, en uzun süre - 20 yıl - yaşadığım yerden mi?

Ne o, ne o, ne o, ne o...

“Nerelisin”diye bana kentimi sorduklarında, gençlik yıllarımın geçtiği Leningrad’ı söylemek gelir içimden. Alacağım tepkilerin beni yormasından korkarım, söyleyemem…

* * *

Denizinden çok Neva Nehri’ni sevdim ben bu kentin. Nehirden Moskova Tren Garı’na uzanan, Dostoyevski’yi, Çernişevski’yi ve Lenin’i kucaklayarak tarih ve edebiyata yayılan Nevski Caddesi’ne tutuldum.

Yüzü aşkın kanalla kenti kuşatan güzelliğe, Yaz Bahçesi’ne, dünyada benzeri olmayan Hermitaj Müzesi’ne, 1917 Bolşevik Devrimi’nin mekânı Saray Meydanı’na, Pavlovsk ve Puşkin gibi yeryüzü cenneti kasabalarına, kentin Alman faşistlerine 900 günlük direnişinin sembollerine vuruldum.

* * *

900 günlük direniş deyince. Geçtiğimiz günlerde Leningrad’ın İkinci Dünya Savaşı’ndaki tarihî direnişinin başlamasının 70. yıldönümüydü.

Yıllardan 1941’di. Hitler Almanyası tüm gücüyle Leningrad’ın üzerine abanmıştı. Sovyetler’in ikinci kentini düşürmek sadece askerî değil, aynı zamanda siyasi ve moral açıdan da devasa bir zafer olacaktı.

Şehir kuşatıldı, kapkara bir çember içine alındı. Ve bu kuşatma, neredeyse 900 gün sürdü.

Sadece savaş değil, kara kışlar da girdi araya ve en önemlisi açlık da.

Bugün hâlâ Petersburg müzelerinde o dönemde halka günlük gıda olarak verilen bir küçük dilim ekmeği, açlığı, sokaklarda savaştan çok açlıktan ölenleri gösteren pek çok kanıt sergilenir.

Leningrad düşseydi, Baltık Limanı ve çevresi düşerdi. Belki Stalingrad zaferi de olmazdı. Savaş başka türlü bitebilir, dünya faşizme teslim olabilirdi.

Bütün bunların olmaması ve Leningrad’ın onuruyla direnmesi için yüz binlerce insanın ölmesi gerekti. Bazı kaynaklara göre 600 bin, bazılarına göre 1 milyon 200 bin kişi öldü bu kuşatma ve direniş sırasında.

Başardılar. Zafer, ölen ve kalan Leningradlıların oldu.

* * *

Leningrad“kahraman kent” unvanına sahiptir. Kahramanlık saygıyı ve hayranlığı hak eder. Ama sevgi deyince, aşk deyince iş başkadır…

Türkler’in nedense “Deli Petro” dedikleri Büyük Pyotr’un, 1703 yılında bataklıklar üzerinde kurduğu, Lenin’in ölümünden SSCB’nin ölümüne kadar (1924-1991) adı Leningrad olan, sonradan ilk adı olan Petersburg’a dönen kenti böylesine sevmemin nedeni, belki de üniversite yıllarımın bir daha geri dönmeyecek heyecanlarından, beyaz gecelerde yaşanan aşklardandır, kim bilir…

Zaten yaşanmış kentlerin ve duyguların birbirinden ayrılmasına gerek var mı? Onların kısa özeti şu tek kelimeyle yapılabildikten sonra: Hayat!

26 Eylül 2011 Pazartesi

Gezilesi, görülesi Moskova!..
















M.Hakkı Yazıcı
mhyazici@yandex.ru
Kaynak : Memlekent Dergisi


Moskova, seyahat meraklılarının öncelikle görmeleri gereken dünyadaki en önemli kentlerden biri…Niye diye soracak olursanız, bunun tarihi, kültürü, güzelliği gibi pek çok sebebi var.

Bir kere dünyanın önemli metropollerinde olan her şey Moskova’da var: Parlak bir gece hayatını, lüks otelleri ve restoranları, barları ve kafeleri, büyük alışveriş merkezlerini burada bulabilirsiniz. Sağlam bir kültürel geçmişi olan Rusya’nın başkentinde diğer bütün metropollere fark atacak çokluk ve kalitede tiyatro, opera, bale eserlerini izleyebilirsiniz. Moskova’daki sayısız müzeyi hakkıyla gezebilmek içinse çok uzun ve yoğun bir seyahat programına hazır olmanız gerekir.

Bir Batılı için anlaşılması zor, bilinmezi çok olan Rusya, aynı Türkiye gibi, coğrafyası ve kültürü itibariyle, hem batılı, hem de doğulu,.. toprakları hem Avrupa’da, hem de Asya’da olan bir ülke…Avrupa’nın doğusunda, Asya’nın kuzeyinde yer alan Rusya, 14 ülkeyle sınır komşusu ve sınır uzunluğu bakımından da dünyada birinci sırada… Yüz ölçümüyse 17.075.400 km². Baltık Denizi’nden Bering Boğazı’na kadar uzanan, 11 saat dilimini kapsayan bu dünyanın coğrafi olarak en büyük ülkesi, tarihi, coğrafyası, insanı, kültürü ve sanatıyla keşfedilmeye değer çok şeye sahip.
Başkent Moskova ise Rusya’nın kalbi, beyni, her şeyi…Siyasi, tarihi, ekonomik, kültürel ve manevi merkezi. Rusya’nın en gelişmiş bölgesinde, Rusya düzlüğünün ortasında bulunan 13 milyonluk nüfusuyla çok önemli bir merkez. Tolstoy’un dediği gibi her Rus Moskova’yı kendi annesi gibi görür. Moskova’nın hikayesi bir bakıma Rusya’nın da hikayesi.

Hem içeriden, hem de dışarıdan göç alan Moskova, giderek gelişiyor, büyüyor.
Moskova halka halka büyüyen bir şehir. Moskova’nın nerdeyse sembolü haline gelen Metro haritasına baktığınızda da bunu görürsünüz. Metro da aynı bu şekilde merkezdeki bir halkanın etrafında oluşmuş.

Kremlin’in yakınındaki Balşoy Moskvaretskiy Köprüsü’nde durup Moskova Nehri’ne bir çakıl taşı attığınızda taşın suya düştüğü yerde iç içe geçmiş büyüyen halkalar oluşur. Moskova da hemen hemen aynı yerden başlayarak halka halka büyümüş, büyümeye de devam ediyor.

En içte Kremlin’in duvarlarından oluşan ilk halka var. En dışta ise 108 km.’lik Moskova Çevre Yolu, Moskova’yı çepeçevre sarar. Çevre yolunda arabayla bir noktadan hareket ederseniz, hiçbir yere sapmadan dolaşarak aynı noktaya gelirsiniz.
Kuruluşu 1147’ye dayanan Moskova, Avrupa’nın en büyük kenti. Nüfusu 2002 sayımlarına göre 10,4 milyon. Ama fiilen ülke içi öteki kentlerden ve dünyadan gelenlerle günlük nüfusun 13-13,5 milyon olduğu kabul ediliyor.

1156’da Yuriy Dolgorukiy tarafından ahşap olarak yaptırılan, sonra defalarca yangınlar ve yıkımlar yaşayan Kremlin Sarayı, Kızıl (eski Rusçadaki anlamıyla Güzel) Meydan, Tverskaya ve Arbat caddeleri, Puşkin ve Tretyakov müzeleri, Lermantov ve Şalyapin evleri, tiyatroları, sinemaları, parkları, nehri, kilise ve camileri, alışveriş merkezleri, eğlence hayatı ve 1931’den bugüne gelişerek 150 civarındaki istasyonuyla başkent ulaşımını kısmen rahatlatan dev Moskova Metrosu ile görülmeye değer eşsiz bir dünya kenti Moskova.

Hep iyi taraflarından bahsetmek mümkün değil; bilmeden seyahat edecekleri uyarmak gerekiyor. Ne yazık ki Moskova pahalı bir metropol. Rusya başkenti, 2006 yılında Marcer Human Consulting adlı araştırma merkezinin Avrupa, Asya, Kuzey ve Güney Amerika ve Avusturalya’yı kapsıyan dünyanın 144 gelişmiş şehrinde yaptığı araştırma sonucunda Moskova tüm Avrupa, Amarika ve diğer ülkelerin metropollerini geride bırakarak dünyanın en pahalı şehri ünvanına sahip oldu.

Rusya’da yaşadığınızı bilen eşiniz, dostunuz hazır siz oradayken bir fırsatını bulup gelip gezmeyi isterler. Tabii sizden de rehberlik etmenizi…

Daha dostunuz gelmeden düşünmeye başlarsınız nereleri göstermeli diye.

Bana soranlara, “Aman sakın kışın gelmeyin, o malum korkunç soğuğu nedeniyle sadece Kremlin’i, Kızıl Meydan’ı, Arbat’ı ve birkaç müzeyi görüp, Metro’da kısa bir seyahat yapıp gidersiniz,” diyorum. Öyle ya Moskova sadece buraları değil ki!

Ancak şu da bir gerçek ki Moskova’nın fotoğraflardaki, resimlerdeki bilinen imajı karlar altındaki Kremlin’dir. O soğuğu, ayazı yiyen birisi olarak bence o panoramanın sadece resimlerde olanı güzel. Sıkı giyinilip, hızlı ve programlı yapılanınaysa kesinlikle itirazım yok.

Galiba en iyisi vakti olanlar için kışın birkaç günlüğüne Moskova’ya gelip yukarıda bahsettiğim hızlı, kısa turu yapmak; işin aslını ve uzun olanını ise güzel yaz aylarına bırakmak; Moskova’daki nehir turlarına katılmak, güzelim parklarını, bahçelerini gezmek, fıskiyelerinde ıslanmak, havuzlarına ayaklarınızı sallandırmak ve hatta çevre şehirlere yapılan günlük turlara katılmak. Haaa unutmadan söyleyeyim, Moskova’da “çimenlere basmak yasak” değil!

Peki nereleridir Moskova’nın en gezilesi, görülesi yerleri?

Şöyle bir sıralama yaparsak uzun bir liste oluşur:
Kızıl Meydan, Kremlin,Katedral Meydanı, Büyük Kremlin Sarayı, Çar Topu, Çar Çanı, Aziz Vasili (Blajenni) Katedrali, Lenin’in Mozolesi, Bolşoy Tiyatrosu, Kurtarıcı ısa Kilisesi, Novodeviçi Manastırı, Tarih Müzesi, Puşkin Müzesi, Tretyakov Galerisi, Moskova’nın yüksek binaları, ışçi adam ve Köylü Kadın, Ostankino Televizyon Kulesi, Moskova Metrosu, Lujniki, Arbat, Kuskovo, Kolomenskoye, Botanik Bahçesi, İzmailov Parkı, Heykel Parkı, Moskova Metrosu,v.s..

Moskova’nın ve hatta Rusya’nın simgesi Kızıl Meydan ve Kremlin’in şöylece bir gezilmesi için çok fazla zamana gerek yok; yarım gün yeterli. Kısa süreli bir iş gezisinden artan bir zaman içinde buraları alelacele gezilip, bir de arka fonuna Kremlin alınan bir hatıra fotoğrafı çektirilirse eşe dosta ben Moskova’yı da gördüm denilebilir.

Yukarıda saydığım yerlerden Sadovaya yani Bahçe Yolu içindeki yerleri görmek içinse en azından birkaç günlük bir zaman gerekli.

Daha uzun süreli kalışlar ve burada yerleşikler için kuşkusuz başka bir gezip, görme programı gerekli.

Saat değil, Serkisof


Nam-ı diğer "Şimendiferli Serkisof saatleri" Rus yapımı mekanik saatlerdir.

Osmanlıca tren, demiryolu anlamındaki "şimendifer" sözcüğü ; Fransızca "chemin de fer" den geçmiş.  

Devlet Demiryollarında çalışanlara emekli olduklarında verildiğinden mi nedir ‘demiryolcu saati’ de deniyor.
Yakın zamana kadar emekli olan her demiryolcuya serkisof marka, lokomotif veya kanatlı tekerlek kabartmalı köstekli saat hediye edilirdi. Demiryolcuların o saatleri, tılsımlı bir emanet gibi, dededen toruna saklanır.
Aslında Serkisof, saatten öte bir şeyin; bir hayat tarzının adı.

Benim dedeciğimin de, babacığımın da böyle köstekli saatleri vardı.

Babam bana da Sirkeci'de bir saatçide bulduğu, yine arkasında şimendifer kabartması olan bir saat almıştı. 

Amcam sünnet hediyesi niyetiyle bir saat almıştı bana. Halbuki o sırada sünnetimin olmasına daha seneler vardı. 

İlk saatim oydu. Yıllarca kullandım. Lisedeyken Kıbrıs olayları nedeniyle karartma olan karanlık bir gecede cebir dersi çalışmak için sınıf arkadaşım, dayımın oğlu Aykut'la birlikte arkadaşımız İdris'in dükkanına giderken yolda nasılsa kolumdan düşüp, kayboldu. Çok üzülmüştüm, ancak yol uzundu. Geri dönüp, karanlıkta bulabilecek halim yoktu.

Yıllar içinde meydan saatlerine bakarak zamanı anlama alışkanlığım oluştu; durumu idare ettim. Nerelerde meydan saati olduğunu bilir, mutlaka geçerken bakardım. Mesela otobüs veya treleybüsle geçerken Ankara Tandoğan'da Ordu Sineması girişinde bir saat vardı; ona bakardım. Kızılay Meydanı'nın tam ortasında da İş Bankası kumbarası biçimli kocaman bir meydan saati vardı. Ulus Meydanı'nda da öyle...

Seneler sonra üniversitedeyken babam benim bu saatsiz yaşama alışkanlığımdan illallah deyip bana o şimendiferli saati aldı. Ancak benimki köstekli değildi; hala sakladığım mekanik bir kol saatiydi. Teklediğinde tamire götürdüğüm saatçiler hayran kalırlardı. "Böyle saatler şimdi kalmadı, mekanizması çok güzel," derlerdi.



Satılık Tarih
Aydın BİLGİN


Babam demiryolcuydu ya, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları'nın (kendi tabiriyle Te Cim Dal Dal'ın) Alsancak 3'üncü Bölge Müdürü tarafından kendisine armağan edilmiş Serkisof marka saatine bayılırdı.

Ona göre Serkisof dünyanın en iyi saat fabrikasıydı ve bunu Türk demiryolcuları için özel üretmişti.

Emekli olduktan sonra da, o saati gururla taktı. Kolunda kol saati bile olsa, sık sık onu cebinden çıkarır, puro içenlerin puroyu içmeden önceki ritüellerine benzer bir şekilde, o da saatini evirir çevirirdi. Sonra kurma kolunu iki parmağının arasına alır, kurardı da, kurardı defalarca.

Saati yukarı kaldırır, üzerinde lokomotif kabartmalı, gümüş kaplamalı kapağını açar, camını eliyle sıvazlar ve saati ondan sonra okurdu.

Nasıl bazılarımızın bebek ayı dostları, uğurlu dolmakalemleri, nazar boncukları, ya da can yoldaşı köpekleri varsa, onun da tarih yoldaşı cep saati vardı.

Üzüntülü, sevinçli, keyifli, sıkıntılı, başarılı, başarısız birçok zamanı kaydetmişti anılarına, tik tak.

Babamın bu saati çok sevdiğini bildiğim için, ona değerini sorardım. O da 'Bu saatin değeri mi olur evladım? Bu saatin değeri ölçülemez. Onu ölünceye kadar ben, saklayacağım, ondan sonra da sen' derdi.

Babam can yoldaşının manevi değerine karşılık, maddi değer ve özellikleri ile hiç ilgilenmediği için, saati ile ilgili başkaca hiçbir bilgiye merak duymadı.

Ben ise duydum. 1984-1990 yılları arasında Moskova muhabiri olarak Rusya'ya yaptığım sık ziyaretlerden birinde, saatle ilgili bilgi topladım.

Saati üreten fabrika Ural Dağları'nın eteklerindeki Chelyabinsk kentindeki Molnija Saat Fabrikası'ydı. Bu bölge el becerileri ile ünlü sanatkar insanlarla doluydu. Rus Çarları 19'uncu yüzyılda birçok el sanatı ustasını Kremlin'e buradan götürmüşlerdi.

18 taşlı

Fabrika doğduğum yıl, 1947'nin 17 Kasım'ında Chelyabinsk'te kurulmuş ve cep, kol, masa ve duvar saatleri yanında, tank ve denizaltılar için de göstergeler üretmeye başlamıştı. Her saat elde ve teker teker üretilirdi. Özellikle köstekli 18 taşlı cep saati çok aranırdı.

Krom veya gümüş kaplamalı kapaklı, 50 mm çapında, 14 mm kalınlığında ve 75 gram ağırlığındaydı. Dakiklik garantisi, günde eksi 20 saniye ile artı 40 saniye arasında idi. Saati bir kurdunuz mu, en az 39 saat işlerdi. Oysa babam kurardı da kurardı. Gurg, gurg, gurg.

Babama bu bilgileri aktardığımda, o artık çok yaşlanmıştı. Bu bilgiler onu hiç etkilemedi. 'Senin dediklerin metal parçası! Benim ki ise tarih' dedi.

'Baba, madem bu kadar kıymetli, satalım' diye yaptığım şakaya bile tahammül edemedi. 'Oğlum, insan hatırasını, hediyesini, tarihini satar mı?' diye öfkelendi. 'Kaldı ki maddi olarak da değeri çok' diye, inançsız, fısıldadı.

Maddi değeri konusunda inançsızlığı da haklıydı. İnternette ebay.com'da en fazla 20 dolara alıcı buluyordu. Çünkü milyonlarcası vardı.

Ancak asıl şoku internette açık artırma sitesi gitti gidiyor.com'da yaşadım. Serkisof demiryolları saatlerinin orada da, 30-40 milyona gittiğini gördükten sonra, gözüm nişan ve madalyalar bölümüne takıldı. Orada gördüklerimden sonra, babama duyurmak isterdim sesimi.

'Babacığım, bana hatıra, tarih satılır mı?' diyordun. Osmanlı 1.Derece Nişanı 450 milyona, Kore Madalyası 50 milyona, 1954 Kore 5. Türk Tugayı rozeti 19 milyona satılık baba' diye bağırmak; 'Kanuni Esasi Yadigarı 75 milyona, İstiklal Madalyası 140 milyona, Çanakkale Harbi Subay Madalyası 225 milyona, Galiçya 15'inci Kolordu rozeti 50 milyona, gitti gidiyor baba' diye haykırmak isterdim.

Daha sonra babamın gözyaşları süzülürken buruşuk yanaklarından, ona 'Daha da kötüsü var babacığım' demek isterdim utanarak, sıkılarak, 'Bu nişan ve madalyaların hepsi birlikte, bir 1924 Fenerbahçe-Galatasaray maçı madalyonu kadar etmiyor. Onu 2 buçuk milyara satıyorlar babacığım.'
Baba, hani satılmaz tarih, demiştin? Bak işte, gitti gidiyor hatıralar, üç kuruşa satılık.

'Evladım, bu insanlara hatıralarını, tarihlerini sattıranlar utansın' dediğini duyar gibiyim.

Öyle ya, neden satsın anılarını insan? Ya artık hatırlamak istemediği için, ya da ekonomik sıkıntıdan.

Satılık tarih, tarih satılık baba.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Rusya'da Çalışabilir Nüfus 10 Milyon Kişi Azalacak


Rusya nüfusunun azaldığı konusu gündemde yerini korurken, bu sefer bu konuya Rusya Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Nikolay Patruşev işaret ederek, bazı uyarılarda bulundu.

Patruşev, 2025 yılına doğru Rusya’da çalışmaya uygun nüfus sayısının en az 10 milyon kişi azalacağına dikkat çekerken, ülkenin 2011-2025 yılları arasında nüfus açısından zor bir döneme girdiğine işaret etti.

Ülkenin orta sınıf diye tabir edilen yüksek kalifiyeli iş gücüne ihtiyacı olduğuna dikkat çekilirken, kalifiye eleman temini için devlet göçmen politikasının hazırlanması ve çeşitli önlemler alınmasının şart olduğu belirtildi.

13 Eylül 2011 Salı

Hayatımızı değiştirecek filmlere ihtiyacımız var


Hakan Aksay, T24

Kaynak:http://www.rusya.ru/

Hakan Aksay,Rus sinemasının, tarihe iz bırakmış, aşkın eserleri arasında gezintiye çıktı… Ünlü Rus yönetmen Aleksandr Sokurov’un Venedik Film Festivali’nde “Faust” filmiyle Altın Aslan ödülünü kazanmasın ardından yaptığı konuşmadan yola çıkan Aksay, Sokurov’la birlikte sinema sanatının zirvesine çıkmış, büyük Rus sinemacıları tekrar hatırlattı.

“Bizi güldüren ve ağlatan filmler vardır. Bir de hayatımızı değiştiren filmler vardır.”

Bu cümleler benim değil. 2011 Venedik Film Festivali jürisinin başkanı Darren Aronofsky’nin.

Şu cümleler de benim değil:

“Kültür, bir lüks değildir. Toplumun gelişmesi için son derece gerekli bir temeldir. Eğer kültür, hep yumuşak, ihtiyatlı ve sessiz olursa, biz eriyip gideriz. Toplum olarak bütün düzeylerde kültür için mücadele etmeliyiz.”

Ve bir cümle daha:

“Filmin izleyiciye ihtiyacı yoktur; asıl izleyicinin filme ihtiyacı vardır.”

Bunlar da, 68. Venedik Film Festivali’nde ana ödül olan Altın Aslan’ı kazanan Rus yönetmen Aleksandr Sokurov’un cümleleri…

Son cümleyle isterseniz biraz oynayalım:

“Filmin izleyiciye değil, izleyicinin filme ihtiyacı vardır.”

“Şarkının dinleyiciye değil, dinleyicinin şarkıya ihtiyacı vardır.”

“Kitabın okura değil, okurun kitaba ihtiyacı vardır.”

Böyle devam edebilirsiniz. Tabii eğer eser büyükse, tarihiyse, hayatı değiştirebiliyorsa...

Sanatta ve diğer yaratıcı uğraşlarda bu yaklaşıma ve “bazı eserlerin hayatımızı değiştirebileceği” fikrine hem saygı duyuyor, hem de yürekten inanıyorum. T24’teki ilk yazımdabundan söz etmiştim: “Bazen her şey bir tek cümle içindir”.

* * *

Sokurov’un Venedik’te ödül kazanan filmi “Faust”u henüz görmedik. Muhtemelen önümüzdeki aylarda izleyeceğiz.

Ama bu filmin, onun 12 yıl önce başladığı, “tarih, iktidar ve insan” ilişkisini ele alan bir serinin son halkası olduğunu biliyoruz.

Bu seri bugüne kadar, Hitler, Lenin ve Japon İmparatoru Hirohito’yu anlatan “Boğa”,“Moloh” ve“Güneş” filmlerini içeriyordu.

Ve şimdi de Goethe’den esinlenen, felsefi bir film var gündemimizde: “Faust”.

Sokurov, filmde, “insanlığa ve tarihe dair karanlık olan ne varsa ele aldıklarını” söylüyor. Hatta film çok karanlık olmasın diye bazı şeyleri çıkarmak zorunda kaldıklarını dile getiriyor. Ve ekliyor:

“Kötülük çoğaltılabilir. Bunun formülünü Goethe vermiştir: Mutsuz insanlar tehlikelidir.”

Uluslararası kültürel etkileşime büyük önem veren Sokurov, ödül alan filminde 38 ulustan sanatçıya görev vermiş. Başrolde bir Alman var ve Çek Cumhuriyeti’nde, Prag yakınlarında çekilen filmin dili de Almanca.

Sokurov her ne kadar filminin ödül almayacağı düşüncesiyle Moskova uçak biletini cumartesi sabahına almışsa da, jüri onu zorla ikna edip kalmasını sağladı ve cumartesi akşamı oybirliğiyle ödülü ona verdi.

Aslında Sokurov, Rus sinemasının dünyadaki önde gelen isimlerinden biri. Adı, 1995’te Avrupa Sinema Akademisi tarafından “dünyanın en iyi 100 rejisörü” listesine yazılmıştı.

Ama – belgesellerini de sayarsak – yaptığı 40 civarında filmden dolayı aldığı 30’a yakın ödül arasında hiç bu kadar büyük bir uluslararası derece yoktu.

Elbette bunda Venedik, Cannes, Berlin, Moskova gibi 13 büyük uluslararası film festivalinin önemli bölümünün jüri üyelerinin ve kararlarının, son yıllarda oldukça tartışmalı hale gelmesinin ve saygınlık yitirmesinin de payı olabilir.

* * *

Şimdi 60 yaşındaki Sokurov, film yapmaya 19’unda başladı. İlk döneminde yaptığı neredeyse bütün filmleri Sovyet yönetiminin tepki, baskı ve sansürüyle karşılaştı. Arkadaşı olan ünlü yönetmen Andrey Tarkovski, bir ara hayatı tehlikede olan Sokurov’u yurtdışına kaçırmaya çalıştı. Ama o, ülkesinden, dilinden ve kültüründen ayrılmamakta direndi.

Eserlerini ancak 80’lerin sonundan itibaren geniş kitleyle paylaşabildi. Yıllardır Petersburg’da yaşayan ünlü rejisörün 2007 yılında yaptığı bir önceki sanatsal filmi olan “Aleksandra”dan çok etkilenmiştim. Film, Rus-Çeçen savaşının sonuçlarını savaşı göstermeden sergiliyordu. Yaşlı bir Rus kadının savaş bölgesindeki izlenimlerini, Çeçen kadınlarıyla söyleşilerini aktarıyordu.

Sokurov son dönemde yeniden atağa kalkan Rus sinemasının adını dünyada bir kez daha duyuran bir isim oldu.

Dünyanın en önemli üç filminden biri sayılan “Potemkin Zırhlısı”nın (1925) rejisörü Sergey Ayzenştayn, Andrey Tarkovski, Sergey Bondarçuk, Elem Klimov, Eldar Ryazanov, Aleksey German, Andrey Konçalovski ve 1994’te Oscar alan filmi “Güneş yanığı” ile Türkiye’de de hayranları olan Nikita Mihalkov bu isimlerden sadece birkaçı.

Bunlar iyi rejisörler… İhtiyacımız olan, hayatımızı değiştirebilecek etkili filmleri yapan yetenekli ve yaratıcı insanlar...

12 Eylül 2011 Pazartesi

Boş inançlarla dolu kafalar çoğalıyor


Hakan Aksay, T24
Kaynak:http://www.rusya.ru/


Hakan Aksay’dan Rus coğrafyasında günden güne yaygınlaşan ‘boş inançlar’a ilginç örnekler… “Bir zamanlar Rusya’da, daha doğrusu Sovyetler Birliği’nde inanmak, ikinci sınıf insanlara özgüydü. Şimdi tersi oldu. Bazen inanmayanlar, toplumdaki bütün olumsuzlukların sorumlusu değilse bile, onlara eğilimli kişiler olarak görülüyor” diyen Aksay, toplumsal değişime dair ilginç bilgiler veriyor.

Geçen hafta yabancılarla iletişim sırasında nelere dikkat edilmesi gerektiğini anlatan bir Türk gazetesinde, Rusya’da kapı eşiğinde tokalaşmamak gerektiği yolundaki uyarıyı gördüm.

Hoşuma gitti. Galiba Ruslar’la tanışma konusunda epeyce ilerledik…

Acaba Rus kız arkadaşlarına verdikleri çiçek sayısını “iyi ayarlayamadığından” dolayı teşekkür alamayan Türk delikanlılar, çift sayının ancak cenazelere gittiği yolundaki inancı da öğrendiler mi?

İstemeden ayağına bastıkları bir Rus’un, özellikle de o sizi kendine yakın hissediyorsa, hemen “intikam almak” ve sizin ayağınıza basmak eğilimine girmesinin, kavga çıkarmak değil, tersine, böylelikle ileride sizinle kavga etme ihtimalini savuşturmaya çalışmak amacını taşıdığını da biliyorlar mı?

Veya evde ıslık çalmalarını istemeyen Rus dostlarının, bunun para kaybına yol açabileceği yolundaki uyarılarını kanıksadılar mı?

Ama bir tabak ya da bardak kırıldığında, herkesin bunun mutluluk getireceğine inanarak “Mutluluğa! Mutluluğa!” diye garip bir koro halinde bağırmasına alıştıklarına, hatta bir oyun oynar gibi kendilerinin de bu koroya katıldıklarına kalıbımı basarım. (Ama kırılan ayna olduğunda, bunun bir felaket işareti sayılabileceğinden dolayı, susmakta yarar var.)

***

Doğrusu boş inanç, eski deyişle batıl itikat sahibi olmadığım için övünmüyorum. Ama böyle inançları var diye kimseye fazladan saygı da duymuyorum. Herkes, boş ya da dolu, istediğine inansın veya inanmasın; ama kimse inancıyla veya inançsızlığıyla başkalarını rahatsız etmesin.

Aslında boş inançların, oyunu andıran keyifli bir yanı var. Bu açıdan dinin katılığı ve ciddiyeti burada geçerli değil. Ne var ki bazen boş inançlar da aynı ölçüde karışmacı olabiliyor.

Rusya, komünist ideolojinin terk edilmesinden sonra, yalnız dinin ve astrolojinin değil, aynı zamanda boş inançların da olağanüstü güçlendiği bir ülke oldu. Bu durum günlük yaşantıda sık sık hissediliyor.

Bir zamanlar yeni parlamento binası açıldığı gün bir gazete, “Umarız kapıdan kedi sokmayı unutmazlar” diye başlık atmıştı. Bu, bir binaya, bir eve, önce kedinin girmesinin uğur getireceğiyle ilgili boş inancın siyaset alanına uygulanması çabası mıydı? Yoksa masum bir şaka mı? Ya da her ikisi de mi?

Ama kara kediye dikkat! Hele önünüzden geçerse…

Her fırsatta şu zavallı 13 sayısının hakkının yenmesine ise değinmek bile istemiyorum…

***

Ya belirtilen iyi dileklerin, adım başı sağ elin orta parmağıyla tahtaya vurularak “pekiştirilmesi”? Sen aynı şeyi yapmadığında, “Tahtaya vur, tahtaya!” diye uyarılar yapılması?

Boş inanç sahibi Ruslar’ın uyarıları saymakla bitecek gibi değil. Örneğin, vedalaştıktan sonra bir şey unuttuğunu fark edip eve geri dönüyorsun:

- Aman aynaya bakmayı unutma! Yoksa işlerin yolunda gitmez.

Uğursuzluktan korumak için mutlaka aynanın karşısına geçiriyorlar. Bakmam, deyip de ortalığı gerginleştirmenin ne alemi var! Bir ödün daha veriyorsun...

İçki sofrasında boş inançlarla gelenekler birbirine karışmış. Burada da uyarılardan geçilmiyor:

- Boşalan şişe masaya konmaz! Yere bırak! Hem birisi şerefe kadeh kaldırıp konuşma yaparken kadeh elde beklenir!

Kolunun ağrıdığını, bu konuşmaların bitmek bilmediğini söyleyecek olsan, sofranın uğurunu kaçırmakla suçlanabilirsin. En iyisi bir ödün daha vermek...

Sofrada birinin dikkatsizliğinden yere bir bıçak düşüyor:

- Aaa, bıçak düştü; bir erkek konuğumuz gelecek.

Kaşık ya da çatalın düşmesini yeğleyenler var. Çünkü o, bir kadının geleceğine işaret sayılabilirdi.

Sağ elini kaşırsın, yakında bir yerlere para vermek zorunda olduğunu saptarlar. Sol elini kaşırsın, eline para geçeceğini duyurular.

Sağ gözün mü seğiriyor? Çok kötü! Yakında ağlayacaksın. Efendim, sol gözün mü dedin? O zaman iyi! Güleceksin demektir.

Solculuk çağrışımı mı? Hayır, sadece inançlar böyle.

***

Bu tür inançları olanlar hep vardı Rusya’da. Ama sayıları hiçbir zaman bu kadar çok
değildi. Ve inançlarını bu kadar sık dışa vurmaz, çevresindekilere böyle baskı yapmazlardı.

Bir zamanlar Rusya’da, daha doğrusu Sovyetler Birliği’nde inanmak, ikinci sınıf insanlara özgüydü. Şimdi tersi oldu. Bazen inanmayanlar, toplumdaki bütün olumsuzlukların sorumlusu değilse bile, onlara eğilimli kişiler olarak görülüyor.

İnanmak ya da inanmamak bireysel bir seçim. Din konusunda da öyle, astroloji veya boş inanç, yani batıl itikat konusunda da.

Keşke herkes bu seçime saygılı olmayı ve farklı düşünenleri rahatsız etmemeyi becerebilse...

1 Eylül 2011 Perşembe

Sergey Dovlatov doğumunun 70. yıldönümünde anılıyor

Rus kısa öykü yazarı, romancı, gazeteci-yazar Sergey Donatoviç Dovlatov (Сергей Донатович Довлатов) 70 yıl önce 3 Eylül 1941’de doğmuştu.

Yazar Dovlatov, Ermeni asıllı bir anneyle (Nora Sergeevny Dovlatova (1908-1999), Yahudi asıllı bir babanın (Donata Isaakovich Metchik-1909-1995) çocuğu olarak 3 Eylül 1941‘de, Rusya Federasyonu’na bağlı Başkurtistan’in başkenti Ufa’da dünyaya geldi.

Tiyatro yönetmeni olan baba Dovlatov, 1944 yılında ailesiyle Leningrad'a taşındı.
Sergey Donatoviç Dovlatov, 1959 yılında Leningrad Devlet Üniversitesi Fin Filoloji Bölümü'nde okumaya başladı, ancak iki buçuk yıl sonra başarısız olduğu gerekçesiyle üniversiteden atıldı.

Bu dönemde Dovlatov, sanat çevrelerinde önemli dostluklar edinmişti. Leningrad’ta Yevgeni Rein, Anatoly Naiman, Joseph Brodsky gibi şairlerle ve yazar Sergei Wolf ("Görünmez Kitap") ve ressam Alexander Nezhdanoff ile arkadaşlık ediyordu.
Bölümden atıldıktan sonraki üç yıl orduda ve Komi Cumhuriyeti'nde hapishane güvenliğinde çalıştı.

Brodski, anı yazılarında Dovlatov’un askerden döndükten sonraki ruhsal durumunu "çok sayıda hikayeleri ve delice bakan gözleriyle, Kırım'dan dönen Tolstoy'a benziyordu" ifadeleriyle anlatıyordu.

1979 yılında, annesi, eşi ve kızıyla birlikte ABD'ye göç etti. 1980'lerin ortalarında eserleri yayımlanabilir bir yazar olarak tanındı ve "The New Yorker"'da yazmaya başladı.

Kısa olan ömrüne pek çok kitap sığdırdı. ABD ve Avrupa'da 12 kitabı basıldı.
24 Ağustos 1990’da New York’da yaşamını yitirdi.

Ölümünden ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, kısa hikâyeleri Rusya'da da basıldı.

Dovlatov'un sadece bir kitabı Türkçeye çevrilerek 'Bavul' başlığı altında 2004 yılında Cem Yayınları arasında basıldı.

Yaşamı süresince basılan kitapları :
•The Invisible Book (Невидимая книга) — Аnn Arbor: Ardis, 1977
•Solo on Underwood: Notebooks (Соло на ундервуде: Записные книжки) — Paris: Третья волна, 1980.
•The Compromise (Компромисс) — New York: Серебряный век, 1981.
•The Zone: A Prison Camp Guard's Story (Зона: Записки надзирателя) — Ann Arbor: Эрмитаж, 1982.
•The Reserve (Заповедник) - Аnn Arbor: Эрмитаж, 1983.
•The March of the Single People (Марш одиноких) — Holyoke: New England Publishing Co, 1983.
•Ours (Наши) — Ann Arbor: Ардис, 1983.
•Demarche of Enthusiasts (Демарш энтузиастов) (Bagrich Bakhchanjan ve N. Sagalovskij ile birlikte) — Paris: Синтаксис, 1985.
•Craft: A Story in Two Parts (Ремесло: Повесть в двух частях) — Ann Arbor: Ардис, 1985.
•A Foreign Woman (Иностранка) — New York: Russica Publishers, 1986.
•Suitcase (Bavul) (Чемодан) — Tenafly: Эрмитаж, 1986.
•The Performance (Представление) — New York: Russica Publishers, 1987.
•Not only Brodsky: Russian Culture in Portraits and Jokes (He только Бродский: Русская культура в портретах в анекдотах) (M. Volkova ile birlikte) — New York: Слово — Word, 1990.
•Notebooks (Записные книжки) — New York: Слово — Word, 1990.
•Affiliate (Филиал) — New York: Слово — Word, 1990.

18 Ağustos 2011 Perşembe

19 metrekarelik hayatlar...


















Herhalde Moskova’da son 20 yılda dünyada başka hiçbir metropolde olmadığı kadar yeni inşaat yapıldı. Ancak, geçmişten gelen konut açığı o kadar büyük ki aradaki fark bir türlü kapanmıyor. Moskovalıların Sovyet döneminden kalma en büyük sıkıntılarından biri olan “küçük daire”ler sorunu çözülemiyor. Kommersant gazetesinin incelemesine göre, Moskova’da bir kişiye ortalama 18.7 metrekare konut, daha doğrusu yaşam alanı düşüyor. Başka bir ifadeyle Moskova’nın 11.5 milyonluk nüfusun a düşen yaşam alanının toplamı 212.5 milyon metrekare. Bu rakam 22 metrekare olan Rusya ortalamasının da altında. Ama diğer büyük başkentlerle kıyaslayınca fark daha iyi anlaşılıyor. Almanya’da bu rakam 60, İngiltere’de ise 62 metrekare. Hollanda’da 74 metrekare. Fransa 37 metrekareyle Avrupa başkentleri arasında gerilerde, ancak yine de Moskova’nın çok önünde. ABD’de ise 65 metrekare. Hesaplamalara göre Rusya’nın konut alanında Avrupa’nın bugünkü düzeyini yakalayabilmesi için 75, ABD’yi yakalayabilmesi için tam 212 yıl geçmesi gerekecek.

Bir kilometrekareye düşen insan sayısı açısından ise Moskova önde. Çünkü Avrupa’nın en kalabalık ve sıkışık başkentlerinden biri olan Londra’da bir kilometrekareye yaklaşık 5000 kişi düşerken Moskova’da bu rakam tam iki katı, yani 10 bin. Biraz da bu nedenle Moskova Belediyesi kentin yayılması için çaba gösteriyor. 8 Mart’ta 3.Koltso’nun içinde yeni inşaatlar yasaklanmıştı.

Kaynak:http://www.moskovalife.com/

11 Ağustos 2011 Perşembe

Rusya'da halkın nabzı: Mutluluk nerede gizli, en mutlu insanlar nerede yaşıyor?














VTsİOM kamuoyu araştırmaları merkezi tarafından yapılan bir ankette Rusya'da yaşayan halkın "mutluluk barometresi" ölçüldü. Buna göre, "Etrafımda mutsuz insanlardan daha fazla mutlu insanlar var" diyenler çoğunlukta. Mutlu insanların nerede yaşadığı sorusuna da ilginç yanıtlar verildi:

Rusya vatandaşları için yüzde 28 oranla mutluluk herşeyden önce "ailevi huzur" demek. Daha sonra mutluluk, yüzde 14 ile maddi durumun iyi olması, yüzde 12 ile istikrarlı bir hayat, yüzde 10 çocukların ve torunların sevgisi, yüzde 5 yakınlar ve aile fertleri, yüzde 5 iyi iş, yüzde 4 özgürlük ve harmoni, yüzde 2 konut sorunun halli, yüzde 1 dostlara güven duymak demek...

Nerede mutlu olunacağı sorusuna yüzde 8 Rusya, yüzde 7 Moskova, yüzde 5 ABD, yüzde 5 Almanya, yüzde 3 İsviçre, yüzde 2 Fransa, yüzde 2 İsveç, yüzde 1 İngiltere, İtalya, Norveç, Finlandiya, Avustralya, BAE, Kanada, Çin cevabı verdi.

Anket katılımcılarının yüzde 33'ü "Etrafımda mutlu insanlar var" derken yüzde 24'ü "mutsuzlar" olduğunu söylüyor. Yüzde 36 işe "eşit" olduklarını vurguluyor.

Yüzde 38 ve 39'luk oranlarla en fazla büyük ve orta büyüklükte şehirlerde yaşayanlar, yüzde 48 oran ile 18-24 yaşında olanlar kendini daha mutlu hissediyor.

Kaynak: http://www.turkrus.com/

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Arshavin, Sharapova ve Anzhi yazmakta direnen Türk basınına son çağrı!



Yıllardır söylemekten dilimizde tüy bitti: Türk basını, Rusça özel isimleri yazarken, İngiliz kaynaklardaki yazılışı esas alarak hata yapıyor. Türk Dil Kurumu'nun "Yabancı Özel Adların Yazılışı" bölümünde, "Rusça Adların Yazılışı"na değinilirken de "Rusça özel adlarda Rus harflerinin ses değerlerini karşılayan Türk harfleri kullanılır" deniyor. Yani Arshavin değil Arşavin, Sharapova değil Şarapova, Anzhi değil Anji. Biz pes ettik; konuyu enine boyuna araştıran Kemal Ülker'in bir yazısını özetleyerek paylaşmak istedik:

"Türk Dil Kurumu'nun "Yabancı Özel Adların Yazılışı" bölümünde, "Rusça Adların Yazılışı" altbaşlığı altında şunlar söyleniyor: "Rusça özel adlarda Rus harflerinin ses değerlerini karşılayan Türk harfleri kullanılır: Bolşevik, Brejnev, Çaykovski, Çehov,Dostoyevski,Gogol, Gorbaçov, İlminskiy, İlyiç, Katayev, Klyaştornıy, Malov, Mendeleyev, Prokofyev, Puşkin, Şolohov, Tolstoy, Yeltsin; Moskova, Omsk, Orenburg, Petersburg, Volga, Yenisey."

Rusça özel adların Türkçe yazılışı konusunda internette daha ayrıntılı bilgi bulmak da mümkün:

1. Rusça özel adlarda Rus harflerinin ses değerlerini karşılayan Türk harfleri kullanılır; vurguya bağlı söyleyiş ayrılıkları göz önüne alınmaz:
Çaykovski, Gogol, Puşkin, Tolstoy; Omsk, Orenburg, Petersburg, Volga.
Ancak Moskva kelimesi Türkçe söylenişine uygun olarak Moskova biçiminde yazılır.

2. Rusça e harfi, kelimelerin başında ve kelime içinde ünlüden sonra ye ses değerindedir ve ye olarak yazılır:
Yenisey (Rusça yazılışı Enisei), Katayev (Rusça yazılışı Kataev), Dostoyevski (Rusça yazılışı Dostoevskiy), Fadeyev (Rusça yazılışı Fadeev), Mendeleyev (Rusça yazılışı Mendeleev), Yeltsin (Rusça yazılışı Eltsin).

3. Rusça x harfi, Türkçede h'ye çevrilir:
Çehov (Rusça Çexov), Şolohov (Rusça Şoloxov).
Bu harfi batı dillerinde olduğu gibi ch veya kh ile yazmak doğru değildir.

4. Özel adların sonundaki y'ler korunur:
Klyaştornıy, İlminskiy.
Ancak, Çaykovski, Dostoyevski gibi birkaç örnekte y'siz yazılışlar yerleşmiştir.

5. Rusçada ünsüzler için kullanılan inceltme işaretleri Türkçede kullanılmaz:
Bolşevik, Gogol.
Ancak inceltme işaretinden sonra e veya i geldiği zaman bu işaret y’ye çevrilir:
Prokofyev, İlyiç.

6. Soyadlarında kullanılan -ov ve -ev ögeleri söylenişte f 'li olmasına rağmen bu söyleniş yazıya geçirilmez:
Brejnev, Gorbaçov, Malov.

Trotskiy'in adının Türkçe yazılışı bağlamında 4. maddede yer alan "Özel adların sonundaki y'ler korunur" kuralı çok büyük önem taşıyor.
Trotskiy'in adının dilimize yıllar önce yanlış bir biçimde Troçki olarak aktarıldığnı ve bu yanlıştan dönülmesi gerektiğine ilk olarak işaret eden kişi Nail Satligan oldu. Satlıgan'ın bu tespiti tam olarak ne zaman yaptığını bilmiyorum. Ama bundan tam 20 yıl önce, o zamanki adıyla PGB Sosyalizm ve Sınıf Bilinci çevresi Satlıgan'ın gündeme getirdiği bu düzeltmeye destek verdi ve bunun gerekçesini 1990 yılının Mart ayında Kardelen Yayınları tarafından yayımlanan Trotskiy'in Sonuçlar ve Olasılıklar kitabının Türkçe çevirisine konan Yayınevinin Notu'nda şu şekilde açıkladı:

"Son olarak ... Lev Davidoviç Trotskiy'in adının yazılışı üzerinde durmak istiyoruz. Bilindiği gibi Trotskiy'in adı bu güne dek Türkçede en çok 'Troçki' olarak yazılmış, ancak bu konuda genel bir karışıklık (örneğin ilk adının 'Leo' ya da 'Leon', soy adının ise 'Trotski' veya 'Trotsky' diye yazılması) hüküm sürmüştür. Bütün bu yazılışlar, Rusça özel adların Türkçeye aktarılmasında uyulması gereken kurallara ters düştükleri için yanlıştır. Trotskiy'in ilk adına ilişkin yanlışlık, batı dillerinde 'vaftiz adları'nın her dilde başka başka karşılıklarının bulunmasından ve Türkiye'deki çevirmen ve yayımcıların, çeviri hangi dilden yapılmışsa, Rusçadaki aslı 'Lev' olan adın o dildeki karşılığını aynen ve kaynak dildeki yazılışıyla Türkçeye aktarmalarından kaynaklanmaktadır. 'Trotskiy' soy adına gelince; Rusçanın imlâsı da -sesli harflerde, vurguya bağlı olarak meydana gelen küçük ses değişiklikleri dışında- Türkçeninki gibi harf ve ses karşılıklığına dayandığına göre Kiril alfabesindeki harflerin, Lâtin alfabesi harflerinin Türk dilindeki ses karşılıkları göz önünde tutularak Türkçeye aktarılması gerekir. Buna göre Lev Davidoviç'in soyadının doğru yazılış biçimi 'Trotskiy'dir. Yanlışın kökleşmesini önlemek için bundan böyle biz de kurala uyacağız." (s. 4)

Yaygın olarak kabul görüyor olsa da, bizi birileri ikna edici argümanlarla uyardığında, eleştirdiğinde bir yanlıştan dönmeyi neden bu kadar zor buluyoruz acaba? Kendisine Trotskist, Marksist diyen her birey ve örgüt hem kendi dışına yönelik olarak, hem de kendi içinde yaptığı tartışmalarda gerçeği, olay ve olguları ezip büzmemeye, onları çarpıtmamaya büyük bir özen göstermelidir. Bu, bırakın bilimsel sosyalist olmayı, herşeyden önce entellektüel dürüstlüğün temel bir gereğidir."

Kaynak: http://www.turkrus.com/

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Moskova'nın 'mavi' hali














Moskova'da yazlık bir hafta sonu geçiren genç pop şarkıcısı Mavi, Radikal Hayat için yazdı: İşte kentin tadını çıkarmak için iki günlük program önerisi...

Türkiye’den Rusya’ya seyahat için vize zorunluluğunun kalkmasını fırsat bilen biri olarak hemen ucuz uçak bileti sitelerini tavaf edip, yüksek sezon Bodrum biletleri fiyatına Moskova gidiş dönüş biletimi aldım. İstanbul sıcağından biraz olsun uzaklaşırım umuduyla kendimi kuzeylere attım. Ama uçaktan iner inmez şok edici gerçekle karşılaştım: Sizler de benim gibi Moskova üzerine fantastik-gerilim türünde “O kadar soğuk oluyor ki dışarıda on dakika geçirdikten sonra burnunuz düşüyor. Kışın herkes işe buz patenleriyle gidiyor” gibi cümleler duyduysanız hazır olun. Sizi bu aylarda bambaşka bir şehir bekliyor! Çoluklu çocuklu tüm şehir ahalisinin 35 derece sıcakla baş etmek için yeni sulanmış çimlere yatmak olsun, fıskiye havuzlarına salacak sahilindeki çocuklar gibi umarsızca dalmak olsun, süs şelalelerine dillerini dayamak olsun, ürettikleri muhtelif su aktivitesi şehri cıvıl cıvıl bir hale getirmiş. Moskovalılar bu mevsimde güneş enerjisiyle çalışır gibi hoplayıp zıplıyor. Sabah akşam bira tüketiyor, uçan balonlarla oynuyor, kesinlikle İngilizce konuşmuyor, yabancıları sevmiyor ama hiç rahatsız da etmiyor. Bu yazıda anlatacak ve tavsiye edeceğim programlar rahatlıkla iki güne sığdırabilir, yani İngilizce yaşayan arkadaşlarımızın ‘long weekend’ dedikleri kaçışlara uygun olabilir. Eğer bir turla gidiyorsanız ve her turist gibi Kremlin’in altını üstüne getirip dostlarınıza onlarla ne yapacaklarını bilemeyecekleri matruşkalardan sayısız adet aldıysanız, Rus ezgileri eşliğinde Borş çorbanızı içtiyseniz ve birkaç kere kaybolup en sonunda Kiril alfabesini çözdüyseniz artık siz de biraz şehrin tadını çıkarabilirsiniz. Buyurun bakalım iki günlük programa:

1. GÜN

Gorki Parkı
Scorpions’ın ‘Wind of Change’ şarkısından zihinlere kazınan Gorki Parkı, Moskova’nın en büyük ve ünlü parklarından biri olarak şehirdeki park kültürünü de özetleyen bir güzelliğe sahip. Parkın her noktasına müzik yayını yapan hoparlörler dış kapıdan başlayarak yerleştirilmiş. Böylelikle şezlonglarda Miles Davis dinleyerek bulmaca çözmek, Cardigans eşliğinde rollerblade yapmak ve havuzbaşında tango yapan orta yaşlı çiftleri izleyerek pembe hayallere dalmak mümkün. Çocuklarının kaykaylarını taşıyan genç babalar, bisikletliler, genç müzisyenler, dizüstü bilgisayarlarıyla ağaç altında çalışanlar, düğünden önce buraya gelip arkadaşlarıyla eğlenen gelinler, hepsi bir arada...
Belediyenin yerleştirdiği rengarenk hamakların sökülüp evlere götürülmediğini ya da minik şortlarıyla yoga yapan yirmi güzel kadına nasıl çalıların arasından bir cengaverin çıkıp “Abulaaa bacağını kaldırmana yardım edeyim mi?” demediğini anlamak güç. Ama zaten seyahatler biraz da bu soruları uyandırmak ve alıştığımız ‘normal’i sarsmak için değil midir?

Manej Meydanı
Büyük bir Kremlin turundan sonra serinleme bahanesiyle Manege Meydanı’na ve sonrasında tabii ki yine ortadaki fıskiye havuzunun etrafındaki kalabalığa karışabilirsiniz. Buradaki üçkağıt yanımızdaki – varsa - aile fertlerini “Ya şurada bir tuvalet var mıdır acaba” diye kandırıp üç katlı yeraltı çarşısına sokmak ve hiçbir yerde göremeyeceğiniz sayıdaki ayakkabı mağazalarında gezinmek. Çaktırmayın, keyfinize bakın. Zaten Che Guevera’nın matruşka yapılıp satıldığı bir meydanda kimse sizden – o kadar da - siyasi bir duruş beklemiyor.

Maksim Gorki Müzesi
Adından da anlaşılacağı üzere Maksim Gorki’nin ev-müzesi. Dekorasyonunda Dali ve Gaudi etkileri görülen ancak en çok ‘yaşanmışlık’ ve ‘koleksiyonerlik’ taşan; hem kendisi, hem verdiği duygusu güzel olan evi kesinlikle gezmenizi öneriyorum. Dünyanın dört bir yanından objeler, etkiler ve mobilyaların yanı sıra anılar, fotoğraflar ve ölmeden önce son yazdığı satırlar dahil iç dünyasına şahit olmak için.
Adres: Malaya Nikitskaya ul 6/2
Metro: Pushkinskaya

Bolşoy Tiyatrosu
Bu biraz çekinceli bir öneri. Sebebi de Bolşoy binasının senelerdir restorasyonda olması ve tüm gösterilerin arka taraftaki ‘New Stage’de gerçekleştirilmesi. Bilet fiyatları çok astronomik değilse ve değeceğini düşündüğünüz bir gösteri varsa gitmişken görün derim. (bolshoi.ru/en/)
Metro: Belorusskaya

Torro Grill&Wine Bar:
Her damağa, tercihe uygun ızgaralar. Biftek de var, domuz pirzolası da ve hatta kalamar da. Yanında Şili ve Arjantin şarapları ya da kendi yapımları birayla. Üç plaza binasının ortasında olduğu için etrafta hafta sonu da çalışan kravatlılar, yanda yine bir havuz, arkada yine altın kubbeli bir kilise, arkasında ayışığı, ev şarapları da pek leziz.
Adres: Ul. Lesnaya 5b

Uruk Cafe
Madem turistik bir gezi yapmıyoruz, Rus spesiyalleri yerine, Rusların ‘tercih ettiği’ spesiyalleri deneyelim. Uruk Cafe, şık ve rahat bir Özbek restoranı. Bitişiğinde nargile kafesi , hatta akşam canlı müziği bile var. Ama ‘üçü bir arada’ya girmeden öğle yemeğine giderseniz çok memnun kalacaksınız. Başlangıçlardan beyaz mantar, yemek olarak da Lahman tavsiye ediyorum, yanında da ‘şerbet’. Demliklerde kekikli siyah çay da şahane. (www.urukcafe.ru)
Adres: Tsvetnoi bulv.30, str. 1
Metro: Tsvetnoi Bulvar

2. GÜN

Sandunov Bath House
Karşınızda aristokrasiden bugüne uzanmış, buhar odalarında ve sıcak – soğuk havuzlarında, mimari ayrıntıları izleyerek kendinizi şımartacağınız Sandunov Banyosu! Biraz yaşını belli ediyor ve biraz cep yakıyor olsa da gitmişken bir ziyaret etmekte fayda var. (www.sanduny.ru)
Adres: Neglinnaya ulitsa, 14

Yakitoria
Hamamdan çıkmış ve acıkmış bünyelere güzel bir ‘miso çorbası’ üstü ‘dragon roll’ ya da aile boyu hamburger öneriyorum. Yemeği beklerken de restoranın minik kütüphanesinden Taschen kitaplarına göz atabilirsiniz. Yakitoria bir tasarım harikası ile çöplüğü olmak arasında bir yerde duruyor. Ama karınlar doyduktan sonra her şey kusursuz görünüyor. (yakitoriya.ru)
Adres: 1-ya Tverskaya-Yamskaya ul 1/29 Mayakovskaya

Pabeda (Victory) Park
Gorki Parkı’nı sevme sebeplerimin çoğu burası için de geçerli. Burada o sebeplere ek olarak zafer anıtları, savaş müzesi, uzun bir yürüyüş yolu ve nehir gibi uzanan havuzlar mevcut. Uçan balonla yürüyüp akşamüstü birası içmek, savaştan hiç söz etmemek ve havuz kenarına uzanıp tüy gibi hissetmek tavsiyeler dahilinde.

Kapriz Club
Kapriz kulüp Moskova’daki onlarca dans–striptiz kulübünden biri. Farkıysa dans edenlerin erkek, müşterilerin kadın olması. Kadınlardan istenen giriş ücretinin 20 katı istendiğinden içeride müşteri olarak erkek görmek pek mümkün değil. Masalardaki mönülerde ‘romantik akşam yemeği’, ‘eve kadar bırakma’, ‘masada sohbet’, ‘tam gün şehir turu’ gibi hafif imalı hizmetler, etrafta da el kadar şortlarla gezen garsonlar olan mekanda saatler ilerledikçe şovların temaları değişiyor, tansiyon yükseliyor.
Adres: Akademika Sakharova pr. 14 (clubkapriz.ru/capris_dancer )

Baba Marta
Sofya’da klip çekip Bulgar yemekleriyle başı dönmüş biri olarak Moskova’da da bir Bulgar restoranına gittim son akşam. Bol mezeli ve Bulgar rakılı bu yemekten ev yapımı limonatalarından içmeden kalkmamak lazım. Bir de ‘şopslka’ salatasına koydukları baharatı satın almayı kafaya koyup, çıkarken unutmamak lazım. (www.babamarta.ru)
Adres: Gogolevsky Bulvar No. 8

Capital City Moskova Kulesi
Bu öneri ancak söz konusu kuleler resmi olarak açıldıktan sonra gerçekleştirilebilir olsa da ben “Dostların kadar büyüksün” kontenjanından Avrupa’nın en yüksek binası olan ‘Moscow Tower’ın en tepesine çıktım. Capital City projesinin mimarlarından Türk arkadaşım, beni 68 kat asansörle başlayıp sonra da 10 kat merdivenle devam eden bir yolculuğa davet etti. Biraz sızlansam da tepeden Moskova manzarası hakikaten çok güzeldi. Hem ofis, hem residence olarak kullanılması planlanan bu bina dışarıdan da içeriden de sürprizlerle dolu. Dış tasarımını zaten minik bir internet aramasıyla bulabileceğiniz için, ben içeriden bilgileri sunayım. Hareket sensörlü duvarın içinden çıkan adamlar mı istersiniz, yoksa asansörlere yaklaştığınız anda dönüp serinletmeye başlayan yüzlerce fırıldak mı? En hoşuma gideni borsa endeksi bilgilerinin ve şiirlerin iki ayrı yönden gelip ortada birbirlerine çarparak, harflerin havaya dağıldığı dijital pano. Yolunuz Moskova’nın bu ‘Manhattan Bölgesi’ne düşerse biraz modern mimari görüp ortadaki alışveriş merkezinin tepesindeki dev matruşkalar sergisini gezersiniz.