Moskova

Moskova

13 Eylül 2023 Çarşamba

‘Ukraynalıların kökeni’ polemiği


Kaynak: https://medyagunlugu.com/

 

Tarihçi James Pearce’in Ukraynalıların kökeniyle ilgili olarak Moskova’da yayımlanan Moscow Times gazetesinde çıkan makalesinin geniş özeti…

 

Ukrayna’nın 1991 yılında bağımsızlığını kazanmasından sonra Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in yakın danışmanı, Başbakan Birinci Yardımcısı Gennadiy Burbulis, “Ukrayna’nın bağımsızlığının geri alınamaz bir gerçek olması zihinlerimizde kabul edebileceğimiz bir şey değil” demişti.

Yine de o dönemdeki Rus hükümeti, üst düzey askeri yetkililerin ve Moskova Belediye Başkanı Yuriy Lujkov gibi politikacıların Kırım’ın alınması ya da Ukrayna topraklarının yeniden şekillendirmesi gibi çağrılara direndi.

Ukrayna’yı bağımsız bir ülke olarak kabullenmekte zorlanan sadece askerler ya da politikacılar değildi; ünlü muhalif yazar Aleksandr Soljenitsin de dokuzuncu yüzyıldan sonra ortaya çıkmış ayrı bir Ukrayna halkından söz edilmesini “yeni icat edilmiş bir yalan” olarak nitelemişti. Soljenistsin ayrıca, Ukrayna ile Rusya’nın acımazsızca bölündüğünü söylemiş ve Kafkasya’daki toprakları dışında Rusya, Ukrayna, Belarus ve Kuzey Kazakistan’ın katılımıyla bir “Rus Birliği” kurulmasını önermişti.

Ukrayna’nın bağımsızlığının kabullenilememesi kısmen, çok az tarihçinin önem verdiği 1654 tarihli Pereyaslav Antlaşması’ndan kaynaklanıyor. 13. yüzyılın başındaki Moğol istilası Kiev Knezliği’ni (dükalık) bölmüş, yerel prensler yeni derebeylerinin üstünlüğünü kabul etmek ve onlara haraç ödemek zorunda bırakmıştı. Moskova yakınlarındaki küçük prenslikler güçlerini birleştirmeye ve haraç ödememeye başladı. Korkunç İvan Kazan Hanlığı’nı yendi ama bir öfke patlaması anında oğlunu öldürünce çarlığı bocaladı ve eski hanedan son buldu. Polonya’nın Moskova’yı yenmesinin ardından başa Mihail geçti ve böylece Romanovlar dönemi başladı. 17. yüzyılın ortalarında Rusya artık genişlemiş ve güçlenmiş bir devletti.

Kiev, 1240 yılındaki Moğol istilası ile yok edilmişti ama güçlü bir lider olan Galiçyalı Daniyel, Kiev ve Galiçya’nın da aralarında bulunduğu toprakları ele geçirdi. 1253 yılında Rutenya Krallığı’nın ilk kralı olarak taç giydi.1579’da Polonya-Litvanya Birliği, krallığın topraklarının çoğunu ele geçirse de Kazaklar (*) ve Rutenyalı köylüler isyan ederek Kiev’i ele geçirdi, 1648’de Kazak Hetmanlığı’nı (devlet) kurdu.

Pereyaslav Antlaşması Çar’a bağlılık karşılığında Kazak Hetmanlığı’na askeri koruma sağladı. Bu, Ukrayna’nın doğusunu ve Kiev’i Rusya’ya bağlayan siyasi bir birlikti. Kazakların özerkliğini korumasına izin verildi; Kiev Metropoliti ise Moskova’ya değil, Konstantinopolis’e bağlıydı. Ukrayna kısmen bağımsızdı ve örneğin kendi dış politikasını izleme hakkına sahip değildi.

Bu, yoğun polemik yaratan bir konu. Ukrayna tarafına göre, Kazak Hetmanlığı’nın kurucusu Bohdan Hmelnitski içinde bulunduğu zor durumdan geçici bir kurtuluş yolu olarak gördüğü için anlaşmayı imzalamak zorunda kalmıştı. Aslında Osmanlı İmparatorluğu, Polonya-Litvanya Birliği’ne karşı Kazaklara koruma sözü vermiş ama tutmamıştı. Hmelnitski Osmanlılara daha fazla güvenemeyeceğini hissettiği için Ortodoks Moskova’yı doğal müttefik olarak görmüştü.

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2021 yılında kaleme aldığı makalede, Hmelnitski’nin 1654 yılında Zaporijya’yı ve bütün Rus Ortodoks dünyasını büyük gücü altına aldığı için Çar Aleksey Mihailoviç’e teşekkür eden mektubuna atıfta bulundu. Yani Putin’e göre bu, Kazakların kendilerini Rus Ortodoks olarak tanımladığı anlamına geliyordu.

Çağdaş Rus tarih kitaplarında ilk Romanovlar Rusya’yı felaketin eşiğinden döndürerek devletin gücünü tesis ederek Rus topraklarını kurtaran kahramanlar olarak söz edilir. Bu çerçevede Pereyaslav, Ukrayna ile Rusya’nın yeniden birleştiği antlaşma olarak görülür. Ders kitaplarında, belgesellerde, kilise sözcülerinin açıklamalarında hatta Rus yetkililerin Telegram paylaşımlarında kullanılan dil Ukraynalılarla Rusların hep tek bir ulus olmasına, tarihsel ve ruhani açıdan aynı ulusun parçalarını oluşturmalarına vurgu yapar.

O nedenle çoğu kişi için Rusya’nın Ukrayna’da düzenlediği “askeri operasyon” tarihi düzeltmenin bir yoludur, ağır bedel ödenen korkunç bir işgal değil.

(*) Kazakistan Kazakları kastedilmiyor.

Manşet görseli: Pereyaslav Antlaşması’nın 300. yıl dönümü anısına 1954 yılında Sovyet Posta İdaresi tarafından çıkarılan pul.

12 Eylül 2023 Salı

BRICS Parası yolda mı?



 

M. Hakkı Yazıcı

mhyazici@yandex.ru

 

 

İgor ve Serkan’la ofisin ihtiyaçları için alışverişe gittik.

Market arabası lazım. Arabalar peş peşe, küçük zincirlerle birbirine bağlı. On rublelik madeni parayı jeton gibi koyup market arabasını zincirlerinden kurtarıyorsun.

Benim cebimde bozukluk on ruble yok. İgor’a soruyorum onda da,.. Serkan’da da yok...

Neyseki alışverişini bitirmiş bir adam halimizi anlayıp, boş market arabasını gülümseyerek bize veriyor, sorunu çözüyoruz.

Çok uzun zamandır insanlar artık ceplerinde madeni para taşımıyorlar.

Eskiden yürüyenlerin cebinden birbirine çarpıp, şıkırdayan madeni paraların melodisi gelirdi.

Madeni paralar cebimizi delerdi. Usanmadan, defalarca onarırdık.

Şimdilerde insanlar kağıt para da taşımıyorlar. Banka kartlarıyla alışverişe alıştı herkes. Hele o, değdirdiğin zaman şifre falan girmeden ödemeyi yapabildiğin kartlar yok mu, onlara bayılıyorum.”

“Peki, ya hesabında yeterli para yoksa?” diye soruyor İgor.

“Elindeki yüksek limitli bir kredi kartıysa sorun yok,” diye cevap veriyorum gülerek.

İgor, anladı mı bilmiyorum, ama söylediğim laf karşılığı olmadan para basan ülkelere metaforik bir gönderme aslında. Neyse, uygun bir benzetme olmaması ihtimali üzerine devam etmiyorum.

Serkan’a çocukluğumda 40 paralık, 1 kuruş ve 100 paralık, yani 2.5 kuruşluk paraların olduğundan bahsediyorum.

“Abi, valla tarih gibisin,” diyor.

“2,5 kuruşluk madeni paraların ortası delikti, tobaç çevirmek için kullanırdık. Tahtadan yapılmış topacın kırbacı dediğimiz ipi içinden geçirip düğümlerdik. Yaa, görüyor musun Serkan kardeşim enflasyonu; şimdi kuruş mu kaldı?”

***

Yürürken para konusuna devam ettik.

Herkes sıkça konuşuyor ya, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diye. Evet, bir şeyler değişiyor. Ve dünya bunun doğum sancılarını yaşıyor.

Aslında her gün haberlerde izlediğimiz olayların arkasında bilinmesi, incelenmesi gereken tarihi, ekonomik, jeopolitik anlamlar var.

Ukrayna sorunu derken, Güney Pasifik, Afrika, Balkanlar, Ermenistan-Azerbaycan, Irak, Suriye’deki son gelişmeler

Yarın nasıl bir güne uyanacağımızı bilemiyoruz.

Genel kanaat sorunun artık dünyadaki mevcut düzenin sürdürülemez bir boyutta olmasından kaynaklandığı yönünde.

Yeni, adil, barış içinde yaşanılan bir dünyaya gereksinim var.

Kapitalizm, doğası gereği girdiği krizleri eskisi gibi atlatarak yoluna devam etme kabiliyetini yitirmiş durumda.

Çevre, iklim sorunları kadar önemli bir sorun ve hatta en önemlisi ise ABD Dolarının artık rezerv para olma güvenirliğini çoktan yitirmiş olması.

***

Geçenlerde Güney Afrika'da BRICS Zirvesi düzenlendi.

Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’nın oluşturdukları bir birlik BRİCS. Adını da bu ülkelerin İngilizce isimlerinin baş harflerinin bir araya getirilmesinden alıyor.

Son Zirve’de Arjantin, İran, Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Etiyopya'nın BRICS'e üyelik başvuruları onaylandı.

Yeni üyelerin tam üye statüsüyle davet edilmesine ilişkin karar, Ocak 2024'ten itibaren yürürlüğe girecek.

Serkan, “Şimdi ne olacak, BRİCS isim mi değiştirecek? Yeni katılacak ülkelerin isimlerinin baş harfi de eklenince Birliğin adı örneğin BRICSAISEUE mi olacak?” diyor.

Bu soruda şaka var, ama işler gerçekten biraz karışık Hindistan, İngiliz sömürgeciliğinin izlerini kazımak amacıyla kendi isminin değiştirilmesi için girişimde. Bharat, yani baharat ismini kullanmak istiyorlar. Başbakan Narendra Modi, zirvenin açılış konuşmasını yaparken önündeki ülke plaketinde ‘India’ (Hindistan) yerine “Bharat” yazıyordu.

Bizim İngilizce Turkey, yani hindi” isminin kullanılmasına itiraz ederek yerine Türkiye isminin kullanılmasını istememiz gibi.

Halklar, artık sömürgecilik izlerinden kurtulmak istiyorlar. Afrika’da, Ortadoğu’da cetvelle çizilen, uydurma haritaların kaderinden kurtulmak isteği gibi bir şey.

Neyse, şakayı bir kenara bırakalım, ciddi bir ekonomik, politik açılım yaşanıyor.

Hemen arkasından bu yıl 18'incisi düzenlenen, dünyanın en büyük 20 ekonomisine sahip ülkelerin bir araya geldiği G20 Liderler Zirvesi, dönem başkanı Hindistan'ın başkenti Yeni Delhi'de "Tek Yeryüzü, Tek Aile, Tek Gelecek" ana temasıyla 9-10 Eylül tarihlerinde Hindistan'da yapıldı.

Her gün yeni bir gelişme.

***

Müthiş bir rekabet var.

Sputnik bunu mercek altına almış.

BRİCS’in yeni üyelerle birlikte ulaştığı ekonomik büyüklüğü ABD, Kanada, İngiltere, Almanya, İtalya, Fransa ve Japonya’nın oluşturduğu G7 toplululuğunun rakamlarıyla karşılaştırmış.

IMF World Economic Outlook verilerine göre; 2023 yılında genişleme sürecindeki BRICS'in dünya GSYİH içindeki payı % 36,9’a ulaşırken, G7 ülkelerinin dünya GSYİH içindeki payı % 29,9’da kalmış.

***
Henüz sadece bir temenni aşamasında olmakla birlikte Rusya ve Çin öncülüğünde kurulan BRICS'in ilk sembolik banknotu ortaya çıkmış.

BRICS’in ABD Dolarının küresel hegemonyasını kırmak için harekete geçtiğini biliyorduk.

Güney Afrika Cumhuriyeti'nin Johannesburg kentinde toplanan BRICS'te çarpıcı bir hamle gelmiş. İran’ın resmi ajansı IRNA'da yer alan bir habere göre; BAE'nin yeni üye sıfatıyla BRICS'e katılımı nedeniyle Güney Afrika Cumhuriyeti'nin başkenti Pretorya'daki BAE Büyükelçiliği'nde düzenlenen bir törende, Rusya'nın Güney Afrika Büyükelçisi İlya Rogaçev, sembolik olarak Rusya'da basıldığını söylediği 100'lük BRICS banknotunun tanıtımını yaparak, BAE büyükelçisine sunmuş.

Rusya'nın "banknot" hamlesi, ABD Dolarına karşı yapılan, rekabet amacını içeren bir eylem şeklinde yorumlanırken, banknottaki BRICS üyesi 5 ülkenin bayrakları dikkat çekmiş. Öte yandan banknotta "BRICS Yeni Kalkınma Bankası" adına da yer verilmiş.

***

Epeyce önce Rusya Devlet Başkanı Putin'in basın sözcüsü Dmitri Peskov, ABD ve Avrupa Birliği'nin ekonomik yaptırımları uygulamaya başlaması durumunda Rusya'nın diğer ortaklarıyla iletişime geçeceğini bildirmişti. 

BBC'ye açıklamalar yapan Peskov, "Eğer ekonomik ortağımız dünyanın bir ucundan bizi yaptırımlarla tehdit ediyorsa, biz de dünyanın bir diğer ucundaki diğer ortaklarımızla iletişime geçeriz. Dünya tek bir ülke etrafında dönmüyor, biz diğer ekonomik ortaklarımıza konsantre olacağız," diye konuşmuştu.

İşte, o süreç yaşanıyor.

***

Bakalım, neler olacak hayatta.

Benim çok sevdiğim bir anektod var:

Çin Devrimi’nin önderlerinden Çu En Lay’a Fransız Devrimi hakkında ne düşünüyorsunuz diye sormuşlar, yorum yapmak için henüz erken demiş.

***

Evet, bu rezerv para konusu çok önemli.

Rezerv para, ülkelerin dünya ticaretinde, uluslararası alışverişte kendi paralarının dışında da kabul ettiği para birimine deniliyor. Mesela ABD Doları, Euro, İngiliz Sterlini, Japon Yeni,..

Eskiden Altın Standardı (Gold Standart) dönemi vardı.

İngiltere’nin 1931’de, Altın Standardından ayrılmasıyla bir iktisadi dönem kapandı.

Sonra dünya Bretton Woods dönemini yaşadı.

Bretton Woods neydi?

Adını 1944’te toplantıya ev sahipliği yapan kasabadan alan Bretton Woods Anlaşması, ABD’nin ağalık döneminin yeni bir başlangıcıydı.

Bu süreç, sadece dünyanın az gelişmiş, geri bıraktırılmış ülkelerinin köleliğinin pekiştirilmesi değil, Avrupa’nın da teslim alınması sürecinde yeni ve çok önemli bir kilometre taşıydı.

Bretton Woods da Altın Standardı gibi kurallarla gelmişti.

Bretton Woods Anlaşmasıyla dolar, altına dönüşebilen tek para birimi olarak kabul edildi. 1 ons altın 35 dolara eşit olacaktı. Amerika Birleşik Devletleri dış talep olduğunda doları bu tutar karşılığında altına çevirmeyi kabul etmişti. Diğer ülke para birimlerinin değeri de dolara göre belirlenecekti.

Arkasından ABD ekonomik denetiminin diğer araçlarını da yarattı: Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) kuruldu. Marshall yardımı devreye sokuldu.

Böylece dolar saltanatı başlamış oldu.

Ta ki 1971’de Amerikan başkanı Nixon’un ben doları altından ayırıyorum demesine kadar.

Yani bir başka deyişle Dolar, altını ekarte etti diyebiliriz.

Ancak artık ABD Doları fiilen dünya parası olmuştu. Hem rezerv paraydı, hem her çeşit işlemin yapıldığı ve kaydedildiği bir para, hem de spekülasyon için kullanılan bir paraydı.

1973’ten bugüne dünya parası yine dolardır. Altından ayrıldıktan sonra da Amerikan doları, fiilen dünya parası olmaya devam etti.

Neye dayanıyor?

Açıkçası somut hiçbir şeye dayanmıyor.

Dolar, bütün dünyada bollaşırken herkes onun değerinden şüphe ediyor.

Amerika dünyanın en büyük borçlusu.

İşte, içinde bulunduğumuz noktada büyük sorun budur.

***

Moskova’da  güzel bir sonbahar günündeydik. Henüz ağaçların yaprakları sararıp dökülmeye başlamamıştı, ama eli kulağındaydı.

İgor’a, “Türkiye’de ithal hammaddeye dayalı üretim yapan, bu yüzden döviz üzerinden borçlanan bir sanayiciye dolar yapraklar gibi ağaçta yetişseydi hangi mevsimi daha çok severdin diye sormuşlar,” diyorum.

“Ne cevap vermis?”

“Pek tabii ki sonbaharı,” demiş, “Dolar sararıp, düşerdi.”

***

Bu arada bir iş seyahati için dolara ihtiyacımız var, karşımıza çıkan ilk banka ATM’sinden aceleyle para çekiyoruz.

Serkan, bizimle yine dalgasını geçiyor:

“Vakit nakitse o zaman ATM'ler zaman makineleri mi, abi?”

Başımı sallıyorum.

Sonra yakın bir döviz büfesinden dolar alıyoruz.

Şikayetleniyorum:

“Öfff, ne kadar yükselmiş dolar!”

İgor, “Aslında karşılığı şüpheli bir para,” diyor.

Hayat, pahalı!.. En yüksek feryat ne yazık ki yine Türkiye’den geliyor. Ben, şahsen mağdur bir emekli olarak bunu iliklerime kadar hissediyorum.

Serhan, muzipliğine devam ediyor:

“Ben, şu anda paramın yetmediği ürünleri satan firmaları boykot ediyorum.”

Soruyorum:

“Peki, dağın haberi var mı tavşancık?”

Aldırmıyor.

Bu defa, “Paranın sahte olup olmadığını nasıl anlarsın?” diye soruyor.

“Üç dolarlık bir banknotsa emin olabilirsin,” diyorum.

***

İgor’a “Ismarlama rüya olur mu?” diye soruyorum.

“Bilmem,” diye cevap veriyor.

“Olmaz, ama ben, her gece sabahları hep aynı rüyayı görmüş olarak uyanmak için yatıyorum.  Meğer bütün halklar özgür olmuş. Herkes mutlu. Herkes kendi anadilini konuşuyor, ama herkes birbirini anlıyor,” diyorum.

Rus liderlerin ilginç hobileri



Fuad Safarov

Kaynak: https://medyagunlugu.com/

 

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in judo, yüzme, doğa gezisi, buz hokeyi, binicilik ve balık tutma, eski Devlet Başkanı Dmitriy Medvedev’in yoga, yüzme ve rock müzik dinleme gibi hobileri olduğu biliniyor. Fakat Rus çarları ve Sovyet liderlerinin ilginç hobileri modern dönemin yöneticilerine taş çıkaracak cinsten.

Rus tarih sitelerinde Rusya çarları ve Sovyet liderlerinin hayatları ve ilginç hobilerine dair ilginç bilgiler yer alıyor.

Örneğin, Çar İvan Grozni ya da Türkçede bilinen adıyla “Korkunç İvan” büyücülüğü ve falcılığı çok severdi. Hatta, gelecekteki politik olayları öngörebilmek için falcılardan yararlanıyordu.

Türkiye’de “deli”, Rusya’da ise “büyük” lakabıyla tanınan I. Petro (Pyotr) ise en çok hobisi olan Rus çarıydı. Petro, gemilerin inşası için proje çizmeyi, ayakkabı tamiri yapmayı, ağrıyan dişleri çekmeyi, yeni kentler inşa etmeyi ve sanat eserleri toplamayı çok severdi.

Çocuk huylu bir çar olan III. Petro votka içmeyi ve savaş oyunları oynamaya bayılıyordu. Hatta bu işi o kadar çok ciddiye alıyordu ki örneğin, bir fareyi iki savaş oyuncağını yediği gerekçesiyle idam ettirmişti!

Tarihte en sert, zalim ve ciddi çar diye tanınan Çar 1. Nikolay ise boş vakitlerinde, Rus ordusuna ait askeri kıyafet ve üniformaların dizaynıyla uğraşıyordu. 1. Nikolay’ın bu işlerden çok iyi anladığı hatta günlerce üniforma resimleri üzerinde çalıştığı resmi kayıtlarda yer alıyor.

Çar 2. Nikolay’ın ise iyi kemençe çaldığı biliniyor. Söylentilere göre bir gün yakın akrabası Prenses Gagarina Çar’ın kemençesini saklamış. Çok bozulan Nikolay kemençe geri verilse de bir daha eline almamış. Ayrıca, 2. Nikolay’ın av hastası olduğu belirtiliyor. Kayıtlara göre, son çar Nikolay tüfekle altı ayı, 48 porsuk, 20 kurt, 140 tilki, 899 sokak köpeği, bin 322 kedi, üç bin 341 karga ve 273 baykuş öldürmüş.

Bolşevik devrimi lideri ve SSCB’nin kurucusu Vladimir Lenin (Ulyanov) ise bisiklet hastasıydı. Uzun yıllar yurt dışında gizlenen Lenin bisiklete binme hobisine Paris’te merak salmış. Ayrıca Lenin satranç oynamayı çok severdi.

Stalin ise sık sık Bolşoy Tiyatrosu’nu ziyaret eder, opera ve baleyi izlemeyi çok severdi ama sinema özel bir tutkusuydu. Kremlin’deki özel sinema salonuna arkadaşlarını davet ederek yeni çıkan filmleri izlerdi. Daha sonra filmlerle ilgili duygularını paylaşmayı severdi. Stalin bilardo oynamaya ve şarkı söylemeye de bayılıyordu.

Ayrıca Stalin av meraklısıydı, ava giderken yanında kapan almayı da unutmazdı. Kapanla av yakalamak özel keyfiydi.

Nikita Kruşçev ise motosiklet kullanmayı seviyordu. Kruşçev bunun dışında yaban domuz ve tavşan avlamayı çok severdi. Örneğin 1964 yılında Kruşçev, konuğu olan dönemin Küba devrimci lideri Fidel Castro’ya kendi maharetini göstermek için iki büyük yaban domuzu, iki keçi ve dört tavşanı tüfekle avladı.

SSCB liderlerinden Leonid Brejnev’in ise içki masasını, arabaları ve hokeyi sevdiği söyleniyor. Fakat Brejnev’in en çok sevdiği hobisinin av olduğu biliniyor. Brejnev’in 90 adet av tüfeğine sahip olduğu, son avına ölümünden 1 gün önce çıktığı belirtiliyor. Eski Koruma Müdür Yardımcısı Vladimir Medvedev’in anlattığına göre, tüfekleri Brejnev’e arkadaşları armağan etmişti. Medvedev, “Brejnev mükemmel atış yapardı, tüfeğin ruhunu anlardı” diyor. Yaban domuzu ve geyik avlama tutkunu olan Brejnev, her atıştan sonra hayvanın ölüp ölmediğini kontrol eder, ölmemişse arka arkaya ateş etmekten zevk alırdı. Her avdan sonra Sovyet liderleri piknik yaparak votka ortamında avın keyfini çıkarırdı.

Brejnev’den sonra başa geçen Yuriy Andropov ise şair olarak ün yapmış. Uzmanlar Sovyet gizli servisi KGB’nin efsanevi başkanlarından biri olan Andropov’un güzel şiirler yazdığını söylüyor.

Konstantin Çernenko ise futbol hayranıydı. Spartak Moskova’nın fanatiği olan Çernenko, 1970’lı yılların ortasında parti makamından yararlanarak takımının Sovyet Üst Ligi’nden düşmesine bile engel olmuş.

Kafkasyalı Mihail Gorbaçov ise hamurlu yiyecekleri çok severdi. Fakat Gorbaçov’un en büyük hobisi, eşi Raisa ile birlikte geceleri saatlerce yürümekti.

Rusya Federasyonu’nun ilk Devlet Başkanı Boris Yeltsin, gençliğinde voleybol oynamayı sevse de yıllar içinde bu sporu tenisle değiştirdi. Ayrıca, edebiyata ilgi hobileri arasında yer aldı, kitaplar topladı. Hayatının son yıllarında ise film izlemeye çok zaman ayırdı.

11 Eylül 2023 Pazartesi

İstanbul’un Beyaz Rusları


Halil Ocaklı

Kaynak: https://medyagunlugu.com/

 

 

Rusya’da 1917’deki Bolşevik ayaklanmasıyla başlayan iç savaş, Bolşeviklerin komünist ideoloji karşıtlarından oluşan askeri koalisyona üstün gelmesiyle sona ermişti.

Bolşevik ordusu kendilerine “Kızıl Ordu”, muhaliflerine ise beyaz bandana ve üniforma kullandıkları için “Beyaz Ordu “adını vermişlerdi. “Beyaz Ruslar” olarak da bilinen bu ordunun, adı aslında ‘Beyaz Rusya’ anlamına gelen Belarus halkıyla hiçbir bağlantısı yoktur.

1922’ye kadar süren iç savaş sırasında Beyaz Rusların kaçışı önemli bir entelektüel kayba ve sosyokültürel çerçevede bir çöküşe neden oldu. Ancak eski rejimin yapı ve kurumlarından bir an önce kurtulmak gerektiğine inanan komünistler bunu asla önemsemedi.

Beyaz Ordu, içinde Çarlık yanlılarını olduğu kadar farklı antikomünist ideolojileri de kapsayan geniş bir koalisyondu. Dolayısıyla bu orduda çatışan Beyaz Rusları yalnızca Çar yanlısı olarak görmek doğru değildir. Bu grupların ortak noktası, Bolşevik yönetimini istemiyor olmalarıydı.

Ancak Birinci Dünya Savaşı’nın ağır kayıplar ve savaş sonrasında Rusya’nın yaşanan ekonomik çöküş, kitlelerin Bolşeviklere sempati duymasına neden oldu. Bolşevikler özgürlük, eşitlik ve adalet gibi söz verişlerle kitlelerin ilgisini canlı tutmayı başarıyorlardı.

Kızıl Ordu’nun zaferinden sonra, mağlup Beyaz Ruslar kaçmaya çalışırken zorlu koşullarla karşılaştı. Bazıları sınırda yakalanıp idam edilirken, diğerleri yolculukları sırasında hastalık ve açlık gibi zorluklara katlandı. Yine de çok sayıda Beyaz Ordu üyesi Rusya’dan kaçmayı ve yeni hayatlar kurmayı başardı.

İstanbul başlıca transit kaçış noktası olarak kullanılıyor, buradan Avrupa’ya, oradan da büyük kısmı ABD’ye geçiyorlardı. Ancak 1925’in sonuna gelindiği halde hâlâ başka ülkelere göç etmeyip İstanbul’da kalmayı tercih eden Beyaz Ruslar da vardı. Net bir sayı vermek zor olsa da, İstanbul’da yaşamayı seçen Beyaz Rus mültecilerin 20 bin dolayında bulunduğu varsayılmaktadır.

Ancak ciddi bir sorun vardı: Osmanlı kısa süre önce Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış, önemli kayıplar vermiş, kaynakları tükenmiş ve toplumun her katmanında moral bozukluğu egemendi. Üstelik İstanbul işgal altındaydı.

İstanbul’da konuşlu 35 bin İngiliz, 16 bin Fransız, 12 bin İtalyan ve yaklaşık 20 bin Yunan askeri başkenti kontrol ediyordu. O sırada nüfusu 900 bin olan kente 300.000’den fazla Rus mülteci bir çığ gibi aktı. Zaten karmaşık olan durum daha da karıştı.

İşgal güçleri sığınmacılara destek sunmak için fazla gönüllü olmuyorlardı çünkü (İtalyan askerler hariç) hepsi çöktükleri yalı ve konaklardaki değerli eşyaları kargo için paketlemekle meşguldü.

Ayrıca, 15 Mayıs 1919’da Yunan ordusunun İzmir’e çıkmasının ardından Türk Kurtuluş Savaşı başlamıştı. 11 Ekim 1922’de Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasıyla yeni devlet bir Cumhuriyet olarak kuruldu ve 600 yıllık saltanat sona erdi.

Ruslar onca yoksulluğa, zorlu koşullara ve sıkışmışlığa karşın İstanbul’un ekonomik, kültür ve eğitim yaşantısına unutulmaz katkılarda bulundular. İmzalarını attıkları mimarlık, tiyatro, bale, opera, yontu, resim, müzik ve edebiyat gibi sanatsal etkinliklerle İstanbul’u başka bir boyuta taşıdılar.

Örneğin, 1918 yılında eşi Natalya ile birlikte İstanbul’a gelen Sergey Rahmaninov çeşitli konserler verdi. Hatta 2. Piyano Konçertosu’nu 3 yıl kaldığı İstanbul’dayken besteledi ve bu konçerto 1921 yılında ilk kez İstanbul’da seslendirildi.

Yazar Ivan Bunin 1920-1930 yılları arasında İstanbul’da yaşamış ve buradan ayrıldıktan 3 yıl sonra Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmıştır. “Dr. Jivago” romanının yazarı Boris Pasternak, yazar Ivan Şmelyov, yazar Aleksandr Kuprin, filozof Nikolay Berdyayev ve şair Anna Ahmatova da o yıllarda İstanbul’da yaşamış ünlü kişilerdir.

İlginçtir, Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı konak Aleksandr Ganyanov adlı bir Rus fotoğraf sanatçısına aitti. Türkiye’nin en önemli fotoğraf ustalarından biri olarak kabul edilen Ganyanov, o dönemde çektiği fotoğraflarla İstanbul’un tarihi ve kültürel mirasının önemli bir bölümünü belgelemiştir.

Rusların İstanbul’un kent yaşamında başka yeniliklere de öncülük ettikleri, örneğin plaj kültürünü ve denize girme alışkanlığını yaygınlaştırdıkları söylenir. Beyaz Ruslar iyi eğitimli, iyi giyimli, kültürlü ve görgülü insanlardı ve çoğu otomobil sürmeyi biliyordu.

İçine düştükleri yoksulluk onları bilgi ve yeteneklerini kullanma konusunda buluşçu yapmıştı. Taksim’de dolmuşçuluğu ve Şişhane’de abajur ve avize işini de ilk başlatan onlar oldu. Özellikle Nadya adlı saraylı bir hanımefendinin elleriyle işlediği abajurlar çok popülerdi.

O dönemde iyi okulların çoğunda müzik, bale, opera eğitmenleri Rus idi. Örneğin Tamara Platonova, Margarita Fokina, Mariya Fedorova ve Natalya Pavlova gibi

Çoğunluğu göç etmiş olsa da 1950’lerin başında Karaköy ve çevresinde hâlâ 6-7 bine yakın Rus yaşıyordu. Karaköy’de Rusça konuşan Karaim Türklerinden oluşan bir Musevi nüfusu vardı ve onlarla sosyalleşmek kolaydı. Karaköy’ün asıl adı da zaten Karaimköy’dü.

İstanbul tarihçisi Jack Deleon, “Beyoğlu’nda Beyaz Ruslar” başlıklı mükemmel bir kitap yazdı. Onlarca ilginç hikâyenin yer aldığı bu kitap 1996 yılında Remzi Kitabevi tarafından basılmış ve daha sonra D&R tarafından sesli kitap olarak çıkarılmıştı. Jack Deleon gibi değerli bir tarihçiyi genç yaşta kaybetmiş olmak büyük bir talihsizlik.

İstanbul’u kendine vatan seçmiş Ruslar da ne yazık ki 6-7 Eylül (1955) büyük talanından zarar görmüş ve kaçmak zorunda kalmışlardır. Bildiğim kadarıyla, bugün Karaköy civarında ataları bir asır önce gelmiş olan yalnızca 400 kadar Beyaz Rus kökenli vatandaş yaşıyor.

Anadolu’nun ana kucağına sığınan ve kent kültürüne değerli katkılar sağlayan bu güzel insanları da “kışkışlamayı” başarmışız!..

 

halilocakli@yahoo.com

10 Eylül 2023 Pazar

Tolstoy Aşka Düşman mıydı?

 


Ron Rosenbaum

Kaynak: https://oggito.com/  

 

Tolstoy’un Anna Karenina ya da Savaş ve Barış gibi hacimli romanlarına aşina olan okurlar için oldukça farklı, acı verici ve sarsıcı.

 

Rusya ormanlarının derinliklerinde, gözlerden ırak bir mağarada münzevi hayatı yaşayan ve yedi yıldır hiç kimseyle konuşmayan Sergius günün birinde dünyevi zevkleri olan bir kadınla karşılaşır ve kadının ayartmalarına direnmekte öylesine güçlük çeker ki, kendini zapt edebilmek için –Tolstoy’un bize söylediği kadarıyla– eline bir balta alarak kendi parmağını “ikinci eklemin hemen altından” kesip koparır.

Bu sırada kendisine çağdaş Tolstoy novellalarından birinde yer bulan zengin toprak sahibi Evgeny, “kara gözlü” hizmetçi kızın simasına olan saplantısından kurtulamaz ve çareyi tabancasına sarılmakta bulur: ya gözleriyle onu büyüleyen kızı öldürecektir ya da kendi beynine sapladığı kurşun sayesinde “onurunu” kurtaracak. Ve bambaşka bir yerde, üçüncü novellanın buzla örtülü steplerinde seyahat eden yolcular kendilerini bir anda karısını süvari kılıcıyla doğradıktan sonra yakalanan ama deliliği dolayısıyla serbest bırakılan Pozdnyshev’in önünde bulur.

Peki bu üç sahne arasındaki ortak nokta ne? Serge Baba, Şeytan ve Kreutzer Sonatı; sırasıyla cinayet, delilik ve kendi kendine zarar vermeyi konu alan ve Tolstoy’un yaşamının son otuz yılında kaleme aldığı üç novellanın da merkezinde, yazarın aşk, cinsellik ve üremeye karşı geliştirdiği nefret dolu mizacının sebebiyet verdiği derin bir karanlık ve ona eşlik eden tartışmalı bir iddia var: insan ırkının nesli bir an evvel tükenmeli – onu cinselliğe sevk eden aşktan feragat edip hayvan gibi üremeyi bırakırsa pekâlâ kendi kendini yok edebilir. 

Tolstoy’un Anna Karenina ya da Savaş ve Barış gibi hacimli romanlarına aşina olan okurlar için oldukça farklı, acı verici ve sarsıcı. Fakat yine de In Defense of Love (Aşkı Savunurken) isimli bir kitapta ona niçin yer verildiğini merak ettiyseniz Tolstoy’u bir de aşka düşman bir figür olarak tasavvur edin çünkü Tolstoy’un karısı Sofia’nın Kreutzer Sonatı’na cevaben yazmış olduğu Whose Fault (Hata Kimde?) yıllar sonra yayımlandığında Tolstoy’un kadınlara olan yaklaşımı bende başka bir algıya yol açtı.

Sofia Tolstaya’nın novellası hem Lev Tolstoy’un Kreutzer Sonatı’nda çizmiş olduğu cinsellik, aşk, evlilik ve üreme karşıtı tavra ışık tuttu hem de Tolstoy’un azizlere öykünen bilgeliğini, herhangi bir eleştirel bakış olmaksızın yüceltme eğiliminde olan kültür dünyasına esaslı bir eleştiri metni sundu. Lev Tolstoy’un aşka ve evliliğe olan düşmanlığını kurmaca üzerinden de olsa üstü örtülü bir biçimde tasvir eden roman hiç yayımlanmadı ve tercüme edilmedi. Sofia’nın anlatısının yüz yıl süreyle Moskova Devlet Kütüphanesi’nin koleksiyonlarında saklı kalmasının sebebiyse bu büyük yazarın “öteki” Tolstoy’un, yani Tolstoy’un karısının gözünden tanınmasını istemeyen Tolstoy hanedanının ısrarıydı.

Sofia’nın Kreutzer Sonatı’na cevap olarak yazdığı ve kendi ifadesiyle Tolstoy’a ayna tutan bu roman,  bir bakıma kocasına doğrultulmuş bir silah. Hedefindeyse kocasının insan ırkının yok oluşuna duyduğu özlem ve aşka karşı geliştirmiş olduğu düşmanlık var. Oysa edebiyat dünyası, Tolstoy’un geç dönem eserlerindeki bu insan düşmanlığını genellikle görmezden gelme eğilimindedir. Ama Sofia’nın romanının akademisyen Michael R. Katz tarafından İngilizceye çevrilerek 2014 yılında (Yale University Press tarafından The Kreutzer Sonata Variations isimli bir antoloji içerisinde) yayımlanmasıyla birlikte farklı bakış açıları da oluşmaya başladı.

Serge Baba, Şeytan ve Kreutzer Sonatı’ndaki karanlık ve kasvetli tasavvurlara böylesi yeni bir bakış açısıyla yaklaşmaksa kutsallık ve bilgelik söz konusu olduğunda dünya çapında emsalsiz bir üne sahip olan Tolstoy’u bir anda tanınmış bir dahi ve bilgi olma mertebesinden indirip hani neredeyse tam aksi bir kişilik haline getirdi. Fakat yine de, Tolstoy’u sadece Rus romantizminin dehası ve bilgesi olarak değil, bütünüyle tanımamız gerektiğine inanıyorum. Sofia Tolstaya’nın romanı belki de en çok bu açıdan önemli çünkü aşka bir düşman olarak değil, bir olasılık olarak yaklaşıyor ve her şeye rağmen aşkı savunuyor. Ancak buradaki savunma, Tolstoy’un hayvani bir etkileşime indirgediği türden bir cinselliğe değil, erosa ilişkin. Bu da bende o karanlık üçlemenin derinliklerine inme ve Tolstoy’un öfkesinin kökenine yeniden bakma isteği uyandırdı – Tolstoy’u aşka düşman eden şey neydi?

Akademisyenler, Tolstoy’un bu üç eserinden hangisinin önce hangisinin sonra yazıldığını net olarak belirtmeseler de bana kalırsa Serge Baba’dan itibaren giderek artan bir kötü niyet söz konusu. Serge Baba’yı Şeytan takip eder ki, iş burada bence çok daha çetrefil çünkü Tolstoy’un bu roman için yazdığı ve hem karısından hem de dünyadan sakladığı çok daha radikal, çok daha ölümcül alternatif bir son daha var. Ve Kreutzer; bizleri deliliğin eşiğine, hatta sınırların ötesine taşıyan roman. Nitekim Tolstoy’un karısını bu hastalıklı öfkeye yanıt vermeye yönelten de Kreutzer, yani yazarın insan ırkının yok oluşuna dair beslediği bu arzu oldu.  

Evet, insan ırkının yok edilmesinden bahsediyoruz. Fakat buradaki usul Hitler’in soykırım için tasarladığı aygıtlardan, bütün o toplama kamplarından ve gaz odalarından farklı. Çok daha pasif ama çok daha etkili bir imha yöntemi. Hayvani nitelikteki cinsel birlikteliklere tamamen son verilmesi ve üremeye yol açma tehlikesini içinde barındıran aşkın lanetlenmesi. Böyle düşündüğümüzde Tolstoy’un ciddi ciddi cinselliğe karşı olduğunu söyleyebiliriz ama bunun sebebi namus ya da ona benzer konular değil, insanlığın yok olması için duyduğu derin istekti.

Günün birinde bunun gerçekleşeceğine inanıyor muydu, şüphelerim var. Ama en azından olması gerektiğine dair bir inancı vardı ve bu inanç bir yanıyla Tolstoy’un rüyasıydı.

Peki ona neler oldu?

Aklını aşk yüzünden mi yitirdi yoksa aşktan nefret ettiği için mi?

İşte bir kez daha şu çetrefil “aşk meselesini” ele alıyoruz. Aslına bakarsanız “aşk düşmanları” ile uğraşmadan evvel bizden beklenen şey, aşkın tanımını yapmamızdır ama sizce böyle bir şey mümkün olabilir mi? Bana kalırsa aşkı çözmek, bilinci çözmekten çok daha zor. Belki de insanın karşısına çıkan en zor şey. Ve bütün zor problemler gibi onun da kalbinde bir qualia, yani “şahsi deneyimin niteliği” meselesi yatıyor.  

Bilinçli olduğumuz sürece bilincin farkındayız öyle değil mi? Demek ki bu, bilinçsiz olma durumundan tamamen farklı bir şey. Şimdi aşkı bilincin bir çeşitliliği, aroması olarak düşünün. Peki bunun size bir faydası oldu mu? Olmaz çünkü insan zihni lezzet ya da koku gibi bazı duyuları ilişkili oldukları nesnelerden soyutladığında onları ifade edemez. Bakın, kırmızı bir elma. Peki kırmızı nedir? Bu da tütsülenmiş sarımsak aromalı bir pirzola. Peki sarımsak aroması nasıl tanımlanır? Bir rengi ya da aromayı tanımlarken yaptığınız tek şey bir isim vermektir. Ama aynı aromanın ya da rengin özünü, size nasıl hissettirdiğini tanımlayamazsınız. Algılarınız size özgüve eşsizdir.

Filozoflar buna qualia meselesi adını veriyor. Qualia, doğası tanımlanmasına bağlı olarak değişen nitelikler için kullanılan Latince bir ifade. Mesela kırmızı dediğimde bu hangi anlamda benim kırmızıdır ama senin mavin değildir? Aşk hangi anlamda aşktır da, seks, eros, şefkat, dostluk ya da bunların bir bileşimi değildir? Yanıt verebiliriz, az çok anlamı da yakalarız ama asla kavrayamayız.  Qualia terimi o yüzden çok hoşuma gidiyor. Öte yandan azimle ama beyhude yere avlanan tüylü bıldırcınları (feathered quail) çağrıştırmıyor değil. Filozoflarsa tıpkı dört nala koşan av köpekleri gibi; iz sürüyor, birinin deneyiminin niteliği ötekinin deneyiminin niteliğine karşılık geliyor mu ya da bunu anlamanın bir yöntemi var mı diye araştırıp duruyorlar. Peki kendi deneyimimizin karşımızdaki başka birinin deneyimiyle tıpa tıp örtüştüğünü nasıl anlarız?

Aşkın bizi nasıl etkilediğini biliyoruz. Özellikle de biten ilişkilerden sonra. Hüzünlü country müziklerinin, en iyi ifadeyle kayba dair bu çağdaş şiirlerin bağımlısı olduğumu söylemiştim. Bana göre country şarkıcıları çağımızın metafizik şairleridir. Mesela Willie Nelson’ın “Melekler yeryüzüne yakın uçuyor,” dizesi, aslında gök ve yer arasındaki birliği işaret eden son derece hüzünlü ve hoş bir metafizik ifadedir.

Peki Tolstoy’un yaşamış olduğu deneyimin böyle bir niteliği (qualia) varsa bu, son üç eserinde gördüğümüz değişimi açıklar mı? Kim bilir. Çünkü qualia matematiğe ya da MRI görüntülerine indirgenemez. Qualia, belli uyaranlara maruz kalındığında MRI makinelerinin beyin taramalarıyla ölçemediği her şeydir. Peki ya MRI voltaj eşdeğerlikleri – kantitatif büyüklük haricinde – temsil ettikleri özgün hisleri tanımlayabilir mi? Ya da Tolstoy’un nasıl hissettiği bir yana, ne kadar derinden hissettiğimizi? Mesela Tolstoy, Kreutzer üçlemesini yazdığı esnada aşk deneyiminin getirdiği niteliksel tözden yoksun muydu yoksa onu kayıp mı etmişti?

Bırakın herhangi bir şeyden aldığımız tadın neye benzediğini, herkesin aynı tadı alıp almadığını bile bilmiyoruz. Tatları tanımlayamadığımız gibi ifade de edemeyiz. Ve bu, felsefenin en kadim meselelerinden biri: Çikolatadan aldığım tadın senin çikolatadan aldığın tatla aynı olduğunu nasıl bilebilirim? Belki senin çikolatanın tadı benim için ahududu gibidir, ya da tam aksi. Baş döndürücü değil mi? Tıpkı aşk gibi.

Nörobilim iki farklı insanda aynı elektron dizilimini paylaşan sinir uçları arasındaki korelasyonu tespit edebilir ancak beyindeki birbirine özdeş iki duyu haritasının kalpte aynı duyguyu uyandırıp uyandırmadığını bize söyleyemez. Bazı laboratuvarlarda yoğunluk ölçeği olabilir ama kalplerde böyle bir ölçek bulunmaz. Acaba herkesin “bizden geriye kalacak olan” şeyi, yani sevgisinin bu yönü herkes için aynı mıdır? Tolstoy’un 1878 ile 1883 yılları arasında geçirmiş olduğu radikal değişimden –belki de bir nevi spiritüel krizdir–   bir şeyler öğrenebilir miyiz?

Çeviren: Fulya Kılınçarslan

Çehov’u Yazdığı Öykülerden Tanımak

 


Bob Blaisdell

Kaynak: https://oggito.com/  

 

 

Anton Çehov’un 1886-1887 yılları arasında yazdığı öyküler yaşam hikâyesinin neredeyse tamamını yansıtıyor. Bu öyküleri okurken kendinizi Çehov’un arkadaş çevresine yakın hissediyorsunuz.

 

1886 yılında, Moskova’da yaşayan yirmi altı yaşında bir doktor öykülerden, mizah yazılarından ve makalelerden oluşan bir külliyat yayımladı. Bu yüz on iki parçalık külliyata 1887 yılında altmış dört öykü daha eklendi. Genç yazar kendisini bile hayrete düşüren öyle bir üne kavuştu ki, başkalarının yanı sıra Lev Tolstoy ve Nikolay Leskov gibi devlerin takdirini de kazandı.

Bu arada haftanın altı günü, günde üç saat ailesinin evindeki muayenesinde hasta kabul ediyor ve aynı zamanda ev ziyaretleri yapıyordu. Ailesiyle yaşamaya ve küçük kardeşlerine destek olmaya devam etti. 1886 kışında evlenmek üzere nişanlansa da nişan bozuldu. Parlak eleştirileri ve karşısındakini hayale sürüklemeyen gerçekçi fikirleriyle etrafındaki öbür yazarlara yol gösterdi.  Editörlerle, arkadaşlarıyla ve kendisinden yaşça büyük erkek kardeşleriyle yaptığı samimi, keyifli, hayat dolu yazışmalarını hiç aksatmadan sürdürdü. Yazmak onu yoruyordu ama yazarken –ister mektuplarla içini döksün ister yazdığı öykülerle hem kendini hem de etrafını eğlendirsin– bilinciyle haya gücü birlikte akıyor, duyuları tamamen açılıyordu. Yirmi dört yaşında tüberküloza ve sonrasında başkaca hastalıklara yakalanmıştı. 1887 baharında Güney’e, büyüdüğü Taganrog’a doğru uzun bir seyahate çıktı. Yolculuk esnasında bile yazmaya devam etmişti.

Öykülerinde kendisini pek çok karakterle özdeşleştirdi: doktorlar, hastalar, oyuncular, şoförler, yazarlar, sanatçılar, çocuklar, kadınlar, erkekler, sarhoşlar, dindarlar, Moskovalılar, Petersburglular, sürgünler, kasabalılar, yargıçlar, soruşturma memurları, dolandırıcılar, aşıklar, ebeler, iş sahipleri ve hayvanlar. Kasvetli ve depresif 1887 yazının bitiminden hemen sonra iki hafta içinde dört perdelik bir oyun yazdı. Bu iki yıllık sürede yapmış olduğu sanatsal çalışmalarını, Rusya’nın en ünlü çocuk öykülerinden biri olan Kaştanka ile ve zaman içerisinde meşhur bir novella haline gelen uzun bir metnin (Step) başlangıç kısmını yazarak tamamladı.

Çehov’u dünyanın gündemine getiren ve onu orada tutan şey, hayal gücüydü. Biyografilerinin de odağında yer alan hayal gücü, yazmaya devam ettiği süre boyunca inanılmaz bir gelişme gösterdi ve nihayetinde gerçek yaşam, hayal gücünün etrafındaki bir çerçeve haline geldi. 1888 yılından itibaren verdiği eserlerin sayısı azalsa da yazma hızındaki yavaşlama ancak büyük bir yazarın gurur duyacağı türdendi. Zaman içerisinde doktorluk görevlerine daha az vakit ayırmaya başladı ve 1904 yılında, Rusya’nın Tolstoy’dan sonraki en ünlü yazarı olarak öldü.

Petersburg gazeteleri ve dergileri için kaleme aldığı öykü ve mizah yazılarından hem güncel konuları göz önünde bulundurması gerekiyordu hem de belli bir teslim tarihine bağlı kalması. Anton Çehov’un biyografisini yazarken beni asıl şaşırtan, bu yıllarda yazdığı yüz yetmiş sekiz parçalık külliyatın kronolojik olarak ona gelen ve onun yazdığı mektuplardaki olaylarla paralellik arz etmesi oldu. Öyküleri, herkese bariz bir biçimde mesafeli olan bu adamın psikolojik ve duygusal ruh hallerini yansıtan birer günlük haline gelmişti. Örneğin ona bir hayli sıkıntı veren nişanlılık döneminin ortasında yazdığı bütün öykülerde çiftler kavga ediyor, bir sahneden ötekine hınçla girip çıkıyorlardı. 

Çehov, doktorluk mesleğini sürdürürken aşırı bir iş yükü altına girdiğinde öykülerindeki doktor karakterler de benzer sıkıntılara maruz kaldılar. Çehov, yetenekli ancak alkolik erkek kardeşleriyle otoriter babasını öykü karakterlerine dönüştürdü ancak bunu yaparken tanıdığı insanlarla ilgili detaylara müdahale edip bunları kurgusal olanlarla değiştirdi: karşı cins, daha genç ya da daha yaşlı, farklı bir meslek, farklı bir yer, farklı bir aile gibi. Parlak zekâlı kardeşleri, detaylardaki onca farklılığa rağmen kendilerini öykülerde tanıyabildiler. Babasının, yani serfleri ‘köle gibi çalıştıran’ bir serfin serf oğlu olarak doğan babasının ise Çehov’un öykülerindeki acımasız ve absürt babalarla kendisi arasındaki benzerlikleri fark etmediği söylenir.

Sırf Anna Karenina’yı orijinal dilinden okuyabilmek için yaşıma bakmadan Rusça öğrenmeye çalışırken Çehov’un düzinelerce öyküsünü okudum. Hatta bunlardan bazıları, biz Rusça öğrenenler için hazırlamış, teferruatlı açıklamalar içeren kitaplardı. Çehov’un on üç ciltlik külliyatının tamamını İngilizce çevirilerden zaten okumuştum ama çevirmen Constance Garnett’ın bu öyküleri kronolojik olarak sırlamadığını ya fark etmemiştim ya da umursamamıştım. Garnett öyküleri adeta bir çiçekçinin buket aranjmanı gibi farklı şekillerde bir araya getirmişti – bazen temalarına göre, bazen yazıldıkları zaman aralığına ya da uzunluklarına ve niteliklerine göre.

Fakat Rusça orijinallerini okurken en sevdiğim öykülerin büyük bir kısmının 1886 ve 1887 yıllarında yazıldığını fark ettim. Elbette Çehov’un geç dönem öykülerinden de hoşuma gidenler vardı ama sayıları pek fazla değildi. Peki bu 1886 ve 1887 yıllarını benden başka fark eden var mıydı? Olmaz mı hiç… Çehov hakkında yazılan ve seksenli yılların başından itibaren en az birkaç kez okuduğum ancak sonrasında tamamen aklımdan çıkan bir kitapta şöyle bir değerlendirme vardı: 1886 ve 1887 yılları Rus edebiyatına, hem biçimsel olarak hem de ele aldığı konular itibariyle özgün, hem de sıkışık formuna rağmen az sözle çok şey anlatan özlülüğüyle benzerine az rastlanır türde bir öykü dalgası getirdi.

Çehov’un Rus edebiyatının merkezinde olduğu bu iki yılı kendime çalışma alanı olarak belirledim çünkü böylelikle gerek kendimde gerekse okurda etraflı bir çalışma olduğunu illüzyonu yaratabildim. Zira çok sayıda iyi biyografiye rağmen Çehov’un değindiğim tarzda kapsamlı bir biyografisi yok. Tıpkı Garnett’in öykü derlemeleri gibi bu biyografiler de Çehov’u sadece tek bir yönüyle ele alıyor. Elbette tamamından faydalandım ancak bana asıl yol gösteren 1886 ve 1887 yıllarındaki mektuplar oldu. Tamamını Rusça orijinallerinden okudum fakat bazı alıntılarda İngilizce çevirilerinden faydalandım. Çehov’un başını kaldıracak zamanı yoktu. Dolayısıyla bu mucizevi iki yılda neler olup bittiğini öğrenmemiz ancak onu, Alice’inki gibi her şeyi tersine çeviren bir aynanın içinde yakalamakla mümkün.

Keşke öykülerini, hatta birini bile gerçekten nasıl yazdığını bilebilseydik. Gerçi Çehov’u, hayal gücünün dikte ettiği satırları yazarken izleyebilsek, hatta dar defter sayfalarında hızla gidip gelen sağ elini takip edebilseydik bile onun iki ya da üç saat içinde bir öyküyü tamamlayabilen aşırı odaklanmış zihniyle hızını takdir etmekten öte ne yapabilirdik?

Muhtemelen David Hockney’nin resimlerini iPad’de izlemek gibi bir şey olurdu: çizgiler, şekiller, renkler, tonlar, boyutlar… ve işte, etrafında ağaçların sıralandığı güzel bir yol – ekran bize altmış saniye içerisinde Hockney’nin gözlerindeki telaşı ve parmaklarındaki kararlığı göstermiştir. Çehov’un annesi Evgeniya onu şöyle tasvir ediyor: “Henüz üniversitedeydi. Sabahları masada oturur, çayını yudumlar ve düşünürdü. Böyle zamanlarda ara sıra doğrudan insanın gözlerinin içine bakardı ama o an hiçbir şey görmediğini bilirdim. Hemen sonra cebinden bir defter çıkarır, hızlı hızlı yazmaya başlar, ardından yine düşünmeye koyulurdu.”

En azından onu zihnimizde, böyle bir bakış açısıyla tasavvur edebiliriz. Öyküleri, herhangi büyük bir ressamın manzaraları ve portreleri kadar kişiseldir. David Hockney, resmettiği ağaçlar ya da arkadaşlar değildir. Yine de eserlerinden yola çıkarak onun dünyayı nasıl gördüğünü anlamaya çalışıyor, hatta onun hakkında kendi görme biçimlerimiz hakkında bildiğimizin çok daha fazlasını biliyoruz. Keşke bizler de yaratımına odaklanmış dâhiler olsaydık, o zaman Hockney ve Çehov kıymet verilecek şeyleri takdir etme konusunda bize yardımcı olabilirdi. Çehov’un yazmış olduğu binlerce sayfadan biliyoruz ki, en büyük sınavını kendi insanlığını bütünüyle duyumsamak için kendini özgür bırakırken verdi. Ve onun durumunda bu, zekayla nüktenin kombinasyonu, zayıf olanla savunmasız olana karşı derin bir sempati anlamına geliyordu.

Doğanın aristokrat yazarlara bahşettiğini, daha az ayrıcalıklı olanlar gençlikleriyle ödemek zorundadır. Şimdi genç bir adam hakkında bir öykü yazmayı deneyin.

Genç bir adam hakkında bir öykü yazmaya çalışın. Ve bir serfin, eski bir bakkalın oğlu olan, kilise korosuna üye, okullu, üniversiteli, makam karşısında saygı duymak üzere yetiştirilmiş, rahiplerin elini öpen, başkalarının fikirlerine tapan, önüne konan her ekmek parçası için şükreden, sık sık kırbaç yiyen, öğretmen olmasına rağmen galoşsuz dolaşan, huzur bozan, hayvanlara işkence eden, zengin akrabaların evlerinde akşam yemeklerinin tadını çıkaran, kendi önemsizliğini ikrar edebilmek uğruna insanların karşısında ve hatta Tanrı’nın huzurunda iki yüzlü davranan bu genç adamın kendi içindeki köleyi damla damla sıkarak nasıl dışarıya çıkardığını ve bir sabah uyandığından artık damarlarında dolaşan kanın bir köleye değil de gerçek bir insana ait olduğunu nasıl fark ettiğini anlatın.

“İçindeki köleyi damla damla dışarıya çıkaran,” bu korku içindeki “genç adam” elbette Çehov’un kendisiydi. Zamanında en yakın arkadaşına yazdığı bu satırlar onun şimdiye kadar kendisine dair söylediği en şahsi sözlerdi. Ama ne yazık ki, kendi hikâyesini asla yazmadı. Anı yazarı erkek kardeşleri ve bazı vazifeşinas biyografi yazarları bunu yapmaya çalışsa da hiçbiri başarılı olamadı. Naçizane önerim, Çehov’u kendi yazdığı öykülerden tanımak.

 

Bob Blaisdell, 2022

Çeviren: Fulya Kılınçarslan

Bob Blaisdell’in “How Chekhov Made Sense of His Surroundings Through Writing Short Stories” isimli yazısından kısaltılarak çevrilmiştir.