Moskova

Moskova

29 Şubat 2020 Cumartesi

Tadımlık: “Çağdaşlarının Anılarıyla Anton Pavloviç Çehov”




Kaynak: https://parsomenfanzin.com/



Anton Pavloviç Çehov’un çağdaşı kültür sanat insanlarının yanı sıra onu yakından tanıyan akrabalarının, arkadaşlarının anılarına ve tanıklıklarına yer veren bu kitapta Çehov’un hem edebiyat ve sanatla ilgili görüşlerini hem de “insani” tarafını yansıtan yazılar yer alıyor.


Çehov’un kardeşi Mihail Pavloviç Çehov’un yazısından tadımlık bir bölüm:



Anton Çehov’un Yaz Dinlenceleri

Çehov ailesi 1876’da Taganrog’dan göçtü, Anton Pavloviç ise gimnaziyayı (lise) bitirdikten sonra olgunluk diploması almak için 1879’a dek orada kaldı. O zamanlar kimsenin kır evi denen, yazın oturulacak yerlerden haberi yoktu; köyde çiftliği ya da çevrede bağı-bahçesi olmayanlar bütün yazı kentte sıcaktan kavrularak geçirmek zorundaydılar. Çehovlar da bu ailelerden biriydi. Ailede beş oğlan, bir kız çocuk vardı.[1] Yıl sonu sınavları bitince oğlan çocukları kendi sınıf arkadaşları, komşu çocukları ile birlikte mahallelerinden dışarı ayrılmazlar; sıcak havalar dolayısıyla hep yalınayak gezerlerdi. Geceleri kapalı odalarda uyumak kolay mı? Avluya, evin arkasındaki küçük bahçeye kerevetler atılır, geceleri bunların üstünde yatılırdı. O sıralar 5. sınıf öğrencisi olan Anton Pavloviç kendi diktiği yabanüzümünün altında uyurdu hep, o yüzden “İncir ağacı altında Eyüp Peygamber!” diye ad takmıştı kendisine. O kuytuda yatarken şiirler dizer, manzum bir masal yazmayı düşlerdi. Yazdıklarından birkaç dize hatırımdadır:

Hey, ağalar, neredesiniz, hey!
Bakın, gidiyor ihtiyar Aggey.
Size anlatacak bir masalı var,
İvan ile Savraska kahramanlar…

O çağlardaki tüm okul çocukları gibi Anton Pavloviç de şiiri düzyazıya yeğliyordu.

Evimizin yan bölmesinde S. adında yaşlı bir kadın otururdu. Kadının peltekliği yüzünden Anton Pavloviç ona hep “Şamşa” derdi. İşte bu “Şamşa”nın İraida adında, okula giden küçük bir kızı vardı; geleceğin yazarı, anlaşılan ondan çok hoşlanıyordu. Ama kıza kur yapması da kendine özgüydü. Bir pazar günü İraida hasır şapkasını başına geçirmiş, kelebekler gibi giyinmiş, evden çıkarak öğle ayinine kiliseye gidiyor. Tam o sırada Anton Pavloviç semaver yakmaktadır. Kız önünden geçerken onunla ilgili güldürücü bir şey söyler. Kız buna kızarak somurtur, ağabeyime “mujik” (kaba köylü) der. Beriki altta kalır mı? Yanındaki boş kömür çuvalını kaptığı gibi kızcağızın hasır şapkasına indirir. Bunun üzerine bir kızılca kıyamettir kopar, kömür tozundan göz gözü görmez olur. Başka bir gün de aynı İraida bir nedenden ötürü duygulanarak evin çevresindeki çitin tahtaları üstüne bir şiir yazar. Anton Pavloviç de tebeşiri alır, ona şu karşılığı verir:

Ey, etekli çit ozanı,
Önce kendini tanı!
Git bebeğinle oyna sen,
Bırak da şiir yazmayı!

Yattığımız derme çatma kerevetlerden erkenden kalkardık. Kimi günler annemiz Yevgeniya Yakovlevna’nın akşamdan Anton’a ya da İvan’a tembihleri olurdu, erkenden pazara gitsinler de öğle yemeğine yiyecek bir şeyler getirsinler diye. İlkokula yeni başlamıştım, ağabeylerimin peşine ben de takılırdım. Bir keresinde Anton Pavloviç canlı bir kaz aldı. Eve gelinceye dek hayvancağızı tartakladı durdu. Niçin öyle yaptığını sorduğumuzda;

“Kaz avazı çıktığı kadar bağırsın da herkes bizim kaz yediğimizi öğrensin,” karşılığını verdi.

Pazar yerinde Anton Pavloviç gözünü ötücü kuşlardan, güvercinlerden ayırmazdı. Bu işten çok iyi anlarmış gibi güvercinlerin tüylerine bakar; hangisi taklacı, hangisi yabancıl diye cinslerini anlamaya çalışırdı. Güvercinlerin satıldığı yerde Yera Dubodoglo gibi kuş meraklısı, saka, kanarya avı üstüne konuştukları çocuklar da bulunurdu. Aslında Anton Pavloviç’in kendi güvercinleri vardı evde. Ayak işlerimizi yapan, güvercin delisi Mişka Çeremisov adındaki haşarı oğlanla birlikte her sabah güvercinlikten kuşları dışarı salarlardı. Mişka, kilisede vaaz dinlemeyi pek sever, eve döndüğümüz zaman da kendisi bizlere vaaz yazardı. Ancak kullandığı her sözcük nedense büyük harfle başlardı ve deli saçması şeylerdi hepsi de. Anton Pavloviç bu vaazların en hevesli dinleyicisiydi, kimi zaman Mişka’ya kendisi de böyle şeyler yazdırırdı. İki ağabeyim Aleksandr ile Nikolay, birisi üniversitede, birisi de güzel sanatlar akademisi resim bölümünde okumak için Moskova’ya gittiklerinde Mişka onlara gönderdiği mektuplarda aynı tarz vaazlar yazmayı sürdürdü. Ancak ağabeylerim, Anton’un yazdıklarını ötekilerden ayırt etmekte güçlük çekmezlerdi. Bu vaaz-mektuplardan biri şöyle başlıyordu: “Din kardeşlerim. Şeytanın yolundan ayrılmayınız…”

Her gün denize yüzmeye giderdik. Yolda tanıdık çocukları da çağırdığımız için bir yığın çocuk toplanırdık deniz kıyısında. En çok gittiğimiz yer, denizin içinde yarım kilometre yürüdükten sonra derinliğin ancak boğazımıza geldiği bir yunaktı. Anton Pavloviç’in iki kara köpeği yanımızdan ayrılmazdı. Denizde saatlerce oyalandığımız için dönüşte susuzluktan dilimiz damağımıza yapışırdı. İşte İtalyan Sokağı ile bizim sokağın kesiştiği yerdeki bir çadır ve arkadaşlardan birinin cebinden çıkacak bir kapik bizi susuzluktan kurtarırdı. Bu çadırda koca bir ağaç tas dolusu kvas[2] bir kapiğe satılırdı. Hangimizin cebinde bir kapik varsa yaşadık! Her birimiz tasın bir kenarına yapışırdık. Aramızdan birinin şans yüzüne gülerse denizden “bolbirka” dediğimiz nesneyle dönerdi eve. Bu, bölgemiz balıkçılarının parça parça keserek ağlarına mantar yaptıkları bir çeşit ağaç kabuğuydu. “Bolbirka” bulan çocuğun o gün neşesine diyecek olmazdı. Her yönde kolayca kesilebilen ağaç kabuğunu alıp bir köşeye çekilir; ondan isterse bir gemi, isterse bir adam heykeli oyardı. Antoşa talihin sık sık yüzüne güldüğü çocuklardan biriydi.

Balık avı da sevdiğimiz uğraşlardandı. Ancak bunun için başka bir yere giderdik. Limanın yakınlarına koca koca taşlar atarak sözde rıhtım yapmışlardı. İşte oraya gider, en başta izmarit olmak üzere çeşitli balıklar tutardık. Bir keresinde yılın günleri sayısında, tam 365 izmarit yakalamıştık; bunları sonra tuzlayıp saklamak istedik, fakat kokmaya başlayınca hepsini attık. Bazen balık avcılığına ara vererek yüzerdik. Bastığımız yerlerde keskin kenarlı taşların bulunması vız gelirdi bizlere. Anton Pavloviç bir gün denize nasıl daldıysa alnı yarılmış olarak çıktı. Alnının sol yanında, saçlarının dibindeki yara izi hep öyle kaldı; hatta gimnaziyayı bitirip Taganrog’dan üniversiteye girmek üzere Moskova’ya geldiğinde, tanıtıcı bir işaret olarak bu iz kimlik kartına da işlenmişti.

Gezmek için belediye bahçesine pek seyrek giderdik, hele kent dışına çıkmamız daha da seyrekti. Çocukluğum süresince ailece bir köye yalnızca bir kez gittik, bundan başkasını anımsamıyorum. Burası Kriniçka adında bir köydü. Aleksandr ağabeyim şeker kâğıtlarından kendine geniş siperlikli bir şapka yapmıştı, hiç istemediği halde garip şapkasıyla bindiğimiz arabanın atını ürküttü. O zaman 16 yaşlarında bulunan ağabeyim İvan ise nereden bulduysa, açılır-katlanır bir silindir şapka edinmişti, yola bununla çıkmayı tasarlıyordu. Ağabeyim Antoşa’ya gelince, onun şaklabanlıklarının sonu yoktu. Annemiz Yevgeniya Yakovlevna yolluk olarak aklına ne geldiyse pişirip hazırlamıştı. İvan Fiyodoriç adındaki bir adamın arabasını tutmuştuk. İçerisine halılar, battaniyeler döşedik, yastıklar koyduk; arabacının kendisini saymazsak bu küçücük at arabasına tam 7 kişi sıkıştık: Annem, kız kardeşim Maşa, ağabeylerim kâğıt şapkalı Aleksandr, silindir şapkalı Nikolay, hiç şapka giymemiş olarak Anton, İvan ve ben. 70 kilometre gidiş, 70 kilometre dönüş bu sıkışık durumda yolculuğa zor dayandık; üstümüzü soyunduk, silindir şapkalı Nikolay, Anton’un “Şaşı” diye takılmalarına, türlü şakalarına ister istemez yol boyunca katlandı.

“Hey, Şaşı, ver bir sigara da tüttürelim! Çarpık surat, sigara saracak tütünün var mı?..”

Kentin dışına çıktık, Yahudi mezarlığını geçtik, kiliseleri ırmağın karşı kıyısında bulunan, geniş düzlükteki Mius Kasabası serildi gözümüzün önünde. Annem çan kulelerinde ışıldayan haçları görünce çabuk çabuk istavroz çıkarmaya başladı, biz ise evde yeterince dua ettiğimiz için kiliselerin görkemli görünüşüne aldırmadık bile. Ovanın enginliği karşısında hepimiz özgürlüğe kavuştuğumuzu hissetmiş olmalıyız. Temmuz güneşi otları kavurduğu halde bozkır bize hiç de çıplak gözükmedi. Kentte o güne dek görmediğimiz kuşlar, yuvalarından dışarı çıkıp arka ayaklarının üstünde dikilerek ıslık çalan, biz geçip giderken şaşkın şaşkın arkamızdan bakan geleniler en çok ilgimizi çeken yaratıklardı. Küçük ağabeyim İvan’ın huysuzlukları sinirimize dokunduğu için Anton ona çıkıştı:

“Susacak mısın bakayım kaynana zırıltısı! Yoksa ben sana ne yapacağımı bilirim!”

Arabacımız İvan Fiyodoriç bu durumda ne desin? Adamcağız babacan bir tavırla başını sallayarak;

“Dur be delikanlım! Geriye dönüşte hepinizi arabama alacağım, ama İvan’ı bindirmeyeceğim,” demekle yetindi.

İlk molayı Sambek’te, ırmak kıyısında verdik. Atı koşumundan çözdük, lapa pişirdik, yemeği yere yaydığımız halının üstünde yedik. Ateşi Aleksandr ile Anton yakmışlardı. Yemek piştiği sırada Nikolay silindir şapkasını çıkarmadan otların üstünde yatarak, gözleri kısık, hülyalı bakışlarla enginlere dalıp gitmiş; ayakkabısını değiştiren İvan ise burnunu çekip durmuştu.

Sonra sırayla Abrosimovka’yı, Migrina’yı, Çutina’yı geçerek ancak akşamüzeri, güneş batmadan Kriniçka’ya varabildik. Burası öbür köylerden bir ayrımı olmayan büyücek bir köydü. Köy kilisesinin yanındaki kuyunun soğuk bir suyu vardı. Bu su şifalı sayıldığı için hemen yakınına bir baraka yapılmıştı, oradan gelip geçenler kuyudan bir kova su çekerek barakada yıkanırlardı. Kriniçka’ya girdiğimiz sırada, yol boyunca Nikolay’ın silindiriyle aklını bozmuş bulunan Anton daha fazla dayanamadı, eliyle vurduğu gibi şapkayı yere düşürdü. Terslik bu ya, şapka yuvarlandı yuvarlandı, arabanın tekerinin altına düştü, teker üzerinden geçerek şapkanın tellerini dışarı fırlattı. Ama Nikolay hiç sesini çıkarmadı, telleri yanlardan fırlamış silindiri bir şey olmamış gibi başına geçirerek yolculuğu sürdürdü. Bu arada Aleksandr’ın şöyle bağırdığını duyduk:

“Bak buraya hanım kızım! Git de babana kent manastırından ilahiciler korosunun geldiğini söyle!”

Araba evlerden birinin önünde yeni durmuştu ki, Aleksandr ile Anton ellerine nereden geçtiyse bir ağ kaparak ırmağa balık avlamaya gittiler. Yakaladıkları beş tane küçük çapak balığı ile yüzlerce yengeçten ertesi gün annemiz bize lezzetli bir öğle yemeği pişirdi.

Kriniçka’da dolu dolu iki günümüz geçti. Bu arada Aleksandr ile Anton’un balık yakaladıkları ağın, bunu ödünç veren kişinin eline ulaşmadığı anlaşıldı. Bir kadın geldi, ağın parasını koparmak niyetiyle bir sürü şamata yaptı. Anton kızarıp bozararak ağı gerisingeriye eski yerine bıraktıklarını söyleyip duruyordu. Ama Aleksandr ne yapsa beğenirsiniz? Kadının gözünün içine bakarak kuyruklu bir yalan kıvırdı:

“Karşınızda kim var biliyor musunuz? On ikinci derece devlet memuruyum ben! Avrupa insan haklarına dayanarak iftiradan dolayı hakkınızda dava açacağım!”

Garip değil mi? O saf insanların yaşadığı çağda bu sözler ağın bulunup yerine konması için yetti de arttı bile…

Kriniçka’dan ayrılarak yeniden yola koyulduk, arabamızı 20 kilometre uzaklıktaki Kniyajaya köyüne, dedemin yaşadığı yere sürdük. Dedemiz Yegon Mihayloviç o zaman Kont Platov’un, 1812 seferinde (Napolyon’a karşı) savaşmış ünlü bir atamanın oğlunun çiftliğini yönetiyordu. Kniyajaya’ya vardığımızda kendi haline bırakılmış bir bey konağı ve ırmak kıyısında uzayıp giden geniş bir bahçeyle karşılaştık. Dedem ile ninem konağın yanında, kendi elceğizleriyle yaptıkları küçük bir kulübede oturuyorlardı. Biz gelince hepimizi bey konağına yerleştirdiler. Gelgelelim bütün gece pire ısırmasından kimse gözünü kırpmadı, oysa konak yıllardır boş duruyormuş. Çiftliğin meyve bahçesinin olması, bizi kısıtlayan bir engelin bulunmaması, özellikle de ana-babamızın baskısından kurtulmamız delicesine sevinmemize yetti. Anton orada da Nikolay’ın yakasını bırakmadı, hep silindiriyle alay etti. Talihsiz silindirin sonu burada gelecekmiş meğer. Nikolay ırmakta yıkanırken bile şapkasından ayrılmıyordu. Hep birlikte ırmağa girdiğimiz bir sırada Anton arkadan gizlice yaklaşarak Nikolay’ın başından silindiri suya düşürdü. Silindir bir süre ırmağın akıntısında yüzdü, sonra boğulan bir adam gibi su yutarak derinlere gömüldü gitti.

O yıl Anton Pavloviç yakalandığı bir hastalıktan ötürü az kalsın tahtalıköyü boyluyordu. Evimizde birkaç yıl pansiyon kalmış, ticaret mahkemesinde çalışan Gavriyil Parfentyeviç adında küçük bir memur vardı. Adam gündüzleri görevini yürütür, akşamları da kulüpte büyük paralarla kumar oynardı. Bu işi öylesine ilerletti ki, birkaç yıl sonra altına bir araba çekti, çiftlik aldı, bir sürü para-pul edindi. Kumardan zengin olmuş bu talihli kişinin İvan Parfentyeviç adında bir kardeşi vardı. Adamda para şinanay. Ancak onun da talih yüzüne güldü; Fedosya Vasilyevna adında varlıklı bir dulla evlenerek Taganrog yakınlarındaki büyük bir çiftliğe kondu. Anton Çehov yapıtlarında Fedosya Vasilyevna’ya birkaç kez yer vermiştir, “İvanov” adlı piyesindeki Ziyuziyuşka frenküzümü reçeline düşkünlüğüyle bu kadının uzantısıdır. İşte bu İvan Parfentyeviç bir gün Anton Pavloviç’i çiftliğine çağırır. Ağabeyim oraya giderken yolda terler, sıcağa dayanamayıp ırmağın soğuk suyuna girer. Giriş o giriş, şiddetli bir peritonite yakalanır. Aradan 20 yıl geçtikten sonra bir gün İvan Parfentyeviç’e teyzem Marfa İvanovna’nın evinde rastladığımda bana şunları anlattı:

“Baktım, Antoşa çok kötü hastalanmış. Elim ayağıma dolaştı, ne yapacağımı bilmiyorum. Yakınlarda, Yahudilerin işlettiği bir han vardı. Geceyi geçirmesi için hemen oraya kaldırdım.”

Antoşa’yı eve getirdiklerinde hastalıktan ayakta duracak halde değildi. Zayıflayıp çöken solgun yüzü gözlerimin önünden hiç gitmez. Hastaya bakması için çağırdıkları gimnaziya doktoru Şrempf, Alman şivesiyle her sözünden sonra;

“Bak Antoşa, eğer sağlığına kavuşmak istiyorsan şöyle yap, böyle yap…” diye öğütler yağdırmıştı.

Telaşlanan annem bir yandan tavada keten tohumundan lapa hazırlıyor, bir yandan da Antoşa’nın içmesi için badem ezip suyunu çıkarıyordu. Bense Aleksandr I. Yontusu’nun (heykelinin) karşısındaki Melher’in eczanesine koşuyordum ikide birde. Ağabeyime aldığım hapların hepsinin üstünde “Covin, Paris” yazısı vardı. Anton Pavloviç doktor çıktıktan sonra bu hapların bir işe yaramadığını, hapı çıkaranın reklamı için piyasaya sürüldüğünü söyledi.

Atlattığı hastalığın Anton Pavloviç üzerinde derin izleri kaldı. Ağabeyim, geçirdiği bu ilk ciddi hastalıktan ötürü öğrencilik yıllarında şiddetli basur ağrılarının başladığını söylerdi.

İvan Parfentyeviç’in onu götürdüğü yolcu hanı ise ünlü yazarımızın “Bozkır” adlı uzun öyküsüne konu olmuştur. Orada karşılaştığı sevimli Yahudiler Moisey Moiseyeviç, karısı ve kardeşi Solomon biçiminde “Bozkır”da yeniden canlandılar.

Yukarıda da belirttiğim gibi, Çehov ailesi 1876’da Taganrog’dan Moskova’ya göçmüştür. Anton Pavloviç gimnaziyanın 6., 7., 8. sınıflarını bitirmek için Taganrog’da kaldığından orada geçen yaşamını bilemeyeceğim. Bu üç yıl içerisinde bir kere yılbaşını geçirmek üzere yanımıza gelmiş, sonra gene Taganrog’a dönmüştü. Bildiğim kadarıyla Anton Pavloviç üç yaz dinlencesini üç ayrı yerde geçirmiş. Bunlardan biri yukarıda anılan İvan Parfentyeviç’in çiftliği. Orada kaldığı sıralar, “Bozkır” öyküsünde dayısıyla birlikte büyük tüccar Varlamov’a yün satmaya giden Yegoruşka gibi, İvan Parfentyeviç’le yün satmak amacıyla bozkırda dolaşmış durmuş.

İkinci kaldığı yer, zengin dulun kocasının yeğeni Petya Kravtskov’un ailesinin yanı, üçüncüsü ise okuldan arkadaşı olup sonradan doktor çıkarak Moskova-Kursk demiryolu hattında doktorluk yapan V.İ. Zembulatov’un ailesinin yanıydı.

Taganrog’taki ev kendimizindi. Babam burasını Kniyajaya’da yaşayan dedemizin armağan ettiği, çevresi bomboş bir arsaya yapmış. Evin kurulmasına elde avuçta ne varsa hepsi harcandığı için, eksik kalan 500 ruble de kentin yardım sandığından ödünç alınmış. Borç senedine kefil olarak, bu sandıkta çalışan Kostenko adında biri imza atıyor. Babam uzun süre senedi ödeyemeyince parayı karşılama yükümlülüğü kefil Kostenko’ya düşüyor, o da borcu ödeyip ticaret mahkemesinde karşı dava açıyor. O zamanlar borcunu ödeyemeyenleri zindana tıkarlarmış. Ne yapsın babam? Kaçmaktan başka çıkar yol yok. Kaçacak, ama nereye? O sıralar büyük ağabeylerim Aleksandr ile Nikolay, Moskova’da okumaktalar. Böylece bize Moskova yolları açılıyor. Çehov ailesinin oraya göçmesinin nedeni bu borç senedidir işte.

Ödenmeyen senedin davası ticaret mahkemesinde sürüyor. Aile dostumuz Gavriyil Parfentyeviç ise orada memur. Dosya incelemeden geçiyor ve koskoca ev, herhangi bir satış işlemi filan yapılmadan, 500 rubleyi cebinden çıkarıp veren Gavriyil Parfentyeviç’e bir kapik fazla ödetilmeksizin devrediliveriyor. Evimiz başkasının eline geçince annem çok üzülüyor, çünkü Taganrog’la son bağımız da bir daha kurulamamacasına böyle kopmuştur. Devir işlerinin yapıldığı sıralar Antoşa baba evinde kalmaktadır, ev yeni sahibinin eline geçerken içindeki delikanlıyla birlikte geçer. Gavriyil Parfentyeviç’in kardeşi İvan’ın, yukarıda belirtildiği gibi Petya Kravtsov adında bir yeğeni vardır. Çocuk, Donetsk bölgesinde Kazak asıllı bir toprak ağasının oğludur, askeri liseye girmeye hazırlanmaktadır. Doğup büyüdüğü baba evinde kalmak, bir de karnını doyurmak karşılığında bu çocuğa ders çalıştırmak işi Antoşa’ya düşer. Zamanla çocuğu sever, yakın arkadaş olurlar. Yaz dinlencesi başladığında Petya yeni arkadaşını babasının çiftliğine çağırır, birlikte giderler. Anton Pavloviç sonra bana, Amerikan tarzı bu ilkel çiftlikte geçirdiği günleri anlata anlata bitirememişti. Tüfek atmayı, kara avcılığının tüm güzeliklerini, gem tanımaz atlara binip caka satmayı hep orada öğrenmiş. Çiftlikte çok azgın köpekler varmış, geceleri bir şey için avluya çıkmak gerektiğinde ev sahiplerinden birini uyandırırmış. Kümes hayvanları kendi başlarına öylesine başıboş üreyip çoğalmışlar ki, geceleri canlarının çektiği yerde tünerlermiş. Eğer yemeğe tavuk pişirmek isterlerse bunları tüfekle vurmak gerekiyormuş. İlk taşkömürü çıkarma ve demiryolu döşeme furyası o bölgede başlamıştır. Anton Pavloviç’in yapıtlarında yankısını bulan; maden ocaklarından yukarıya kömür çıkaran teknelerin bağlarından kopup aşağı yuvarlanması (“Vişne Bahçesi”), ovada demiryolu setlerinin yükselmesi (“Ateşler/Işıklar”), katardan ayrılan bir yük vagonunun kendi başına yürümesi (“Korkular”) büyük yazarın burada gözlemlediği olaylardan kaynaklanır. Anton Pavloviç doktor ve yazar olduktan sonra Petya’yı unutmamış; resimli dergilerin ek olarak verdiği, taşbasması resimlerden arkadaşına bol bol göndermişti. Petya bir gün ağabeyime gönderdiği teşekkür mektubunda, değerli tabloların kopyaları olan bu taşbasması renkli resimleri ana-babasının nitelik bakımından değil de nicelik bakımından değerlendirdiklerini yazmıştı. Ağabeyim ne denli çok resim gönderirse o denli çok seviniyorlarmış ihtiyarlar.

Anton Pavloviç okul arkadaşı V.İ. Zembulatov’un ailesinin yanına gene bir yaz dinlencesine gitmiştir.[3] Öğrencilik günlerinde herkese bir ad taktığı gibi bu tombul arkadaşına da Makar derdi. V.İ. Zembulatov okuyup saygıdeğer bir doktor olduktan sonra da aynı ad onunla yaşadı gitti. Okulda Yunanca dersinde öğretmeni “mutlu” sözcüğünün Yunanca karşılığını sorunca çocukcağız “mâkar” diyeceği yerde (Rusça’daki erkek adına benzerliği dolayısıyla yanlış vurguyla) “makâr” deyivermiş. Vay, sen misin böyle söyleyen? O andan sonra Antoşa arkadaşını yeniden vaftiz ediyor.[4] Yalnız gimnaziya süresince olsa gene iyi, üniversitede de öyle, tüm yaşam boyunca da… Yazgımızın Anton ağabeyimle bizi üç yıl birbirimizden ayırmış olmasından ötürü her zaman üzüntü duymuşumdur, bu üç yıl onun özel yaşamıyla ilgili büyük bir bilgi boşluğu bıraktı bende. Gene o günlerden kalma bir olay daha var. Bunu bana A.S. Suvorin anlattı. Anton Pavloviç artık dünyada yoktu o zamanlar. Suvorin’e de kendisi anlatmış. Antoşa daha öğrenciyken bir kuyunun başında dikilmiş, sudaki yansımasını seyrediyormuş. O sırada on dört-on beş yaşlarında bir kız arkadan su almak için yaklaşmış. Kızın güzelliği geleceğin yazarını öylesine büyülemiş ki, onu kucaklayarak öpmeye başlamış. Sonra yan yana durmuşlar, sessizce suya bakmayı sürdürmüşler. İkisi de kuyunun başından gitmek istemiyorlarmış, kız su almaya geldiğini çoktan unutmuş… Kadınla erkeğin ilk bakışta birbirine vurulmaları, karşılıklı sevgi akımı üzerinde konuştukları bir sırada büyük yazarımız anlatmış bu olayı Suvorin’e.

Anton Pavloviç üniversiteye girmek amacıyla 1879’da Moskova’ya geldi ve bir daha da Taganrog’a dönmedi. O zamanlar çok yoksul bir yaşantımız vardı. Graçi semtinde, Nikolay Kilisesi’ne ait bir evin bodrumunda oturuyorduk. Üniversiteye girdikten sonra Anton Pavloviç yazlık nedir, dinlencelerde kentin dışına çıkmak nedir bilmedi. Yalnızca gördüğü yerler, sonraları Karmakarışık Öyküler’de bir güzel alaya aldığı Bogorodski, Sokolniki gibi Moskova yakınlarındaki yazlık ev tutulan köylerdi. Yazın bunaltıcı sıcağında Moskova’da canının pek sıkılmadığını sanıyorum. Çünkü yeni yeni arkadaşlar edinmiş, yazın (edebiyat) çevresine girmiş, gazetelerle, dergilerle ilişki kurmuş, yayın organlarının yönetim yerlerinde aranan kişi olmuştu. Ağabeyim Nikolay ile ikisinin Taganrog’a gitmeleri, orada teyzem Marfa İvanovna’nın erkek kardeşinin (İ. İ. Lobod) düğününe katılmaları, hatta güveyin sağdıcı olmaları o yılların bir kışına rastlar. Düğünde öylesine çılgınca eğlenmişler ki, iyice kafayı bulunca tıpası açılmamış birkaç şişe şampanyayı kaptıkları gibi pencereden dışarı fırlatmışlar. Teyzem sonra bana anlatmıştı. Bahar gelip de karlar eridiğinde şişeleri bahçede sapasağlam bulmuşlar, ağabeylerimi anarak şereflerine içmişler. Bu gezinin anısı olarak büyük bir kâğıda Nikolay’ın çizdiği bir karikatür kaldı. Alt yazısını “Antoşa Çehonte” diye imzalayan Anton Pavloviç sonra bunu Zritel (İzleyici) dergisinde bastırmıştır. Alt yazının başlığı sanıyorum şöyleydi: “Evlenme Mevsimi”. Yazı ise şu sözlerle sürüp gidiyor: “Bay sağdıçlar, kör şeytanlar, durun! Mariya Vlasovna kendinden geçti…”

1880 yılında ağabeyim İvan Pavloviç kilise okullarına öğretmen olmak için sınava girip kazandıktan sonra Moskova iline bağlı Voskresensk Kasabası’na atandı. Kasabanın bir kilometre dışında Novıy Yerusalim (Yeni Kudüs) adında ünlü bir manastır vardı, burası Filistin’deki Kudüs Kilisesi’ne tıpatıp benzetilerek yapılmıştı. Kasabanın bu manastıra bağlı tek okulunun tek öğretmeniydi ağabeyim İvan. Okulun koruyuculuğunu üzerine alan, tanınmış kumaş sanayicisi Tsurikov hiçbir masrafı esirgemediği için öğretmen lojmanı diye geniş bir yer yaptırmıştı. Dayalı döşeli bu geniş ev bekâr bir öğretmene bol bol yeterdi. Moskova’da yoksul bir bodrum katına tıkılıp kalan Çehovlar için bulunmaz bir fırsat çıkmıştı. Yazın Mişa (Mihail) ile Maşa’nın (Mariya) sınavları bitip okullar kapanınca annem Yevgeniya Yakovlevna ikisini kaptığı gibi yaylağa götürdü,[5] yeni ders yılı başlayıncaya değin Voskresensk’ten dönmedi. Kasabada o zamanlar Albay Mayevski’nin komuta ettiği bir topçu bataryası vardı (“Üç Kız Kardeş”). Voskresensk’e gelir gelmez İvan Pavloviç’i evine çağıran Mayevski, onun, kızları Anya ile Sonya’ya ders vermesini istedi. Bunların, Alyoşa adında küçük bir erkek kardeşleri daha vardı (“Çocuklar”). Mayevski ailesi gibi kasabaya kendi havasını veren ikinci bir aile bulunuyordu Voskresenk’te: Çiftçi birlikleri kurulması tasarısını ilk ortaya atan ünlü P.D. Golohvatsov ile yazdığı bir piyes Moskova’da Malıy Teatr’da (Küçük Tiyatro) oynayan karısı Olga Andreyevna çifti. Bataryada görevli Üsteğmen Y.P. Yegorov, Çehov kardeşlerle yakından tanışarak Anton Pavloviç’in “Zolotaya Kosa” (Altın Tırpan) öyküsünde yerini almıştır. Üsteğmen Y.P. Yegorov ordudan ayrıldıktan sonra Nijegorod’da çiftçi birliği başkanı olmuş, 1892’de oraya giden Anton Pavloviç’le birlikte kıtlıkla savaşım kampanyasına katılarak köylüye beygir sağlanması konusunda çalışmıştır.

Anton Pavloviç üniversite yıllarında yazları Voskresenk’e birçok kez gidip gelmiştir. Orada ilk elde pek çok tanıdık edindiği biliniyor. Geniş siperlikli şapkası, siyah peleriniyle her gezide yer alır; akşamları büyük gruplar halinde dolaşırlardı. Küçüklerin önde cıvıl cıvıl gülüşerek koşuştukları bu akşam gezintilerinde büyükler günün konuları üstünde ciddi konuşmalara dalarlardı.

Anton Pavloviç 1881’den başlayarak, o zamanlar çiftçiler birliği doktoru olarak ün yapan P.A. Arhangelski’nin yönettiği, Voskresensk’ten 2 kilometre uzaklıktaki Çikinsk Çiftçiler Birliği Hastanesi’nde hastalara bakmaya başlamıştır. P.A. Arhangelski herkesle kolayca anlaşan bir kişiydi, tıbbiyede okuyan gençler çevresinden eksik olmazlardı. Sonradan her biri kendi alanında üne erişen doktorlardan V.N. Sirotinin, D.S. Tauber, M.P. Yakovlev ile Anton Pavloviç bu hastanede tanıştılar. Gündüzleri çok çalışıp yorulan tıp öğrencileri akşamları tek başına yaşayan Dr. Arhangelski’nin evinde toplanırlar, liberal görüşler ileri sürmekten çekinmezler, edebiyat üzerinde, bilimsel konularda tartışmalara girerlerdi. Saltıkov-Sçedrin gençlerin taparcasına sevdiği bir yazardı, onu dillerinden düşürmezlerdi. Turgenyev de çok okunan yazarlardan biriydi.

1884’te tıp fakültesi bitince Anton Pavloviç, Çikinsk Hastanesi’ne doktor olarak geldi. “Kaçak”, “Ameliyat” vb. öykülerinin konuları buradan alınmıştır. Voskresensk kasabası posta müdürü Andrey Yegoriç’le tanışması sonucu “Rütbe Yükseltme Sınavı” adlı öyküsünü yazar.

Mihail Pavloviç Çehov

[1] Yaş sırasına göre kardeşlerin adları: Aleksandr, Nikolay, Anton, İvan, Mihail, Mariya.
[2] Ekmek, meyve ve sebzenin suda bekletilmesinden elde edilen ekşimsi bir içecek – ç.n.
[3] Zembulatovlar Taganrog yakınlarında Kotlomino adında bir çiftlikte oturuyorlardı.
[4] Vaftiz etmek burada “ad takma” anlamında – ç.n.
[5] Yazla birlikte kırlara otlamaya götürülen kuzulara, oğlaklara benzetiliyor – ç.n.

Stalin'den "buz gibi" 5 fıkra






Her Sovyet lideri gibi Stalin'e de yakıştırılan çok sayıda fıkra var. Ne kadarı gerçek, ne kadarı uydurma bilinmese de bu soğuk fıkralar ana dili Rusça olan insanları güldürmeye devam ediyor. İşte Russia Beyond'un derlemesiyle bunlardan birkaçı.

* Üst düzey bir Kızıl Ordu subayı, Sovyet mareşali Rokosovski (1896-1968) hakkında Stalin'e rapor verir. Meşhur kumandan çok güzel bir kadınla görülmüştür, ama bu kadın karısı değildir. Stalin'e "Ne yapalım?" diye sorarlar. Stalin'in cevabı kısa ve nettir: "Kıskanalım".

* Ünlü amiral İvan İsakov (1894-1967) Stalin'den telefon alır. Stalin İsakov'un deniz kuvvetleri komutanlığına getirileceği müjdesini verir. İsakov "Yoldaş Stalin, ama biliyorsunuz, bir bacağım yok" der. Stalin'in cevabı yine nüktelidir: "Dert etme, bir önceki deniz kuvvetleri komutanının da kafası yoktu ama işini yapmasına engel olmadı bu".

* Yeni tasarlanan bir Sovyet otomobiline Vatan (Rodina) adı verilir. Bunu öğrenen Stalin sorar: "Peki Vatan'ı kaça satacaksınız?" İmayı anlayan üretim ekibi arabanın ismini Zafer (Pobeda) olarak değiştirir.

* Stalin Nikolay Baybakov'u (1911-2008) petrol bakanı yapar ve ondan yeni sahalar bulmasını ister. Baybakov eldeki kaynakların sınırlı olmasını bahane ederek bunun imkansız olduğunu söyler. Stalin duruma açıklık getirir: "Petrol varsa, Baybakov da var. Petrol yoksa, Baybakov da yok". Kısa süre sonra Tataristan'da ve Başkortistan'da büyük petrol rezervleri keşfedilir. Baybakov 97 yaşına kadar yaşar.

* "Çar iyi, Boyarlar (çevresi) kötü" klişesine uygun bir fıkra da şu: Üst düzey bir bürokratın kendine bir daça yaptırdığı haberi Stalin'in kulağına çalınır. Stalin bürokratı çağırtır ve ona şöyle der: "Yoldaş, daçanızı bağışladığınız yetimhanedeki çocuklar size teşekkürlerini iletiyor, bunu söylemek için yormuştum sizi."

Moskova'nın altında 2 Karadeniz!






Duyanların çoğuna "şehir efsanesi" gibi gelse de, bilimsel olarak ispatlanmış bir gerçek: Başkent Moskova'nın 500 metre altında başlayan ve büyüklüğü "Karadeniz'in iki katı" olarak hesaplanan bir "yeraltı denizi" var. Bu tuzlu su kütlesinin yaratabileceği olası riskler bir kez daha medyanın gündeminde. 1930'lu yıllarda petrol arama çalışmaları sırasında keşfedilen bu "deniz", Moskova için tehdit oluşturuyor mu? Moskovskiy Komsomolets gazetesi bu sorunun yanıtını aradı.

Rus kaynaklarına göre "Moskova Denizi"nin keşfi bir tesadüf eseri: Ünlü jeolog İvan Gubkin, Stalin'in emri ile Moskova çevresinde petrol aramaya başlayıp, yer altı denizini keşfetmiş.

Jeolojik olarak Devon döneminde oluştuğu belirlenen denizin içerdiği su kütlesi Karadeniz'in iki katından fazla.

Şehrin altında yer yer 500 metre derinliğe kadar yükselen denizin büyük bir bölümü ise 5 ile 30 kilometre aşağıda. (Devoniyen Dönem, Paleozoik zamanın dördüncü alt bölümü olarak Devoniyen kayaç sistemlerinin oluştuğu jeolojik zaman dilimidir. Günümüzden 417 milyon yıl önce başlayıp 354 milyon yıl önce sona erdiği kabul edilir.)

Uzmanlar suyun yeryüzüne en yakın olduğu bölgelerin Belaruskaya ve Novoslabodskaya metroları çevresi olduğunu vurguluyor.

Araştırmalara göre, bu su kütlesi üç katmandan oluşuyor. İlki 80-250 metre derinlikteki tatlı içmesuyu. Daha sonra 300-500 metre derinliğinde "maden suyu" bulunuyor. 1000-2000 metrede ise Kızıl Deniz'in suyuna yakın tuzluluk oranında bir katman var. Sovyet devrinde bilinen Moskovskaya maden suyunun, Ostankino bölgesinde 450 metre derinlikten çıkarıldığı biliniyor.

Gazetenin görüşüne başvurduğu Yer Fiziği Enstitüsü profesörlerinden Vladimir Şevçenko yeraltı denizleri konusunun yeterince iyi bilinmediğini ve Moskova'nın altındaki denizin şehir için tehlike arz edip etmediğinin şimdilik meçhul olduğunu söylüyor.

Jeoloji Enstitüsü'ne bağlı bilim insanları ise sıradan yeraltı sularının toprağın üstü için daha büyük bir tehlike oluşturduğunu aktarıyor. Metro inşaatında şehrin altındaki karstik boşluklarda biriken su kütleleri her zaman dikkate alınmak zorunda. Moskova Doğanın Kullanımı Departmanı verilerine göre de şehrin yüzde 30'luk bölümü 3 metre derinlikte suya doymuş, hatta baskın altında kalmış durumda. Öyle ki Kremlin arazisinde bile toprağın suya gömülmeye başladığı yerler var. 

Şehir genelinde fazla suların boşaltılmasına her yıl 30 ile 60 milyon ruble para harcanıyor (500 bin - 1 milyon dolar). Vorobyovı Gorı gibi bölgelerde ise insan hayatını tehdit eden toprak kayması riskleri mevcut. Şehirde deprem tehlikesi ise minimum düzeyde. Bununla birlikte uzmanlar, hızla artan yapılaşmanın, jeolojik problemleri tetikleyebileceği konusunda uyarıda bulunuyor.

23 Şubat 2020 Pazar

Lunaparkın isim babası Anatoli Lunaçarski





Lunaparklar her yaştan çocuğun en büyük heveslerinden biri kuşkusuz.

Gondol sayesinde ilk yüksek sesli küfürlerimiz, çarpışan arabalarda ilk şoförlük deneyimlerimiz ve bir pişmanlık abidesi olarak sonradan eklenen sürekli jeton yutturduğumuz atari salonları.

Annelerimiz için de "çocukları götüreyim, bu arada ben de bir hava alırım"ın merkezi.

Sezen Aksu, “Ağlamak güzeldir” albümünde bir şarkıda anlatıyor?.

“altı üstü bir bilet parası
haydi koş gel bir cennet burası
rengarenk bir yaşam umut rüyası

dönme dolap bir ömür öğütür
orda zaman durur hep dönülür
yorgun düşer düşünceler bölünür

lunapark gerçek mutlulukların
olsa olsa bir parmak balı
oysa aslında hepimizin masalı”

Bir kasabayı ziyaret eden mütevazı bir panayır da, bir şehri ışıklarıyla şenlendiren, yüksek teknolojiyle donatılmış devasa bir lunapark da temelde hep aynı işlevi görür ve kolektif eğlencenin vazgeçilmez çağrısını durmadan yineler.

Disneyland’ın atası olan bu eğlence parklarının neden “lunapark” ismini taşıdığına gelecek olursak, ilk önce Sovyet siyasetçi, edebiyat eleştirmeni ve gazeteci Anatoli Lunaçarski’yi anmak gerek.

Çünkü bu parkların isim babası ünlü Sovyet siyasetçi ve edebiyat eleştirmeni Anatoli Lunaçarski’dir.

Lunaparkların belki de kendisinin de bihaber olduğu mucididir.

Gerçi isim babasıdır, ama o zamanki somut hali çok masumdur.

Daha sonra Sovyetler Birliği Maarif ve Kültür Komiseri olan “Anatoli Vasilieviç Lunaçarski” 23 Kasım 1875 tarihinde Poltava’da (Ukrayna) doğduğunda, henüz eğlencenin henüz merkezleşmediği, eğlenilebilen her yerin merkez olduğu zamanlarda dünyada lunapark adında bir eğlence merkezi yoktu.

1905 yılında Fransa’ya gitmek zorunda kalan Lunaçarski burada geçinebilmek için bir park kiralar ve kendisinin yaptığı tahta atlarla, tahterevallilerle çocukları eğlendirir.

Aynı zamanda karısı da acıkan çocuklar ve ebeveynleri için burada sandviçler yapıp satıyordu.

Lunaçarski 1917’ye kadar burada kalır; ancak kendi ülkesine döner Bolşevik ihtilaline katılır.  
Sonrasında “Kendi gider adı kalır yadigâr” cümlesinde olduğu gibi arkasında bıraktığı park da kendi adıyla yani “Lunapark” ismiyle anılmaya başlanır.

Bir Rus siyasetçi, sanat ve edebiyat tarihçisi, böylelikle eğlence dünyasına bir sözcük katmış olur.

Lunaçarski  26 Aralık 1933 tarihinde Menton’da (Fransa), 58 yaşında öldü. Ömrü lunaparkların kapitalist haline yetmemişti.

Paris’teki sürgün yıllarında hem kendi geçimini sağlamak, hem de devrimci hareketine ve komünist partinin faaliyetlerine katkıda bulunmak için kendi başına uydurduğu küçük oyun ve oyuncaklara soyadından da bir şeyler katarak yarattığı “lunapark” kapitalist dünyanın en büyük eğlencesine ismi olmuştu.

Lunaparklar, günümüzde eski halleri pek rağbet görmese de varlığını küçük boyutlarıyla hemen hemen her alışveriş merkezinde gösteriyor.

Ya da bir önceki boyutunu bakkal-market ilişkisi gibi geride bırakarak, onu bitirerek devasa alanlarda kurulanlarıyla…

Ne kadar ilginç değil mi?

21 Şubat 2020 Cuma

Greçka: Rus sofrasının vazgeçilmezi







Rus mutfağının vazgeçilmezi greçka, yani karabuğday, ne gibi faydalı özelliklere sahip?

Radyo Sputnik'e konuşan diyetisyen hekim Andrey Bobrovski bu ürünün bazı özelliklerini sıraladı. Buna göre, kilo vermeye yardımcı bir tahıl olan greçka aynı zamanda kansere karşı da koruma sağlıyor.

Lifli bir gıda olması ve bu sayede metabolizma atıklarının temizlenmesine katkıda bulunması greçkayı bağırsak dostu yapan özellikler arasında. Bobrovski, söz konusu atıkların kanser oluşumunda etkili olabildiğine dikkat çekiyor.

Diğer tahıllara kıyasla daha düşük kalorili bir besin olması, greçkayı kilo vermek isteyenler açısından da ideal bir ürün haline getiriyor. Lifli bir gıda olmasından ötürü glisemik endeksi de oldukça düşük. Bu da greçka yedikten sonra tokluk hissinin uzun süre devam etmesi demek.

İKİ KIRINTI



ANDREY PLATONOV

BİR ZAMANLAR iki Kırıntı yaşardı. İkisi de küçük, ikisi de karaydı ama farklı babalardan dünyaya gelmişlerdi: 
Biri Ekmekten, diğeri Baruttan. Bir sakalın içinde yaşarlardı, sakal avcının suratında bitmişti, avcı ormanda çayır çimen üzerinde uyur, önünde de köpeği pineklerdi. 
Avcının ekmeğin içini yemesi, sonra tüfeğini doldurması, sonra eliyle sakalını düzeltmesiyle başladı hikaye; iki Kırıntı böylece düştü avcının avucundan ve sakalına yerleşti.
Öylece yan yana yaşayıp gidiyordu iki Kırıntı; işleri yoktu, dertleri yoktu, böbürlenmeye başladılar.
"Ben," dedi Baruttan olan Kırıntı, "güçlüyüm, korkuncum, ben ateşim, bütün dünyayı tutuşturacağım! Ya sen?" diye sordu.
Şöyle cevapladı onu Ekmek Kırıntısı:
"Ben de insanı doyururum."
"Doyur," dedi ona Barut Kırıntısı, "ama bakarsın ben insanı da tutuşturuveririm!"
Ekmek Kırıntısı ona, "Yok ya!" dedi. "İnsan aklını Ekmekten alır, aklıyla da ateşi bile yener! Bense ekmek kızıyım: Demek oluyor ki senden güçlüyüm!"
Parladı bunu duyan Barut Kırıntısı: "Ne olmuş sen daha güçlüysen," dedi, "ben de daha kötüyüm."
"Madem benden kötüsün," dedi o zaman Ekmek Kırıntısı, "ben de senden iyiyim o halde."
"Gel hadi gücümüzü deneyelim," dedi Barut Kırıntısı. "Şimdi bir parlarsam seni de yakarım insanı da! Kim daha güçlü sayılacak o zaman?"
"Beni yenersin," diye yanıtladı Ekmek Kırıntısı, "ama insanın hakkından gelemezsin !"
"İnsan uyuyor ya işte," dedi diğer Kırıntı, "onu da alt ederim. Bak hele nasıl parlayacağım!"
"Bekle bir, yanma," diye rica etti Ekmek Kırıntısı. "Önce ben deneyeyim gücümü."
"Olmaz, önce ben!" diye bağırdı Barut Kırıntısı.
"Hayır, ben!" dedi Ekmek Kırıntısı.
"Şimdi tutuşturacağım seni ateşle!"
"Ben de insanı uyandırırım!"
"Ben de yakarım onu!"
"Yok ya! Senden güçlü ki o!"
Bu sırada Barut Kırıntısı daha yakından, daha iyi tutuşturabilmek için Ekmek Kırıntısına doğru kaydı.
Ekmek Kırıntısı ondan uzaklaşıp uyuyan avcının gözüne vardı, gözü örten kapağı gördü, çıktı üzerine gözkapağının, orta yere oturdu.
"Eh," diye düşündü, "ne edeceğim ben şimdi?"
Bir serçe ilişti gözüne. Serçe oturduğu daldan Ekmek Kırıntısına bakıyor, onu gagalamak istiyor ama insandan korkuyordu.
"Ye beni," diye rica etti Ekmek Kırıntısı, "yumuşağımdır." "Ne diye ateşte yanayım," diye düşünüyordu, "serçeyi beslerim daha iyi."
Cesaret bulan serçe daldan kalktı ve avcının alnına kondu.
Avcı serçeden uyandı, gözünü açtı, Ekmek Kırıntısını göz kapağından aldı, baktı ona, ağzına atıp çiğnedi: Boşa gitmesin nimet.
Serçeyse ekmek zannettiği Barut Kırıntısını bir çırpıda yiyiverdi ve korkudan göğe uçtu.
O sırada Ekmek Kırıntısı insanın içine girdi, onun kanına dönüştü ve kendisi de insan oldu.
Barut Kırıntısıysa serçenin içinde tutuştu; serçe ateşten pişerek yere düştü.
Avcı önündeki çimene pişmiş bir serçenin düştüğünü gördü, onu köpeğine verdi.
Köpek serçeyi yedi ve göğe baktı:
Bir pişmiş kuş daha düşmez miydi ki oradan?
Ekmek Kırıntısıysa artık İnsanla bir yaşıyordu, gülümsedi ve "Tüm dünyayı tutuşturmak istiyordu, anca bir serçeyi pişirdi !" dedi.
Böylece sonuçlandı uyuyakalmış insanın sakalındaki iki Kırıntının kavgası.



19 Şubat 2020 Çarşamba

'Doktor Jivago'nun babası Pasternak 130'unda







Rusçanın en büyük şairlerinden Boris Pasternak 10 Şubat 1890'da doğdu. Rusya basını, bizde şair kimliğinden ziyade ölümsüz romanı "Doktor Jivago" ile tanınan yazarın 130'ncu yaş gününü çeşitli yazılarla anıyor. Bunlardan biri de Adme.ru portalının hazırladığı "Yazar hakkında az bilinenler" derlemesi. İşte Pasternak'ın hayatından kimisi az bilinen 8 gerçek.


1. Sanatla uğraşan bir ailede büyüyen Boris Pasternak, müzik eğitimi aldı. Bugüne ulaşmış üç bestesi var. Ama geleceğin şairi nedense son anda müzik kariyerinden vazgeçti ve konservatuvar sınavlarına girmedi.

2. 1908'de Moskova Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi, daha sonra Tarih-Filoloji Fakültesi'ne geçiş yaptı. Ünversiteyi başarıyla bitirmesine rağmen diplomasını almaya hiç gelmedi.

3. Almanya'da Marburg Ünversitesi'nde felsefe eğitimi aldı. Hocalarının tüm telkinlerine rağmen felsefe kariyerini de tercih etmedi.

4. Ünlü şair Marina Tsvetayeva ile sadece mektuplarla ilerleyen bir aşk yaşadı. İki şair birbirlerini bir defa bile görmeden yıllarca yazıştılar. İlk karşılaşmaları 1935'te Paris'te oldu.

5. Bir diğer ünlü şair Sergey Yesenin'le yumruk yumruğa kavga etti. Kavganın sebebi ise bilinmiyor.

6. Pasternak Gürcistan'a aşıktı. "İkinci vatanım" olarak adlandırdığı bu topraklarda yazılmış pek çok şiirin Rusçaya çevrilmesine de katkıda bulundu.

7. Nobel Ödülü'nü reddetti. Doktor Jivago romanı yıllardan sonra Rusya'ya Nobel Edebiyat Ödülü'nü bir kere daha getirdi. Ancak kitabı asla benimsemeyen ve SSCB'de basılmasına izin vermeyen rejimin yoğun baskısı sonucu Pasternak, ödülü reddettiğini açıklamak zorunda kaldı.

8. Sovyet vatandaşları kitapları artık basılmayan Pasternak'ın şiirlerini Eldar Ryazanov'un filmleri sayesinde yeniden hatırladı. Ünlü komedi yönetmeni filmlerinde zaman zaman bu şiirlere yer verdi.

İşte Moskova ve St.Petersburg Rusçası






Rusya'da çoğunluğun üzerinde mutabık olduğu bir gerçektir: "Hayat Moskova'da ve St. Petersburg'da pek çok bakımdan birbirinden farklı akar."  İki şehir de Rus şehri olmasına ve her iki şehirde Rusça konuşulmasına rağmen dil de "farklı akan" mecralardan biridir. Moskovalıların A dediği şeylere bazen "Piterliler" B der. İşte Adme portalının derlediği, iki şehirde farklı adlandırılan 7 nesne ve kavram.

1. Ekmek. Moskovalılar bizim "somun" tabir ettiğimiz ekmek türüne "baton" der. St. Petersburg'da yaşayanlar ise "bulka".

2. Cep. Kara yolu cebine Petersburglular tıpkı Türkler gibi "cep" der, yani "karman". Moskovalılar ise "bokovaya doroga" (yan yol).

3. İzmarit. Sigara izmariti Moskova'da "bıçok"tur. Kuzey başkentinde ise "habarik".

4. Matematik-mekanik fakültesi. Aynı fakülte Moskova Devlet Üniversitesi'nde "MEHMAT", St. Petersburg Devlet Üniversitesi'nde ise "MAHMET" şeklinde kısaltılır.
 
5. Çöp tenekesi. Moskova'da "bak", St. Petersburg'da "puhto".
 
6. Bizdeki "kovalamacayı" andıran oyuna Moskovalı çocuklar "saloçki", "Piterli" çocuklarsa "pitnaşki" der.

7. Yabancılar için önemli bir ipucu daha: Sıranın kimide olduğunu öğrenmek için Moskovalılar "Kto pasledni?" diye sorarken, Petersburglular "Kto krayni?" kalıbını kullanır.

9 Şubat 2020 Pazar

Royev Ruçey Parkı’ndaki baykuşlar






Rusya’nın Krasnoyarsk kentindeki ‘Royev Ruçey’ isimli Ulusal Park, ülke genelinde büyük gri tür baykuş yetiştiriciliğiyle biliniyor. Burada yetiştirilen ve eğitim gören baykuşlar uçuşlarıyla parkı ziyaret eden birçok doğa aşığını büyülüyor.

Baykuşlar, tavuk, hindi ve sülünlerle birlikte en eski kuş türlerinden biri.

Baykuşlar son derece zeki olarak tasvir edilirken gerçekte eğitilmesi oldukça zordur. 

Papağanlar, şahinler ve hatta güvercinler gibi çeşitli kuşlar baykuşlara göre daha kolay eğitilebilirler.

Hava akımlarının sesini azaltan gevşek tüyleri sayesinde, bir baykuşun uçuşu tamamen sessizdir.

Baykuş, hayvanlar arasında en iyi gece görüşüne sahip olan canlıdır.

Büyük gri baykuş ya da Laponya Peçeli Baykuşu, dünya üzerindeki en büyük baykuş türüdür.

Rus kışına nasıl hazırlanılır?





Rusya’da okumak istiyorsunuz ama soğuktan mı korkuyorsunuz?

Tamamen gereksiz.

Birincisi, Rusya büyük bir ülke ve buradaki iklim türleri farklıdır. 

İkincisi, birkaç basit kurala uymanız yeterli ve soğuktan korkmayacaksınız.


Rusya’da kış - yılın muhteşem bir zamanı, Rusların çoğu kışı severler ve kışı geçirmekten zevk alırlar. Parlayan beyaz karlar, eğlenceli kış yürüyüşleri, kayak, kızak ve buz pateni, bunların hepsi neşe getiriyor.


Kış manzaraları çok güzeldirler.

Yazarlar yazdı, şairler tarafından şiir olarak okundu. Ve Etiyopya kökeni de olan ünlü Rus şair Alexander Puşkin: “Rus soğukluğu sağlığım için iyidir” demiş.

Bu arada, Don olayının yararı araştırmalarla doğrulanmaktadır. Örneğin, Harvard Üniversitesi'nden bilim adamları, düşük sıcaklıkların kalp-göğüs sistemi için yararlı olduğuna inanmaktadırlar. Çünkü kan dolaşımının iç organlara soğuk ve kan akışında aktive olması ve en küçük kan damarları olan kılcal damarların güçlendirilmesi, bu da oksijenlenmelerini arttırmaktadır.

Rusya çok büyük bir alanı kaplıyor, bu yüzden farklı bölgelerdeki havanın farklı olması şaşırtıcı değil. Ülkenin çoğu ılıman iklim bölgesindedir. Bununla birlikte, kışın hava bölgeye bağlı olarak büyük ölçüde değişebilir. Örneğin, Rosgidrometcenter'a göre, Moskova ve St.Petersburg'da ortalama kış sıcaklığı -6° C, Nizhny Novgorod –8°C, Kazan –10°C, tại Novosibirsk –16°C, Kaliningrad là –1°C, tại Simferopol +2°C, ve Soçi là +6°C. Ancak her durumda, eğitiminiz boyunca sokakta çok fazla zaman harcamanıza gerek kalmayacak ve yurtlarda, eğitim binalarında, dükkanlarda ve ulaşımda her zaman ısıtma vardır.

Soğukta nasıl giymek gerek?

Rusların şöyle bir deyişi var: “Hakiki Sibiryalı - Soğuktan korkan değil, sıcak giyinendir.” Ve bu gerçekten de doğrudur. Kışlık kıyafetler gevşek ve çok katmanlı olmalıdır, bu da sıcak kalmaya yardımcı olur. Ruslar, soğukta, yün, kaşmir, angora, yün kumaştan yapılmış sıcak kazak ve balıkçı yaka giyerler. Süveterin altında kısa veya uzun kollu bir gömlek giyebilirsiniz. Termal iç çamaşırı soğuğa karşı mükemmeldir, sadece doğru olanı seçmeniz gerekir. Spor yapmak veya sakin yürüyüşler için; özellikleri değişir.

Kapitone yelek ek sıcaklık için süveterin üzerine giyilebilir ve tabii ki, yüksek kaliteli dış giyim seçmek çok önemlidir. Ve tabii ki, yüksek kaliteli dış giyim seçmek çok önemlidir. En rahatı ise parka veya kuş tüyü mont olur. Şimdi Rusya pazarında birçok farklı marka var, ancak kışlık giyim konusunda uzmanlaşmış olanların seçimi daha iyi. Dolgu hem doğal hem de yapay olabilir. Bu arada, birçok modern sentetik yalıtım, doğal tüyden daha verimli bir şekilde soğuktan korur.

Isının korunması sadece dolguyu değil aynı zamanda zarı, kumaşa yapıştırılmış ince bir film de korur. Membranın temel görevi, giysiler altında rahat bir mikro iklim oluşturmak ve sürdürmektir. En ünlü membranlar arasında - sistem Gore-Tex, Triple-Point, Sympatex, Ultrex.

Muhakkak sıcak bir başlık alın.

Başlık, kulaklarınızı kapatmalıdır. Beyzbol şapkası işinizi görmez. Aynı zamanda atkı, eldiven de almalısınız.

Genellikle, bir üniversite yurdu eğitim binalarının yakınında bulunur, bu nedenle sadece eğitim yerinize geri dönmeniz gerekiyorsa, kendinizi aşırı derecede sıcak tutmanıza gerek yok - sadece bir kazak ve ceket giyin, üşütecek kadar vakit bulamayacaksınız. Kayak yapmaya, paten yapmaya veya uzun bir yürüyüşe çıkmaya karar verirseniz, sıcak giyinmek daha iyi olur. Sıcak pantolon veya kayak pantolonu bu tür durumlar için çok uygundur, termal iç çamaşırı ve yünlü çorap giyilmesi önerilir.

Hangi ayakkabıyı seçmeli?

Ünlü Rus komutan Alexander Suvorov'un dediği gibi: Başınızı serin ve ayaklarınızı ılık tutun. İlk başlarda şüpheler olabilir - sonuçta, soğukta şapka her şeyden daha az önemli değil, ancak ayaklarla ilgili durumu tamamen kabul ediyoruz. Bu nedenle, sıcak kaliteli ayakkabılar aldığınızdan emin olun. Çizmelerin çok sıkı olmaması gerektiğini unutmayın, aksi takdirde bacaklar çabucak donar. İçinde doğal kürk veya yün ile aynı cinsten tabanlık olacaksa iyidir.

Ayrıca, teke dikkat edin - oluklu, termoplastik poliüretandan (veya benzer özelliklere sahip malzemelerden) yapılmış olanın tercih edilmesi daha iyidir; Böyle ayakkabılar buzlu zamanlarda kaymazlar. Bu arada, yukarıda bahsettiğimiz teknolojiler sadece dış giyim üretiminde değil aynı zamanda ayakkabı üretiminde de kullanılıyor. Örneğin, soğuk havalarda membranlı botlar, ayaklara rahatlık ve kuruluk sağlayacaktır.

Ugg botlar, kış için iyi bir çözümdür. Sıcak, hafif, rahat, giymesi ve çıkarması kolay. Kışlık ayakkabıların başka bir sürümü var, biraz egzotik ama garantili sıcak, - keçeleşmiş yünden yapılmış geleneksel Rus botları (keçe botları). Ruslar onları eski günlerde giydiler ve bugünlerde kırsal kesimde dinlendikleri durumlar dışında nadiren giyerler. Aslında keçe botların moda versiyonları şimdi satılıyor - nakışlı, desenli ve aplikler ile. Keçe çizmeler için, ayakların ıslanmaması için kauçuk galoşlara da ihtiyaç vardır.

Kışın ne yenir ne içilir?

Soğukta, sadece sıcak giyinmek yetersiz, aynı zamanda doğru beslenmek de önemlidir. Bu arada, kışın avantajlarından biri, iyileşme korkusu olmadan doyurucu bir yemek yiyebilmenizdir, çünkü soğukta vücudun metabolizması hızlanır. Güne sıcak bir kahvaltı ile başlayın. Sabahları, Ruslar, püre yemeyi severler: Yulaf ezmesi, pirinç, irmik, darı ve ayrıca cheesecakes veya sahanda yumurta. Öğle yemeğinde katı bir sıcak çorba yemek iyidir.

Ayrıca, sizi ısıtacak içecekleri de unutmayın: Kakao, limonlu ve ballı çay, sıcak şarap - sıcak vişne veya üzüm suyu, baharatlar ve meyveler karıştırılarak tamamen alkolsüz yapılabilir. Ayrıca geleneksel bir Rus içeceği de hazırlayabilirsiniz - sıcak sbiten içeceği. Bu, bal ile tatlandırılmış baharat ve bitkilerin kaynatma ürünüdür. Bu şekilde hazırlanır: Balı kaynar suda eritiniz, baharat (karanfil, tarçın, yıldız anason, karabiber, kakule, kuru nane) ekleyip 10 dakika pişirin.

Bu arada, bu içecek sadece ısınmaya yardımcı olmakla kalmaz, aynı zamanda iyileştirici bir etkiye de sahiptir - üşüdüğünüzde içmek iyi olur. Bu arada, Rusya'da size şu tavsiyelerde bulunabilirler: Soğukta ısınmak için - örneğin votka içmelisiniz. Bunu önermiyoruz, alkol kan damarlarını genişletiyor ve gerçekten bir sıcaklık hissi veriyor, ancak bu uzun süreli değil ve sonuç olarak vücudun daha da soğumasına neden olabilir.

Cildi soğuktan nasıl korursunuz?

Sert soğuklara maruz kalırsanız, yürüyüşe çıkmadan önce cildinizi koruyacak krem kullanmayı unutmayın. Bunu, dışarıya çıkmadan bir saat önce yapılmalıdır. Nemlendirici krem uymuyor, krem, oldukça yağlı olmalıdır. Herhangi bir eczanede satılan normal bir çocuk kremini satın alabilirsiniz, ucuzdur. Ayrıca, her zaman yanınızda hijyenik ruj bulundurun - dudaklarınızı rüzgardan koruyacak ve onların çatlamalarına izin vermeyecektir.

Gördüğünüz gibi soğuk için hazırlık yapmak çok kolay. Dondan korkmanıza gerek yok - tüm yabancı öğrenciler Rusya'ya oldukça çabuk adapte olurlar ve hatta çoğu Rus geleneklerine katılırlar ve Ocak ayında vaftizler bayramında Ruslarla birlikte deliğe atlarlar Bu günde suyun iyileştirici özelliklere sahip olduğuna inanılmaktadır. Bu arada, hiç kimse böyle bir olaydan sonra hastalanmadı. Tek bir olay olmadı - çünkü banyo yapmak kurallara göre organize edilmektedir. Diğer birçok tatil kışın kutlanır - Yeni Yıl, Noel, Öğrenci Günü, Maslenitsa... ve asla sıkılmayacaksınız. Ek olarak, yılın bu zamanı - hem şehirlerde hem de doğada çok güzel.

Rus üniversitelerinin pek çok yabancı öğrencisi Rus kışına aşık olduklarını kabul ediyor ve karı gerçek bir mucize olarak adlandırılıyor.

Ünlü Rus komutan 'General Kış'







Tarih boyunca girdikleri "ölüm kalım" savaşlarında Rus ordularının en büyük yardımcısının kış olduğu söylenir. Ruslar da her vesile ile, kışın gücü arkalarında oldukça bileklerinin bükülemeyeceğini söylerler.

Rusya'nın bu yaman müttefikine "General Kış" adını layık görenler ise İngiliz mizahçıları. Napolyon'un büyük bir hevesle giriştiği 1812 seferinde Rusya'nın sert kışı tarafından hezimete uğratılmasını bir mizah dergisi "General Frost Shaving Little Boney" (General Kış Küçük Sıskayı Tıraş Ediyor) sözleriyle alaya almış. Böylece deyim tarihte yerli yerine otumuş. Gerçekten de 600 bin kişilik Napolyon'un "Grande Armee"sinde (Büyük Ordu) geriye sadece birkaç on bin Fransız canını kurtarıp evine dönebilmiş. 

Rusya'nın kışına yenilenler sadece Fransızlar değil. Soğuk iklime alışkın İsveçliler bile 1708'deki savaşta "General Kış"a yenik düşmekten kurtulamamış. İsveç ordusundaki asker ve atların neredeyse yarısı donarak ölmüş.

Ne var ki zaman zaman "General Kış"ın Rus ordularına karşı savaştığı da bir vakıa. Finlandiya ile SSCB arasında 1939'da patlak veren Kış Savaşı'nda Fin ordusunun 25 bin kişilik kaybına karşılık Sovyetlerin 126 bin asker yitirdiğini hatırlamak yeterli.

"General Kış"ın Rusların aleyhine çalıştığı bir diğer vaka da 2. Dünya Savaşı sırasında cereyan eden Moskova Savaşı. -30, hatta -50 derecelere kadar düşen hava sıcaklığında donan toprak Alman zırhlılarına manevra için sağlam bir zemin sunmuş.

Yine de Doğu Cephesi'ndeki savaşın tamamında "General Kış"ın, bir diğer meşhur savaşçı olan "General Çamur"la birlikte Sovyetlere çalıştığına şüphe yok. Bu bahiste Almanların koca bir orduyu Stalingrad soğuğunda bıraktığını hatırlamakta yarar var ki, Stalingrad çarpışmaları 2. Dünya Savaşı'nın seyrinde de bir dönüm noktası niteliğindeydi.