Moskova

Moskova

17 Eylül 2014 Çarşamba

Mavi taşın sırrı

Mavi taşın sırrı

Rusya’nın Avrupa kesiminin Kuzeyindeki eski Pereyaslavl-Zaleskiy kenti Pleşeyevo gölüne yakındır. Turistler buraya yalnız tarih anıtlarını ve güzel doğa manzaralarını görmek için gelmiyor.

Pleşeyevo gölünün kıyısındaki büyük taş da turistleri çekiyor. Görünüşüne göre olagandışı bir şeyi olmayan bu taş kışın karla örtülmez, yağmur sırasında gölün suyu gibi mavi olur.Yerli halk buna Mavi taş derler.

Menkıbeye göre, Mavi taş eskiden Pleşeyevo gölüne yakın bir dağın tepesindeydi. Yerli pagan kabile bunu kutsal taş biliyordu. Sihirli sayılan taş, yerli kabilelerin tanrılarına kurban sunulurken sunak olarak kullanılıyordu.
10. Yüz yılda Rusya Hiristiyanlığı kabul etti ve paganlıkla savaş başladı. Papazlar ve askerler pagan tanrılarının resmilerini yokediyor, paganların tapınaklarını yıkıyordu. 1152-de Mavi t aş dağın tepesinden Pleşeyevo gölüne atıldı. Cok geçmeden, Mavi taşın kendisine karşı böyle davranışı affetmiyeceği, dağın tepesinde kurulacak her şeyin çok geçmeden yokolacağı söylentileri dolaşmaya başladı. Gerçekte de böyle oldu. Önce kilise yandı,sonradan yerli prensin yazlık evi yıkıldı. O zamandan beri dağ üzerinde hiç bir şey kurulmıyor.
17. Yüzyılın başlarında bile yerliler papazların yasaklarına rağmen Mavi taşın yanına geliyordu. Kimileri sihirli taşın şifa vereceğine inanıyordu. Kimileri de yanında taşkın eğlenceler düzenliyor,geceleyin ateşler yakıyordu. Rahipler asabını bozan böyle şeylere son vermek için Mavi taşı gömmeyi kararlaştırdı. Ama 12 yıl sonra taş yine yer üstüne çıktı. Sarsılmış halk bunu bir mucize olarak kabul etti. Orasi yine de bir hac yeri oldu.
Böyle durumdan endişelenmiş olan makamlar 1788-de Mavi taşı kurulmakta olan kilisenin temeline koymak kararı aldı.Ancak elverişli görülmüş bu plan boşa çıktı. Kışın 12 tonluk Mavi taş taşıyan kızak buz tutmuş Pleşeyevo gölünden geçerken buz kırıldı ve taş battı. Bunun üzerine de harikülade olaylar yaşanmaya başladı. Balıkçılar,taşın yerinin değiştiğini kaydetti. Yıldan yıla daha çok kıyıya yaklaşıyordu. 1858-de yine kıyıda, eskiden bulunduğu yerin 300 metresinde olduğu tesbit edildi. O zamandan itibaren hiç kimse buna dokunmaya cesaret edemiyor..
Bilimciler “oynak taşın” sırrını açmak için 150 yıldır çalışıyor.Birilerine göre,göl suyunun şiddetli dolaşımı taşın kıyıya çıkmasını sağladı. Diğenlerinin fikrince., kışın taş buzlara tutunarak ilkbaharda buzlarla taşınmakla kıyıya yaklaşıyordu.Ancak 12 tonluk taş akıntıyla ya da buzlarla kıyıya nasıl sürüklenebilir? sorulabilir. Mavi taşın çevresinde yüksek radyasyonun sebebi nedir? Sık sık kaydedilen flüorışı ve top yıldırım gibi olaylar nasıl izah edilebilir? Bazı bilimciler, bilinmeyen büyük enerji kaynağı olan taşın da bilinmez ekoloji sisteminin bir bölümü olduğu kanısındadır.
Ne de olsa Mavi taş son l0 yıllık dönemde yine de yeraltına çöküyor.40 yıl önce insanların başlarından aşkın iken günümüzde boyu dizleri düzeyindedir. Bilimciler bu süreçlerin özünü izah edecek halde olmayıp sadece gözlemlere devam ediyor. Sürpriz etkisi yapacak daha ne tür olayların yaşanabileceğini kimse bilemiyor.
Tamamını oku: http://turkish.ruvr.ru/2014_09_17/Mavi-tasin-sirri/

15 Eylül 2014 Pazartesi

«Bronz Yüzük» Rusya’yı kucaklayacak

«Bronz Yüzük» Rusya’yı kucaklayacak

Rusya’nın Volga bölgesinde Rusya’nın « Bronz Yüzüğü» adlı yeni turizm markası ortaya çıkabilir. Bu turistik güzergar antik kültürün anıtlarını içerecek.

Kaynak: http://turkish.ruvr.ru/

Yabancı turistler Moskova, St.Petersburg ve Rusya’nın «Altın Yüzüğünü» biliyorlar. Bütün yabancı turistler Volga nehrini biliyorlar ama süresinde birkaç şehirde durağın yapıldığı Volga nehri vapur turları, herkesçe bilinen tek turistik yöndür. Fakat Volga bölgesinin turizm potansiyeli bununla sınırlı değil.  Bölgeler arası yeni güzergah olan «Rusya’nın Bronz Yüzüğü», turistlerin Tunç Çağına bağlı tarih ve kültür anıtlarını görmesini sağlayacak. Volga bölgesinde bir takım anıtlar var.
Mesela Samara bölgesinde Tunç Çağının anıtları dahil olmak üzere farklı çağların yaklşık 2000 arkeolojik anıtı var.  Antik yerleşimler, taş oymaları ve kurgan şeklinde eski mezarlar söz konusudur. Yerleşimlerde bulunmuş olan şeyler, o çağda tarımın ve hayvancılığın gelişmiş durumda olduğunu gösteriyor. İnsanların aletler için çakmaktaşı ve bakır cevheri ürettikleri eski maden ocakları, aletlerin üretildiği üretim atolyeleri arkeolojik anıtlar arasındadır. O eski çağlara ait birçok anıtlar hala bulunmamış ama bulunmuş ve sergilenmiş olanlar ise, yazılı kayıtları bırakmayan geçmiş nesillerin hayatının ve faaleyetinin izleridir.
Rusya’da gelişmekte olan etkinlik turizmi, bir yön dahadır. Binlerce insan, 1812 yılında Rusya ile Napoleon arasında meydana gelen savaşın  tarihsel rekonstrüksyonunu izlemek için dünyanın dört tarafından geliyor. Fransızlar da bu etkinliğe memnuniyetle katılıyorlar.
Volga bölgesinde yaşayan tüm halkların ulusal kültürleri birleştiren Ulyanovs şehrinde düzenlenen «Volga Nehrinin Rotası» festivali hala sadece bölge içeresinde ünlüdür. Ama bu çok güzel bir etkinliktir. Orta Volga bölgesinin, Avrupa  ve Asya’nın kavşak noktasında bulunan özel tarihi ve kültürel bölge olduğunu söylemek gerekiyor. Bu büyük bölgenin  halkı yüzlerce yıl içeresinde oluşuyordu ve antik zamanlardan beri Otra Volga Bölgesi etnik gruplarla komşuydu. Şimdi  Volga bölgesinde 135 etnik grup var. Rusya genelinde ise toplam 165 etnik grup var.
Kirov şehrinde düzenlenen Dünya masal  oyunları, Kalmıkya’da gerçekleştirilen Budist festivali, Yakutistan ve Çukotka’da yapılan köpekli ve geyikli kızak yarışları yabancıların ilgisini çekebilir.
Tamamını oku: http://turkish.ruvr.ru/2014_09_15/Bronz-Yuzuk-Rusyayi-kucaklayacak/

9 Eylül 2014 Salı

Bu şehir arkandan gelecektir

Suat Taşpınar

Kaynak: http://www.moskovalife.com/

Manej Meydanı, saat 23.25... Kremlin'in kızıl tuğlalı kulesinin dibinde, kalabalığa uzanmış yorgun, titrek bir el. Güngörmüşlüğün vakur ışıltısını donuk gözbebeklerine gizleyen bir kadın.  Avucunun içinde 1 ruble, dileniyor. Ara sıra, kulenin tepesinde kan lekesi gibi duran kızıl yıldıza bakıyor. Henüz 'çift başlı kartal'la değiştirilmemiş eski yadigâra... Geçmişi yâd etmek için hayli nedeni olmalı. Sahi, dileneceği kimin aklına gelirdi ki?

Moskova mağrur bir dilenciye benzer; yoksul düşmüş bir asilzade misali...

Aleksandrovskiy Sad, saat 23.50... Hırpani kılıklı iki adam ve bir kadın, fıskiyeli havuzun dibinde 'güzelleşiyor'. şair, "Meyhaneler dağılmıştır, sarhoşlar mağlup" der ama, onların dağılacak meyhanesi bile yok! Yaz kış açıktalar... Ellerinde plastik bardaklar, ayaklarının ucunda üç 'temiz' şişe. Birisi hem içiyor, hem de fazla mesai yapıp, boş şişeleri pazar çantasına tıkıştırıyor. Yarınki votka parası, boş şişelerden çıkacak ne de olsa! Her köşebaşının mutat Moskova manzarası: Sonsuza kadar içmek, sonsuza kadar unutmaktır!

Moskova biraz da votkaya benzer; kolay vazgeçemezsiniz!

Saat 01.20, Kızıl Meydan... Her seferinde, yeryüzünde hiçbir meydanın, tarihe bu kadar derin bir çentik atmadığını düşünüp sarsılabilirsiniz. St. Vasili Kilisesi'nin renkli soğan kubbelerinin önünde, bir avuç Japon turist, gecenin karanlığına flaş patlatmakta. Ve meydanın tam ortasında genç bir çift Lenin'in mozolesine karşı öpüşmekte. Tarihmiş, Leninmiş; aşkın umurunda değil. Ve tarihin toplamı, öpüştükleri birkaç saniyeden önemli değil.

Moskova aşka benzer. Aşk da hak edilmemiş bir armağan değil midir?

Saat 01.40, Tverskaya Caddesi... Işıltılı vitrinlerin önünde, fahişeler salkım saçak kaldırımdan dökülüyor. Geç saatte işinden çıkan kendi halinde bir kadıncağız, yanılıp 'pazarlığa' yanaşan adama, yakası açılmamış küfürler savuruyor. 'Sermayeler' gülüşüyor. Bir sarışın duvara dayanmış sessizce ağlıyor, Attilâ ılhan'ın dizelerini hatırlama vaktidir: "Arayıp tenha ve dalgın/çocukluğunun çiçek açmış vişne ağaçlarını/en kuytu köşelerinde hatıralarının/arayıp nerede ne kalmış/ne var ne yok/dalgın bir sarışın sürekli kar yağıyor". "Ben buraya nasıl düştüm?" diye kahrından mı ağlar, başka bir derdi mi var, kim bilir! şehvet pazarında gözyaşları prim yapmıyor...

Moskova bir fahişeye benzer; parayla ruhunu satın alamazsınız.

Saat 02.15, Puşkin Meydanı... Meydan, şairin ayaklarının altında. Birkaç güvercin şairin başının üstünde. Kaidesinden Moskova'yı seyrediyor. Gecenin son neferleri banklarda sabahı bekliyor. Ağlayan bir başka genç kadın, yalnız. Bu ne çok gece, bu ne çok gözyaşı?..

Son sözü meydanın şairi söylüyor; "Sessizce, umutsuzca seviyordum seni/Bazen çekingen, bazen kıskanç, ama hep üzgün/Ah öyle bir sevgiydi ki bu/Dilerim bir başkasınca da böyle sevilebilesin." şimdi, yalnızlığı şehrin sokaklarında yitirip tekrar bulma vaktidir.

Moskova bir şiire benzer: 'sahibine değil, en fazla ihtiyacı olana' aittir.

8 Eylül 2014 Pazartesi

Rusya'yı Sembolize Eden Olgular ve Yabancıların Rusya Hakkındaki Klişeleşmiş Düşünceleri


Kaynak: http://www.moskovalife.com/

Ruslar, en fazla "önyargı" kurbanı milletler arasında. 

Yabancılar tarafından sık sık ayı, votka, matryoşka gibi üç-beş simgeyle acemice tanımlanmaya çalışılan Rusya’yı, "Rusya Dışişleri Bakanlığı metinlerinden" anlatalım:  


"Sembolize Eden Olgular ve Yabancıların Rusya Hakkındaki Klişeleşmiş Düşünceleri"

"Yabancıların aklında Rus hayatına dair pek çok klişeleşmiş düşünceler vardır. Bu düşünceler muhtemelen, Rusya’yı gezme şansına nail olan Fransız Roman Yazarı Aleksandr Dumas ile başlamıştır. “Üç Silahşörler”in yazarı, eserlerinden birinde, dinlenmek için dallı budaklı bir frenküzümünün altına nasıl oturduğunu anlatır. Arkasındakinin bir ağaç mı yoksa bataklıkta yetişen küçük bir çalı mı olduğunu anlamadan sırtını iyice dayayarak yere oturur. O zamandan beri “dallı budaklı frenküzümü” ifadesi, “düşünmeden hareket etmek” ve “yüzeysel düşünmek” deyimlerinin eş anlamlısı olarak Rus diline yerleşmiştir.

Rusların yaşadığı çağdaş hayatın Matriyoşka ve semaverler arasında balalayka çalmaktan, üç at koşulu kızaklara binerek ayıların etrafta dolandığı yollarda zevk-i sefa içinde kaymaktan ibaret olmadığını söylemeye gerek bile yoktur. Bütün bunlar turistlerin kolayca inandığı efsanelerden başka bir şey değildir. Rusların içkiye olan düşkünlüğü hakkında da çok şeyler söylenir. Elbette, Rusya’da içki olarak ezelden beri buzsuz, ama soğuk ve saf votka tercih edilir. Bu, sert iklim yüzünden ve eski geleneklerden dolayı edinilmiş bir alışkanlıktır. Eski bir Rus atasözü vardır: “İç, ama işini de yap!” Rusya’da gezip de bu atasözünü duymamak mümkün değildir.

Malum soğuklardan bahsetmeden olmaz. Rusya, gerçekten dünyanın en soğuk ülkesidir. Çoğu bölgelerde kış dört-beş ay sürer; Kuzey’de ise tam on ay. Orta kuşakta bulunan Moskova’da bile hava sıcaklığının -30 dereceye kadar düşmesi, nadir rastlanan bir durum değildir. İşte bu yüzden Ruslar, turistlerin hediye olarak götürmeye bayıldıkları o meşhur kulaklı şapkaları yani kalpakları takarlar. Yabancı turistlerin çoğu Rus sokaklarında gördükleri kar yığınları karşısında hayrete düşer ve bu manzarayı garipserler. Bu kadar yoğun kar yağışı ve kar yığınını hayatlarında ancak kayak merkezlerinde görmüşlerdir. Bu sert iklim, Rusların bizzat kendileri için de problem olmaktadır. Alışılmış olmasına rağmen bu çok ciddi bir sorundur. Binaları ısıtmak, yollardaki buzları eritmek ve temizlemek, kardan tıkanan yolları açmak için yoğun çaba sarf edilmekte, çok para harcanmaktadır. Bir de kış için mutlaka bir sürü kalın giyecek gerekmektedir. Diğer taraftan yazın, Rusya’nın büyük bir kısmında sıcaklık artar, kış ayazlarının yerini tatlı ve neşeli bir hava alır.

Yabancılar “Rusya’da yol değil, yön vardır” sözünün geçtiği eski bir şakayı anlatır dururlar. Elbette uçsuz bucaksız ülkemizde yalnız yolların değil; tek bir insanın bile olmadığı topraklar vardır, ama son zamanlarda yeni yerleşim merkezlerinde çok şey değişmektedir, mümkün olduğu kadar uzaklara yollar yapılmıştır ya da yapılmaktadır. Mektupların yerine ulaşması eskiden olduğu gibi haftalar alabilir. Hızlı posta da Avrupa’ya nazaran daha yavaştır.
Ruslarda olduğu gibi, her halkın kendine ait karakteristik özellikleri vardır. “Esrarengiz Rus Ruhu”,  tutkular ve ince duygular, yiğitlik, sakınmazlık, gerektiğinde hiç düşünmeden risk altına girme eğilimiyle açıklanabilir. Bir Rus, gerekirse en değerli şeyini, hayatını bile ortaya koyar. Hemen hemen bütün yabancıların bildiği “Rus Ruleti”, bunun açık bir ifadesidir.

“Rusya’yı aklınızla anlayamazsınız…” Rus şair Fyodor Tutçev daha XIX. yy.da söylemiştir bu sözü. Bu söz günümüzde de geçerliliğini korumaktadır. Rusya anlaşılamaz. Onu sadece hissedebilirsiniz. Bunun için de Rusya’ya gelmek, Rusya’yı görmek ve de Rusya’da gezmek, dolaşmak gerekir...."



Kaynak: Rusya Ankara Büyükelçiliği web sitesi

3D Kuralına Uymak Lazım!





3D Kuralına Uymak Lazım

M. Hakkı Yazıcı
mhyazici@yandex.ru
Kaynak : http://www.turkrus.com/


Yine Serkan’la Oblast’ta bir müşteri ziyaretine gideceğiz ya, erkenden aşağıya indim.

Hava güzeldi.

Moskova’da “yeşil kış” yakında bitecek, nerdeyse her gün yağmur yağıyor, havalar serinledi; ancak hala ara sıra da olsa güneş kendisini gösteriyor.  Aslında önümüzde güneşli günler hiç yok da değil. Daha Eylül’ün ortalarında bizim “pastırma yazı”, Rusların “бабье лета (babye leta)” dedikleri güzel günleri yaşayacağız. Sonra?.. Kısa bir süre yaprak dökümü olacak, bütün parklar, bahçeler, sarı bir güzelliğe bürünecek; sonra “beyaz kış” başlayacak, önümüzdeki yılın Nisan ayına kadar kalkmayacak kardan bembeyaz bir örtüyle örtülecek Moskova.

Güzel havaları fırsat bilen komşular, her fırsatta kapı önünde toplaşıp muhabbete devam ediyorlar.

Baktım,  bizim komşular,  yan padiyezd’den komşumuz Azeri Hüseyin’in motor kaputu açık eski Jiguli modeli arabasının önünde toplaşmışlar. Her biri motorun bir yerlerini kurcalıyor. Bütün bildik komşular, hatta üst kattaki kadim dostum Vladimir İvanoviç de orada.

Vladimir İvanoviç’in de iftihar edip, üstüne titrediği eski bir Volga’sı var.

Bizim Serkan da gelmiş, beni beklerken aralarına karışmış, sanki çok anlarmış gibi kabloları çekiştiriyor.

Azeri Hüseyin, canından bezmiş bir halde söyleniyor:

“Bıktım artık bu külüstürden. Her gün arıza, her gün arıza!...Satıp kurtulacağım artık. İnat olsun diye, şöyle pahalısından bir cip alacağım.”

Yanlarına doğru giderken üç metre öteden seslendim:

“Satamazsın Hüseyin, boşuna nağme yapma,” dedim.

Azeri Hüseyin, başını benden yana çevirip:

“Nedenmiş o?” diye sordu.

Yanına gidip, elimi omzuna koydum:

“Bak,” dedim, “Sen yeni bir araba alırsan, uzun süre arıza yapmayacak, senin de hanıma araba arızalı, tamir edeceğim bahanesiyle garaja kaçma keyfin sona erecek.”

“Valla yahşi söylersin,” diye cevap verdi.

Rusya’da apartmanlarda yaşayanların pek çoğunun evlerinin yakınında veya biraz uzağında derme çatma da olsa kapalı garajları var. Aslında çoğu tenekeden yapılma bu garajlar tam bir çirkinlik abidesi. Bazen bu uzakça olan garajlara sahip olmanın ne anlamı var, diye düşünmeden edemiyorum.

Bu garajlar, yalnız arabalar için değil, eski eşyaları koymak için de depo gibi kullanılıyor. Hemen hemen bütün garajlarda erkeklerin birer mini barları, arkadaşlarını ağırlayacak eski püskü de olsa sandalye ve koltukları var. Buralarda içip, muhabbet edip, votka şişelerinin de dibine vuruyorlar.

Hüseyin de yapıyor bunu. Pek çok kez davetlisi olduğum için iyi biliyorum.

***

Hüseyin, her ne kadar ileri geri konuşsa da Ruslar gibi arabasına sevdalı olduğunu bütün komşular bilir.

Onun arabası da eski bir Jiguli.

Jiguli, bizim Türkiye’deki Murat 124 ve Şerçe’lerin benzeri bir model. 1989 yılında Bulgaristan’dan toplu göç eden Türklerin pek çoğu Sovyetler Birliği’nden ithal edilen Jigulilerini yanlarında getirmişlerdi. Biz de o zaman tanımıştık. Ve hatta aynı dönemde göç eden, “Binnaz” şarkısıyla ünlenen şarkıcı Ciguli de bu ismi kullanıyordu. Ciguli, bir Lada modeli  (Jiguli) olan arabanın isminden gelen bir lakap. 

Rus yapımı bu arabaların benzerleri Türkiye'de de Murat 124 modeli olarak üretilmişlerdi. İtalyan tasarımı olan Fiat 124’lerin ta kendisiydiler. İtalyanlar o dönemde hem Türkiye’de Tofaş’la, hem de Ruslarla anlaşarak üretilmelerine olanak sağlamışlardı.

Aslında İtalyanlar bu modelleri yetmişlerde kaldırmışken, dünya ileri teknolojili uçan otomobillere binerken biz, uzun yıllar bu arabalara bindik. Murat 124’ün arkasından ise sadece kaportaları değişik “kuşlu” modeller üretilmeye başlanmıştı: Serçe, Şahin, Doğan, Kartal.
80’lerden sonra Türkiye’ye ithal otomobiller rahatça gelmeye başlayınca, yerli sanayi de hamle yapmak, yeni modeller üretmek zorunda kaldı.

Aslında parası olan her devirde istediği arabaya binebiliyordu.

Çok iyi hatırlıyorum, paralı vakıf üniversitelerinin birinde zengin çocuklarının gittiği lüks kantininin kapısına başarılı yoksul aile çocuklarından oluşan burslu öğrencilere tepki olarak, “Bu kantine burslular ve kuşlular giremez,” diye yazmışlardı.

Burslu öğrencilerin kuşlu da olsa arabaya sahip olabilmeleri teselli olunacak bir şey değil mi aslında?

Bu arabalar hala yollarda.

Serkan, bu yaz Türkiye’deyken yolda bir Murat 124’ün arka camında gördüğü esprili yazıdan bahsediyor:

“Sen beni asıl 1976 yılında görecektin.”

***

Ruslarla araba sevdası konusunda bir benzerliğimiz var.

Ruslar, yaşına ve markasına bakmadan arabalarını çok seviyorlar. Düzenlenen bir anketin sonuçlarına göre, sürücülerin üçte ikisi için otomobil birinci derecede ihtiyaç, arabasız bir hayatı düşünemiyorlar. Anketi yanıtlayanların yaşı arttıkça, arabalarına olan sevgileri daha çok artıyor. Sürücülerin dörtte biri, arabalarına isim veriyor. En çok rağbet gören ad ise Lastoçka (Kırlangıç). Verilen diğer adlar  arasında Bebek, Canım, Kuzum gibi isimler var. Çoğu kez de sürücüler arabalarına bir insan adı veriyor.

Araba sahiplerinin yarısından fazlası, arabalarının özel, yalnız kendine özgü karakteri ve ruhu olduğuna inanıyor. Yüzde dördüne göreyse arabaların karakteri sahibininkine benziyor.
Rusya’da en fazla rağbet edilen araba renkleri siyah, gümüş rengi, beyaz ve lacivert; ancak kış aylarında neredeyse bütün arabaların rengi yağmur, çamur nedeniyle aynı oluyor, yani kartoşka (patates) rengine dönüşüyor. Pek kimse arabasını yıkamıyor. Yıkasa da fark etmiyor, zira yarım saat içinde aynı rengi alıyor.

***

Azeri Hüseyin, diğer komşulara dönüp, “Biliyor musunuz geçen gün şu arabanın yüzünden başıma ne geldi?” diye anlatmaya başladı.

“Vladimir’de bir işim vardı. Giderken tam yolun ortalarında bizim taka yine arıza yapmaz mı?
Hemen güç bela kenara çekip, dörtlüleri yakıp, park ettim.

Motor kaputunu açıp, baktım. Hiçbir şey anlayamadım. Kara kara düşünürken, dalmışım. Birden arkamda ‘Yardıma ihtiyacınız var mı?’ diye soran tatlı bir genç kız sesi duyup başımı çevirdim.

Bir baktım, bembeyaz gelinliğiyle güzel bir genç kız. Benim arabanın arkasına lüks Porşe cipini park etmiş, yanıma gelmiş.

Birden Allah yardım için bir melek gönderdi sandım.”

Azeri Hüseyin, başına geleni anlatırken Serkan, dayanamadı “Yok artık!” diye tepki gösterdi.

Hüseyin aldırmadan devam etti:

“Kız benim şaşırdığımı fark edip, ‘Arabalar benim hobim. Sürmesini sevdiğim kadar, tamirini de severim. Deduşkam, yani annemin babası, Kızıl Ordu’da Ana Tamir Birimi komutanıydı. Askeri araçların hepsinin, hatta tankların tamirinden çok iyi anlardı. Ondan çok şey öğrendim,’dedi.
Üstündeki beyaz gelinliğe baktım.

‘Merak etmeyin, zaten kuru temizlemeye gidecek,’ dedi.

Neyse kızla birlikte motora baktık. O da bir şey anlamadı.

‘Sizi yedeğime alıp, en yakın kasabaya kadar çekeyim. Orada mutlaka bir tamirci bulursunuz,’ diye teklifte bulundu.

Zaten yapacak bir şey yoktu, kabul ettim. Kız, Porşe’siyle önde; ben, çekici halatla bağlı benim Jiguli’yle arkada yola koyulduk.

Kız, ‘Bir sorun olursa, korna çalar, selektör yakarsınız,’ dedi.

Başlangıçta sakin sakin, sorunsuz yol aldık. Ancak birden bir Ferrari, yanımızdan fırtına gibi, bizi sollayıp, geçti. Arkasından bizim kız gaza bastı. Galiba Ferrari’nin Porşe’sini geçmesini kendisine yedirememişti, durmadan gaza yükleniyordu. Sanıyorum beni de unutmuştu.
Ferrari gidiyor, bizim kız Porşe’siyle peşinde. En arkada da halatla bağlı benim Jiguliyle ben.
İş ciddiye bindi. Bu çılgın yarış bir türlü bitmiyor. Ben arkada, direksiyona yapışmış, korkudan tir tir titriyorum. Selektör yakıyorum, korna çalıyorum nafile.

Neyse Allahtan bir polis arabası yolu kesip, hepimizi durdurdu da kurtuldum.

Meğer o sırada yol devriye görevi yapan bir polis helikopteri yukarıdan olayı görüp telsizle anons ediyormuş.

Polislerin anlattığına göre helikopter anonsunda ‘Bir Ferrari ile Porşe yarışıyor, arkalarında da bir Jiguli onları geçmeye çalışıyor,’ diyormuş.

Bizim genç kız, trafik ihlal cezasını öderken, bir yandan da gülüyordu, bana dönüp, ‘Valla inanır mısın ben de sizin arabayı çektiğimi unuttum; arkamdan selektör yaktığını görünce, boyuna bakmadan bir Jiguli de beni geçmeye çalışıyor diye sinirlenip, gerildim,’ dedi.”

Nikolay Vladimiroviç, “Yahu, buna benzer bir şey de geçen gün benim başıma geldi”, diye atıldı:

“Yolda giderken bir polis işaret edip, beni durdurdu. Ekip arabaları arıza yapmış, arabada başka bir polis daha var; ‘Beş kilometre ötedeki kasabaya kadar bizi yedeğine alıp, çek,’ dedi. İtiraz edebilecek bir halimiz yok ki zaten. Halatla polis arabasını benim arabaya bağlayıp, ben önde onlar arkada yola çıktık. Düşünceli, beter bir günümdeydim. İş, güç, ev halleri falan…Unutmuşum polis arabasını yedeklediğimi. Bir ara dikiz aynasından bir baktım arkamda bir polis arabası, selektör yakıp duruyor bana. Eyvah, dedim, yakalandık, başım derde girecek. Evraklarım eksik, sigortamın süresi çoktan geçmiş…Bastım gaza. Arada aynadan bakıyorum, polis arabası hala arkamda. Yine basıyorum gaza. Polis arabası selektör yakmaya devam ederken, siren de çalmaya başladı. İyice telaşlandım; sağa çekip, durdum. Arabadan inip bizim polisi karşımda görünce aklım başıma geldi. Hatırladım olayı. Polis de bana çıkışıyor. Ben, unutup biraz hız yapınca telaşlanmış, meğer onun için selektör yakıyormuş.”

“Ne çok buna benzer olaylar oluyor yollarda,” dedim.

Rusya’da arabalarda kaydedici kameralar kullanılmaya başlandığından beri sosyal paylaşım sitelerinde çok sayıda aptalca trafik kazaları videoları yer almaya başladı. Bazı videolar, paylaşım ve izlenme rekorları kırıyor. Rusya’daki kaza videoları, bizim televizyonların da çok rağbet ettikleri, sık sık haberlerde kullandıkları bir kaynak.

Pavel Viktoroviç:

“Bu tür durumlarda her zaman 3D kuralına uymak lazım,” dedi.

Ben, sinemadan, 3D tekniğiyle yapılmış bir filmden bahsedecek diye düşünürken Paşa devam etti:

“Yollar manyaklarla dolu, dikkatli olmak gerekir. En iyisi sakin olup, 3D kuralına, yani ‘Дай Дорогу Дураку (Day Darogu Duraku)- Aptallara Yol Ver)’ kuralına uyacaksın,” dedi.  
Nikolay Vladimiroviç, bir “of” çektikten sonra Rusya’da araba kullananların şikayetlenip hep kullandığı o çok bildik deyişi tekrarlayıp, söylendi:

“В России две беды – дураки и дороги”(V Rossiyi dve bedı-Duraki i darogi)-Rusya’nın iki önemli sorunu var-yollar ve aptallar).

Vladimir İvanoviç, ne zaman konuşacak diye merak ederken, ağzından baklayı çıkarıp, beklediğim şeyi sonunda söyledi:

“Bunlar yeni zamane işleri. Bizim zamanımızda, yani Sovyet döneminde böyle saçma sapan şeyler olmazdı,” dedi.

Anlatılanlar sağda solda duyup, okuduğumuz anekdotlara (Ruslar fıkraya “anekdot” diyorlar) pek benzeyen şeylerdi, ama olsun yine dinleyip, birlikte gülmek hoştu.

Muhabbet uzayıp gidiyordu, doyulacak gibi değildi; ancak biz Serkan’la yola çıkmak zorundaydık, vedalaşıp ayrıldık.

Sokaktaki adam ve üç kavak ağacı



Sokaktaki adam ve üç kavak ağacı 
Suat Taşpınar

Kaynak: http://www.moskovalife.com/

Ben sokaktaki adamım. Pasaportum cebimde, kimliğim karmakarışık. Tanırsınız bir yerlerden. Sizin duymadığınız bir sur üflenir, ben kendime dahi meçhul bir kuytudan gecenin karanlığına çıkarım. Moskova'nın kirli karında ayak izlerim kaybolur, it izine karışır. İhtişamıyla başım dönerek, rezilliğiyle yüzüm kızararak arşınlarım bu şehrin sokaklarını. Rast gelsek göz ucuyla süzer birbirimizi, yan yollarda izimizi ve gözümüzü kaybettiririz. 

Oktyabrskaya metrosunun Gorki Park'a yakın çıkışında bir cepçi bekler. Kurbanını özenle seçer. Bu şehirde çalışıp da, işini layıkıyla yapan nadir insanlardan biridir. Bayiden matbuatı, büfeden Amerikan özentisi sosisli sandviçi alıp cüzdanını aceleyle çantasına sokuşturan kadınları affetmez. Günde bir balık gelir oltaya. Nevale çıkar, fazlası bile kalır. Övünecek değilim; ama ben o adamım işte. Tek tesellim kirli bir işi temizce yapmaktır. Sırra kadem basar, gün aşırı 
işyerime dönerim. Katil de cinayet mahalline dönmez mi?

Ben sokaktaki adamım. Bu şehrin her köşesinde atılmayı bekleyen küflü bir sandık gibi bulursunuz beni. Sıvası dökülen Sovyet binalarının griliği düşer üstüme. Bazen bu şehirden bile yaşlı olduğumu düşünürüm. Stalin'i mozolenin üstünden el sallarken gördüğüm gün, dün gibi aklımda. Kızıl bayrağı indirip demokrasi getirdikleri günü hayal meyal hatırlarım. Yaşıtlarım kızar, köpürür, "Eski günler" der. Ben isyan etmem; torunumla parkta ömrümü uzatırım. "Bu kim dede?" der kerata, önündeki büste bakıp. "Lenin amca" der geçerim. Ölüm çağırır, ben can havliyle kaçarım.

Ben sokaktaki adamım. Üç günlüğüne köyümden geldim Moskova'ya. Kocam, iki çocuğum kaldı. Bir taksici aldı beni arabasına. Nasıl oldu anlamadım, bir şefkat dokundu, "Bırak beni..." diye başlayan o hüznün şarkısını söylemeye başladım ona.

İnerken taksiden, ne o eski taksiciydi, ne ben eski ben. Anlatması uzun. Köye döndüm. Çocuklara, eşime hediyelerini verdim. Kocam, "Kendine bir şey getirmedin mi?" dedi. Ve o an ilahi bir el dokundu, radyoda o şarkı çaldı. Kendime Moskova'dan onu getirdiğimi söylemeye dilim varmadı, yüreğimde sakladım. Gözlerim doldu. Çok zaman oldu; 'Pluşiha Caddesi'nde Üç Kavak' diye filmimi yaptılar.

Ben sokaktaki adamım. Adımı söylesem tanıyanınız çıkar. Yarın gazetelere manşet olacağım. Her şey çok güzel olacaktı, bu âlemde herkesin yaptığından fazlasını yapmıyorduk, imzalar atılmış, gizli günahlar işlenmişti, paralar kulaklarımdan fışkıracaktı. İşin detayını Tanrı, ben ve o lanet olası adamdan başkası bilmeyecekti. Kendime kefilim; ya Tanrı fısıldadı, ya iki kişinin bildiği şey yine sır kalmadı. 'Zengin' diyeceklerdi, şimdi 'hırsız' diyecekler. Çocukların başı öne düşecek. Birazdan eve gideceğim. Cesedim ya yatak odasında ya da havuzun kenarında bulunacak, henüz karar vermedim.

Ben sokaktaki adamım. Aşık olduğum an ihanet ediyor bu şehir; küstüğüm an dudaklarımdan öpüyor. Gidecek olsam bırakmıyor, kalacak olsam yüzüme bakmıyor. Gece yarısı sokaklarında ensem kararıyor, sabahlarında yüreğim kalkıyor, gündüzlerinde nefesim yetmiyor, ama bir beyaz kar düşüyor ve tüm yaralarım kapanıyor. Ben onun sokaklarındayım, o benim damarlarımda.

O içimdeki şehir, ben sokaktaki adamım...

16/12/2007, Radikal