Moskova

Moskova

28 Ocak 2020 Salı

Türkiye'nin Rusya topraklarındaki ilk 'akıncıları': Bundan 30 yıl önce....



METİN UÇAR




25 ocak 1990, sabahın erken saatleri, Ankara, Tunus Caddesi’nde bir yolcu otobüsü yolcularının tamamlanmasını bekliyor. Yolcular dedim ama aslında bunlar SSCB’deki ilk sıfırdan inşaat projesinde çalışacak işçi kafilesi. Bu olay bir anlamda SSCB ve Türkiye arasında yepyeni bir dönemin başlaması demek. İki ülke halklarının birbirini tanımasına, sayısız ortak aile kuracak kadar sevmesine yol açacak çok kapsamlı bir olayın ilk adımı.

Şöyle bir düşünün: Daha önce demir perde ardında yaşayan, batıda anlatılan öcü komünizm öyküleri ile korku kaynağı olan, binbir bilinmezi içinde barındıran bir ülke SSCB ve bizler oraya çalışmaya gidiyoruz.

Tam 32 kişi. Çoğunluğu marangoz, demirci olan işçi kafilesinin başında bir formen arkadaşımla beraber bulunan kişi de bendenizim.

Elimdeki harita ile Romanya’dan sonra yol bulma görevi bana ait. Gittiğimiz ülkenin dilini konuşan bir ben varım! Beni yolcu etmeye şimdi rahmetli olan babam ve hala hayatta olan anam gelmişler. Nasıl duygular yaşadıklarını tahmin bile edemiyorum. Tek bildiğim eskiden beri SSCB’ne sempati duyan ve benim Rus dili okumama önayak olan rahmetli babamın sevinçli olduğu.

Velhasıl vedalaşma faslından sonra yola çıkıyoruz. Güzergahımız Bulgaristan, Romanya üzerinden ve SSCB’nin başkenti Moskova!

O günden bu yana tam 30 yıl geçti. Dile kolay. Sakın 30 yıl içinde neler görmüş geçirmiş olduğumu yazacağımı düşünüp endişe etmeyin. Bunu yazmaya kalksam herhalde yüzlerce sayfalık bir kitap olurdu. Yazım o kadar uzun olmayacak.

Mesela, ancak bir tepsi baklava ile yakayı kurtardığımız Kapıkule gümrüğünü, Bulgaristan’a girişte bir kafenin önünde durduğumuzda içeridekilerin biz girmeyelim diye nasıl aceleyle kapıyı kapattıklarını, sınırdan girerken mecburen bozdurduğumuz levaları Ruse sınır kapısındaki bir kafede bulduğumuz her şeyi satın almak için harcadığımızı, bizi didik didik aramak sureti ile içeri alan, bir süre önce Çavuşevsku hanedanına son vermiş olan Bükreş sokaklarında göstericilerden nasıl kaçtığımızı, SSCB sınırındaki genç asker ile ilk Rusça diyaloğumu, Kişinyov ve Kiev’i nasıl geçtiğimizi, sokaklarında yabancı tek bir araç göremeyeceğiniz Moskova’ya nasıl girdiğimizi ve Kosmos otelin önünde bulunan paralı telefonlar için bana on kapik veren ilk sempatik Rus kızını yazmayacağım. Dedim ya, yazmaya kalksam kitaplar dolusu bir eser ortaya çıkar.

Yazmayacaklarım arasında bakın daha neler var: 

Şantiyedeki otuz adama ekmek almak için süpermarkete gidiyorum. Ekmek kuyruğu var. Sıra bana gelince sorun çıkıyor tabii ki! Ekmeği direkt fırından sipariş etmek sureti ile sorun aşılıyor. İlk iki hafta menüde ekmek, peynir, domates. Ancak iki hafta sonra ilk sıcak yemek çıkıyor: Kuru fasülye ve pirinç pilavı! 
O dönemim klasik kuyruklarının tadına bakmışım. Şantiyede giyecek bir çizme lazım! Ama nereden bulacaksın belli değil! Rusya’ya gledikten alt ay sonra McDonalds kuyruğuna girmişim ve tam iki saat beklemişim. McDonalds o zamanın en modern ‘restoranı’ ve en elit buluşma yeri. Biri diyor ki: ‘McDonalds ve Coca Cola’nın girdiği ülke iflah olmaz!’ Müneccim misin, kardeşim?

18 ağustos 1991 – Sabah Leninskiy prospektten geçerek şehir merkezine ilerleyen tanklar ve zırhlı personel taşıcılar hiç de hayra alamet değil. Rus bayan sekreterimiz ciddi korku içinde: ‘Yabancı bir şirkette çalışıyorum diye kesin beni içeri atarlar!’ diyor. Gorbaçov’u tutuklamışlar. Memlekette darbe yapılmış. Aksi gibi ertesi günü bazı misafirlere Moskova’nın merkezini göstermem lazım. Laf dinlemiyorlar. Novıy Arbat, Starıy Arbat derken küçük bir şehir turu atılıyor. Dedim ya memlekette darbe olmuş ama sokakta normal hayat devam ediyor. Sadece adamın biri bas bas bağırıyor: ‘Özgürlükler elden gidiyor. Hükümet Binası’nın önünde toplanın! Bugün eylem günü!’ Kimsenin onu dinlememesine şaşırıyorum. Sonra Yeltsin diye biri, bir tankın üstüne çıkıyor, darbe bastırılıyor. 3 kişi hayatını kaybetmiş. SSCB’nin temeline bomba yerleştirilmiş.





Belki de ilk Rus turist grubuna mihmandarlık yapıyorum. Önce Antalya, ardından İstanbul. Turizm zaman içinde bugünki dev boyutlarına ulaşıyor.
1993’te Türk inşaat şirketlerinin SSCB’deki ilk projesi Park Place (Leninskiy prospekt - 113), Rusya’da tamamlanıyor. SSCB 1991’den bu yana yok çünkü. İnşaat süresi içinde iki Türk Cumhurbaşkanı’nı ve defalarca başbakanlarını şantiyede ağırlıyoruz. Yaptığımız inşaat, ancak öyle sıradan bir inşaat değil. Yeni bir çağın başladığının işareti, politik anlamı olan, herkesin ilgiyle izlediği bir inşaat. Bu inşaat Türkiye’nin inşaat devlerinin konsorsiyumu olan MİR A.Ş. tarafından yapıldı. İnşaat bittiğinde konsorsiyumdaki tüm inşaat şirketlerinin artık kendi projeleri vardı. Tüm ekonomik, politik iniş çıkışlara rağmen inşaat sektörü temsilcileri iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesinde öncü ve belirleyici rol oynadılar. İlk Rus-Türk evliliklerinin inşaat için gelen insanlar tarafından yapılması bir rastlantı değil tabii ki.

Yıl 1993. 21 eylülde ikinci darbe girişimi.


Yine eski sistemde kalma çabası. Bombalanan beyaz ev, Türk inşaatçıları tarafından rekor süre içinde tamir ediliyor.
Rusya’nın Banker Kastelli’lerinin ortaya çıkışına tanık oluyoruz ve sağımızdaki, solumuzdaki insanları uyarıyoruz. Ancak Alla Pugaçov’a bile parasını kaptırıyor! Sonra para babası oligarkların doğuşunu izliyoruz. 1917 Ekim devriminde halka devredilen ne varsa sayılı kişinin elinde toplanıyor. Bunlardan bazıları o kadar cesur ki devlet yönetimini dahi ele geçirebileceklerini hayal etmeye başlıyorlar. Bağımsızlığını ilan etmek isteyen cumhuriyetler, hatta şehirler görüyoruz. Çeçenistan savaşı başlıyor. Bir dönem yüksek binaların yanından geçmekten korkuyoruz. Çünkü Moskova’da iki apartman binası, temeline patlayıcı konulmak sureti ile yıkılmış. Başka nerede patlayıcı var kimse bilmiyor! Arada bir metroda bomba patlatılıyor. Bunlardan birinden kılpayı kurtuluyorum. O gün evden bir iki dakika geç çıkmışım. Her gün, hem de o dakikalarda bindiğim vagonda bomba patlamış!

Yeltsin gidiyor, yerine Putin geliyor! Hala da yerinde zaten. Tüm Rusya ile birlikte ekonomik, politik krizleri yaşıyoruz. Ancak hayatımızı sürdürüyoruz, çalışıyoruz. İlk ateşi 1990’larda yakılan Rus-Türk evliliklerine bir tanesini de biz ekliyoruz. O zamanlarda temeli atılan evliliklerin çocukları şimdilerde 25 yaşının üstünde! Dile kolay.

Tercümanlık hayatıma gelince.


İlk şantiyenin tek dil bileni olarak  dört ay boyunca tüm görüşme, pazardan yiyecek alışverişi dahil her türlü işlerine bakmışım. Hakiki doktor gelene kadar altı aylık süre içinde işçilerin hastalıklarına çare aramışım. İşçiler arasında ‘Doktor’ ünvanı kazanmışım.


Sayısız devlet adamına, büyük inşaat şirketi sahiplerine tercümanlık yapmışım. En uç noktaları Sankt Peterburg, Murmansk, Astrahan ve İrkutsk (Baykal Gölü) olmak üzere, özellikle Rusya’nın merkez kısmındaki bütün şehirlere gitmişim. O da yetmemiş Kazakistan’ın Jeskazgan şehrine giderek kablo fabrikası inşaatının başlamasına yardımcı olmuşum. SSCB’nin ilk ve son Cumhurbaşkanı M.S. Gorbaçov, T.C. Dışişleri bakanı (Abdullah Gül), sayısız elçi, Moskova belediye başkanı (Rahmetli Lujkov), sayısız devlet adamı, büyük şehir belediye başkanı tercümanlığı yaptığım kişiler arasında. M.S. Gorbaçov’un eşi Raisa’nın cenaze töreninde Helmut Kohl ile yanyana durmuşum.

Ama bunları da yazmayacağım.

Velhasıl yıl 2020. SSCB’ne gelişimin 30. Yılı. Ne kadar olaya tanık olmuş bu 30 yıl. Şimdi bakıyorum da inanılmaz! Belki bir gün bunların hepsini oturup yazarım.

Yazımı bitirirken size küçük bir anekdot anlatacağım:

Malum 1990’da şantiyede Rusça bilen tek kişiyim. İşçilerin dışarı çıkması yasak. Çünkü dışarıda ‘komünizm’. Çarpar Allah korusun! Ancak çok kısa bir süre içinde burada da sıradan insanların yaşadığı anlaşılıyor. Yavaş yavaş şantiye dışı hayat hikayeleri yaşanmaya başlanıyor. Hiç unutmam bir gün işçilerden biri geldi ve dedi ki: ‘Metin abi, bize şöyle bir kaç kelime yazsan ne güzel olur. Dışarı çıkınca çok sıkıntı yaşıyoruz.’ Adam haklı. Oturup bir sayfalık bir sözlük hazırlıyorum. Günlük hayatta ihtiyaç olabilecek ne varsa yazmaya çalışıyorum. Yanlarına da nasıl okunduklarını yazıyorum. Mesela: Zdravstvuyte! Dört beş sayfa da fotokopi çekip işçilere veriyorum. Aradan bir süre geçiyor! İşçilerden biri yine yanıma geliyor. Çok dertli! ‘Abi, sen nasıl tercümansın! Yazdığın şeyleri Ruslar anlamıyor. Valla rezil oluyoruz.’ Olacak şey değil tabii ki! ‘Getir bakayım elindeki sözlüğü!’ diyorum. Hemen cebinden çıkarıp gösteriyor. Altı yedi kere katlanmış bir sayfa. Hemen sözlüğün elle yazıldığını anlıyorum. Üstelik gerçekten adamların sıkıntı çekmesine neden olacak yazılım hatalarıyla dolu. Meğerse hazırladığım liste elde ele yayılmış. İşçiler beni rahatsız etmek istemediklerinden mi bilmem kendileri kopya çıkarmaya başlamışlar. Tabii ki her kopya çekişte de bizim orijinalden uzaklaşmışlar. Şu anda elimde tuttuğum versiyonun anlaşılması kesinlikle mümkün değil tabii ki! Velhasıl bizim meşhur sözlüğü yeniden yazıyorum ve isteyen herkese verebileceğimi söylüyorum.



Hatırlayan ve yazmayan – Metin UÇAR 1990-2020

26 Ocak 2020 Pazar

Rusya'nın yetiştirdiği ünlüler







Rusya'da doğmayanların bile tanıdığı ve başarısını takdir ettiği isimler var. Edebiyattan spora, müzikten iş dünyasına kadar... Kimisi 18. yüzyıldan kalma, kimisi bugünün vitrindeki isimleri... Russia Beyond bu isimler arasında en başarılı ve en ünlü gördüğü 10 ismi derledi.

1.Vladimir Putin.
Bugün ismi neredeyse bir marka niteliğinde olan mevcut devlet başkanı muhtemelen günümüzün en çok tanınan Rusyalısı. Defalarca Time dergisinin kapağını süsleyen Putin Rusya'da şarkı sözü yazarları, film yapımcıları, modacılar ve alkollü içki üreticileri için de ilham kaynağı konumunda.

2. Mihail Gorbaçov. 
Sovyetler Birliği'ni tarihe gömen adam olarak bilinen Gorbaçov bu niteliğiyle halen tartışmaların odak noktasında. Dünyanın pek çok köşesinde kendisine kahraman gözüyle bakılsa da ülke içinde şahsına eleştirel yaklaşanlar hiç de az değil.

3. Aleksandr Oveçkin.
Buz hokeyi Türkiye'de popüler bir spor dalı değil. Ama bu sporun sevildiği ülkelerde Oveçkin efsane mertebesinde bir isim. Amerikan Hokey Ligi NHL'de 2008, 2009 ve 2013 yıllarında en değerli oyuncu seçilen Oveçkin'in kariyeri şampiyonluklar ve kupalarla dolu.

4. Lev Tolstoy.
İnsanların hisleri ve amaçları hakkında kendinden önce kimsenin başaramadığı kadar incelikli ve ayrıntılı betimlemelere imza atan Tolstoy tek başına tüm bir ülke edebiyatını, hatta ve hatta dünya edebiyatını simgeleyebilecek kadar büyük bir dev.

5. Pyotr Çaykovski. 
Rusya'nın dünyada bir kültür-sanat ülkesi olarak tanınmasında en büyük katkılardan biri de hiç kuşkusuz büyük klasik müzik bestecisi Çaykovski'ye ait. Kuğu Gölü, Fındıkkıran, 1812 uvertürü sadece Rus müziğinin değil, dünya kültürünün de unutulmazları arasında.

6. Maya Plisetskaya.
Bale sanatı Türkiye'de de popüler olsa idi muhakkak ki Plisetskaya'nın adını duyanların sayısı daha fazla olurdu. Kısa süre önce hayata veda eden ve arkasında dünya çapında bir şöhret bırakan bu efsanevi balerin 1960'larda Nâzım Hikmet'in eserlerinin sahnelenmesinde de rol almıştı.

7. Yuri Gagarin.
İnsanoğlunun XX. yüzyılda kaydettiği en büyük başarılardan biri uzaya çıkmak oldu. Ve bu başarının yüzü Rus kozmonot Yuri Gagarin'di. Sadece memleketi Sovyetler Birliği'nde değil, gittiği her ülkede, İngiltere'de, Kanada'da, Almanya'da, Brezilya'da, Japonya'da ve Mısır'da haklı olarak bir kahraman gibi karşılanmıştı Gagarin.

8. Roman Abramoviç. 
Rusyalı oligarkın ünlü futbol kulübü Chelsea'yi satın alması gözlerin bir anda Rusyalı zenginlere dönmesini sağlamıştı. Son yılların en tanınan Rusyalılarından olan Abramoviç de listede kendine yer buluyor.

9. Aleksandr Soljenitsin. 
Gulag Takımadaları ve İvan Denisoviç'in Bir Günü gibi iki olağanüstü eserlerle Sovyetler Birliği'nin devlet güdümündeki edebiyat dünyasını alt üst etmeyi başarmıştı Soljenitsin. Sovyetler Birliği'nin ceza ve ıslah kampları gulagları sayfalarına taşıyarak yarattığı sarsıntı Sovyetler Birliği yıkılana dek sürdü. Kendi memleketinden sürülerek ayrılmak zorunda bırakılsa da dünya Soljenitsin'ın büyüklüğünü takdir etti ve onu Nobel'le ödüllendirdi.

10. Josef Stalin. 
Rusya'da bugün çoğu insan Stalin'in "hunhar bir diktatör" olduğunu kabul etse de bir kısım da Avrupa'yı faşizmden kurtaran lider olarak görme eğiliminde. Hangi görüş ağır basarsa bassın, Stalin'in de iyisiyle ve kötüsüyle Rus tarihe geçtiğini kabul etmek gerek. 

21 Ocak 2020 Salı

Rusçanın H harfi ile derdi



Gari Potter, Gitler, Gaci Murat: Rusçanın H harfi ile derdi ne?




Rusça öğrenen yabancıları en çok hayrete düşüren dil konularından biri Rusların tüm dünyada H harfi ile telaffuz edilen bazı özel isimleri ısrarla G ile söylemesi. Rus dilinde halihazırda sert de olsa H sesinin (İngilizce Kh yazılarak bu ses verilmeye çalışılıyor) olması ise insanların şaşkınlığını ikiye katlıyor. 

Neden Harry değil de Gari Potter, neden Hitler yerine Gitler ve neden Hac Murat değil, Gaci Murat, Haydar değil Gaydar?

Türkçe konuşanlar Rusça H sesini (Habarovsk, Harkov) İngilizce H sesi (Harvard, Henry) ile bir tutsa da Ruslar farklı düşünüyor. Ana dili Rusça olanlara göre bu ikisi bambaşka sesler ve birbirleri yerine kullanılamazlar. En azından bir kısmına göre.

16'ncı yüzyılda İngiliz tüccarlarla ve dolasıyla İngilizce ile tanışan Ruslar duydukları H sesine Rusçadaki en yakın sesi veren harf olarak G'yi (Г) görmüş. Bu ise pek de temelsiz değil. Zira Rusçanın bazı şivelerinde G ve H sesleri geçişken. 

Ailesinin kökleri Belarus ve Ukrayna taraflarına dayanan kimselerle temas edenler, bazen "govorit" yerine, "hovorit" dendiğini duyar. Bu söyleniş biçimi ise Rusya'da kırsala özgü addedilir ve Moskovalılar arasında bazen alay konusu olabilir. 

Nikita Kruşçev de bu alaylardan nasibini bolca alan güney Ruslarından biridir. Sovyet lidere Ruslar Hruşşov derken, bizim neden Kruşçev dediğimiz ise apayrı bir konu.

(RBTH'den derleme)

18 Ocak 2020 Cumartesi

Hitler'i Kim Yendi?




Kevork Taşkıran



Tarih: 18 Aralık 1940...
Hitler, Alman Ordusu'na tarihin en geniş çaplı askeri harekat emrini verdi: Hedef Sovyetler Birliği idi.

Almanların Barbarossa Harekatı öğrenilince Leningrad'da olağanüstü günler başladı.
Örneğin; “Müzelerin Anası” olarak bilinen Hermitage Müzesi'ndeki 3 milyon eserin bir bölümü sandıklara doldurulup Ural Dağları'na götürüldü.
Şehirde yaşayan önemli bilim adamları ve sanatçıların tahliyesine karar verildi. Kimileri kenti terk etmeye karşı çıktı.
Bunlardan biri, ünlü besteci Dmitri Şostakoviç idi.
Yazar Sarah Quigley “Orkestra Şefi” adlı kitabında şehri terk etmeme kararının Şostakoviç ile eşi Nina Varzar'ın arasını açtığını şöyle yazdı:
“Nina” dedi Şostakoviç; “Leningrad'dan ayrılmamızı istediğini biliyorum ama anla lütfen. Batan gemiyi terk eden fareler gibi kaçıp gitmek yanlış geliyor bana.”
Nina yüzünü çevirdi: “Bu dediğin benim kulağıma, çocuklarının hayatlarını riske attığın için kendini rahatlatmak üzere bulduğun bir bahane gibi gelmeye başlıyor.”
“Bahane mi? Bahane mi? Leningrad'ı mahvolmaktan kurtarmanın lanet olası bir bahane sayılacağını pek sanmıyorum!..

Tarih: 8 Eylül 1941.
Almanlar Leningrad'ı kuşattı.


Hitler; kentin hemen düşeceğinden öylesine emindi ki, şehrin lüks oteli Hotel Astoria'da zafer onuruna verilecek partiyle ilgili davetiyeleri önceden bastırdı!
Hesap edemediği şuydu; Şostakoviç gibi yüzbinler faşizme karşı savaşmak için gönüllü olmuştu!
Şostakoviç, önce Kızıl Ordu'ya katılmak istedi. Sağlık durumu ileri sürülerek kabul edilmedi.
İtfaiyeci olarak görev aldı. Ders verdiği konservatuvarın damında yangın gözlemciliği yapmaya başladı. “Dört gözlü yarasa” diyorlardı ona.
Yaptığı işi bir çocuğun da yapacağını söyledi sürekli. Sonunda Milis Teşkilatı'na alındı. Görevi, siper kazmaktı.


Temizlik hastasıydı aslında ama o günler çok geride kalmıştı. Pislikleri görmüyordu bile.
Hitler köpürüyordu; 8 Kasım'da üç milyon Leningradlının açlığa mahkum edilmesi emrini verdi. Ardından…


Akarsu kaynaklarına zehir attırdı.


Yiyecek depolarını bombalattı.
Bu nedenle, Leningrad'da kadın ve çocuklar için günlük yiyecek 150 gram ekmeğe kadar indirildi. Bu ekmek de, yüzde 50 oranında talaş ve başka yenemeyecek katkılardan oluşuyordu.
Halk, kedi-köpek-fare-kuş ne buluyorsa yiyordu artık.


Kışın eksi 30 dereceye kadar düşüyordu hava. Hitler kışın ısıtmada kullanılan akaryakıt depolarını da bombalattı.
Şunu yazmalıyım:
Hitler, “Nazi estetiği” diye Berlin'deki ıhlamur ağaçlarını keserken, o dondurucu koşullarda Leningrad'da tek ağaç kesilmedi.
Isınmak için evlerdeki tüm eşyalar yakıldı ama tek ağaç kesilip yakılmadı…
Ve inatla direndi Leningrad…
Şostakoviç dinlenme molalarında cebinden ufak kalem ve kağıt çıkarıp notalar yazıyordu.
İtfaiye gözcülüğü yaparken, altı saat süren ve binlerce ton şekerin bulunduğu Badayev yangınını seyretmişti. Alevler, kapkara dumanlar, uzaklardan duyulan çaresiz insan sesleri, çanlar, megafonlar ve hava saldırısını duyuran sirenlerin tiz sesi…
Birden Şostakoviç kendini dış dünyaya kapatmış gibi hissetti.
O gün karar verdi; Leningrad senfonisini yazmaya…
Artık…
Hiçbir yangın, hiçbir ölüm, hiçbir yokluk ve açlık onu senfonisini yazmaktan alıkoyamayacaktı.
Senfonisinde, insanlığın barbarlıkla mücadelesini anlatacaktı.


Kuşatma altındaki halka umut ve cesaret aşılayacaktı.


O günden sonra her fırsatta yazdı Şostakoviç.


Rüyasında bile senfoninin notalarını gördü.


Bölümleri tamamladıkça tedirginliği azalacağına arttı; ilk kez başarısız olacağından korktu.
Aradığı bir cenaze marşı değil, direniş senfonisiydi…

Yıl, 1942...
Kuşatma acımasızca sürüyordu.


Öyle ki…
Ocak ve şubatta her gün 7 bin ile 10 bin arası sivilin çoğu açlıktan ölüyordu. Şehir içi ulaşım yoktu. İnsanların ekmek alma merkezlerine giderken yolda düşüp can vermesi normal karşılanır oldu. Ölülerin yendiği söyleniyordu!
Bu koşullarda Şostakoviç, Leningrad Senfonisi'ni bitirdi.
Peki. Eseri kim çalacaktı? Sanatçıların bir bölümü tahliye edilmişti. Kimi ölmüş, kimi sakat kalmıştı. Eski müzisyenler, sakatlanmış askerler ve amatörlerden orkestra kuruldu.
Çalışmak güçtü. Soğuktan elleri müzik aletlerini tutamıyordu.
Zorluklar aşıldı. Senfoninin kurtuluşu getireceğine dair inanç oluştu.

Ve…

Tarih: 9 Ağustos 1942.
Şostakoviç'in eseri Leningrad Senfonisi radyodan çalındı.


Müziği hem Almanlara hem de Ruslara ulaştırabilmek için de güçlü hoparlörler kuruldu. Rus halkı güç ve moral kazanmak için, düşman ise umutsuzluğa kapılsın diye.
Her gün çalındı.


Herkesin dilinde senfoni mırıltısı duyulur oldu.


Direnen halkına büyük moral veren Şostakoviç'e, 1941 ve 1942'de Kızıl Bayrak İşçi Nişanı ve Stalin Ödülü verildi.

Tarih: 27 Ocak 1944.

872 gün sonra…
Almanlar pes etti. Çekilmek zorunda kaldı.


Bu süreçte Sovyetler, 3 milyon 436 bin 66 askerini ölü, kayıp ve yaralı verdi.
Sivillerden 400 bini tahliyeler sırasında ve 642 bini kuşatmada hayatını kaybetti.
Leningrad'daki yıkım ve insan kayıpları, Hiroşima ve Nagasaki'ye atılan atom bombalarının yol açtığı kayıpların üstündeydi.
Kuşatma soykırım olarak kabul edildi.
Bugün Leningrad direnişleri unutturulmak isteniyor. Bir örnek vermeliyim:
Dünya, Hollanda'daki 14 yaşındaki Anne Frank'ın günlüklerini ezbere bilir de, Leningrad'daki 11 yaşındaki Tanya Savicheva'nın günlüklerinden habersizdir. Açlıktan önce büyükannesi, ardından amcası, sonra annesi ve kardeşini yitiren Tanya'nın, günlüğündeki son notu, “Sadece Tanya kaldı” oldu. Son notuydu çünkü; kuşatmadan kısa süre sonra ileri derecede beslenme bozukluğundan öldü Tanya!
Kuşkusuz acıları yarıştırmıyoruz. Neden bilinip bilinmediğini anlatmaya çalışıyoruz.
Hangisini yazayım…

10 milyon 700 bin asker ve 11 milyon 400 bin sivili kaybetmesine rağmen Sovyetler Birliği, Berlin'e kadar gidip Hitler'i yenmeyi başardı.
Yıllardır ABD'nin propaganda filmlerini seyredenler, savaşın Amerikalılar sayesinde kazanıldığını sanıyor! Oysa. Bu sadece, propaganda savaşını ABD'nin kazandığını gösterir!
Milyonlarca kişi açlıktan ölmüştü ama
Hitler'i Şostakoviçlerin direnişi yendi…


Rusya'nın Vahşi Doğası 2019 Yarışması’nın en iyileri (3)




National Geographic tarafından düzenlenen Rusya'nın Vahşi Doğası 2019 Fotoğraf Yarışması'nı kazanan Dmitriy Vilyunov'un 'Ormanda Yüzen' isimli çalışması.

Rusya'nın Vahşi Doğası 2019 Yarışması’nın en iyileri (2)




National Geographic tarafından düzenlenen Rusya'nın Vahşi Doğası 2019 Yarışması’nın Manzara kategorisinin birincisi Yevgeniya Botova'nın çalışması.

Rusya'nın Vahşi Doğası 2019 Yarışması’nın en iyileri




National Geographic tarafından düzenlenen Rusya'nın Vahşi Doğası 2019 Yarışması’nın kazananları belli oldu. 2011'den itibaren düzenlenen yarışmaya ülkenin dört bir yanından binlerce çalışma katıldı.

Kazananlar, "Manzara", "Anneler ve yavruları", "Kuşlar", "Makroçekim", "Bitkiler", "Su altı çekimi" olmak üzere farklı kategorilerde belirlendi. Hem profesyonel, hem de amatör fotoğrafçıların katıldığı yarışmanın tek koşulu görüntülerin Rusya'da yapılması oldu. Rusya’nın vahşi doğasının güzelliğini gözler önüne seren fotoğraflar, Sputnik’in galerisinde.

Yarışmanın 'Anneler ve Yavruları' kategorisinde birinci seçilen fotoğrafçı Denis Budkov'un 'Evlatlarını Korurken...' isimli çalışması.

Türkler için anavatan nerede başlar?



İgor Rıabtsev



Türkler ve Rusların anavatan sevgisi birbirine çok benzer. Vatanımızın "ne kadar büyük, ne kadar güzel ve özel" olduğu konusunda yabancıların şüphe duymasına tahammül göstermeyiz. Ardından da mutfak sohbetlerinde arkadaşça memleketimiz hakkında atıp tutarız. Üstelik ne Ruslar ne de Türkler için bu hiç de garip bir durum değildir. Bu Rusya ve Osmanlı imparatorlukları zamanında da böyle idi, şimdi de böyle…. 

Türkçe öğrenmeye başladığımda, daha üniversitedeyken, hem öğrendiklerimi pratikte uygulamak hem de Türkleri daha yakından tanımak için çok sık bu ülkeye seyahat ettim. Dil derslerimize devam ettikçe, Türkiye tarihi, Türklerin hayat görüşü, hayatın çağdaş ve sosyal yanları hakkında da bizlere dersler verilmekteydi. O zamanlar hep öğrenmek isterdim: Gerçekten öyle mi?. Bu nedenle buraya geldiğimde her yaştan ve meslekten mümkün olduğu kadar çok sayıda insanla sohbet etmeye çabalardım. Muhataplarım henüz gelişmemiş Türkçemi duyunca, ilk iş olarak sorarlardı: "Nereden Türkçe biliyorsunuz?". Ben de üniversitede öğrendiğimi anlatırdım. Ardından sırtımı sıvazlayarak dile getirilen övücü laflar gelir, "Dünya dilleri arasında en ilginç ve gerekli olanı seçtiğim" söylenirdi. Sonra Türkler illa ki "Rusya’da mı yoksa Türkiye’de mi yaşamak daha iyi" diye sorarlardı. Kıvranır durur, yuvarlak sözlerle kurtulmaya çalışırdım – kimseyi incitmek istemezdim, zaten cevabını da bilmezdim, çünkü Türkiye’de yaşamışlığım yoktu. 

Yıllar akıp gitti, ben dil öğrenimime devam ettim, Moskova’da Türk arkadaşlarım oldu, kısacası uzun uzun ve çok değişik konularda sohbetler yapabilmekteydim. İşte o dönemde yine Türkler tarafından “Hangi ülkede yaşamak daha iyi?” sorusuna daha aktif cevap vermeye başladım. Anlaşıldı ki onlara göre Türkiye’de yaşamak tabii ki daha iyiydi. Yeni Türk arkadaşlarım bana «Kendin karar ver, deniz, güneş, taze sebze ve meyveler! Daha ne lazım ki? Sizin oralar soğuk olur, üstelik yolsuzluk da diz boyudur, gel burada yaşa!» derlerdi. Ben ise kendim bile şaşırarak tartışmalı noktalar bulmaya başlamıştım. Ne de olsa meyveler ve denizin yanı sıra mühim başka şeyler de vardı, mesela tarih, kültür, bilim, sanat. 

Sohbetler artık kısa sure içinde tartışmalara dönüşür olmuştu. Hatta bazen "Rus mu yoksa Osmanlı imparatorluğu mu dünya tarihine daha fazla etkide bulundu?’ gibi ağır bazı konulara girilirdi. Her tartışma barışla, tadında biterdi ama hiç kimse diğer tarafın haklı olduğunu kabul etmezdi.... 

Durum Türk “arkadaşlarım"dan bazılarının gerçekten "dostum" olmalarından sonra kökten değişiverdi. Yıllardır görüşmekteydik ve her konu üzerine fikir yürütebiliyorduk. İşte o zaman Türk kafa yapısının benim için çok yeni bir yanı ortaya çıktı. Artık daha değişik yorumlar yapmaktaydılar: «Söylenecek ne var... Hala Avrupa Birliği’ne girmeye çalışıyoruz, oysa Avrupa’ya varamayacağımız gün gibi ortada. Onların hem ekonomik gelişmişlik seviyesi, hem de hak ve özgürlükler bakımından ulaşmamız mümkün değil». Tarih ve güncel meseleler konusundaki diyaloglarımızda, Türkiye’nin de geçmişinin göründüğünün aksine o kadar parlak olmadığına, hala işsizlik sorunu, terörizm  ve daha bir sürü sorunun hala mevcut olduğundan yakınılıyordu.

O zaman farkettim ki tıpkı benim Rusya’daki kendi sorunlarımızdan bahsetmeme benziyor tüm bunlar: Gerçekten de bizde hava hemen hep soğuktur, yolsuzluk adım başıdır, tarihe bakacak olursan daha kanlısını göremezsin. İşte o zaman her şey bana gülünç geldi birden: Nasıl da birbirimize benziyoruz! 

Bir yabancı ile konuşurken ülkemizi, şehrimizi, geçmişimiz ve bugünümüzü en güzel haliyle göstermeye çabalıyoruz. Bize nasıl yaşamamız gerektiğini öğretmeye kalktıklarında (bir kadeh bira sohbetinde veya televizyon ekranından) gururla deriz ki: «Siz kimsiniz ki bize öğreteceksiniz?» Sadece kendi aramızda mutfakta, kafede veya sokakta laflarken ‘Eh’ çekerek ‘Nasıl da bıkkınlık verdi bu memlekette her şey!’ deriz. Ama yine de ülkemizi severiz, tüm eksiklerine rağmen. 

Türkler belki de kendileri farkına varmadan aynı prensipte bir hayat sürüyorlar. Onlar için bir turist, bir yabancı iken "Türkiye’nin dünyanın en iyi devletlerinden biri olduğuna" ikna etmek için ellerinden ne gelirse yapıyorlar. Ancak eğer uzun zamandır onların arasında isen ve seni kendilerinden bilip dertleşiyorlarsa “Ne olacak bu memleketin hali?” diye hayıflanmadan duramıyorlar.

Nedir peki bu? İmparatorluk kompleksi mi yoksa mentalitede dualizm mi, şiddetli vatanseverlik duygusu mu yoksa neden diğerlerindeki gibi değil diye hayıflanma mı? 

Söylemesi zor, ancak anladığım bir şey var: Büyük Rus vatansever Puşkin diğer bir vatansever Vyazemskiy’e şöyle yazmış: ‘Tabii ki baştan aşağı Anavatanı’mı hor görürüm, ama bir yabancının benim bu duyguma paylaşması beni çok daha fazla üzer». 

Bu sözler, yakından bildiğim bu iki ulusun, Ruslar ve Türklerin anavatana olan yaklaşımlarını harika özetliyor. Birisi eleştirecekse, sadece biz eleştirebiliriz!

Leningrad Kuşatması: Direnişten fazlası…




Samih Güven



İnsanlık tarihi boyunca savaşlar ve çatışmalar hiç eksilmedi. Zamanı, mekanı, yöntemi, yoğunluğu değişti ama insanların birbirine yönelik kan ve ölüm eylemleri varlığını sürdürdü. Onca düşünsel, bilimsel ve teknolojik ilerlemeye rağmen. Bayraklarla, işaretlerle, sembollerle, kerameti kendinden menkul inançlarla birbirlerinin üzerine yürümeye devam ettiler.

Tarih boyunca kaleler, şehirler kuşatıldı, zapt edildi. Yönetimler, uygarlıklar değişti. Fakat hiçbir şey kendi toprağını işgalcilere karşı savunmak kadar meşru, yüce ve anlamlı olamaz sanırım.

Faşist ve hastalıklı bir zihniyete sahip olan ve Birinci Dünya Savaşı’nın acılarını sömüren  Hitler ülkesini bir savaş makinasına dönüştürmüş ve II. Dünya Savaşı’nda bütün Avrupa'yı karanlığın ve korkunç bir dehşetin içine atmıştı. Peşine milyonları nasıl takmıştı ayrı bir konu tabi. Zor ekonomik koşullar içinde hayal, kibir ve hamaset satıyordu belli ki.

Hitler Barbarossa adlı hareket kapsamında Haziran 1941'de 3 milyondan fazla asker, korkunç bir uçak ve tank gücüyle Rusya'yı işgal etti.

Büyük Petro’nun 1700’lü yılların başında büyük bir aşkla kurduğu, göz alıcı şehri St. Petersburg (savaş zamanındaki adıyla Leningrad) dünya tarihinin en dehşet verici ve en uzun kuşatmalarından birine maruz kaldı. Nazi orduları 8 Eylül 1941 tarihinde şehrin bütün kara bağlantılarını keserek kuşatma altına aldı. Kültürün ve sanatın şehri olan Leningrad aynı zamanda limanları ve endüstrisi ile önemi bir yerdi. Hitler Sovyet halkının bu zorlu kuşatma koşulları altında fazla dayanamayacağını ve kısa sürede pes edeceğini umuyordu. 10 gün içerisinde şehrin düşmesini bekliyordu. Ama öyle olmadı. 

Birkaç ay öncesinden Hitler'in saldıracağı istihbaratının alınması kısa süre de olsa önemli hazırlıkların yapılmasına imkan vermişti. Sanayi tesislerinin bir kısmı başka yerlere taşınmış, şehrin etrafında hendekler ve siperler kazılmış, nüfusun bir kısmının tahliyesi mümkün olabilmişti. Müzelerde bulunan eserlerin önemli bir bölümü saklanmış veya başka yerlere taşınmıştı.

Buna rağmen St. Petersburg halkı korkunç bir kuşatmanın, dehşetin, faşist bir isteğin ortasında kaldı. Bu kuşatma ve Sovyet halkının direnişi dünya tarihinin en önemli olaylarından biri olsa gerek.

Yaklaşık 900 gün süren kuşatma boyunca insanlar açlıkla, hastalıkla, soğukla ve ölümle yüzleşti. Bir milyondan fazla kent sakini hayatını kaybetmişti. Bir kültür şehri olan St. Petersburg Naziler tarafından ağır bombardımana tutulmuş ve  mimari yapı büyük zarar görmüştü. Bütün II. Dünya Savaşı boyunca 27 milyon Sovyet vatandaşı hayatını kaybetti.

İlginç noktalardan biri “yaşam yolu” olarak adlandırılan ve kışları donduğundan bir tahliye ve ikmal yolu haline gelen Ladoga Gölüdür. Şehir halkına hayat kaynağı olan bu yol Nazilerin fark etmesi ve bombalaması sonucu bir süre kapalı kalmış ve bu süre boyunca halkın yaşam koşulları son derece güçleşmişti.

En önemli sorunlardan biri gıda olmuştu. Çoğu zaman herkesin günde sadece 125 gram ekmek hakkı vardı. Kayışların kaynatılıp içildiği oluyordu. İnsanlar bir deri bir kemik kalmıştı. Ancak buna rağmen vatanseverlik ve insani dayanışma duyguları içerisinde tarihi bir direniş sergilediler.

Sanatçısından yazarına, işçisinden mühendisine hemen herkes bu mücadelenin içerisinde yer almıştı. Köylülerin bir kısmı ise Nazileri oyalamak için partizan olarak ormanlara gizlenmişti.

İlginç olaylardan biri de Sovyet bestecisi Sostakoviç’in öncülüğünde neredeyse açlıktan ölmek üzere olan müzisyenlerin bir konser düzenlemesi olmuştu. 1942 yılının 9 Ağustos gecesindeki bu konser halkın direnişi için çok önemli bir moral kaynağı olmuştu. Sovyet güçleri sessizliği korumak ve konser için uygun şartları sağlamak için yaylım ateşiyle karşı saldırıya geçmişti. Bazı kaynaklara göre esir alınan Nazi askerleri, konseri duyduktan sonra şehri asla ele geçiremeyeceklerini anladıklarını söylemiştir. Leningrad Kuşatması, Sovyet güçlerinin Leningrad-Novgorod Harekâtı ile kentin güney kesimindeki Nazi güçlerini geri attığı 27 Ocak 1944 tarihinde sona ermişti.

Leningrad direnişinin başarıya ulaşmasındaki en önemli faktör, Sovyet halkının vatanseverlik ve dayanışma duyguları içerisinde faşizme karşı olağanüstü bir mücadele vermesiydi. Bir diğer faktör de savaşın planlamasının ve idaresinin iyi yapılmış olmasıdır. Ayrıca Stalin döneminde temelleri atılan ağır sanayi ve teknolojik gelişmeler savaşın sürdürülmesine önemli ölçüde imkan vermişti. Kadınların katkısının da özel bir önemi vardı kanımca. Elbette en önemli şey kendi yurtlarını işgalcilere karşı savunanların haklı mücadelesi ve dayanışmasıdır. Savaştan sonra bir grup kadın gazi şunu söylemişti: Onlar bizim en güzel saatlerimiz, yaşamlarımızın en parlak dönemiydi.


KAYNAKLAR:
-RIASANOVSKY, N. ve STEINBERG, M., Rusya Tarihi
-EVTUHOV, C. ve STITES R., Rusya Tarihi
-FIGES, O., Nataşa’nın Dansı
-www.wikipedia.org
-www.history.com

Rus tarihinde serfler ve soylular



Samih Güven


  
Artık romanlarda kalan Rus soyluları hep büyülü, çekici bir dünya olarak gözükmüştür bize. Avrupa'da ve diğer ülkelerde de hakim olan feodal düzenin bir yansıması olan soyluluk sınıfı birçok doğu toplumu ile kıyasladığımızda özellikle sanatın, bilimin ve edebiyatın gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Çünkü soylu sınıfın bulunmadığı, sadece devlet bürokrasisinin, devlet bakış açısının yer aldığı ve bunun da muhafazakar dini görüşlerle sınırlandığı toplumlara göre bu durum ilerici ve akılcı bir dinamizm yaratıyordu.

Bununla birlikte bu göz alıcı dünyanın gerisinde acılarla, zorlu yaşam koşullarıyla, ezilmişlik ve çileyle dolu bir dünya söz konusuydu. Bugünden bakınca soylular dünyasını ayırt etmek ve yargılamak kolay gibi görünse de o zaman yaşayan insanlar açısından bu çelişkileri görmek ve bir tavır geliştirmek ancak Tolstoy gibi vicdanlı ve aydın insanlara mahsustu.

Tolstoy geleceği görmüştü. Çünkü Avrupa'da çok önceden başlayan feodal düzenin sona ermesine dönük gelişmelerin er ya da geç Rus toplumunda da yaşanacağının farkındaydı. Toprak sahibi olan Tolstoy kendi yaşamında bu adımları hayata geçirmeye çalışıyor ve Rus toplumuna yapılması gereken şeyi işaret ediyordu.

19. yüzyıl Rusya’sında soylular (dük, prens, kont, vikont, baron), ruhban sınıfı, tüccarlar, köylüler ve serfler gibi ana katmanlar bulunuyordu. Ama soylu sınıfın diğerlerine göre çok önemli ayrıcalıkları söz konusuydu. Bunlar arasında toprağa bağlı olarak çalışan serflere sahip olmak, bazı özel eğitim kurumlarına gidebilmek, bedensel cezalardan muaflık ve arma taşımak gibi haklar bulunuyordu. 

Soyluluk genel olarak toprak sahiplerini, serf sahiplerini, subayları ve yüksek devlet yetkililerini içine alan bir kavramdı. Bununla birlikte varlıklarına ve rütbelerine göre farklılık arz ediyordu. Şeremetevler, Yusupovlar ve Stroganovlar gibi ailelerin sahip oldukları topraklar ve serfler oldukça büyük olanaklar veriyordu. Bu aileler askeri alanda da önemli katkılar yapıyordu.

Aslında daha önceleri özgür olan köylüler Rusya’da özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda serfleştirilmişti. Özellikle II. Katerina'nın devlet arazilerini üzerinde yaşayanlarla birlikte soylu ailelere vermesiyle daha fazla köylü serfe dönüşmüş oldu. 

Serfler zorunlu bir şekilde çalışmakla, devlete ve toprak sahiplerine bağlı kalmakla yükümlüydüler. Ayrıca düzenli ordu için askerlik hizmetine mecburlardı ve yaklaşık 25 yıl böyle bir yükümlülük söz konusuydu. 

Efendilerinin serfler üzerinde önemli hakları vardı. Onları kırbaçlayabiliyor, sürgün edebiliyor ya da askere aldırma gibi cezalar uygulayabiliyorlardı. Ayrıca Ortodoks köylüler için kutsal sayılan sakalın kesilmesi onur kırıcı bir ceza olarak uygulanabiliyordu. Çoğu zaman kalabalık aileler şeklinde, sıradan ve baraka gibi evlerde kalan serflerin son derece kötü hayat koşulları söz konusuydu. Köylüler arasında şöyle bir söz vardı: Tanrı gökte, Çar çok uzakta.

İşte Tolstoy serflerin ve köylülerin bu zor hayat koşullarına karşın kendisinin de içinde olduğu soylu sınıfının yaşantısının zaman zaman tiksinti verecek nitelikte olduğunu düşünüyordu. Durumu kıyasıya eleştirdiği  “Diriliş” adlı romanında insanların güç ve nüfuz arayışını, rahat ve iyi koşullarda olmaları gerektiği düşüncesini ve diğerlerinin sefaletinin normalmiş gibi sayılmasını yerden yere vuruyordu.

Bu romanda köylülerin ve serflerin içinde olduğu bu sefalet ve açlık sınırlarındaki yaşam ve duydukları güvensizliği çarpıcı şekilde anlatmıştı. Onlar lehine değişiklikler yapmak isteyen romanın kahramanı Nehlüdov’a böyle bir şeyin mümkün olamayacağını düşünerek güvensiz yaklaşıyorlardı. Tolstoy şu satırlara yer vermişti kitabında:

“Halk ölüyor, kendi ölümüne alışmış. Çocukların ölümü, kadınların güçlerinin üstünde çalışmaları, herkes için, özellikle de yaşlılar için açlık gibi ölümle sonuçlanacak yaşam biçimleri oluşmuş halk arasında. Ve halk bu duruma öyle yavaş yavaş gelmiş ki, durumunun korkunçluğunu kendisi de görmüyor ve bundan yakınmıyor.”

Fakat 19. yüzyılın ortalarında, değişen toplumsal şartlar nedeniyle sürdürülmesi artık mümkün görülmeyen Rus köylüsünün serfliği konusuna devlet de müdahil olmuştu. Bu soruna el atılmasında o tarihe kadar devam eden köylü ayaklanmalarının rolü de vardı. II. Aleksandr köylülerin yeni bir ayaklanma ihtimaline karşılık bu sorunun çözülmesi yanlısıydı. 

Bazı tarihçiler ise Rusya’nın 1854 yılında Kırım Savaşı’nda aldığı yenilginin etkisinden söz ediyor. Bu savaş sonrasında Çar II. Aleksandr  Rusya’da askeri alanda ve tarımsal üretimin artırılması anlamında reform ihtiyacı doğduğunu ve serflik sisteminin yürümediğini tespit etmişti. Elbette bir çok soylu bu fikre karşı çıkıyordu. 

Neticede yaklaşık 4 yıl süren hazırlık dönemi sonrasında 19 Şubat 1861’de, köylülerin, serflikten kurtulduklarına dair bir ferman çıkarılmıştı. O dönem yaklaşık 28 milyonunu ilgilendiren bir düzenlenmeydi bu.

Bazı yazarlar Rus köylü sınıfının parlayışını aslında biraz da Napolyon’un 1812’de Rusya’yı işgaline dayandırıyor. Köylüler bu savaşta askerlerin yanında öylesine cansiperane ve gözü kara savaşmışlardı ki sonrasında kimse onların bu üstün gayretini görmezden gelememişti.

Avrupa’da feodal düzen özellikle 17. yüzyıldaki hızlı sanayileşme ve ticaretin gelişmesi sonrasında ekonomik nedenlerle sona ermişti. Rusya’da bu süreç daha geç başlamıştı tabi. Sonuçta 1861 serfliğin kaldırılması için geç bir tarih olarak görülebilse de Amerika’da köleliğin ancak bundan 4 yıl sonra kaldırıldığını not etmek gerekiyor. Soylular ise 1917 Bolşevik Devrimi ile birlikte bütün haklarını kaybetmiş oldu. Kimi göç etti, kimi de sürgün edildi. Serfliğin sona ermesi, işçi sınıfının yükselişi ve devrim sonrasında yeni bir toplum doğmuş oldu.


KAYNAKLAR:

-RIASANOVSKY, N. ve STEINBERG, M., Rusya Tarihi
-EVTUHOV, C. ve STITES R., Rusya Tarihi
-FIGES, O., Nataşa’nın Dansı
-www.wikipedia.org  
-www.history.com

Rusya’nın dış politika konsepti




Samih Güven




Rusya Dışişleri Bakanlığının internet sayfasında yer alan 30 Kasım 2016 tarihli ve 108 maddeden oluşan dokümanda dikkatimi çeken hususları herhangi bir yoruma yer vermeden okuyucular için özetlemeye çalıştım.

Belgede ilk olarak Rus dış politikasının amaçlarına yer yerilmiş. Aşağıda önemli gördüğüm hususları sıraladım:

-Ulusal güvenliği ve ülkenin toprak bütünlüğünü sağlamak

-Ekonomik kalkınmayı destekleyecek dış koşullar oluşturmak

-Bugünün dünyasında Rusya’nın etki merkezi olarak konumunu pekiştirmek

-Bağımsızlık, egemenlik, pragmatizm, şeffaflık, öngörülebilirlik, çok yönlü yaklaşım ilkeleri çerçevesinde ikili ve çok taraflı ilişkileri yürütmek

-Rus mal, hizmet ve yatırımlarına yönelik ayrımcılığı önlemek, bunların dış pazarlara erişimini kolaylaştırmak

-Uluslararası barışı, güvenliği ve istikrarı desteklemek

-Komşu devletlerle iyi ilişkileri kurmak

-Yurtdışında yaşayan vatandaşların hak ve menfaatlerini korumak


Belgede yer alan, modern dünya ve Rus dış politikası başlıklı bölümdeki tespitlerden dikkatimi çekenleri aşağıya sıraladım:

-Dünya şu anda çok kutuplu bir uluslararası sistemin ortaya çıkması yönündeki bir süreçten geçiyor. Uluslararası ilişkilerin yapısı giderek karmaşıklaşıyor. Küreselleşme, yeni ekonomik ve politik güç merkezlerinin oluşmasına yol açtı. Küresel güç ve kalkınma potansiyeli eksen değiştiriyor, Asya-Pasifik Bölgesi'ne doğru kayıyor ve bu durum geleneksel batı güçlerinin küresel ekonomik ve politik hakimiyetini aşındırıyor. Dünyanın kültürel ve medeniyet çeşitliliği ve çoklu gelişim modellerinin varlığı her zamankinden daha açık hale geldi.

-Küresel kalkınmadaki eşitsizlikler, devletler arasındaki refah farklılığı, kaynaklar için artan rekabet, pazarlara erişim ve ulaşım arterleri üzerindeki kontrol istekleri nedeniyle gerginlikler artıyor.

-Başkalarına değer dayatma girişimleri, yabancı düşmanlığı ve hoşgörüsüzlük uluslararası ilişkilerde kontrolsüz bir duruma ve kaosa yol açabilir.

-Batılı güçlerin küresel süreçlere bakış açılarını dayatmak ve alternatif güç merkezleri içerecek bir politika yürütmek de dahil olmak üzere dünyadaki konumlarını koruma girişimleri, uluslararası ilişkilerde, küresel ve bölgesel seviyede daha büyük bir istikrarsızlığa yol açıyor.

-Mevcut askeri ve siyasi ittifaklar, dünyanın karşılaştığı tüm zorluk ve tehditlere karşı yetersiz kalıyor.

-Askeri gücün yanı sıra, devletlerin uluslararası siyaseti etkilemesine izin veren diğer önemli faktörler, ekonomik, yasal, teknolojik ve IT yetenekleri olarak önem kazanıyor.

-Geleneksel diplomasi yöntemlerine ek olarak, "yumuşak güç" dış politika hedeflerine ulaşma çabalarının ayrılmaz bir parçası haline geldi. Bu öncelikle sivil toplum tarafından sunulan araçların yanı sıra bilgi ve iletişim gibi diğer türlere kadar çeşitli yöntem ve teknolojileri içeriyor.

-Yeni bir küresel ekonomik gerçeklik şekilleniyor. Bu yeni gerçeklik, düşük büyüme oranları, finansal ve emtia piyasalarında oynaklık ve küresel ekonomik alanın tarife ve tarife dışı kısıtlamalarla bölgesel yapılara bölünmesi ile şekilleniyor.

-Çeşitli ekonomik sektörlerde şekillenmeye başlayan teknolojik değişim, ekonomik rekabeti daha da artırabilir ve uluslararası arenada gücün yeniden dağıtılmasını hızlandırabilir.

-Uluslararası terörizm tehdidinin artması günümüz dünyasındaki en tehlikeli gerçeklerden biri. Aşırılıkçı ideolojinin yayılması ve terörist grupların bir dizi bölgedeki (öncelikle Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da) faaliyetleri, küreselleşme süreçlerinin çıplak bıraktığı sistemik kalkınma sorunlarının sonucudur. Bu durumda dış müdahale de önemli bir rol oynamıştır. Bu iki faktör bir araya geldiğinde, geleneksel yönetişim ve güvenlik mekanizmalarının yok olmasına ve silahların ve mühimmatın yasadışı bir şekilde yayılmasına yol açtı.

-Uluslararası toplumun çabalarının gerçek bir konsolidasyonu, büyük dünya dinlerinin ortak ahlaki gücüne ve aynı zamanda barış ve adalet arzusu, haysiyet, özgürlük, sorumluluk, dürüstlük, merhamet ve sıkı çalışmaya bağlı.

-Rusya, ulusal çıkarları tarafından yönlendirilen ve uluslararası hukuka koşulsuz saygıya dayanan iddialı ve bağımsız bir dış politika yürütmektedir. Rusya, hem küresel hem de bölgesel düzeyde dünyada barışı ve güvenliği destekleme sorumluluğunun tamamen farkındadır ve ortak zorluklarla başa çıkmak için tüm ilgili devletlerle çalışmaya kararlıdır.


Söz konusu dış politika konsepti dokümanında yer alan Rus dış politikasının öncelikleri hususunda aşağıdaki noktalar dikkatimi çekti:

-Rusya Federasyonu'nun dış politikası, uluslararası hukukun genel kabul görmüş normlarına, eşit haklar, karşılıklı saygı ve devletlerin içişlerine müdahale etmeme ilkelerine dayanan istikrarlı ve sürdürülebilir bir uluslararası ilişkiler sistemi oluşturmayı amaçlamaktadır.

-BM, 21. yüzyılda uluslararası ilişkilerin düzenlenmesinde ve dünya siyasetinin koordine edilmesinde merkezi rolünü sürdürmelidir, çünkü alternatifi yoktur ve uluslararası meşruiyete sahiptir.

-Rusya, BM'nin merkezi ve koordinasyon rolüne tam saygı duyması gereken büyük devletlerden kolektif liderlik gerektiren küresel kalkınmanın sürdürülebilir yönetilebilirliğinin sağlanmasına büyük önem vermektedir. Bu amaçlarla Rusya, G20, BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti), SCO (Şanghay İşbirliği Örgütü), RIC (Rusya, Hindistan ve Çin) ve diğer kuruluşların ve diyalog platformlarına önem vermektedir.


Söz konusu dış politika konsepti metninde ayrıca uluslararası hukuk, güvenlik, insani işbirliği ve insan hakları, çevre ve ekonomik işbirliğine yönelik değerlendirmeler de yer alıyor.

Metinde Rusya’nın bölgesel işbirliği öncelikleri konusunda ise şu hususlar dikkatimi çekti:

-Rusya Federasyonu'nun dış politika öncelikleri arasında Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) üyesi devletler ile ikili ve çok taraflı işbirliğinin geliştirilmesi ve güçlendirilmesi yer almaktadır.

-Rusya, tüm alanlarda entegrasyonu teşvik etmek amacıyla Belarus Cumhuriyeti ile stratejik işbirliğini genişletmeye kararlıdır.

-Rusya, daha hızlı istikrarlı kalkınma, kapsamlı teknolojik modernizasyon ve işbirliğini geliştirmek için, Ermenistan Cumhuriyeti, Belarus Cumhuriyeti, Kazakistan Cumhuriyeti ve Kırgız Cumhuriyeti ile Avrasya Ekonomik Birliği (AEB) ile entegrasyonu güçlendirmeyi ve genişletmeyi önemli bir hedef olarak görmektedir.

-Rusya Federasyonu, Ukrayna ile tüm alanlarda karşılıklı saygı ve Rusya'nın ulusal çıkarlarına gereken saygı ile ortaklık ilişkileri kurma taahhüdü temelinde politik, ekonomik, kültürel ve manevi bağların geliştirilmesi ile ilgilenmektedir. Rusya, tüm ilgili Devletler ve uluslararası ajanslarla işbirliği içinde Ukrayna'daki iç çatışmanın siyasi ve diplomatik çözümünü teşvik etmek için her türlü çabayı göstermektedir.

-Avrupa-Atlantik bölgesindeki son çeyrek yüzyılda biriken sistemik sorunlar, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) ve Avrupa Birliği (AB) tarafından izlenen jeopolitik genişlemede, ortak bir Avrupa güvenlik ve işbirliği çerçevesinin oluşturulması, Rusya ve Batı Devletleri arasındaki ilişkilerde ciddi bir krize yol açmıştır.

-Rusya’nın uzun vadeli Avrupa-Atlantik politikası, bölünmez güvenlik, eşit işbirliği ve karşılıklı güven ilkelerine dayanan ortak bir barış, güvenlik ve istikrar alanı oluşturmayı amaçlıyor.

-Rusya Federasyonu NATO'nun genişlemesi, İttifak'ın Rusya sınırlarına yaklaşan askeri altyapısı ve Rusya'ya komşu bölgelerde artan askeri faaliyetlerine karşı olumsuz bakış açısını koruyor.

-Almanya Federal Cumhuriyeti, Fransız Cumhuriyeti, İtalya Cumhuriyeti, İspanya Krallığı ve diğer Avrupa ülkeleri ile karşılıklı yarar sağlayan ikili ilişkilerin artırılması, Rusya'nın Avrupa ve dünya ilişkilerinde ulusal çıkarlarını destekleme açısından önemli bir potansiyele sahiptir.

-Rusya Federasyonu, iki devletin küresel stratejik istikrar ve genel olarak uluslararası güvenlik için özel sorumluluk ve ticaret ve yatırım, bilimsel ve teknikte büyük potansiyeli göz önünde bulundurarak Amerika Birleşik Devletleri ile karşılıklı yararlı ilişkiler kurmakla ilgilenmektedir.

-Rusya, Suriye Arap Cumhuriyeti'ni, laik, demokratik ve çoğulcu bir Devlet olarak, birlik ve bağımsızlık içinde yaşayan, tüm etnik ve dini grupların  barış ve güvenlik içinde yaşama ve eşit hak ve fırsatlardan yararlanma temelinde desteklemektedir.

-Rusya, İran İslam Cumhuriyeti ile işbirliğinin kapsamlı bir şekilde geliştirilmesine kararlıdır.

-Rusya, Rus-Arap İşbirliği Forumu'nun bakanlar toplantısına dayanarak ve Körfez Arap Devletleri İşbirliği Konseyi ile stratejik diyaloğu sürdürerek, Ortadoğu ve Kuzey Afrika'daki Devletler ile ikili ilişkileri daha da genişletmeyi planlıyor.

-Rusya, Çin Halk Cumhuriyeti ile kapsamlı, eşit ve güvene dayalı ortaklık ve stratejik işbirliği geliştirmeye devam edecek ve tüm alanlarda proaktif olarak işbirliğini hızlandıracak. Rusya, küresel gündemdeki kilit meseleleri ele almak için iki ülke tarafından benimsenen ortak ilkeli yaklaşımları bölgesel ve küresel istikrarın temel unsurlarından biri olarak görmektedir.