Moskova

Moskova

28 Ocak 2020 Salı

Türkiye'nin Rusya topraklarındaki ilk 'akıncıları': Bundan 30 yıl önce....



METİN UÇAR




25 ocak 1990, sabahın erken saatleri, Ankara, Tunus Caddesi’nde bir yolcu otobüsü yolcularının tamamlanmasını bekliyor. Yolcular dedim ama aslında bunlar SSCB’deki ilk sıfırdan inşaat projesinde çalışacak işçi kafilesi. Bu olay bir anlamda SSCB ve Türkiye arasında yepyeni bir dönemin başlaması demek. İki ülke halklarının birbirini tanımasına, sayısız ortak aile kuracak kadar sevmesine yol açacak çok kapsamlı bir olayın ilk adımı.

Şöyle bir düşünün: Daha önce demir perde ardında yaşayan, batıda anlatılan öcü komünizm öyküleri ile korku kaynağı olan, binbir bilinmezi içinde barındıran bir ülke SSCB ve bizler oraya çalışmaya gidiyoruz.

Tam 32 kişi. Çoğunluğu marangoz, demirci olan işçi kafilesinin başında bir formen arkadaşımla beraber bulunan kişi de bendenizim.

Elimdeki harita ile Romanya’dan sonra yol bulma görevi bana ait. Gittiğimiz ülkenin dilini konuşan bir ben varım! Beni yolcu etmeye şimdi rahmetli olan babam ve hala hayatta olan anam gelmişler. Nasıl duygular yaşadıklarını tahmin bile edemiyorum. Tek bildiğim eskiden beri SSCB’ne sempati duyan ve benim Rus dili okumama önayak olan rahmetli babamın sevinçli olduğu.

Velhasıl vedalaşma faslından sonra yola çıkıyoruz. Güzergahımız Bulgaristan, Romanya üzerinden ve SSCB’nin başkenti Moskova!

O günden bu yana tam 30 yıl geçti. Dile kolay. Sakın 30 yıl içinde neler görmüş geçirmiş olduğumu yazacağımı düşünüp endişe etmeyin. Bunu yazmaya kalksam herhalde yüzlerce sayfalık bir kitap olurdu. Yazım o kadar uzun olmayacak.

Mesela, ancak bir tepsi baklava ile yakayı kurtardığımız Kapıkule gümrüğünü, Bulgaristan’a girişte bir kafenin önünde durduğumuzda içeridekilerin biz girmeyelim diye nasıl aceleyle kapıyı kapattıklarını, sınırdan girerken mecburen bozdurduğumuz levaları Ruse sınır kapısındaki bir kafede bulduğumuz her şeyi satın almak için harcadığımızı, bizi didik didik aramak sureti ile içeri alan, bir süre önce Çavuşevsku hanedanına son vermiş olan Bükreş sokaklarında göstericilerden nasıl kaçtığımızı, SSCB sınırındaki genç asker ile ilk Rusça diyaloğumu, Kişinyov ve Kiev’i nasıl geçtiğimizi, sokaklarında yabancı tek bir araç göremeyeceğiniz Moskova’ya nasıl girdiğimizi ve Kosmos otelin önünde bulunan paralı telefonlar için bana on kapik veren ilk sempatik Rus kızını yazmayacağım. Dedim ya, yazmaya kalksam kitaplar dolusu bir eser ortaya çıkar.

Yazmayacaklarım arasında bakın daha neler var: 

Şantiyedeki otuz adama ekmek almak için süpermarkete gidiyorum. Ekmek kuyruğu var. Sıra bana gelince sorun çıkıyor tabii ki! Ekmeği direkt fırından sipariş etmek sureti ile sorun aşılıyor. İlk iki hafta menüde ekmek, peynir, domates. Ancak iki hafta sonra ilk sıcak yemek çıkıyor: Kuru fasülye ve pirinç pilavı! 
O dönemim klasik kuyruklarının tadına bakmışım. Şantiyede giyecek bir çizme lazım! Ama nereden bulacaksın belli değil! Rusya’ya gledikten alt ay sonra McDonalds kuyruğuna girmişim ve tam iki saat beklemişim. McDonalds o zamanın en modern ‘restoranı’ ve en elit buluşma yeri. Biri diyor ki: ‘McDonalds ve Coca Cola’nın girdiği ülke iflah olmaz!’ Müneccim misin, kardeşim?

18 ağustos 1991 – Sabah Leninskiy prospektten geçerek şehir merkezine ilerleyen tanklar ve zırhlı personel taşıcılar hiç de hayra alamet değil. Rus bayan sekreterimiz ciddi korku içinde: ‘Yabancı bir şirkette çalışıyorum diye kesin beni içeri atarlar!’ diyor. Gorbaçov’u tutuklamışlar. Memlekette darbe yapılmış. Aksi gibi ertesi günü bazı misafirlere Moskova’nın merkezini göstermem lazım. Laf dinlemiyorlar. Novıy Arbat, Starıy Arbat derken küçük bir şehir turu atılıyor. Dedim ya memlekette darbe olmuş ama sokakta normal hayat devam ediyor. Sadece adamın biri bas bas bağırıyor: ‘Özgürlükler elden gidiyor. Hükümet Binası’nın önünde toplanın! Bugün eylem günü!’ Kimsenin onu dinlememesine şaşırıyorum. Sonra Yeltsin diye biri, bir tankın üstüne çıkıyor, darbe bastırılıyor. 3 kişi hayatını kaybetmiş. SSCB’nin temeline bomba yerleştirilmiş.





Belki de ilk Rus turist grubuna mihmandarlık yapıyorum. Önce Antalya, ardından İstanbul. Turizm zaman içinde bugünki dev boyutlarına ulaşıyor.
1993’te Türk inşaat şirketlerinin SSCB’deki ilk projesi Park Place (Leninskiy prospekt - 113), Rusya’da tamamlanıyor. SSCB 1991’den bu yana yok çünkü. İnşaat süresi içinde iki Türk Cumhurbaşkanı’nı ve defalarca başbakanlarını şantiyede ağırlıyoruz. Yaptığımız inşaat, ancak öyle sıradan bir inşaat değil. Yeni bir çağın başladığının işareti, politik anlamı olan, herkesin ilgiyle izlediği bir inşaat. Bu inşaat Türkiye’nin inşaat devlerinin konsorsiyumu olan MİR A.Ş. tarafından yapıldı. İnşaat bittiğinde konsorsiyumdaki tüm inşaat şirketlerinin artık kendi projeleri vardı. Tüm ekonomik, politik iniş çıkışlara rağmen inşaat sektörü temsilcileri iki ülke arasındaki ilişkilerin gelişmesinde öncü ve belirleyici rol oynadılar. İlk Rus-Türk evliliklerinin inşaat için gelen insanlar tarafından yapılması bir rastlantı değil tabii ki.

Yıl 1993. 21 eylülde ikinci darbe girişimi.


Yine eski sistemde kalma çabası. Bombalanan beyaz ev, Türk inşaatçıları tarafından rekor süre içinde tamir ediliyor.
Rusya’nın Banker Kastelli’lerinin ortaya çıkışına tanık oluyoruz ve sağımızdaki, solumuzdaki insanları uyarıyoruz. Ancak Alla Pugaçov’a bile parasını kaptırıyor! Sonra para babası oligarkların doğuşunu izliyoruz. 1917 Ekim devriminde halka devredilen ne varsa sayılı kişinin elinde toplanıyor. Bunlardan bazıları o kadar cesur ki devlet yönetimini dahi ele geçirebileceklerini hayal etmeye başlıyorlar. Bağımsızlığını ilan etmek isteyen cumhuriyetler, hatta şehirler görüyoruz. Çeçenistan savaşı başlıyor. Bir dönem yüksek binaların yanından geçmekten korkuyoruz. Çünkü Moskova’da iki apartman binası, temeline patlayıcı konulmak sureti ile yıkılmış. Başka nerede patlayıcı var kimse bilmiyor! Arada bir metroda bomba patlatılıyor. Bunlardan birinden kılpayı kurtuluyorum. O gün evden bir iki dakika geç çıkmışım. Her gün, hem de o dakikalarda bindiğim vagonda bomba patlamış!

Yeltsin gidiyor, yerine Putin geliyor! Hala da yerinde zaten. Tüm Rusya ile birlikte ekonomik, politik krizleri yaşıyoruz. Ancak hayatımızı sürdürüyoruz, çalışıyoruz. İlk ateşi 1990’larda yakılan Rus-Türk evliliklerine bir tanesini de biz ekliyoruz. O zamanlarda temeli atılan evliliklerin çocukları şimdilerde 25 yaşının üstünde! Dile kolay.

Tercümanlık hayatıma gelince.


İlk şantiyenin tek dil bileni olarak  dört ay boyunca tüm görüşme, pazardan yiyecek alışverişi dahil her türlü işlerine bakmışım. Hakiki doktor gelene kadar altı aylık süre içinde işçilerin hastalıklarına çare aramışım. İşçiler arasında ‘Doktor’ ünvanı kazanmışım.


Sayısız devlet adamına, büyük inşaat şirketi sahiplerine tercümanlık yapmışım. En uç noktaları Sankt Peterburg, Murmansk, Astrahan ve İrkutsk (Baykal Gölü) olmak üzere, özellikle Rusya’nın merkez kısmındaki bütün şehirlere gitmişim. O da yetmemiş Kazakistan’ın Jeskazgan şehrine giderek kablo fabrikası inşaatının başlamasına yardımcı olmuşum. SSCB’nin ilk ve son Cumhurbaşkanı M.S. Gorbaçov, T.C. Dışişleri bakanı (Abdullah Gül), sayısız elçi, Moskova belediye başkanı (Rahmetli Lujkov), sayısız devlet adamı, büyük şehir belediye başkanı tercümanlığı yaptığım kişiler arasında. M.S. Gorbaçov’un eşi Raisa’nın cenaze töreninde Helmut Kohl ile yanyana durmuşum.

Ama bunları da yazmayacağım.

Velhasıl yıl 2020. SSCB’ne gelişimin 30. Yılı. Ne kadar olaya tanık olmuş bu 30 yıl. Şimdi bakıyorum da inanılmaz! Belki bir gün bunların hepsini oturup yazarım.

Yazımı bitirirken size küçük bir anekdot anlatacağım:

Malum 1990’da şantiyede Rusça bilen tek kişiyim. İşçilerin dışarı çıkması yasak. Çünkü dışarıda ‘komünizm’. Çarpar Allah korusun! Ancak çok kısa bir süre içinde burada da sıradan insanların yaşadığı anlaşılıyor. Yavaş yavaş şantiye dışı hayat hikayeleri yaşanmaya başlanıyor. Hiç unutmam bir gün işçilerden biri geldi ve dedi ki: ‘Metin abi, bize şöyle bir kaç kelime yazsan ne güzel olur. Dışarı çıkınca çok sıkıntı yaşıyoruz.’ Adam haklı. Oturup bir sayfalık bir sözlük hazırlıyorum. Günlük hayatta ihtiyaç olabilecek ne varsa yazmaya çalışıyorum. Yanlarına da nasıl okunduklarını yazıyorum. Mesela: Zdravstvuyte! Dört beş sayfa da fotokopi çekip işçilere veriyorum. Aradan bir süre geçiyor! İşçilerden biri yine yanıma geliyor. Çok dertli! ‘Abi, sen nasıl tercümansın! Yazdığın şeyleri Ruslar anlamıyor. Valla rezil oluyoruz.’ Olacak şey değil tabii ki! ‘Getir bakayım elindeki sözlüğü!’ diyorum. Hemen cebinden çıkarıp gösteriyor. Altı yedi kere katlanmış bir sayfa. Hemen sözlüğün elle yazıldığını anlıyorum. Üstelik gerçekten adamların sıkıntı çekmesine neden olacak yazılım hatalarıyla dolu. Meğerse hazırladığım liste elde ele yayılmış. İşçiler beni rahatsız etmek istemediklerinden mi bilmem kendileri kopya çıkarmaya başlamışlar. Tabii ki her kopya çekişte de bizim orijinalden uzaklaşmışlar. Şu anda elimde tuttuğum versiyonun anlaşılması kesinlikle mümkün değil tabii ki! Velhasıl bizim meşhur sözlüğü yeniden yazıyorum ve isteyen herkese verebileceğimi söylüyorum.



Hatırlayan ve yazmayan – Metin UÇAR 1990-2020

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder