Moskova

Moskova

30 Mart 2017 Perşembe

MUMUN DİBİ: TOLSTOY


Mehmet Öztunç -  Yol Hikâyeleri


Volga, Avrupa’da doğar, Asya’ya dökülür; bütün Asya’yı besleyecek kadar güçlü, bütün Asya’yı yutacak kadar öfkelidir. Yatağı kendisine dar gelen bir ırmaktır. Yatak, Volga’nın hırçın suları altında evladına ah u vah eden bir anne gibi mahcup ve sadıktır; Volga sükûnete erdiği, yatağına kurulduğu yerlerde boynunu büker, suyunu eksiltir.

Üzerinde, bir tarih yazılmıştır Volga’nın. Göçlerle kurulan bir medeniyete geçit vermiş, medeniyetler korumuş; bazen keskin bir kılıç bazen sağlam bir kalkan gibi arz-ı endam etmiştir tarihin yüzünde.

Rus, Tatar, Başkurt, Kazak… Bütün Asya Volga’yı bilir. Bir Rus ressamın fırçasında Volga, gri bir nehir olur akar. Etrafı sazlıktır ve sazlıklar yaban ördeği doludur. Bir Tatar gencinin gönlünde Volga bir sevda hazinesidir. Gelinlik kız kardeşi Mehru, Volga’ya sevdalanmış olmalıdır ki evlendiği gün Volga’nın kollarında ölmüştür. Bir Başkırt nine için Volga, çocukların kanına susamış katil bir nehirdir. Oğlu Togay, Volga’nın gümüş pullu balıkları için evden ayrılmış ve onda yitmiştir. Bir Kazak delikanlı için Volga, soy bir aygırdır Asya çöllerinde coşan. Boz rengi şavkıyınca daha da coşan soy bir aygır. Hiçbir aygır, Volga kadar uzun mesafe kat edemez.

Volga, şairlere ilhamdır, yazarlara konu . Puşkin, Volga’nın sularından matarasını doldurmuştur. Abay, Volga sularında taze kımız tadı almıştır. Lermantov, Volga’nın suyunu tattıktan son­ra bir daha durulmamıştır. Aytmatov, Kırgız bozkırlarında Volga’nın serinliğini almıştır.

Gümüş bir balıkla, pinti bir martının hikâyesi Volga’da bir destan gibi anlatılır. Ne gül ile bülbülün aşkı ne de Kerem ile Aslı’nın aşkı... Varsa yoksa gümüş balıkla, pinti martının aşkı. Fakat Volga ketum bir nehir… Şimdiki çocuklar bu aşkı bilmezler. Atalarının pervasızlıklarının bedelini, çocukları ödemişlerdir, bu aşkı bilmemekle, unutmakla. Volga, Tataristan’dan geçerken toprağa âdeta bin yıllık hasretle dokunmuştur. Tatar topraklarında Volga’nın bir buketi gibi iç içe, rengârenk bir öbek çiçeği vardır. Efsane bu ya, kim bu öbek çiçeği kopardıktan sonra kurutmadan kırk gün evinde saklarsa o eve ne dert girer ne de bela. O çiçekler, kundaktaki bebeklerden daha narin, daha sevilesi çiçeklerdir.

Yolu Volga’ya düşen bir gezgin bu nehrin hiddetinden korktu. Bir sevdayı dindirir gibi eğildi ve Volga’yı öptü. Aklına Nergis’in hikâyesi geldi ve korkuyla gerisin geri çekildi. Çantasından bir kitap çıkardı ve kendisini taşıyan botun üstünde Volga’ya, “İnsan Ne ile Yaşar” kitabından ilk hikâyeyi okudu. Volga, derin bir huşu içinde bu hikâyeyi dinledi. İçindeki kini, öfkeyi, bu yalancı dünyanın gelip geçiciliğini siyah bir yılanın gömlek değiştirmesi gibi değiştirdi ve beyaz bir gömlek giydi. Ne sancılı bir gömlek değiştirmeydi! Günlerce Volga’nın Hazar’a gark olduğu yerde simsiyah bir su aktı. Barbar kavimlerin Volga’ya bıraktıkları bütün kötü duygular Hazar’da yok olup gitti. Volga coşmuştu, gezgin elindeki kitabı korkuyla çantasına yerleştirdi, aklına Anton Çehov’un “Vişne Bahçesi” adlı eserinden, “Git, Volga’ya git. Volga, acı çekenlerin sesleri ile dolu.” cümlesi geldi. Canından endişe etmişti. Gezgin, kitabını yerleştirirken bottaki hasır şapkalı Tatar balıkçı, Rusça, kimi okuduğunu sordu. Gezgin, “Lev Nikolayeviç Tolstoy” dedi. Tatar balık­çı, hasır şapkasını çıkardı ve sağ elinin tersi ile alnındaki kirli teri sildikten sonra, “Tolstoy mu?” dedi.

O Tolstoy ki bütün bir dönemin kahrını çekti; bütün bir coğrafyada Volga gibi yalnızdı bazen coşkun bazen dingin bir şekilde aktı. Her milletten insan Tolstoy’u bilir ve ondan hikâ­yeler anlatır. Tolstoy’u tanımak isteyen önce Volga’yı bilmeli, Volga bilinmeden Tolstoy tanınmaz. Bazı varlıkların kaderi benzerdir, Tolstoy’un kaderi Volga’nın kaderine benzer. İkisi de doğdukları yere yabancılaşır, doğdukları yerden uzaklarda, çok uzaklarda ölürler.

Dünyanın en önemli romancılarından biri olmuş, ünü ülkesini çoktan aşmıştı. O, ise edebiyattan kazandığı üne sert bir tekme savurmuştu. Savaş ve Barış’ı, Anna Karanina’yı, Kroyçer Sonat’ı ayağının düzüyle itmiş; sanatı; “mukaddes olanla sava­ şan bir savaşçı” olarak nitelendirmişti. Belki onun hayatındaki kadar keskin virajlı başka hayat yoktur; buna rağmen o bütün bu virajları son sürat almıştı. Geride bıraktıkları onu üzdüğü gibi sahip olamadığı değerler de onu üzüyordu. Hayatının birinci döneminde sadece iyilik ve masumiyet bayrağını elinde taşıyor; hayatının ikinci döneminde ise bu bayrağın nasıl dokunması ve nasıl taşınması gerektiği üzerine dersler veriyordu.

Yasnaya Polyana’da bir kont çocuğu olarak dünyaya gözlerini açmıştır ve oldukça varlıklı bir aile içinde, şahsî yanlışlıkları dışında, ekonomik sıkıntı çektiği bir zaman olmamıştır. Hayatının ilk döneminde ait olduğu sınıfın farkında olan ve bunun avantajlarını en iyi şekilde kullanan bir Tolstoy vardır. Hayatının ikinci döneminde ise yalınayak, yoksul ve her türlü haktan yoksun insanları gördükçe içi burkulan, onların acısını yaşayan bir Tolstoy. Dünyanın uçuruma doğru sürüklendiği dönemde o, uçurumu çok uzaklardan fark etmiş ve çığlık çığlığa insanları eteklerinden tutmaya çalışmıştır. Dünyada birçok insan bu çığ­lığı duymuş; ama ailesi onun ne çığlığını duymuş ne de derdi­ni dinlemiştir. O, bu hafakanlar içinde kıvranırken kendisine on üç çocuk veren eşi Sofya bile adeta onun varlığını görmezden gelmiştir. Tolstoy, edebiyattan elini eteğini çekmişken kitaplarının telif ücretini eşi almaktaydı; o, insanların ölüm karşısında eşit olduklarını söylerken eşi, mensubu olduğu sınıfın fildişi kulelerinden halka yukardan bakmaktaydı. Tolstoy, mülkiyetini yoksullara dağıtarak kendisini Yaratıcı’dan uzaklaştıran bütün maddî fazlalıklardan kurtulmak için uğraşırken eşi, varlığına varlık katmakla meşguldü. O, bütün Rus gençliğine akıl hocası olmuşken eşi, onun bütün anlattıklarına, “maval” diye gülüp geçiyordu. Dünyanın seren direği, birdenbire çatırdamış ve Tolstoy o keskin gözleri ile direkteki çatlakları görmüştü, eşi ise elindeki balta ile bu direğe vurdukça vuruyordu. Sonunda Yasnaya Polyana’daki o ihtişamlı malikâne Tolstoy’un ruhunu kemiren farelerle dolmuştu, her gece kâbuslar görmeye başlamıştı. Malikânesinin önünde toplanan gençler Tolstoy’a makalelerinde anlattığı fikirleri pratikte de görmek istediklerini söylüyorlardı. O ise utancından insanların içine çıkamaz olmuştu, kestane rengi atına atlıyor ve güneş doğmadan kilometrelerce koşturuyordu. Uzaklara gitmek, uzaklaşmak daha uzaklara gitmek… Geriye dö­nüp baktığında ise kendisini yanı başında buluyordu ve uzaklığın içinde gizli olduğunu anlıyordu.

İnsanın kendisini Allah karşısında hissettiği o acziyet içinde buluyor ve kaleminden şu satırlar dökülüyordu: “Niçin yaşamalı, hayatımın ve başkalarının hayatının sebebi ne? Hayatımın ve başkalarının hayatının gayesi ne? Kendi içimde hissettiğim şu iyilik ve kötülük ikiliği ne anlama geliyor ve niçin var, nasıl yaşamalıyım? Ölüm nedir, ölüme rağmen nasıl var olabilirim?” “Bana inanç ver Allah’ım ve başkalarının da onu bulmasına yardımcı olmamı sağla lütfen.”

Bir ara, inziva manastır hayatı da yaşamıştı fakat Ortodoks inancının kendisine yetmediğini, ruhundaki yaraları sağaltmadı­ğını anlamıştı. Zaten kilise de onu aforoz etmişti. O, Allah’a giden yolun kilisenin karanlık ve rutubetli koridorlarından geçmediğine inanıyordu.

O, mimarı olduğu “Tolstoy”dan kaçtıkça daha güçlü bir Tolstoy’la karşılaşıyor ve ruhunda daha derin acılar hissediyordu. Yoksul olmak istiyor, yazdığı kitaplardan para kazanmak istemiyordu; oysa ailesi buna izin vermiyordu. O, servetini azaltmak isterken yakınları servetini arttırıyorlardı. Yalnız kalmak istiyordu; oysa teorisine inanmış insanlar ve gazeteciler onun yalnız kalmasına izin vermiyorlardı. O, kendisinin acziyetini, değersizliğini vurguladıkça insanlar, ona ermiş muamelesi yapıyorlardı.

Günlüğündeki şu cümle onun içindeki ruh travmasını çok açık yansıtıyor: “Söyle, Leon (Aslan) Tolstoy, doktrininin ilkelerine göre mi yaşıyorsun? Hayır, utançtan ölüyorum ve hor görülmeyi hak ettim.” Artık kararını vermişti yaşadığı şehri, malikânesini ve kendisine azaplar veren, on üç çocuğunun annesini, eşini Sofya Andreyevna’yı terk edecekti. Yani kendi kendisini kovuyordu. “Bize hayatı öğret!” diye yazan gence daha cevap yazmadan başka bir mektupta: “Malını mülkünü dağıtma ve Allah yolunda hacca giden bir gezgin gibi yollara düşme zamanı g eldi.” yazılıydı. Kusursuzluğa ulaşmak için yola düşmesi gerektiğine artık o da inanmaya başlamıştı.

1884’te evini terk etti ancak yoldan geri döndü, eşi doğum sancıları çekiyordu ve eşini bu acılar içinde bırakıp gitmeyi içine sindiremedi.

1887’de tekrar kaçtı ve eşine şu mektubu bıraktı: “ Kaçmaya karar verdim, çünkü ilk olarak, yaşım ilerledikçe bu hayat bana daha ağır geliyor ve yalnızlığı gittikçe artan bir kuvvetle özlüyorum. Önemli olan şey, altmış yaşına gelen her dindar insan gibi ben de son yıllarımı Allah’a ayırmak istiyorum. Ben şimdi yetmiş yaşındayım ve hayatımla inancım arasındaki acı ve keskin uyumsuzluktan kurtulabilmek için ruhumun olanca gücüyle huzurun 26 Yol Hikâyeleri ve yalnızlığın özlemini çekiyorum.” Bu cümlelerin sahibinin gü­cü yolda tüketiyor ve süklüm püklüm geri dönüyor.

Son kaçışının üzerinden on üç yıl geçmiştir. Bu kez sadece evinden değil, hayattan da kaçmıştı. 7 Kasım 1910’da Aspatova tren istasyonunda alnı kırış kırış, güçlü ve gür sakallı bir ihtiyar, zatürreeden ölüyordu. Bu ihtiyar, Tolstoy’du.

28 Ekim günü, daha güneş doğmadan, önceden planlandığı gibi uşaklar, derin bir sessizlik içinde arabayı hazırlamış. Bu seksenini aşmış ihtiyar; bir hırsız dikkati ve tedirginliği içinde arabaya yerleşmişti; tanınmamak için, kaba saba köylü elbiseleri giymişti. Başına bir hayvan ölüsünü andıran kirli bir kasket geçirmişti; kendisini kurtuluşa götürecek trende üçüncü mevki bir kompartımana yerleşti. Zamanın bilinmezliği içinde sürüklenen Tolstoy, sonunda mekânın da bilinmezliği içine savruldu ve bir ermiş edasıyla dünyanın çekilmezliğini bir bohça gibi ruhunda taşıdı.

Bütün uğraşılarına rağmen trende bir yolcu onu tanıdı. Devletin bütün güvenlik birimleri, onun peşindeydi. Ondan hayatı öğrenmek isteyen insanlar, evini terk etmesini ona çok görüyorlardı. Tren Bulgaristan sınırına yakın Aspatova’ya varınca memur, Lev Tolstoy’a geçiş izni vermedi. Kaçarken yanına en küçük kızını da almıştı. Kız, babasının ağırlaştığını ve terlediğini görmüş, babasının yolun sonunda olduğunu anlamıştı. Bir Germen savaşçının bedeni kadar sert ve dayanıklı olan bu beden içinde ölümü saklayan hastalığa yenik düşüyordu.

Tren istasyonunda ağırlanıyor. İstasyondaki oda, Tolstoy’un vasiyetiymişçesine uğruna hayatını adadığı bir mekân gibi kar­şısına çıkıyor. Yoksullar için hazırlanmış, dar ve köhne bir oda. Tolstoy, içerde can çekişirken dışarıda aslında onun kabullenmediği fakat kopamadığı ünü yine başına dert oluyor, meraklı yüzlerce insan, ona bir mürşitmiş gibi inanan gençler ve pervasız gazeteciler bir gürültü tufanı koparıyorlar. Eşi Sofya Andreyevna, gözyaşları içinde Aspatova’ya kadar geliyor. Ölmeden önce son sözleri: “Ya mujikler! Mujikler nasıl ölür?” 28 Ekim 1910’da evini terk eden adam, 7 Kasım 1910’da bir tren istasyonunda öldü.

Yolu sıla bilmiş, yolda gurbeti tatmış yaşlı bir Rus bilgenin yol serüveni, içinde hayatı da saklı bir serüven. Bir Rus dostum bana bir şeyler fısıldadı: “Tolstoy, İstanbul’a gelmek için yola çıkmıştı. Çünkü ruhunun açlığını İstanbul’da doyuracağına inanı­yordu.”

Volga’ya yolunuz düşerse suya iyi bakın eğilin Tolstoy’u sorun, inanın size ondan bahsedecektir.


Yol bitmiyor, yolculuk özlemleri dinmiyor.

29 Mart 2017 Çarşamba

Kürk Avcılığına Tepki İçin Ayılarla Çekilen Fotoğraflar ve Şok Edici Bir Ayrıntı

 Kaynak: http://www.aylakkarga.com/


Fotoğrafçı Olga Barantseva, insanlarla vahşi hayvanların uyum içinde yaşayabileceklerini göstermek üzere kolları sıvadı ve avcılığa karşı radikal bir çalışma hazırladı.

Ancak çektiği pozlardan birinin herkesi şok edebileceğini düşünemedi. Barantseva o poza rağmen çalışmasının arkasında duruyor. İşte tartışmalara yol açan o pozun yer aldığı fotoğraflardan bazıları:

İki modelle gerçekleşen çekimlere Moskova'da bir ormanlık alan ev sahipliği yaptı.

Fotoğrafların internette yayınlanmasıyla konu bir anda viral bir paylaşıma dönüştü.

Stephen adındaki 650 kg. ağırlığında bir ayıyla yapılan çekimlerde hiçbir sorun çıkmadı. Stephen ve modellerin uyumlu çalışması ortaya güzel görüntüler çıkarttı.

Ancak avlanmaya karşı bir kampanya sırasında modellerden birinin kürk giymesi hayvanseverler başta olmak üzere herkesi şok etti.

Bu poz yüzünden büyük eleştiriler alan Barantseva, yine de çalışmasını savundu.

Olga Barantseva, tüm çalışmanın sadece Rusların ayılarla iyi iletişimine değil, tüm dünya insanlarının ayılarla iletişimine dikkat çekmesini hedeflediğini belirtti. Kürk manto olayına karşı yorum yapmayan Barantseva, çalışmasının ve Stephen'ın arkasında durdu. 


Karikatür: İgor Kiyko


"Benim "pervaç"ımın (ev yapımı içki)
üçüncü kadehinden sonra genellikle herkes uçuyor!.."


Not:
Pervaç (Первач ), Rusların ev yapımı, votkadan bile daha sert geleneksel alkollü içkisi “samagon”(Самогон)’un ilk damıtılmasından elde edilen bir içki türü. 


Turist olarak Moskova ve St.Petersburg'u gezmek kaç paraya mal oluyor?


Selim Saygıner, Moskova


Rusya Tur Operatörleri Birliği (ATOR), rublenin değer kazanmasıyla beraber yabancılar için Rusya'yı gezmenin yüzde 10-20 oranlarında pahalılaştığını, ortalama bir turistin Moskova ve St. Petersburg şehirlerine yapacağı gezinin 1500 dolara (5490 lira) mal olacağını açıkladı.

Yapılan açıklamaya göre Moskova ve St. Petersburg'a yapılacak bir haftalık ortalama bir seyahatin sunulan hizmetlerin kalitesine göre 900 dolardan 2500 dolara kadar yükselebileceği belirtiliyor. Ayrıca yabancıların, Rusya seyahatine başlamadan 60 gün önce tur satın aldığı söyleniyor.

Rusya'ya gelen turistlerin rotası da değişmiyor; yüzde 95'i zamanlarını Moskova ve St. Petersburg'da geçiriyor.

ATOR'a göre turistlerin bu iki şehir dışına çıkmasının temel sebebi altyapı eksikliği ve lojistik zorluklar.

Nadir de olsa Rusya'nın Kazan şehrini, Baykal gölünü, Altay ve Kamçatka bölgesini ziyaret eden turistler de var.
Bir diğer veriye göre turistlerin Rusya'yı ziyaret etmesinde 'vize' çok büyük rol oynuyor. ATOR verilerine göre Rusya'nın vize muafiyeti getirdiği ülkelerle turizm ilişkileri hızlı bir şekilde yükseliyor. Örneğin Türkiye-Rusya arasında imzalanan vizesiz giriş-çıkış anlaşmasından sonra her yıl Rusya'ya gelen Türk turistlerin sayısı iki kat artmıştı. Vize muafiyetinin iptalinden sonra ise sadece 2016 yılında yüzde 82 oranında düşüş yaşandı.


28 Mart 2017 Salı

Ruslara göre en ideal yönetim biçimi 'Cumhuriyet'





Rusya'da faaliyet gösteren Vtsiom anket şirketinin sonuçlarına göre, Rus vatandaşlarının yüzde 88'lik kısmı Cumhuriyet’in en iyi yönetim biçimi olduğunu düşünüyor.

Ankette, Rus vatandaşlarının yüzde 88’i Cumhuriyet'in ülke için en iyi yönetim şekli olduğunu söyledi.

Rus vatandaşlarının % 68’i tek adam rejimine karşı çıktı. Buna karşın Monarşi karşıtlarının çoğu (%16) demokrasiye destek verdi.

Araştırmaya göre nüfusun yüzde 6'lık küçük bir kısmı, “yeni Rus hükümdar haline gelebilecek bir adam tanıyorum.” dedi. Katılımcıların yüzde 22'si ise, monarşiye karşı olmadıklarını ancak uygun bir aday göremediklerini dile getirdi.

Monarşiyi destekleyen katılımcıların yarısı, "Neden Monarşi’yi destekliyorsunuz?" sorusuna cevap veremedi. Bununla birlikte Rus vatandaşlarının yüzde 10’u "iktidarda bir kişi olmalıdır." diyor.

Anket 16-18 Mart tarihlerinde sabit ve cep telefonu numaralarının rastgele çevrilmesi yöntemiyle gerçekleştirildi. Ankete bin 800 vatandaş katıldı.


Emirhan Cengiz, Haberrus

Puşkin’in tek yurtdışı gezisi Erzurum ve Türkler hakkında notları




Birçok edebiyat eleştirmenine göre; İngilizlerin Shakespeare’ı ve İtalyanların Dante’si neyse Rusların Puşkin’i odur. Rus edebiyatının aynı zamanda kurucusu olarak görülür.

Puşkin, 38 yaşında çok genç sayılabilecek bir yaşta vefat etmesine rağmen bu kısa ömrüne birçok kallavi eseri sığdırmayı başarır.

Rus Devletinin zirveye çıktığı zamanlar ile Osmanlı Devletinin gerilemeye, çökmeye başladığı dönemler çakışır. Bu iki komşu devletin toplam 9 büyük savaş yaptığını tarih açık bir şekilde bize söyler. Milletler mücadelesinin tüm acımasızlığıyla devam ettiği İlber Ortaylı’nın deyimiyle “İmparatorluğun en uzun yüzyılı”nda Rusya ile Osmanlı Devleti arasında 1828–1829 yılları arasında yapılan ikinci büyük savaşta Puşkin, az bilenen diyarları görmek, bir tanık olmak gayesiyle bir sivil olarak orduya katılır.

Yazar 1829 yılında Osmanlı-Rus Savaşı’nın Doğu Cephesindeki bölgeye, bir tanık olarak katılır. Moskova’dan Tiflis’e, buradan Kars ve Erzurum’a olan yolculuğunda muharebenin yaptığı tahribatı ve yol güzergâhındaki birbirinden farklı yerleşim alanları, milletler, kültürler, gelenek ve görenekler hakkında tespitte bulunur. Örneğin Çerkezler ve Kırım Tatarları hakkında olumsuz yargılarını beyan eder. Bunların güvenilemeyecek milletler olduğunu, eşkıyalığın normal yaşam tarzları olduğunu, silahsız yaşamayacaklarını belirtir. Osetlerin bir cenaze merasimine katılır. Bunların yoksul olmalarına rağmen yolculara iyi davrandığından bahseder.

Ömrü boyunca Rusya ve Türkiye dışında Tiflis’teki hamamlar gibi iyi ve güzel hamamlarla karşılaşmadığını belirtir. Buradaki pahalılıktan ve sıtmalı hastaların cıva içerek tedavi edilmesine şaşırır. Puşkin, ordunun maiyetinde olmasına rağmen Türkler hakkında oldukça insancıl yaklaşmaya çalışır. Hatta eseri yazdıktan sonra Rus ordusunun propagandasını yapmadığı için birçok eleştiri de alır. Türklerden bahsederken savaş ortamında olduğundan olsa gerek birkaç yerde düşman diye bahseder.

Bunun dışında Türkler hakkındaki değerlendirme ve tespitlerinde objektif olmaya çalışır. Yazar, Erzurum’un teslim alınma sahnesini, buranın en yetkili askeri komutanın sarayı hakkındaki izlenimleri ve geri dönüşü hakkında epey bilgi verir. Teslim olan Serasker ve birkaç Paşayla tanıştırılır. Puşkin’in şair olduğunu söylemesiyle burada bulunan Türk Paşalardan birisi kendisine yakınlık hisseder ve şu güzel tespiti yapar: “Bir şairle karşılaşmak her zaman hayırlıdır. Şair, dervişin kardeşidir. Onun ne vatanı vardır, ne de dünya nimetlerinde gözü. Biz zavallılar şan, iktidar ve para peşinde koşarken; o, yeryüzünün hükümdarıyla aynı sırada durur ve herkes onun karşısında saygıyla eğilir.”

Yazarın mecruh olmuş bir Türk askeri hakkındaki gözlemleri; hem kaleminin kuvvetini hem de mümkün mertebe Türkler hakkında önyargılı olmadığını ortaya koyar: “Atım yolda yanlamasına uzanmış yatan genç bir Türk’ün cesedi önünde durdu. On sekiz yaşlarında bir delikanlıydı bu. Bir kızınkini andıran solgun yüzü henüz tazeliğini yitirmemişti. Sarığı tozlar içerisinde yatıyordu. Tıraşlı ensesinde bir kurşun yarası vardı.”


Not: Bu yazı Puşkin Nişanı sahibi Ataol Behramoğlu’nun Erzurum Yolculuğu’ndan derlenmiştir.

Okumak, tıpkı ekmek gibi her gün, her daim… Ne mutlu Rusya’ya!


Kaynak: http://www.turkrus.com/


17 ülkede 22 bin kişinin katılımıyla GfK adlı kurum tarafından yapılan bir araştırma, Rusya’nın dünyada en çok kitap okunan üç ülkeden biri olduğunu ortaya koydu.

Rusya halkının yüzde 59’u, “her gün, neredeyse her gün ya da haftada en az bir gün okuyorum” yanıtlarını işaretledi.  

Birinci sırada yüzde 70’lik oranla Çin yer aldı. İkinci olan Rusya’yı yüzde 57 ile İspanya izledi.

Araştırma kadınların erkeklerden daha fazla okuduğuna işaret ediyor.

İncelenen ülkeler içinde okuma oranının en düşük olduğu ülkeler Hollanda ve Güney Kore çıktı. Genel olarak, haftada hiç değilse bir kez kitap okuduğunu söyleyenlerin oranı yüzde 50,7.

Türkiye, araştırılan 17 ülke arasında değildi. Rusya’da 2016 yılında 446 milyon kitap ve broşür basıldığı bildirildi.

25 Mart 2017 Cumartesi

Yevgeniy Haldey


Sovyetler Birliği'nin 2. Dünya Savaşı’ndaki en önemli askeri fotoğrafçısı olarak kabul edilen Yevgeniy Haldey yaşasaydı bugün 100. yaş gününü kutlayacaktı.

Murmansk'tan Berlin'e giden 1.418 günlük yolculuğuna Leica kamerasıyla çıkan Haldey'in fotoğrafları, tarihteki yerini aldı.


İşte onun belleklere kazınan en ünlü fotoğraflarından biri: 
Berlin üzerinde dalgalanan Zafer Bayrağı.

24 Mart 2017 Cuma

Petrosyan’ın vizöründen sokakların ruhu

Fotoğraflar:  Alexander Petrosyan
Kaynak: http://aleksandrpetrosyan.com/en/


Alexander Petrosyan, Rusya’da, Petersburg’da yaşayan bir fotoğrafçı.

Fotoğraf makinesini alarak sokaklara çıkıyor ve birbirinden ilginç karelere imza atıyor. Petrosyan, yıllardır objektifiyle sokakların nabzını tutuyor.  

İşte, kartpostallarda bile göremeyeceğiniz, Rusya’nın günlük hayatını ortaya koyan dikkat çekici fotoğraflar..

Hepsi ayrı bir öykü…Sokaklara bir de böyle bakın.










21 Mart 2017 Salı

Karikatür: Vasiliy Aleksandrov



-Çıkmadan önce ütüyü kapatmayı unutmuşa benziyor!..



Karikatür: Vasiliy Aleksandrov
Kaynak: http://cartoonbank.ru/

Dünya Üzerinde 150 Milyondan Fazla İnsanın Anadili: Rusça Hakkında Bazı İlginç Bilgiler




Rusya Federasyonu'nun resmi dili ve dünya üzerinde 150 milyondan fazla kişinin anadilidir. Doğu Slav dilleri arasında yer alır, tüm Slav dilleriyle akraba olsa da diğerlerinde bulunmayan ilginç özelliklere sahiptir. Doğru telâffuzunu mükemmel öğrenmesi en zor olan dillerden biridir. Bunun nedeniyse Kiril alfabesiyle yazılması değil çok ilginç kurallarla açıklanabilen istisnalara sahip olmasıdır.

Örneğin yumuşatma karakterinin ne işe yaradığını Rusça'yı yeni öğrenmekte olanların çoğu, sözcüğü bir Rus'un ağzından yumuşatma karakteri olan ve olmayan hâlleriyle defalarca duyana kadar anlamaz. Bunun yanı sıra vurgunun olmadığı o harfleri a diye okunur. Örneğin başkent Moskova'yı Ruslar "Maskva" diye telâffuz eder, çünkü vurgu son hecededir. Bizim gibi vurguyu ilk hecede yapsalar moskva diyeceklerdi. Ayrıca segodnya yazılır, sevodnya okunur. Sonu yazılırken -ego diye biten birçok sözcükte bu kısım -evo diye okunur. Bunun dilbilimiyle ilgilenmeyenleri bayacak uzunca bir bilimsel açıklaması vardır. Kısa özeti şudur ki bu yapıya sahip olan sözcükler iyelik ekinden sonradan bu hâle dönüşmüş oldukları için böylelerdir. Bu da yeni öğrenenleri dumurlara salıp ürkütmektedir.

Rusça'da e sesi pek yoktur, ye sesi vardır. Özellikle de ilk hecedeyse. Yeni öğrenenlerin çoğu bunu unutup e sesi verdikleri için Türkçe'yi Rusya'da yaşamadan öğrenen Türkler bir Rusla Rusça konuştuklarında tipleri kurtarıyorsa genelde Sırp ya da Bulgar sanılır. Ayrıca ye- kökü yemek fiilinin köküdür, bu da Rusça'ya Türkçe'den geçen veya bir biçimde Türkçeyle aynı olan bol sayıdaki sözcükten yalnızca biridir. İki dilde aynı olan sözcüklerin çoğu ikisine de başka yerden geçmiştir. Örneğin çay, arbuz (karpuz). Ama doğrudan Türkçe'den veya diğer Türki dillerden geçen çok sayıda sözcük de bulunur. Rusça'da baba anlamına gelen otets sözcüğü Türkçe ata sözcüğünden gelir. Rusça'daki bazı başka Türkçe kökenli sözcüklerse sis anlamına gelen tuman (dumandan geliyor) ve kırk anlamına gelen sorok'tur. Sisteme bakılınca kırk sözcüğünün çetrdesyat olması gerekir, ancak türkçe'den alıntı sorok kullanılır. Bu dilbilimciler için iştah açıcı bir durumdur çünkü bu teorinin doğruluğunun kanıtı çok ilginçtir. kırkayak hayvanına tüm diğer Slav dillerinde yüz ayak denirken (Çekçe stonojka, Sırpça stonoga) Rusça'da Türkçe'deki gibi kırkayak (sorokonojka) denmektedir.

Rusça'yı diğer Slav dillerinden ayıran bir diğer özellik de iyelik belirten yapının Slav dillerinden öte Hint-Avrupa dilleri genelinde pek benzeri görülmeyen bir biçimde olmasıdır. Türkçe'de nasıl "bir kız kardeşe sahibim" değil de "bir kız kardeşim var" diyorsak Ruslar da "u menya yest sestra" derler. Yani "bende bir kız kardeş var". Sırpça'da bu yapı "imam sestru" biçimindedir. Lehçe'deyse "mam siostre". Yani Slav dilleri aynı yolda giderken Rusça bambaşka bir sistem kullanmaktadır.

Rusça'da olmak fiili de basit cümlelerde kullanılmaz. Örneğin ben öğretmenim demek için Sırplar "ja sam ucitelj" derken Polaklar "jestem nauczyielem" der. Birinde bitişik diğerinde ayrı olsa da her ikisinde de olmak fiili vardır. Rusça'daysa "ya uçitel" denir. Yani "ben öğretmen".

Rusça çok derin bir dildir ve derin Rus kültürü yüzünden günlük dilde düzenli kullanılan aşağı yukarı her şeyin derin ve/veya ilginç bir açıklaması vardır.

Örneğin Rusça'da hapşırana söylenen bud zdorov / budite zdorovy kalıplarını masaya yatırıp ameliyat ettiğimizde yalnızca "sağlıklı ol" demekten biraz öte bir anlamı olduğunu görürüz. Derevo ağaç demektir. "bud z-dorov" diyince de "ağaçsal ol" gibi bir anlam çıkar. Ruslar hapşırdıklarında aslında birbirlerine "ağaç gibi ol" demektedir. Yani ağaç gibi uzun yaşa...


Peki ya teşekkür ettiklerinde ne derler? Teşekkür sözcüğü olan spasibo (vurgu o'da olmadığı için spasiba diye okunur) aslında "spasi bog" kalıbından türemiştir. Spasat fiiliyle bog sözcüklerinin birleşmesinden oluşmuştur. İlki korumak, diğeri tanrı. Yani Ruslar biri kendilerine bir iyilik yaptığında ona "tanrı seni korusun" diyor.

Haftanın günleriyse başlı başına dilbilimcinin orgazm kaynağı. Pazar gününe tüm Slav dillerinde nedely, nedele, nedela gibi şeyler denir, kaynağıysa "ne delya", yani "bir şey yapma". Hristiyan inancını göz önünde bulundurduğumuzda bu adın nereden icap ettiğini anlamak için saatlerce araştırma yapmak gerekmiyor. Pazartesiyse ponedelnik, yani "nedely" olanı takip eden gün. Salı anlamındaki vtornik ikinci demek, çarşamba anlamındaki sreda ise "orta". Perşembe çetverg, yani dördüncü. cuma olan pyatnitsa ise beşinci. Cumartesi anlamındaki subbota doğrudan Yahudi kültüründeki sabbath/sebt gününden alınmış. Pazar günüyse Rusça'da diğer Slav dillerindekilerden farklı: Voskreseniye. Yani diriliş. Pazar günü hiçbir şey yapmamak Rus Ortodoks kilisesine yetmeyince güne resmen İsa'nın dirilişinden esinlenerek yeni bir ad vermişler. Tabi haftayla pazar gününün adı aynı olmasın diye de yapılmış olabilir.

Rusça'nın her şeyi elbette bu kadar resmi ve derin değil. Örneğin kişi adları. Çoğu adın bir anlamı var gerçi. Örneğin Vladimir dünyanın hâkimi gibi bir anlama geliyor, mir dünya demek. (buradan Putin'in oraya rastgele gelmediği bir düşünce çıkabilir tabi) sonra ivan, john'un rusçası. Oleg Viking dilinde bayram/tatil anlamına gelen Helg sözcüğünden geliyor. Dişisi de olga, Almanların helgasıyla aynı ad. natalya yeniden doğuş demek. (doğum öncesi = pre"natal"). Gel gelelim Ruslar bu güzelim adların canına okuyor ve herkese lakap takıyor. Bir rus'un başka bir Rus'a adıyla seslenmesi çok ender görülen bir olay. Ya resmi yaklaşıp ad+patronimikle (babasının adı sergey diyelim, erkekse sergeyeviç, hatunsa sergeyevna. Yani babası sergey olan vladimir adlı bir kişinin tam adı vladimir sergeyeviç + soyadı oluyor) hitap ediyor, ya da kısaltmayla. Arkadaşımın arkasından vladimir diye seslendiğinde duyabilecek mesafede kaç kişi varsa bakmıştı. Ne kadar çok vladimir varmış diye düşündüm önce, sonra bir baktım kadınlar da bakıyor. Nedeni anlaşıldı: vova ya da valodya diye hitap etmem gerekiyormuş. vladimir'e vladimir diye hitap eden birini duyunca garipseyip bakmışlar. İvan'a vanya, aleksandr'a saşa diyorlar örneğin. Sonra Amerikalıların ve bilumum başka milletlerin ad sanıp çocuklarına koyduğu bazı başka adlar da aslında ad değil, Rusların kısaltmaları. Nataşa'yı zaten bilirsiniz, mesela bir de tanya var. Öyle bir ad yok aslında. Bir hatun size kendini tanya diye tanıştırdıysa tüm mal varlığınıza bahse girebilirsiniz ki pasaportunda tatyana yazıyor.


Rusça yazımızı da basit bir atasözüyle bitirelim: "starost ne radost", yani "yaşlılık mutluluk değildir".


20 Mart 2017 Pazartesi

Gogol: Gerçek ve gerçeküstü sokak



MARSHALL BERMAN

Nevski Bulvarı'na dair popüler mitoloji, ilk olarak Gogol tarafından, 1835’de yayımlanan harika öyküsü “Nevski Bulvarı'nda sanata döküldü. İngilizce konuşulan dünyada hemen hemen hiç bilinmeyen bu öykü, esas olarak genç bir sanatçının romantik trajedisi ile genç bir askerin romantik farsını konu almaktadır. Onların öyküleri üzerinde birazdan duracağız. Ne var ki bizim amaçlarımız açısından daha ilginç ve daha önemli olan, kahramanlarının doğal yaşam ortamlarım ana hatlarıyla çizen Gogol’ün yazdığı giriştir. Bu çerçeve, bir karnaval çığırtkanının coşkusuyla bizleri sokakla tanıştıran anlatıcı tarafından çizilmektedir. Bu birkaç sayfada Gogol görünürde istemeden (hatta farkına bile varmadan) modem edebiyatın başlıca tarzlarından birini icat etmektedir: Sokağın bizzat bir kahraman olduğu, şehir sokaklarının romansı. Gogol’un anlatıcısı, bize soluk soluğa bir canlılıkla seslenir:

Nevski Bulvarı ile hiçbir şey kıyaslanamaz, en azından Petersburg’da; çünkü bu şehrin her şeyidir o. Başkentin güzelliği!- ne muhteşem şeyler yapar bu sokak şimdi? Eminim, kentin en silik ve kalem efendisi bile yeryüzünün hiçbir nimetine değişmez Nevski’yi... ya hanımlar! Hanımlar için daha da büyük bir hazdır Nevski Bulvarı. Ama ondan haz duymayan var mı ki?

Bu sokağın neden öteki tüm sokaklardan ayrıldığını anlatmaya çalışır:

İşiniz ne denli önemli olursa olsun, bu sokağa adımınızı attınız mı unutup gidersiniz onu. Burası insanların sırf zorunlu oldukları için ortaya çıktıkları, tüm St. Petersburg’u sarmış zorunluklar ve ticari çıkarlar yüzünden sürüklendikleri bir yer değildir. Nevski’de karşılaştığınız adam, açgözlülük ve çıkarcılığın tüm gelip geçenlere, araba ve faytona kurulanlara damgasını vurduğu Morskaya, Gorhovaya, Litenaya, Meşçanskaya ve diğer sokaklardakinden daha az bencildir sanki. Nevski, St. Petersburg’un ortak buluşma zemini, haberleşme hattıdır. Ne bir rehberde ne de danışma bürosunda bulunabilir Nevski’deki kadar doğru malumat. Her şeyi bilir Nevski Bulvarı!... Ne de hızlıdır burada, tek bir gün içinde ortaya çıkıveren fantazmagoryal Ne şekillere girer çıkar yirmidört saat içinde!

Bu sokağın ona kendine özgü kişiliğini veren asıl amacı toplumsallaştırmadır. İnsanlar buraya görmek ve görülmek, görüşlerini bir diğerine iletmek için gelirler, bayağı bir gayeyle, açgözlülükten ve rekabet hırsıyla değil, kendi başına bir amaç olarak. İletileri ve sokağın mesajı bir bütün olarak, gerçeklik ve fantazinin garip bir karışımıdır: Bir yandan, insanların kim olmak istediklerine dair fantazileri için bir dekor oluşturur. Öte yandan, insanların kim oldukları hakkında doğru bilgi sunar - şifresini çözebilmeleri için.

Nevski’nin toplumsallığında bazı paradokslar vardır. Bir yandan, insanları yüzyüze getirir; öte yandansa insanları öylesine bir hızla ve güçle geçip gitmek zorunda bırakır ki, birbirlerine yakından bakamazlar bile - birisi üzerinde odaklaşmaya kalmaz, görüntü kaybolur gider. Bu yüzden Nevski’nin sunduğu görünüş, daha çok insanların kendilerini parçalanmış biçimlerde ve göze çarpar özellikleriyle sunduğu bir görünümdür:

Ne temizdir kaldırımlar ve ne kadar çok ayak izi kalmıştır üzerlerinde! Altında koca granitin çatlayacak gibi olduğu, emekli askerin sarsak, kirli çizmeleri; güneşe dönen bir günebakan gibi başını ışıl ışıl vitrinlere çeviren genç hanımın, bir duman kadar hafif, minyatür iskarpinleri; yüzeyi sertçe tırmalayan, umutlu genç zabitin sert adımları- her şeyin izi kalır üzerinde, güçlülüğün gücüyle ya da zayıflığın gücüyle.

Kaldırımın bakış açısından yazılmış gibi duran bu pasaj Nevski’nin insanlarını, onları oluşturan parçalara -burada ayaklara- ayırırsak görebileceğimizi ileri sürmektedir; bir yandan da yakından bakmayı bilirsek her bir özelliği bütünsel varlıklarının mikrokozmosu olarak kavrayabileceğimizi.

Gogol, sokağın yaşamında bir günün izini sürdükçe, bu parçalanmış görünüm büyük boyutlara varır. “Ne şekillere girer çıkar yirmidört saat içinde!” Gogol’un anlatıcısı usulca, şafaktan önce, şehrin de henüz yavaş yavaş aktığı bir anda anlatmaya başlar. Köylerden gelip şehrin devasa inşaat projelerinde çalışmaya giden tek tük köylüler vardır ve ocakları gece boyu durmayan fırınların kapılarında dikilen dilenciler.

Güneş doğarken hayat canlanmaya başlar: Dükkâncılar kepenklerini açar, mallar ortaya dökülür, yaşlı teyzeler sabah ayinine yollanır. Sokak usulca, önce işlerine koşuşturan memurlarla, sonra da amirlerinin faytonları ile kalabalıklaşır. Gün ilerledikçe ve Nevski her türden insanla dolup enerji ve hız kazandıkça Gogol’un anlatımı da hızlanır ve yoğunlaşır: Soluk soluğa, bir topluluktan ötekine atlar -yüksek memurlar, valinin karısıyla çocukları, aktörler, müzisyenler ve seyircileri, askerler, alışveriş yapan kadın ve erkekler, memurlar ve yabancı diplomatlar, Rus devlet memurlarının bitmek bilmez kademeleri- bir ileri bir geri döner, sokağın delice ritmini kendi ritmine dönüştürür. Nihayet, akşama doğru, Bulvar doruk anlarına yaklaşırken modaya uygun ve moda olabilecek insanlarla dolar. Enerji öylesine yoğunlaşmıştır ki görünüm düzlemleri yarılır; insan biçimin birliği gerçeküstü parçalara ayrılır:

Burada, olağanüstü bıyıklar göreceksiniz, ne kalem ne de fırçanın taklit edemeyeceği, her birine bir hayatın en güzel yıllan hasredilmiş, gün boyu ve geceyarılarına dek ihtimam gösterilmiş bıyıklar; en iç bayıltıcı yağların akıtıldığı, en pahalı merhemlerle ovulmuş, gelen geçenin imrenerek baktığı bıyıklar... Burada binlerce çeşit hanım şapkaları, kostümler, mendiller göreceksiniz, parlak ve süslü, kimi zaman koca iki gün boyu sahiplerinin bıkmadığı... Sanki kelebeklerden oluşan bir deniz birdenbire çiçeklerden yükselivermiş, erkek kar böceklerinin tepesinde onları şaşkına çevirerek gezinmektedir. Burada, hiç düşleyemeyeceğiniz öylesine ince bileklerle karşılaşacaksınız ki, dikkatsiz bir soluğunuzla bu doğa ve sanat harikasını incitmekten korkacaksınız. Ve öyle hanım yenlerine rastlayacaksınız ki Nevski Bulvarında! Beyefendinin biri yetişip tutmasa hanımı havalara uçuracak iki balona benzer kol yenleri. Burada en yüksek sanatın ürünü eşsiz tebessümlerle karşılaşacaksınız.

Böyle devam edip gider. Gogol’un çağdaşlarının böyle pasajları nasıl karşıladıklarını kestirmek zor; en azından yazı yoluyla pek bir şey söylemedikleri kesin. Yüzyılımızın perspektifinden ise bu yazı tekinsiz biraz: Nevski Bulvarı Gogol’u kendi zamanınızdan alıp bizimkine getiriyor sanki, kol yenleri üzerinde havalanan o hanım gibi. Joyce’un Ulysses’i, Döblin’in Alexanderplatz’ı, Berlin’i, kübik-fütürist şehir manzaraları, dadacı ve gerçeküstücü kurgu, Alman dışavurumcu sinema, Ayzenştayn ve Dziga Vertov, Parisli nouvelle vague hep bu noktadan yola çıkar; Gogol 20. yüzyılı kafasının içinde kurmaktadır sanki.

Gogol, şimdi de belki de edebiyatta ilk kez, modernliğe özgü tipik bir temayı sunmaktadır: şehrin gece vakti özel büyülü havası. “Ama, evler ve sokaklar üzerine karanlık çöküp de bekçi lambaları tek tek yakarak gezinmeye başladı mı, Nevski Bulvarı yeniden hayat bulur ve harekete geçer; lambaların her şeyi mucizevi, ayartıcı bir ışığa bürüdüğü o gizemli zaman başlar.” Yaşlılar, evliler, doğru düzgün evleri olanlar sokaklardan çekilmiştir artık; Nevski, artık gençlere, heveslilere (ve Gogol hemen ekler), işlerinden en son ayrılan işçi sınıfına aittir. “Bu zamanlar bir gaye hisseder insan, ya da daha doğrusu gayeye benzer bir şey, tümüyle istek dışı bir şey. Herkes acele acele ve düzensiz gelip geçmeye başlar. Uzun gölgeler duvarlarda, kaldırımda ve neredeyse Polis Köprüsünün tepesinde titreşirler.” Bu saatte Nevski daha bir gerçek ve daha bir gerçekdışı olur. Daha gerçek, çünkü sokaklar şimdi dolaysız ve yoğun gerçek ihtiyaçlarla canlanmıştır: Seks, para, aşk; bunlar havadaki istek dışı gaye akımlarıdır. Öte yandan bizzat bu arzuların derinliği ve yoğunluğu insanların birbirlerini algılayışlarını, kendilerini sunuşlarını çarpıtır. Ben ve ötekiler büyülü ışıkta büyütülür, ama ihtişamları duvarlardaki gölgeler kadar titrek ve temelsizdir.

Bu ana kadar Gogol’un bakışı yukarıdan ve panoramiktir. Şimdiyse öykülerini nakledeceği iki genç adam üzerinde odaklaşır: Pişkarev, bir sanatkâr, ve Pirogov, bir zabit. Bu birbirinden çok farklı iki yoldaş, bulvarda gezinirken gözleri aynı anda geçen iki kıza takılır. Ayrılır ve ters yönlere, Nevski’den sapan karanlık ara sokaklara dalarlar hayallerindeki kızların peşinden. Gogol de onları izlerken girişindeki gerçeküstü canlılıktan 19. yüzyıl romantik gerçekçiliğine, Balzac, Dickens ve Puşkin’e özgü gerçek insanlara, onların hayatlarına yönelik, geleneksel olarak daha tutarlı bir damara atlar.

Teğmen Pirogov büyük bir komik yaratı, bayağı bir kurumlanma ve böbürlenme anıtıdır - cinsel, sınıfsal, ulusal bir anıt. Adı da Rusçada bir lakap olmuştur. Pirogov, Nevski’de gördüğü kızı özlerken kendini Alman zanaatkârların mahallesinde bulur: Kızın Swabyali bir metal işçisinin karısı olduğu ortaya çıkar. Burası, Nevski’nin sergilediği ve Rus zabitan sınıfının memnuniyetle tükettiği mallan üreten Batılıların dünyasıdır. Aslında bu, yabancıların Petersburg ve Rusya’nın ekonomisi için taşıdığı önem, ülkenin yetersizliği ve içteki zayıflığının bir göstergesidir. Ama Pirogov’un haberi yoktur bunlardan. Yabancılara, şeflerden alıştığı gibi davranır. Başlarda kadının kocası Schiller’in, kadına asılmasına neden sinirlendiğini anlayamaz bir türlü: Ne de olsa bir Rus zabiti değil midir o? Schiller ve arkadaşı ayakkabı tamircisi Hoffmann, etkilenmemişlerdir bile ondan: Ülkelerinde kalmış olsalar belki kendilerinin de birer zabit olacaklarını söylerler. Derken, Pirogov adama bir sipariş verir. Bir yandan bu ona gelip gitmek için bir mazeret sağlayacaktır; hem de bu siparişi bir tür rüşvet, adamın başka tarafa bakması için bir teşvik olarak düşünmektedir. Pirogov, Bayan Schiller ile bir buluşma ayarlar. Geldiğindeyse Schiller ve Hofimann onu gafil avlar, kıskıvrak yakalar ve kapı dışarı ederler. Zabit şaşkına dönmüştür:

Pigorov’un hiddet ve şiddetinin bir eşi daha yoktu. Bu hakareti düşünmek bile deliye döndürüyordu onu. Sibirya ve kırbaç bile ufak bir cezaydı Schiller için. Evine koşturup üstünü değişmek ve doğru çıkıp bu Alman işçinin isyanını bire bin katıp rapor etmek üzere yola koyuldu. Genel Kurmay Başkanına bir dilekçe yazmalıydı...

Ama, hepsi, birden garip bir şekilde bitiverdi: eve giderken bir tatlıcıya girdi, iki porsiyon pasta yedi, Kuzey Arısı’na bir göz gezdirdi ve gazaptan biraz olsun arınmış bir zihinle çıktı oradan. Üstelik soğuk gece biraz daha Nevski Bulvarında gezinmeye kışkırtıyordu onu.

Zafer peşinde koşarken aşağılanmıştır. Ama yenilgisinden hiçbir şey öğrenemeyecek, hatta anlamaya bile çalışmayacak kadar hödüktür. Birkaç dakika geçmeden Pigorov olan biteni unutuvermiştir; Bulvarda şen şakrak, bu kez kimi elde edeceğini düşünerek gezinir. Sivastopol yolunda karanlığa karışıp ortadan kaybolur. 1917’ye değin Rusya’yı yöneten sınıfın tipik bir temsilcisidir o.

Çok daha karmaşık bir kişilik olan Pişkarev, Gogol’un yapıtlarının tümünde tam anlamıyla tek trajik karakter ve Gogol’un en çok yakınlık duyduğu karakter olarak nitelenebilir. Zabit sarışının peşinden koşarken sanatçı olan arkadaşı, gördüğü esmer kadına aşık olur. Pişkarev değerli bir hanımefendi olarak düşler onu ve ona yaklaşmak için yanıp tutuşur. Bunu yapabildiğindeyse onun aslında bir orospu olduğunu anlar - hem de sığ ve sahtekârdır. Pigorov, bunu anında farkederdi elbette; ama güzelliğe aşık olan Pişkarev, güzelliğin bir maske ve bir meta olduğunu anlayacak hayat deneyimi ve görmüş geçirmişlikten yoksundur. (Aynı şekilde anlatıcı, onun kendi resimlerinden bile birer meta olarak yararlanamadığını söyler bize, insanların resimlerindeki güzelliği görmesinden öylesine haz duyar ki, onları piyasa değerlerinin çok altında elden çıkarır.) Genç ressam ilk şaşkınlığından kurtulur ve kızı çaresiz bir kurban gibi görür: Onu kurtarmaya, aşkıyla esin vermeye, yoksul ama onurlu, sanat ve aşka duyarlı bir yaşam sürecekleri yuvasına götürmeye karar verir. Bir kez daha cesaretini toplar, kıza yaklaşır ve hislerini açıklar; tabii ki bir kez daha kahkahayı basar kız. Aslında hangisine güleceğine bile bilememektedir- sanat düşüncesine mi yoksa dürüst çalışma fikrine mi? Şu anda ressamın kızdan daha çok kurtarılmaya muhtaç olduğunu görürüz. Düşleriyle çevresini sarmış gerçek hayat arasındaki boşlukta parçalanan bu “Petersburg düşçüsü” her ikisine de tutunamaz. Resmi bırakır, kendini afyonun hayallerine teslim eder? Sonra müptela olur ve nihayet odasına kapanıp kendi boğazını keser.

Sanatçının trajedisiyle zabitin farsından çıkarılacak kıssalar nelerdir? Bir tanesini anlatıcı öykünün sonunda verir: “Aman sakın güvenmeyin Nevski Bulvarı’na!” Ama ironi içinde ironi vardır burada. “Ne zaman orada yürüsem pelerinime sımsıkı sarınır ve karşılaştığım nesnelere bakmamaya çalışırım.” Buradaki ironi şu ki, anlatıcı en az elli sayfadır nesnelere bakmak ve onları bizim gözlerimizin önüne sermek dışında hiçbir şey yapmamaktadır. Bu minvalde, görünüşte yadsıyarak sona erdirir öyküyü. “Vitrinlere bakmayınız, sergiledikleri incik boncuk güzeldir güzel olmasına ama ayartmalarla doludur.” Ayartmalar, elbette öykünün tümü onlar üzerinedir. “Hanımları düşünürsünüz... ama en az da hanımlara güveniniz. Tanrı korusun sizleri, hanımların şapkalarının siperleri altına bir bakmaktan. Bir hanımın pelerini ne kadar ayartıcı dalgalanırsa dalgalansın, hiçbir nedenle merakımın onu izlemesine izin vermem. Ve Tanrı aşkına, lambalardan uzak durun! Geçip gidin olabildiğince çabuk!” Neden mi? Hikâye bunu anlatarak son bulur:

Hep yalan söyler Nevski Bulvarı, ama gecenin kaim kütlesi üstüne düşüp de evlerin san ve ak duvarlarını ortaya çıkarmaya, tüm şehir gürleyip ışıldamaya, sayısız fayton sokakları arşınlamaya, arabacılar atlarına bağırmaya ve şeytanın ta kendisi her bir şeyi gerçekdışı ışık altında gözler önüne sermek için lambaları yakmaya başladı mı, daha da çok yalan söyler.

Bu sonuç bölümünü uzun uzun alıntıladım, çünkü anlatıcının ardındaki yazar Gogol’un okuyucuları ile nasıl akıllara durgunluk verecek şekilde oynadığını gösteriyor. Yazar Nevski’ye duyduğu aşkı yadsır gibi yaparak sokağın sahte cazibesini kötülerken bile onu en çekici şekilde sunuyor. Anlatıcı ne söylediğinin, ne yaptığının farkında değil gibi görünse de yazarın farkında olduğu apaçık. Gerçekten de bu ikircikli ironi modem şehre karşı takınılan en belirgin tavırlardan biri olacaktır daha sonraları. Edebiyatta, popüler kültürde, gündelik sohbetlerimizde tekrar tekrar duyacağız bunlara benzer sözleri. Konuşan şehri ne kadar lanetlerse, onu bir o kadar canlı gözler önünde canlandıracak, onu daha da cazip kılacaktır. Kendisini ondan ayrı tutmak için uğraştıkça onunla daha derinden özdeşleşecek, onsuz yaşayamayacağı ortaya çıkacaktır. Gogol’un Nevski’yi aşağılaması da işte böyle bir “pelerinime sıkı sıkı sarılırım”dır; bir tebdil-i kıyafet, bir gizlenmedir. Ama maskesinin ardından, baştan çıkmışçasına gözetlediği bellidir.

Sokakla sanatçıyı birbirine bağlayan, her şeyden önce düşlerdir. “Aman, sakın güvenmeyin Nevski’ye... Bir düştür altı üstü.” Böyle der anlatıcı, Pişkarev’in düşleri yüzünden mahvoluşunu gösterdikten sonra. Yine de Gogol’un gösterdiği gibi düşler, sanatçının ölümü kadar yaşamının da itici gücüdür. Tipik bir Gogol tarzı kıvırtmayla belli edilir bu: “Bu genç adam bizler arasında pek garip kaçan ve düşlerimizde gördüğümüz bir yüz ne kadar gerçek yaşama aitse, o derecede St. Petersburg’a ait bir sınıfa mensuptu... Bir sanatçıydı o.” Bu cümlenin retorik havası Petersburglu sanatçıyı aşağılar gibidir. Oysa gerçekte, anlayan için çok daha yükseklere çıkarır onu: Sanatçının şehirle ilişkisi “düşlerde gördüğümüz bir yüz”ü temsil ediyor, hatta kişileştiriyor. Bu durumda Nevski Bulvarı, Petersburg’un düş sokağı olarak sanatçının sadece doğal ortamı değil, aynı zamanda makrokozmik ölçekte onun çalışma arkadaşı haline geliyor. Sanatçı, sokağın zaman ve mekân içerisinde insan malzemesiyle gerçekleştirdiği kol- lektif düşleri boya ve tuvalle -ya da basılı sayfa üzerindeki sözlerle- ifade eder. Dolayısıyla Pikarev’in hatası Bulvarda gezinmek değil, Bulvar’ın dışına çıkmaktı. Nevski’nin ışıltılı düş hayatını ara sokakların karanlık ve dünyevi gerçek hayatıyla karıştırmaktır onun asıl hatası.

Sanatçıyla Bulvar arasındaki yakınlık Pişkarev’i kucakladığı kadar Gogol’u da kucaklar. Sokağa o ışıltısını veren kollektif düş hayatı, onun imgeleminin de en önemli kaynaklarından biridir. Gogol öykünün son cümlesinde sokağın tekinsiz, fakat baştan çıkarıcı ışığını şeytana atfederken oyun oynuyor aslında; ama bu imgeyi harfi harfine kabullenip bu şeytanı reddetmeye ve bu ışıktan kaçmaya kalktığında kendi yalan gücünü de tüketeceği apaçık. Onyedi yıl sonra, Nevski’den bambaşka ve uzak bir dünyada -Rusya’nın geleneksel kutsal şehri ve Petersburg’un antitezi Moskova’da- tam da bunu yapacak Gogol. Dolandırıcı ve fanatik bir din adamının etkisiyle kendisinin de dahil tüm edebiyatın, şeytan tarafından esinlendiğine inanmaya başlayacak. O zaman da kendisi için en az Pişkarev için yazdığı denli acılı bir son yaratacak: Ölü Canlar’ın tamamlanmamış ikinci ve üçüncü kısmının elyazmalarını yakacak ve sonra da ölene kadar aç kalacak.

Gogol’un öyküsünde başlıca sorunlardan biri, girişle onu izleyen iki anlatı arasındaki ilişkidir. Pişkarev ile Pirogov’un öyküleri 19. yüzyıl gerçekçiliğinin diliyle sunuluyor; berrak çizilmiş karakterler, anlaşılır ve tutarlı şeyler yapıyorlar. Giriş ise Gogol’un çağından çok 20. yüzyıl üslubuna yakın, ustaca dağıtılmış gerçeküstü bir montajdır. İki lisan ve deneyim arasındaki bağlantı (ve bağlantısızlık) modern şehir hayatının mekânsal olarak birbirine bitişik, fakat tinsel bakımdan ayrı iki veçhesiyle ilgili olabilir. Petersburgluların gündelik hayatlarını yaşadığı ara sokaklarda yapı ve bütünlüğün, zaman ve mekânın, komedi ve trajedinin normal kuralları geçerlidir. Nevski’deyse bu kurallar askıya almıyor; normal görüş düzlemleri, normal deneyim sınırları parçalanıyor; insanlar yeni bir zaman, mekân ve olanak çerçevesine giriyorlar. Sözgelimi “Nevski Bulvarı’ndaki çarpıcı biçimde modem anlardan birini ele alalım (bu Nabokov’un çevirisi ve en sevdiği pasajdır): Pişkarev’le göz göze gelen kız ona dönüp gülümser.

Kaldırım ayaklarının altında kayıyordu, faytonlar ve dört nala koşturan atlan hareketsiz kalakaldılar; köprü açıldı ve tam ortasından koptu, bir ev başaşağı döndü, bir nöbetçi kulübesi ona doğru yuvarlandı, nöbetçinin kasaturası bir dükkân tabelasının yaldızlı harfleri ve üzerine resmedilmiş bir makasla birlikte sanki gözbebeğine saplanacakmış gibi üzerine gelmeye başladı.

Bu başdöndürücü, korkutucu deneyim, kübist bir resimden bir an ya da düş kurdurucu bir ilacın etkisidir sanki. Nabokov, tüm toplumsal ve deneysel sınırların ötesinde bir sanatsal görü ve gerçek bir uçuş olarak niteler bunu. Bense tam tersine, bunun tam da Nevski Bulvarı’ndan beklenen şey olduğunu ileri süreceğim: Pişkarev bunun için gelmiştir ve istediğini elde etmektedir. Nevski Petersburgluların hayatlarını gözle görülür biçimde zenginleştirebilmektedir. Yeter ki onun sunduğu uçuşlara gidip gelmeyi, kendi yüzyıllarıyla bir sonraki yüzyıl arasında gezinmeyi bilebilsinler. Ama şehrin iki dünyasını birleştirmeyi beceremeyenler her ikisine de, sonuçta hayata da tutunamazlar.

Gogol’un 1835’de yazdığı “Nevski Bulvarı” iki yıl önce basılmış “Bronz Süvari” ile çağdaş sayılır; ne var ki ikisinin sunduğu dünyalar arasında ışık yıllan uzanmaktadır. En çarpıcı farklardan biri Gogol’un Petersburg’unun tamamen siyaset dışı görünmesidir. Puşkin’de gördüğümüz sıradan insanla merkezi otorite arasındaki keskin ve trajik karşı karşıya geliş, Gogol’un Bulvarı’nda sözkonusu değildir. Bunun nedeni sadece Gogol’un Puşkin’den farklı bir duyarlığa sahip olması değil (öyle olduğu kuşku götürmez); bunun yanı sıra çok farklı bir kentsel mekânı dile getirmeye çalışmasıdır. Nevski Bulvarı, aslında Petersburg’un devletten bağımsız geliştirdiği ve geliştirmeyi sürdürdüğü tek yerdir. Petersburgluların kendilerini gösterebildikleri ve Bronz Süvari’nin peşlerinde olup olmadığını anlamak için arkalarına bakmaları gerekmeden birbirleriyle ilişki kurabildikleri belki de tek kamusal mekândır. Sokaktaki kıpır kıpır özgürlük havasının başlıca kaynaklarından biridir bu - özellikle de devletin varlığının en sert biçimde hissedildiği Nikolas devrinde. Ama Nevski’nin apolitikliği onun büyülü ışığını gerçekdışı kılmakta, özgürlük hâlesini bir seraba çevirmektedir. Petersburglular bu sokakta özgür bireyler gibi hissedebilirler kendilerini. Gerçekteyse Avrupa’nın en sert biçimde katmanlaşmış toplumunda onlara dayatılmış toplumsal rolleri üstlenmektedirler. Sokağın aldatıcı ışıltısının ortasında bile bu gerçeklik belli eder kendini. Kısa bir an, bir saydam gösterisindeki tek bir kare gibi, Gogol Rus hayatının derininde yatan olguları gösterir bize:

[Teğmen Pirogov] daha yeni terfi ettiği rütbesinden pek memnundu ve zaman zaman yatağında uzanıp, “Boş bunlar, hepsi boş! Ne olmuş yani teğmen olduysam?” diye sızlansa da gizliden gizliye gururunu okşardı bu yeni ünvanı: Sohbeüerde alttan alta bunu ima etmeye çalışırdı. Bir keresinde sokakta halini tavrını beğenmediği bir kâtiple karşılaştığında, kiminle karşı karşıya olduğunu anlaması için birkaç söz edivermişti ona - ve bunu her zamankinden daha fiyakalı bir biçimde yapmıştı, çünkü yoldan iki güzel hanım geçiyordu o sırada.

Gogol burada, her zaman olduğu gibi laf arasında, Petersburg edebiyatı ve hayatındaki birincil sahnenin ne olduğunu göstermektedir: subayla memur arasındaki karşıtlık. Rus hâkim sınıfının temsilcisi subay, memurdan belli bir saygı bekler. Ama kendisi aynı şekilde karşılık vermeyi aklının ucundan bile geçirmez. Şimdilik başarılıdır; memura haddini bildirir. Bulvarda gezinen memur Petersburg’un Neva ve Saray çevresindeki Bronz Süvari'nin hükmettiği “resmi” kesiminden kaçayım derken, hem de şehrin en özgür mekânında Çarın minyatür, fakat habis bir kopyasıyla karşılaşmıştır. Teğmen Pirogov memura boyun eğdirerek Nevski’nin sunduğu özgürlüğün sınırlarını tanımaya zorlar onu. Bulvarın modem akışkanlık ve devingenliğinin yanıltıcı bir görüntü, otokratik erkin parlak bir örtüsü olduğu ortaya çıkar. Nevski’de dolaşan kadınlar ve erkekler Rus politikasını unutabilirler belki -burada olmanın zevki de budur zaten- ama Rus politikası unutmayacaktır onları.

Yine de eski düzen göründüğü kadar katı ve sağlam değildir burada. Petersburg’u yaratan eşsiz bir saygınlığa sahip, ürkütücü bir otorite simgesiydi. 19. yüzyılın otoriteleriyse Gogol’un burada (ve eserlerinin çoğunda) gösterdiği gibi neredeyse sevimli olacak denli budala, sığ ve bayağıdırlar. Dolayısıyla, Teğmen Pirogov’un güç ve ayrıcalığım sadece astı saydığı kişilere ve hanımlara değil, kendi kaygılı benliğine karşı da kanıtlaması gerekmektedir. Ahir zaman Bronz Süvarileri sadece birer minyatür olmakla kalmazlar, tenekeden yapılmışlardır. Petersburg’un modem sokağının akışkanlığı kadar onun egemen kastının katılığı da bir seraptır. Subaylarla memurlar arasındaki karşılaşmanın sadece ilk safhasıdır bu. Yüzyıl ilerledikçe yeni karşılaşmalar ve farklı sonlar olacaktır.

Gogol’un diğer Petersburg öykülerinde Nevski Bulvan yoğun gerçeküstü hayatın bir aracısı olarak varolmayı sürdürür. “Bir Delinin Güncesindeki (1835) itilip kakılan, dertli memur-başkahraman insanların yanında ezilip büzülür. Ama köpeklerin yanında birden rahatlar ve canlı bir sohbete girişir. Öyküde, daha sonra Çar arabasıyla sokaktan geçerken tırsmadan, hatta şapkasını bile çıkarmadan bakmayı başarır. Ama artık iyice delirmiş olduğu için yapabilir bunu; Çarın eşiti -İspanya Kralı- olduğuna inanmaktadır artık. “Burun” da (1836) Binbaşı Kovalev kaybettiği burnunu Nevski’de gezerken bulur. Ama ne çare ki burnu ondan daha yüksek bir rütbeye terfi etmiştir ve onu geri almaya cesaret edemez. Gogol’un en meşhur ve muhtemelen en güzel Petersburg öyküsü “Palto”da (1842) Nevski Bulvan’nın adı anılmaz. Ama şehirde başka bir yerden de söz edilmez; çünkü öykünün kahramanı Akaki Akakyeviç hayattan öylesine kopuktur ki, çevresindeki her şeye kapalıdır - bıçak gibi kesen ayaz dışında. Ama yeni paltosunu sırtına geçiren Akaki Akakyeviç’in kısa bir süre yeniden hayata döndüğü sokak Nevski olabilir. Kısa bir an, iş arkadaşlarının kendisi ve yeni paltosu şerefine verdikleri partiye giderken pırıl pırıl vitrinler ve gelip geçen güzel kadınlardan heyecan duyar; ama kısa bir parıltı o kadar, paltosu yırtılır ve hepsi biter. Bütün bu öykülerde ortaya çıkan şu ki, asgari bir kişisel onur duygusu -Dostoyevski’nin Petersburg Haberleri gazetesindeki sütununda yazacağı gibi “gerekli bencillik” duygusu- olmayan bir insan, Nevski’nin çarpıtılmış ve aldatıcı, ama yine de sahiden kamusal hayatına katılamaz.

Petersburg alt sınıfına mensup çoğu insan korkar Nevski’den. Ama korkan sadece onlar değildir. “1836 Petersburg Notlan” başlıklı bir dergi makalesinde Gogol şunları yazıyor:

1836’nın Nevski Bulvarı, sürekli kaynayan, kıpırdaşan, yerinde duramayan Nevski tamamen çöktü. Gezinti İngiliz Setine kaydı. Son İmparator [I. Aleksander] İngiliz Setini çok seviyordu. Gerçekten güzeldir de. Ama gezinti başladığında çok kişi olduğunu farkettim. Ama gezenler bir şey kazanıyorlar, ne de olsa Nevski Bulvarı’nın yansı zanaatkar ve memurların eline geçti. İşte bu yüzden Nevski’deyken başka yerde karşılaştığınız dertlerle yan yarıya karşılaşıyorsunuz burada.

Böylece yüksek sosyete Nevski Bulvarı’ndan çekilmektedir artık, çünkü avam zanaatkar ve memurlarla fiziksel temastan korkarlar. Nevski ne kadar zevkli olursa olsun, bu korku yüzünden onu terkedip çok daha az ilginç bir kentsel mekâna -ancak yarım mil uzunluğunda, Nevski’den çok daha küçük, tek yönlü, kafeleri, dükkânları olmayan bir yere çekilmekte kararlıdırlar. Ama bu geri çekilme uzun sürmeyecektir: Soylular ve zadeganlar Nevski’nin parlak ışıklarına döneceklerdir. Ama hep endişe duyacak, aşağıdan gelen kaynaşmanın baskısıyla sokağı sahiplenme güçlerinden emin olamayacaklardır bir türlü. Başka gerçek ve hayali düşmanlarının yanısıra sokağın ta kendisinin -hatta ve özellikle en çok sevdikleri sokağın- kendilerine karşı gelmesinden korkmaktadırlar.


(MARSHALL BERMAN, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İletişim Yayınları)