Moskova

Moskova

30 Mart 2017 Perşembe

MUMUN DİBİ: TOLSTOY


Mehmet Öztunç -  Yol Hikâyeleri


Volga, Avrupa’da doğar, Asya’ya dökülür; bütün Asya’yı besleyecek kadar güçlü, bütün Asya’yı yutacak kadar öfkelidir. Yatağı kendisine dar gelen bir ırmaktır. Yatak, Volga’nın hırçın suları altında evladına ah u vah eden bir anne gibi mahcup ve sadıktır; Volga sükûnete erdiği, yatağına kurulduğu yerlerde boynunu büker, suyunu eksiltir.

Üzerinde, bir tarih yazılmıştır Volga’nın. Göçlerle kurulan bir medeniyete geçit vermiş, medeniyetler korumuş; bazen keskin bir kılıç bazen sağlam bir kalkan gibi arz-ı endam etmiştir tarihin yüzünde.

Rus, Tatar, Başkurt, Kazak… Bütün Asya Volga’yı bilir. Bir Rus ressamın fırçasında Volga, gri bir nehir olur akar. Etrafı sazlıktır ve sazlıklar yaban ördeği doludur. Bir Tatar gencinin gönlünde Volga bir sevda hazinesidir. Gelinlik kız kardeşi Mehru, Volga’ya sevdalanmış olmalıdır ki evlendiği gün Volga’nın kollarında ölmüştür. Bir Başkırt nine için Volga, çocukların kanına susamış katil bir nehirdir. Oğlu Togay, Volga’nın gümüş pullu balıkları için evden ayrılmış ve onda yitmiştir. Bir Kazak delikanlı için Volga, soy bir aygırdır Asya çöllerinde coşan. Boz rengi şavkıyınca daha da coşan soy bir aygır. Hiçbir aygır, Volga kadar uzun mesafe kat edemez.

Volga, şairlere ilhamdır, yazarlara konu . Puşkin, Volga’nın sularından matarasını doldurmuştur. Abay, Volga sularında taze kımız tadı almıştır. Lermantov, Volga’nın suyunu tattıktan son­ra bir daha durulmamıştır. Aytmatov, Kırgız bozkırlarında Volga’nın serinliğini almıştır.

Gümüş bir balıkla, pinti bir martının hikâyesi Volga’da bir destan gibi anlatılır. Ne gül ile bülbülün aşkı ne de Kerem ile Aslı’nın aşkı... Varsa yoksa gümüş balıkla, pinti martının aşkı. Fakat Volga ketum bir nehir… Şimdiki çocuklar bu aşkı bilmezler. Atalarının pervasızlıklarının bedelini, çocukları ödemişlerdir, bu aşkı bilmemekle, unutmakla. Volga, Tataristan’dan geçerken toprağa âdeta bin yıllık hasretle dokunmuştur. Tatar topraklarında Volga’nın bir buketi gibi iç içe, rengârenk bir öbek çiçeği vardır. Efsane bu ya, kim bu öbek çiçeği kopardıktan sonra kurutmadan kırk gün evinde saklarsa o eve ne dert girer ne de bela. O çiçekler, kundaktaki bebeklerden daha narin, daha sevilesi çiçeklerdir.

Yolu Volga’ya düşen bir gezgin bu nehrin hiddetinden korktu. Bir sevdayı dindirir gibi eğildi ve Volga’yı öptü. Aklına Nergis’in hikâyesi geldi ve korkuyla gerisin geri çekildi. Çantasından bir kitap çıkardı ve kendisini taşıyan botun üstünde Volga’ya, “İnsan Ne ile Yaşar” kitabından ilk hikâyeyi okudu. Volga, derin bir huşu içinde bu hikâyeyi dinledi. İçindeki kini, öfkeyi, bu yalancı dünyanın gelip geçiciliğini siyah bir yılanın gömlek değiştirmesi gibi değiştirdi ve beyaz bir gömlek giydi. Ne sancılı bir gömlek değiştirmeydi! Günlerce Volga’nın Hazar’a gark olduğu yerde simsiyah bir su aktı. Barbar kavimlerin Volga’ya bıraktıkları bütün kötü duygular Hazar’da yok olup gitti. Volga coşmuştu, gezgin elindeki kitabı korkuyla çantasına yerleştirdi, aklına Anton Çehov’un “Vişne Bahçesi” adlı eserinden, “Git, Volga’ya git. Volga, acı çekenlerin sesleri ile dolu.” cümlesi geldi. Canından endişe etmişti. Gezgin, kitabını yerleştirirken bottaki hasır şapkalı Tatar balıkçı, Rusça, kimi okuduğunu sordu. Gezgin, “Lev Nikolayeviç Tolstoy” dedi. Tatar balık­çı, hasır şapkasını çıkardı ve sağ elinin tersi ile alnındaki kirli teri sildikten sonra, “Tolstoy mu?” dedi.

O Tolstoy ki bütün bir dönemin kahrını çekti; bütün bir coğrafyada Volga gibi yalnızdı bazen coşkun bazen dingin bir şekilde aktı. Her milletten insan Tolstoy’u bilir ve ondan hikâ­yeler anlatır. Tolstoy’u tanımak isteyen önce Volga’yı bilmeli, Volga bilinmeden Tolstoy tanınmaz. Bazı varlıkların kaderi benzerdir, Tolstoy’un kaderi Volga’nın kaderine benzer. İkisi de doğdukları yere yabancılaşır, doğdukları yerden uzaklarda, çok uzaklarda ölürler.

Dünyanın en önemli romancılarından biri olmuş, ünü ülkesini çoktan aşmıştı. O, ise edebiyattan kazandığı üne sert bir tekme savurmuştu. Savaş ve Barış’ı, Anna Karanina’yı, Kroyçer Sonat’ı ayağının düzüyle itmiş; sanatı; “mukaddes olanla sava­ şan bir savaşçı” olarak nitelendirmişti. Belki onun hayatındaki kadar keskin virajlı başka hayat yoktur; buna rağmen o bütün bu virajları son sürat almıştı. Geride bıraktıkları onu üzdüğü gibi sahip olamadığı değerler de onu üzüyordu. Hayatının birinci döneminde sadece iyilik ve masumiyet bayrağını elinde taşıyor; hayatının ikinci döneminde ise bu bayrağın nasıl dokunması ve nasıl taşınması gerektiği üzerine dersler veriyordu.

Yasnaya Polyana’da bir kont çocuğu olarak dünyaya gözlerini açmıştır ve oldukça varlıklı bir aile içinde, şahsî yanlışlıkları dışında, ekonomik sıkıntı çektiği bir zaman olmamıştır. Hayatının ilk döneminde ait olduğu sınıfın farkında olan ve bunun avantajlarını en iyi şekilde kullanan bir Tolstoy vardır. Hayatının ikinci döneminde ise yalınayak, yoksul ve her türlü haktan yoksun insanları gördükçe içi burkulan, onların acısını yaşayan bir Tolstoy. Dünyanın uçuruma doğru sürüklendiği dönemde o, uçurumu çok uzaklardan fark etmiş ve çığlık çığlığa insanları eteklerinden tutmaya çalışmıştır. Dünyada birçok insan bu çığ­lığı duymuş; ama ailesi onun ne çığlığını duymuş ne de derdi­ni dinlemiştir. O, bu hafakanlar içinde kıvranırken kendisine on üç çocuk veren eşi Sofya bile adeta onun varlığını görmezden gelmiştir. Tolstoy, edebiyattan elini eteğini çekmişken kitaplarının telif ücretini eşi almaktaydı; o, insanların ölüm karşısında eşit olduklarını söylerken eşi, mensubu olduğu sınıfın fildişi kulelerinden halka yukardan bakmaktaydı. Tolstoy, mülkiyetini yoksullara dağıtarak kendisini Yaratıcı’dan uzaklaştıran bütün maddî fazlalıklardan kurtulmak için uğraşırken eşi, varlığına varlık katmakla meşguldü. O, bütün Rus gençliğine akıl hocası olmuşken eşi, onun bütün anlattıklarına, “maval” diye gülüp geçiyordu. Dünyanın seren direği, birdenbire çatırdamış ve Tolstoy o keskin gözleri ile direkteki çatlakları görmüştü, eşi ise elindeki balta ile bu direğe vurdukça vuruyordu. Sonunda Yasnaya Polyana’daki o ihtişamlı malikâne Tolstoy’un ruhunu kemiren farelerle dolmuştu, her gece kâbuslar görmeye başlamıştı. Malikânesinin önünde toplanan gençler Tolstoy’a makalelerinde anlattığı fikirleri pratikte de görmek istediklerini söylüyorlardı. O ise utancından insanların içine çıkamaz olmuştu, kestane rengi atına atlıyor ve güneş doğmadan kilometrelerce koşturuyordu. Uzaklara gitmek, uzaklaşmak daha uzaklara gitmek… Geriye dö­nüp baktığında ise kendisini yanı başında buluyordu ve uzaklığın içinde gizli olduğunu anlıyordu.

İnsanın kendisini Allah karşısında hissettiği o acziyet içinde buluyor ve kaleminden şu satırlar dökülüyordu: “Niçin yaşamalı, hayatımın ve başkalarının hayatının sebebi ne? Hayatımın ve başkalarının hayatının gayesi ne? Kendi içimde hissettiğim şu iyilik ve kötülük ikiliği ne anlama geliyor ve niçin var, nasıl yaşamalıyım? Ölüm nedir, ölüme rağmen nasıl var olabilirim?” “Bana inanç ver Allah’ım ve başkalarının da onu bulmasına yardımcı olmamı sağla lütfen.”

Bir ara, inziva manastır hayatı da yaşamıştı fakat Ortodoks inancının kendisine yetmediğini, ruhundaki yaraları sağaltmadı­ğını anlamıştı. Zaten kilise de onu aforoz etmişti. O, Allah’a giden yolun kilisenin karanlık ve rutubetli koridorlarından geçmediğine inanıyordu.

O, mimarı olduğu “Tolstoy”dan kaçtıkça daha güçlü bir Tolstoy’la karşılaşıyor ve ruhunda daha derin acılar hissediyordu. Yoksul olmak istiyor, yazdığı kitaplardan para kazanmak istemiyordu; oysa ailesi buna izin vermiyordu. O, servetini azaltmak isterken yakınları servetini arttırıyorlardı. Yalnız kalmak istiyordu; oysa teorisine inanmış insanlar ve gazeteciler onun yalnız kalmasına izin vermiyorlardı. O, kendisinin acziyetini, değersizliğini vurguladıkça insanlar, ona ermiş muamelesi yapıyorlardı.

Günlüğündeki şu cümle onun içindeki ruh travmasını çok açık yansıtıyor: “Söyle, Leon (Aslan) Tolstoy, doktrininin ilkelerine göre mi yaşıyorsun? Hayır, utançtan ölüyorum ve hor görülmeyi hak ettim.” Artık kararını vermişti yaşadığı şehri, malikânesini ve kendisine azaplar veren, on üç çocuğunun annesini, eşini Sofya Andreyevna’yı terk edecekti. Yani kendi kendisini kovuyordu. “Bize hayatı öğret!” diye yazan gence daha cevap yazmadan başka bir mektupta: “Malını mülkünü dağıtma ve Allah yolunda hacca giden bir gezgin gibi yollara düşme zamanı g eldi.” yazılıydı. Kusursuzluğa ulaşmak için yola düşmesi gerektiğine artık o da inanmaya başlamıştı.

1884’te evini terk etti ancak yoldan geri döndü, eşi doğum sancıları çekiyordu ve eşini bu acılar içinde bırakıp gitmeyi içine sindiremedi.

1887’de tekrar kaçtı ve eşine şu mektubu bıraktı: “ Kaçmaya karar verdim, çünkü ilk olarak, yaşım ilerledikçe bu hayat bana daha ağır geliyor ve yalnızlığı gittikçe artan bir kuvvetle özlüyorum. Önemli olan şey, altmış yaşına gelen her dindar insan gibi ben de son yıllarımı Allah’a ayırmak istiyorum. Ben şimdi yetmiş yaşındayım ve hayatımla inancım arasındaki acı ve keskin uyumsuzluktan kurtulabilmek için ruhumun olanca gücüyle huzurun 26 Yol Hikâyeleri ve yalnızlığın özlemini çekiyorum.” Bu cümlelerin sahibinin gü­cü yolda tüketiyor ve süklüm püklüm geri dönüyor.

Son kaçışının üzerinden on üç yıl geçmiştir. Bu kez sadece evinden değil, hayattan da kaçmıştı. 7 Kasım 1910’da Aspatova tren istasyonunda alnı kırış kırış, güçlü ve gür sakallı bir ihtiyar, zatürreeden ölüyordu. Bu ihtiyar, Tolstoy’du.

28 Ekim günü, daha güneş doğmadan, önceden planlandığı gibi uşaklar, derin bir sessizlik içinde arabayı hazırlamış. Bu seksenini aşmış ihtiyar; bir hırsız dikkati ve tedirginliği içinde arabaya yerleşmişti; tanınmamak için, kaba saba köylü elbiseleri giymişti. Başına bir hayvan ölüsünü andıran kirli bir kasket geçirmişti; kendisini kurtuluşa götürecek trende üçüncü mevki bir kompartımana yerleşti. Zamanın bilinmezliği içinde sürüklenen Tolstoy, sonunda mekânın da bilinmezliği içine savruldu ve bir ermiş edasıyla dünyanın çekilmezliğini bir bohça gibi ruhunda taşıdı.

Bütün uğraşılarına rağmen trende bir yolcu onu tanıdı. Devletin bütün güvenlik birimleri, onun peşindeydi. Ondan hayatı öğrenmek isteyen insanlar, evini terk etmesini ona çok görüyorlardı. Tren Bulgaristan sınırına yakın Aspatova’ya varınca memur, Lev Tolstoy’a geçiş izni vermedi. Kaçarken yanına en küçük kızını da almıştı. Kız, babasının ağırlaştığını ve terlediğini görmüş, babasının yolun sonunda olduğunu anlamıştı. Bir Germen savaşçının bedeni kadar sert ve dayanıklı olan bu beden içinde ölümü saklayan hastalığa yenik düşüyordu.

Tren istasyonunda ağırlanıyor. İstasyondaki oda, Tolstoy’un vasiyetiymişçesine uğruna hayatını adadığı bir mekân gibi kar­şısına çıkıyor. Yoksullar için hazırlanmış, dar ve köhne bir oda. Tolstoy, içerde can çekişirken dışarıda aslında onun kabullenmediği fakat kopamadığı ünü yine başına dert oluyor, meraklı yüzlerce insan, ona bir mürşitmiş gibi inanan gençler ve pervasız gazeteciler bir gürültü tufanı koparıyorlar. Eşi Sofya Andreyevna, gözyaşları içinde Aspatova’ya kadar geliyor. Ölmeden önce son sözleri: “Ya mujikler! Mujikler nasıl ölür?” 28 Ekim 1910’da evini terk eden adam, 7 Kasım 1910’da bir tren istasyonunda öldü.

Yolu sıla bilmiş, yolda gurbeti tatmış yaşlı bir Rus bilgenin yol serüveni, içinde hayatı da saklı bir serüven. Bir Rus dostum bana bir şeyler fısıldadı: “Tolstoy, İstanbul’a gelmek için yola çıkmıştı. Çünkü ruhunun açlığını İstanbul’da doyuracağına inanı­yordu.”

Volga’ya yolunuz düşerse suya iyi bakın eğilin Tolstoy’u sorun, inanın size ondan bahsedecektir.


Yol bitmiyor, yolculuk özlemleri dinmiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder