Moskova

Moskova

28 Şubat 2017 Salı

Karikatür : "Alo, satış bölümü? Vicdan var mı?"

Alo, satış bölümü? Vicdan var mı?


(Kaynak: turkrus.com )

Muhtemelen Daha Önce Hiç Duymadığınız 10 Slav Canavarı ve Hayaleti


İdris Kılıçaslan


Mısır ve Yunan paganizminin yanı sıra Hıristiyanlık öncesi Rus tanrıları tarihteki en gizemli inançlar olarak yerlerini alır.

Bu folklor yaratıkları ve inançlar nesilden nesile söz ile aktarıldı.

Bunlardan bazıları şunlar:

Leşi

Leşi orman hayaletidir.

O, gezginleri ve avcıları şaşırtıp kaçıran ve yiyen, muazzam bir insansı peridir.

Leşi’nin gölgesi yoktur. Ayakları terstir ve sadece çizme giyer. İnsanüstü gücü ve hızı vardır ve herhangi bir hayvan ya da insan kılığında görünebilir.

Leşi genellikle mağaralarda yaşar ve içinde yaşadığı orman zarar gördüğünde acı hisseder.

İlkbaharda, Leşi uluyarak yağmur yağmasını sağlayabilir.

Domavoy

Domavoy Slav inancında ağaçların içinde yaşayan bir hayalettir.

Ev inşaatlarında kullanılan keresteler sayesinde evlere girebilirdi.

Domavoy küçük bir vücudu olan, cüce kadar küçük, sakallı, şeytana benzeyen ve evlerde görülen bir hayalettir. Genelde evde kimse yokken ya da ev işleri yapılırken ortaya çıkar. 

Evlerdeki tahta döşemelerin altında ya da evin içinde ocakta yaşar.

Evin sahibi domavoy için hediye ya da yiyecek bırakmalıdır.

Domavoy dağınık aileleri sevmez. Eğer ev ahalisi, dağınık ve pisse, domavoy için yiyecek bırakmazlarsa domavoy döşemelere vurarak gürültü çıkarır ya da evi terk eder.

Türk kültüründe de üç harflilerin böyle şeyler yaptığına inanılır.


Kikinora

Kikinora, domavoy ile birlikte görünen bir ev hayaletidir.

Ocakta, sobanın arkasında, bodrumda ya da kilerde yaşar.

Ancak kikinora kötü niyetleri olan bir hayalettir.

Kikinora evin kümesindeki tavuklarla ve ev işleri ile ilgilenir fakat geceleri ıslık çalar ve yıkanmamış tabak-çanakları kırarak ses çıkartır.

Türklerde günümüzde bile gece bulaşık bırakılmaması gerektiğine inanılır. Çünkü şeytanlar geceleri evdeki bulaşıkları yalayarak beslenirler ve evin bereketini kaçırırlar.


Vodyanoy

Vodyanoy erkek bir su hayaletidir.

Nehir ve derelerde su ile oynamaya bayılır. Suyun üzerinde sürüklenen kütüklerin üzerinde seyahat etmeyi çok sever.

Vodyanoylar saygı görmek ister. Aksi takdirde barajları ve değirmenleri yok ederler. 

Vodyanoy, denizkızlarınınki gibi bir balık kuyruğuna sahiptir. Vodyanoy’un üzeri yosun ve çamurlarla kaplıdır. Yüzü ise kurbağaya benzeyen yaşlı bir erkeğin yüzüne benzer. Gözleri bir kömür gibi siyah ve parlaktır.

Eğer bir insan vodyanoy görürse, vodyanoy onu suyun içine çekerek boğar ya da suyun derinliklerine götürerek onu kölesi yapar.

Likha

Likha kötülüğün, umutsuzluğun ve talihsizliğin vücut bulmuş halidir.

Bu yaratık bazen tek gözlü bir cin ya da dağınık saçlı solgun bir kadın olarak görünür. 
Baştan aşağı siyah giyinmiş olarak tasvir edilmiştir. Kadın olarak görünen biçime Likhoradka denir ve insan vücudunda da görünebilir. Ölümcül felaketler yayabilir ve her yere ulaşabilir.

Rusalka

Slav kültürünün denizkızı diğer denizkızlarından çok farklı bir hayat yaşar.

Rusalka zavallı bir figür gibiydi, ama o hızla kötülükle ilişkilendirilmiştir.

Rusalkalar nehir ya da denizde intihar eden, öldürülen, ölen ya da suyun üzerinde doğan kızların içinden çıkar.

Rusalka genellikle kızıl saçlıdır ve güzelliği temsil eder. Erkekleri suya çekmeye ve boğmaya bayılırlar. Daha da korkuncu Rusalkalar karaya çıkabilirler. Ağaçlara tırmanıp oturur, limanlarda gezinir ve dans edebilirler.

Saçları tamamen kuruyunca Rusalka’ların öleceğine inanılır.

Ölümsüz Koşi

Koşi, ölümsüzlüğe kavuşmuş neredeyse iskelet gibi görünen eski bir sihirbazdır.

Hobileri, büyük, eski bir kale üzerinde şarkı söylemek ve güzel Slav kadınlarını kaçırmak için yakışıklı bir genç adam kılığına girmektir.

Koşi’yi öldürmenin tek yolu, vücudundan ayrılmış ve tek bir iğneye koyduğu ruhunu bulmaktır. Bu iğne, efsanevi Buyan adasında yeşil bir meşe ağacı altına gömülen bir yumurta içinde gizlidir.

Baba Yaga

“Baba” yaşlı bir kadın için saygısız bir terimdir ve Baba Yaga dünyadaki en ünlü cadılardan biridir.

Uçarak etrafta dolaşır ve yemek için çocuk arar. Baba Yaga çok yaşlı, çirkin ve aşırı zayıf bir cadıdır. Tavuk bacakları üzerinde duran eski ve lanetli bir evde yaşar.

Evi her zaman ormandadır ve ne zaman emir verirse hareket edebilen bir evdir.

Baba Yaga’ya kemik bacak da denir. Kendisine bu şekilde seslenen kız kardeşleri olduğu söylenir.

Zimey

Bazı Slav ülkelerinde, ejderhalar kötü değil iyi olarak görülürdü.

Bunlara yılan adı verilen “zimey” deniyordu. Bulgar efsanelerinde, erkek ejderhaların insanların ürünlerini koruduğu düşünülüyordu, fakat kadın ejderhalar yıkıcıydı.

Slav dünyasının diğer bölgelerinde ejderhalar tamamen kötüydü.

Zimi Gariniç (Zmey Gorynych), konuşabilen, uçabilen ve insanları kaçıran, parlak yeşil üç başlı ateşten nefesi olan bir ejderhaydı.

Ejder, kahraman Dabrayna Nikitiç (Dobrynya Nikitich) tarafından kesintisiz üç gün süren savaşın ardından öldürüldü.

Çoğu Rus ejderhası, boyunları kesilse bile hemen yeniden büyüyen başa sahipti.

Gamayun

Gamayun, bilgeliği, refahı ve ahengi simgeleyen Rus folklorundaki yarı kuş, yarı insan olan bir yaratıktır.

Gamayun’un doğuda Eden’e yakın bir adada yaşadığına inanılır.


Gamayun, dünyada olan her şeyi bilir ve hatta geleceği bile öngörebilir.

27 Şubat 2017 Pazartesi

Rus sinemasını nasıl bilirsiniz?


Kaynak: yedincisanat.net


Rus sineması, sinemaya yaptığı birçok katkıyla adını duyurdu.

Rus sineması bu sanatı kendi koşullarına adapte edebilmenin en önemli örneklerini sergiledi. 

Rusya toprakları, diğer sanat dallarında olduğu gibi sinema alanında da sosyal hayatla iç içe, toplumsal gerçeklikleri yansıtmayı hedef bilmiş ve bu yolda ilerlemiş birçok sanatçı-yönetmene hayat verdi.

Ancak Rus sinemasını daha iyi anlamak ve kavramak için öncelikle onun tarihsel gelişimini kavramak gerekir.

İlk film gösterimini 1896 yılında gerçekleştiren bu ülke 1907 yılına kadar filmlerini yurt dışında üretip yurt içinde gösterime sunuyordu. Çarlık Rusyası döneminde doğan bu sinema, ekonomik kaygılarla yola çıktı. Yabancı şirketlerin ilk dönem Rus Sineması üzerindeki hakimiyeti ticari bir sinema anlayışını getiriyordu. Üretim ve dağıtım şirketleri açtıkları salonlarla yetinmeyip daha fazla izleyici toplamak için geziler düzenliyor; fuarlarda ve küçük kasabalarda gösterimler gerçekleştiriyordu. Bu dönemde filmlerin konusu esas olarak kurmaca yani düşsel yaratılardı. Amaç, anında etki yapan oyalayıcı bir uğraşı geniş bir izleyici kitlesinin hayatına dahil etmekti.

1907 yılında, sinema tarihinde tanınmış bir fotoğrafçı olarak bilinen, Aleksandre Drankov ilk filmini çekti. O, Rus halkının gerçeklere dayanan bir sinemaya ihtiyaç duyduğunu öngörüyordu. Bu nedenle filmlerinde tarihi olaylardan, edebiyattan ya da halk efsanelerinden esinlenen konuları işliyordu. Onun yapıtları sinematografik açıdan tartışılmaz öneme sahiptir.

Diğer ülkelerde olduğu gibi, doğmakta olan bu elektrikli tiyatro, Rusya’nın da elit tabakası tarafından, yadırganmış ve “bir sanat dalı” olarak kabul görmemişti. Bunun sonucunda sinema, burada da kendi mücadelesini vermek zorunda kaldı. Bu mücadeleye destek veren isimlerden biri olan Gorki, bu sanatın kötü kullanımı dahilinde barındırdığı tehlikelere rağmen, kitlelerin eğitimindeki önemini görmüş ve bu yöndeki değerini savunmuştu. Bu nedenle Gorki, sinemayla yakından ilgileniyordu.

1912 yılından itibaren sinema, sanatçı ve aydın kitle ile “barışmıştı”. Film yapım şirketleri aydınları sinemanın bir parçası haline getirmekte kararlıydı. Bu konudaki ısrarlarının sebebi, kitleye ulaşmanın en kolay yolunun aydınlardan geçtiği düşüncesiydi. Bu amaçla kolları sıvayan yapımcılar yazar ve aydınlardan özgün senaryolar ve klasik Rus Edebiyatına ait uyarlama eserler talep etti. Bu dönemde Evgueni Bauer, Vassili Gontcharov, Vladimir Gardine, Yakov Protazanov , Ladislas Starewitch, Piotr Tchardynine gibi büyük ustalar, Tolstoy’un, Gogol’un ve Dostoyevski’nin eserlerini beyaz perdeye yansıttı. Böylelikle sinema, Rusya’da gelir seviyesi yüksek olan kesimin vazgeçilmez eğlencesi haline gelerek devlet tarafından kabul gören bir sanat oldu. Ancak Çarlık tarafından sansüre tabiydi. Örneğin hiçbir filmde “Rasputin” adı, onun yazılı izni olmaksızın herhangi bir sahnede zikredilemezdi. 

Dar ve kısır bir anlayışın sancısını çeken sinema, baskı altında kalan ve kendisini ifade edemeyen bir toplumun yansıyışıydı gibiydi. Ancak göz ardı edilmemesi gereken önemli bir nokta var ki o da 1907’den bu yana yavaş yavaş ortaya çıkan imparatorluk karşıtı görüşlerin sınırlı da olsa sinemaya yansımasıydı. Bağımsız bir Rusya hedefi, Rus sinemasında kendine özgü bir kültürü yaratıyordu. Tarihten ve edebiyattan gücünü alan ama aynı zamanda kendi duruşuna sahip bir kültürü…

Devrim ve Sinemanın Evrimi…

Devrim yıllarına kadar Rusya’da sinema, bir dava sineması olarak düşünülemez. Daha ziyade bir etki sinemasıydı. Bir eğlence, bir gösteri, bir tüketim aracıydı. Verebileceği mesajlar, dar bir anlayışın sınırları içerisinde hapsolmuştu. Bir film, yaşanan haksızlıkları ancak genel bir çerçevede ortaya koyabiliyordu. Toplumsal gerçekleri tam anlamıyla yansıtamıyordu. Bunun nedenini anlamak zor değil. Film şirketlerinin ideolojik ve ekonomik çıkarlarını gözeten üretimler bu tabloyu zorunlu kılıyordu. Ne var ki, toplumsal süreç artık başka bir yöne evrilmekteydi. Rusya tarihi yavaş yavaş yeni bir varoluşa doğru ilerliyordu. 

Birinci emperyalist paylaşım savaşı Rus sinemasının güçlenmesine yol açtı. Bunun en büyük etkenlerinden biri diğer ülkelere ait filmlerin Rusya’da yasaklanmasıydı. Savaş, toplumun dayanışma bağlarını sıkılaştırarak sinemanın toplumla olan dayanışmasını güçlendirdi. Toplumun anlayışı değişiyor ve yenileniyordu. Sisteme karşı bir sinema oluşumu söz konusuydu. Bu dönem Rus sinemasının en sancılı dönemiydi.

1917 Ekim devrimiyle birlikte ortaya çıkan politik gelişmeler sonucunda Rus Sineması yeni bir sinema anlayışı yaratmaya başladı. Devrim Sineması, Lenin’in şu sözüyle hayat buluyordu: “Bütün sanatlar arasında, sinema, en önemlisidir.” (1) Devrim sinemasını, sosyalist ideolojiden bağımsız olarak düşünmek ve kavramak mümkün değildir. Tarihte yeni bir durum söz konusuydu, dolayısıyla yeni bir kavrayış ve duruştan filizlenen yeni bir insan olgusu yaratılıyordu. Devrim Sineması ancak bağımsız bir ülkenin sınırlarında gelişebilirdi. Yani devrim sonrasında yaratılabilirdi. Devrim sonrası Rus Sinemasının en belirgin özelliği ise yeni bir toplumun hizmetinde olan yeni bir sinemaydı yani Sovyet Sinemasıydı. 

Çoğunluğu gençlerden oluşan yeni yetenekler yeni bir sinemayı yaratmanın heyecanı ve tutkusu içindeydi. Maddi olanakların çok yetersiz olduğu kosullarda toplumsal devrimle gelen yeniyi yaratma tutkusu Rus Sinemasını “Altın Çağ”ına ulaştıracaktı. Bu dönemin en büyük yeteneklerinden olan Eisenstein şöyle diyordu: “Kendimizi Sovyet Sinemasına adamıştık; başka bir deyişle henüz var olmayan bir şeye…”

Sinema dehası olarak görülen Eisenstein, “Grev” filmi ile devrim sinemasını başlatıyordu. 1925 yılında halkla buluşan bu film eleştirmenler tarafından, Rus sinemasının ilk kez “devrimci bir şey”i yarattığı fikriyle karşılanıyordu. Bu filmin ardından çekilen, Potemkin Zırhlısı, bu dönemin başyapıtlarındandı. Bu filmin Avrupa’nın birçok yerinde yasaklanması sinemanın toplum üzerindeki etkisinin kanıtıydı.

Sovyet sinemasının dünya sinemasını sarsmasının nedenleri nelerdi? Her şeyden önce sinemada devrimi yaratan yalnızca filmlerdeki temalar değildi. Teknik alandaki ilerlemelere bakılınca bu yönde de bir devrimin olduğu görülebilir. Kamera açıları, oyuncu, senaryo, kurgu gibi pek çok kavramın tekrar tartışılması sinema sanatının yeniden şekillenmesini sağladı. Eisenstein, aktörün bir gölge ya da sadece bir yüz olduğunu vurgulayarak filmlerinde işçi, köylü gibi kitleleri ön plana çıkarıyordu. Vertov ise başrol oyuncusu ve hatta senaryo kavramlarını tamamen reddediyordu. Kamera-göz adlı yapıtında Vertov, bu görüşünü yansıtarak dünya sinemasındaki yerini aldı. Bu dönemde yönetmenler sinemayı geliştiriyor ve ona yeni boyutlar kazandırıyordu. Koulechov, bir görüntünün tek başına algılanmadığını öncesindeki ve sonrasındaki görüntülerin belirleyici olduğunu ortaya koyan ilk isimdi. Bunu kanıtlamak için yaptığı deneyler alanında ilkti. Bir aktörün yakın planını kadın, çocuk ve pasta görüntüleriyle montajlayarak izleyicilere izletip etkilerini gözlemliyordu. Nitekim seyirciler, oyuncunun yüz ifadesinin her defasında farklılaştığı hissine kapılıyordu. Yapılan bu çalışmalar sinemaya bilimsel bir yön katıyordu. Yönetmenler filmin kitleler üzerindeki etkilerine dayanarak filmlerini kurguluyor ve onları yönlendirebiliyordu. Eisenstein, izleyicide güçlü duygular yaratmak için birbirine zıt görüntüleri sıralıyordu. Kuleçov ve Pudovkin ise daha yumuşak montajlarla yavaşça artan bir etkiyi yeğliyordu. Artık sinema bir bilim haline geliyordu. Politik ve eğitsel bir amaca sarılmış olan Halk Sineması, tutkulu bir elitin ellerinde evrensel boyutta kabul edilen şaheserler yaratıyordu.

Sinema kendi tarihi boyunca belli ideolojilerin ve iktidarların kitlelere ulaşmak için kullandıkları en önemli iletişim aracı olarak algılandı. Bu durum Sovyet sineması için de geçerliydi. Siyasi iktidar sinemayı, propaganda aracı olarak değerlendirdiği gibi toplumun zarar görmüş kesimleri için de eğitici bir araç olarak değerlendiriyordu. Yönetmenleri üretimlerinde özgür bırakmıştı. Sovyet sinemacıların eşi görülmemiş eserler yaratmasını sağlayan bu özgürlük, sanatın politik pratikten bağımsız olamayacağı anlayışıyla birleşmişti. Sinema, bu dönemde gerçeği algılama ve değiştirme ihtiyacı noktasında bilinçlenmeyi sağlayacak en önemli kitlesel araçlardan biriydi. Bir nevi “kitle sanatı”ydı.

Sinemaya yüklenen bu rolün gereği olarak sinema giderleri devlet tarafından karşılanmaya başlandı. Sinemaya dair yaratılar halk tarafından yönetiliyordu. Bu durum iktidarın sarsıntılarıyla birlikte değişiyor ve onun paralelinde dönüşüyordu. Sovyet sinemasına etkisi olan Mayakovski’nin intiharı ve Eisenstein’ın uzun süre ülkeye dönmeyişi sinemasının düşüşünde önemli bir rol oynadı.

1932 yılının Nisan ayında, “sanatsal kurumların yeniden oluşması” nı öngören kararnameyle Stalin, sanatın standartlaşmasını sağlıyordu. Sanatsal Konsey kurularak gerçekleşmekte olan çekimler ve senaryolar denetlenmeye başlandı. Bu durum Sovyet sinemasının ilk dönemlerde yakaladığı ruhu yavaş yavaş kaybetmesine yol açtı. Birçok ünlü yönetmen bu uygulamalardan kaynaklı yönetimle sorun yaşamaya başladı. Üretim azalmaya yüz tuttu. 

1930’ da doksan yedi, 1935’te otuz dokuz, 1950’de ise ancak on dört film çekilebildi. Sessiz sinemanın ustaları zorunlu olarak sesli sinemaya geçti. Ancak bu zorunluluk ses ile görüntüleri ayırarak seyirci üzerinde etki bırakan sinema anlayışına sahip olan yönetmenlerin üretimlerinde aksamalara sebep oldu. Bu geçiş, Sovyet sinemasında çöküşün başlangıcı olarak görülmektedir.(2) Yıllar boyunca süren ekonomik kriz üretimin aksamasında ve yeni yeteneklerin yetişememesinde en büyük etken oldu. Sovyet sinemasının dünya çapındaki etkisi yok olmaya başladı.

Rekabete Geri Dönüş…

Rusya’nın, pazar ekonomisine girmesiyle birlikte Sovyet sinemacılığı bitmiş oldu. Böylelikle Rus sineması kaldığı yerden rekabete geri dönmüş oldu. Amerikan filmlerinin gösterime girmesi burjuva sinemasının yayılmasını sağlıyordu. Sovyet Rusya’sının kurduğu büyük film stüdyoları 1992 yılındaki yüksek enflasyon ve ekonomik reformlarla birlikte üretim gücünü kaybetti. Yıllarca Devlet tarafından desteklenen ve korunan sinema ülke kapılarının emperyalistlere açılmasıyla birlikte tam bir kriz dönemini yaşamaya başladı.

Günümüzde Rus sineması Amerikan yapımı filmleri taklit eder hale geldi. Sinema alanındaki bu değişim toplumsal değişimlerden bağımsız değildir. Bu gerileme, günümüz Rusya’sının kitlelere aşıladığı yanlış politikalarla alakalıdır. Toplumu düşünmekten alıkoyan, sinemayı da bu bağlamda kendi çıkarlarına göre kullanan Amerikan sinemasının etkisi Rusya’da da yayıldı. Artık sinema emperyalistlerin elinde, kitlelerin bilinçlerini bulanıklaştıran etkili silahlardan biri haline geldi.

Ancak bu karanlık tablonun yanı sıra Sovyet sinemasında yeteneklerini kanıtlamış olan bazı isimler bugün de üretmeye devam ediyor. Az sayıda da olsa, Sovyet sinemasının mirasını taşımakta olan bu yönetmeler, derinliğini yitirmiş bir sinema anlayışının hegemonyasına rağmen toplumsal ve sanatsal kaygılar içeren gerçekçi bir sinemanın kavgasını vermeye devam ediyor. Alexandre Sokourov, Pavel Lounguine ve Nikita Mikhalkov bu ekolün devamcıları olarak varlığını korumaktadır.

Bunun yanında, son on yıl içerisinde, birçok yeni yönetmen gerçekçi sinemayı ayakta tutmaktadır. Kendini ifade etmek için sinema sanatını seçen Andrei Tarkovski, Rus sinemasının tekrar canlanabileceğini kanıtlayan en belirgin örneklerdendir. Kendine özgü bir dile sahip olan bu yönetmenin yapıtları Rus halkından çok Avrupa’da ilgi görmektedir. 

Tarkovski, sembolik öğelerle kendine ait bir dili yakalamıştır. Farklı tarzlarla kendilerini ortaya koyan bu yönetmenler, bireysel sorunların yanı sıra toplumsal ve siyasi sorunları da beyaz perdeye yansıtmayı hedeflemektedir.


Burada Rus sinemasının tarihi gelişimini Marx ve Engels’in şu ifadesinde kavramamız mümkün: “Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf aynı zamanda düşünsel üretim araçlarını da elinde bulundurmaktadır.” Dolayısıyla sinemanın düşünsel yönüyle neye hizmet ettiği, hangi üretim araçlarına tabi olduğu sorgulanmalıdır. “Sanat için sanat” anlayışının hangi kesimlerin çıkarlarına hizmet ettiği ortadadır. Kar amaçlı üretimin izleyici kitlesini pasifize ederek onu gelir kaynağı olarak görmesi dünyada bugün egemen olan anlayışı temsil etmektedir. Ezilenlerin çıkarlarını temsil eden sinema anlayışının yaşam bulması, ancak ve ancak Sovyet sinemasının yaşayan ruhuna sahip çıkmakla, onu günümüz koşullarına uyarlamakla ve geliştirmekle mümkündür.

Şubat Devrimi 100 yaşında


Deutsche Welle -Türkçe


Rusya’da Çarlık döneminin 1917’deki Şubat Devrimi ile sona ermesinin üzerinden tam 100 yıl geçti.

Bu isyandan sekiz ay sonraki Ekim Devrimi’nin altyapısını da hazırlayan Şubat Devrimi hafızalardan neredeyse silindi. Eski Jülyen takvimine göre 23 Şubat, bugünkü Miladi takvime göre ise 8 Mart 1917'de gerçekleşen Şubat Devrimi’nin 100’üncü yıldönümü, Rusya'da hayli renksiz geçecek. Çünkü gerek halk gerekse devlet, bu olaya pek önem atfetmiyor.

Bu çekimserliğin kökeninde resmî ideolojinin yattığına dikkat çeken Moskova'daki Alman Tarih Enstitisü'nün müdürü Nikolaus Katzer, Rus tarih kitaplarında Şubat Devrimi için “Devletin, anarşistlerin elinden kurtarıldığı ayaklanma“ tanımı yapıldığını belirtiyor ve ekliyor: “Oysa asıl anarşi, 1917’den sonra başladı.“

Zayıf dönemi kimse hatırlamak istemiyor

100’üncü yıl kutlamalarının sırf yasak savmak için çok sönük şekilde yapılacağını kaydeden Alman tarihçi, Putin'in 100 yıl önceki Rusya’yı “güçsüz“ olarak gördüğünü, bu yüzden böyle bir dönemi gündeme getirmek istemediğini vurguluyor. Halkın büyük bölümünün de bu görüşü benimsediğini söyleyen Kratzer “Rusya, gerçek gücüne Bolşevikler zamanında kavuştu. Öyleyse bunun öncesindeki zayıf dönemi ne diye yâdedelim“ düşüncesinin yaygın olduğunu belirtiyor.

Putin’in vermek istediği bir mesaj daha var: “Rusya’nın güçlü, büyük ve bağımsız olmasına katkı sağlayan tüm kişi ve olaylar iyidir. Devrim ya da ayaklanma gibi hareketler ise devletinin bütünlük ve istikrarına zarar verir!“

Şubat Devrimi öncesi neler yaşandı?

Rus tarihçi Yuri Pivovarov ise Rus halkının, Şubat Devrimi’nin hazırlayan koşullar hakkında pek bir bilgisinin olmadığını, bunun da ilgisizliğe neden olduğunu aktarıyor.

100 yıl önce Rusya gerçekten de çok zayıf düşmüştü. Bunun en önemli nedeni, Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı büyük fiziksel, ekonomik ve siyasi tahribattı. Ekonomi bitik ve halk açtı. Rus askerî birlikleri 1915’ten buyana sürekli geri çekiliyordu. Polonya, Litvanya ve Tuna kıyısındaki bütün bölgeler kaybedilmişti. Batı cephesi tümüyle çökmüş ve moraller sıfırlanmıştı.

1916/17 kışı çok çetin geçmiş, kömür ve odun kıtlığı had safhaya ulaşmıştı. Sınırlı sayıdaki sanayi tesisinde ise sadece savaş ekonomisi için üretim yapılıyordu. Üretim maliyetini karşılayabilmek için altın sikke basılınca enflasyon iki katına çıktı. Hayat pahalılığı ise yüzde 400’lere ulaştı. Ülke ekonomisi yüzde 85 oranında tarıma dayılıydı. Sayısı, bir elin parmaklarını geçmeyen sanayi merkezlerinde ise grev ve radikalleşme hızla yayılıyordu.  Özellikle de Petrograd'da durum vahimdi. (Kent daha sonraları sırasıyla Leningrad ve St. Petersburg adlarını almıştır.)

Çar, halkı görmezden geldi

Buradaki fabrika işçileri “Açız! Bize ekmek verin!“ diye isyan ederken, Çar’ın bu feryatlara kulak tıkayıp cephedeki askerleri ziyaret etmesi, halkın öfkesini daha da artırdı. İşçiler, dayanışma komiteleri oluşturup mücadelenin dozunu artırınca, Çarlık, olağanüstü hal ilan etti. Ancak bu bir işe yaramadı, çünkü Rus ordusu halktan, işçilerin yanında yer almasını istedi. Halk tren istasyonunu ve posta-telgraf idaresini işgal etti. Olaylar Moskova’ya kadar sıçradı ve burada da halk işgalleri başladı.

Çar ise cepheden dönmeyi başaramadı. Halk onun ölümünü istiyordu ama Çar geri çekilmeyi reddetti. Hatta Duma başkanına 26 Şubat’ta telgraf çekerek, parlamentoyu feshetmesini emretti. Ancak bu çağrı karşılık bulmadı. Bundan bir gün sonra oluşturulan Duma Komitesi, kamu düzenini tekrar tesis etmek için kolları sıvadı. Milletvekilleri, bakanlık koltuklarına oturdu. Kısacası yasama organı, yürütme görevini de devraldı.

Rusya’da iktidarın asıl el değiştirmesi ise yaklaşık sekiz ay sonraki Ekim Devrimi ile oldu ve Bolşevikler yönetimi ele geçirdi. Daha sonraki Sovyetler Birliği’nin temelini atan 1922 yılındaki yeni bir halk ayaklanmasına kadar da Bolşevikler iktidarda kaldı. Nitekim Rus halkı da Şubat Devrim’i yerine, önem ve büyüklük bakımından çok daha üstün gördükleri Bolşevik ve 1922 devrimlerini yâdetmeyi tercih ediyor.



26 Şubat 2017 Pazar

İvan Şişkin


Kaynak:  Vikipedi, özgür ansiklopedi

İvan İvanoviç Şişkin ( Ива́н Ива́нович Ши́шкин; 25 Ocak 1832 – 20 Mart 1898) bir Rus manzara ( peysaj) ressamı, gravürcü ve teknik çizimciydi. 

Gezginler hareketini kurmuş, Sankt Petersurg Sanatlar Akademisi'nde öğretim üyesi, profesör ve manzara atölyesinin başı olmuştu.

Günümüzde Tataristan Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan  Yelabuga'da doğdu.

Tüccar İvan V. Şişkin'in (1792-1872) oğluydu. Kazan  Gimnazyum'undan mezun olduktan sonra 1852-1856 yılları arasında Moskova Resim, Heykel ve Mimarlık Okulu'nda okudu. Ardından, 1856-1860 yıllarında Sankt Peterburg'daki İmparatorluk Sanatlar Akademisi'nde eğitimini sürdürdü, orada S.M. Vorobiev'in öğrencisi oldu.

Aldığı dersleri yeterli görmediği için Sankt Petersburg yakınlarındaki ve Valaam adasındaki manzaraların ve hayvanların çizim ve resimlerini yapardı. Bu çalışmalarıyla Akademi'den önce iki küçük gümüş madalya (1858), sonra bir küçük (1859) altın madalya aldı. Nihayet, Valaam'daki iki manzara çalışması ile Akademi'nin en yüksek şeref payesi ve bir altın madalya ile mezun oldu. Ayrıca çalışmalarını Avrupa'da sürdürmesi için imparatorluk bursunu aldı.

Şişkin, Akademi'den verdiği burs ile 1861-1866 yıllarında İsviçre ve Almanya'da yaşadı. 
Münih'te çeşitli sanatçıların çalışmalarını izledi, Franz Adam ve Benno Adam ile çalıştı, bu arada özellikle hayvan çizimleri konusunda deneyim kazandı. Prag'da Joseph Manes'in yaptığı Slav portrelerinde çok etkilendi. Zürih'te Sir Robert Collier'in atölyesinde kezzap kullanarak metal üzerine gravür yapma tekniğini (ofort) öğrendi. Cenevre'de Dide ve Calama ile tanıştı, sonra Düsseldorf'a taşındı. Düsseldorf'ta yaptığı "Düsseldorf Yakınında Manzara" adlı eserini Sankt Petersburg'a geri yollayınca Akademi'de öğretim üyesi yapıldı.

Şişkin, Sankt Petersburg'a geri dönüşünde İmparatorluk Sanatlar Akademisi'ne üye oldu. 1870'te Kramskoy, Perov, Savrasov, Ghe ile birlikte Gezginler grubunu kurdu. 1870'te Rus Ofortistler Derneği'nin kurucu üyesi oldu ve hayatı boyunca bu teknik ile yağlı boya eserleri kadar çok sayıda eser üretti.

1873'den 1898'e kadar İmparatorluk Sanatlar Akademisi'nde resim profesörü oldu. Aynı zamanda Sankt Peterburg'daki En Yüksek Sanat Okulu'nun manzara resim sınıfını yönetti. Sanat Akademisi'ndeki çeşitli sergilere, 1882'de Moskova'da ve 1896'da Nijniy Novgorod'daki Tüm Rusya Sergisi'ne, ayrıca 1867 ve 1878'de Paris'teki ve 1873'te Viyana'daki Dünya Fuarlarına katıldı.

Şişkin'in resim tekniği, doğa üzerindeki analitik çalışmalarına dayalıydı. Orman peyzayları ile meşhur oldu, ayrıca olağanüstü bir teknik çizimci ve gravürcü idi
İvan Şişkin, Sankt Petersburg'un güneyinde, Vyra'da (günümüzde Leningrad'ın Gatçinsky oblastında) bir daça (villa) sahibiydi. Orada en güzel manzara çalışamalarını yaptı. Eserlerinde, ormanlardaki mevsimlerin, yabani doğanın, hayvanların ve kuşların şiirsel betimlemesi ile ün salmıştır.


Kişisel olarak tanıdığı ve aynı dönemin Rus ressamı Konstantin Savitskiy 'nin gelişimine de katkısı olmuştur. Çam Ormanında Sabah (Utro v sosnovom lesu) isimli eserini Konstantin Savitskiy ile beraber yaptı. Daha sonra bu eserden Konstantin Savitskiy adını kaldırdı ve böylelikle eser sadece Şişkin’e ait olmuş oldu.

1898'de, Sankt Petersburg'da, yeni bir tablosu üzerinde çalışmaktayken aniden öldü.
Şişkin iki kere evlendi, iki eşi ve iki oğlu da erken yaşta öldüler.

Şişkin'in birinci karısı Evgenya Şişkin (Vasiiev) (ö. 1874) idi. bu evlilikten üç çocuğu oldu: oğulları Vladimir (1871-1873) ve Konstantin (1873-1875), ve kızı Lydia (1869-1931).

İkinci karısı Olga Antonivna Lagoda-Şişkina (1850-1881), Şişkin Akademisi'ndeki öğrencilerinden bir manzara ressamıydı. Ondan Xenia adlı bir kızı oldu.

22 Şubat 2017 Çarşamba

Gogol’ün ayak izinden Moskova


Nedim Gürsel- Hürriyet


Dünya edebiyatının dâhi yazarı Nikolay Gogol, kara mizahla ördüğü Palto, Burun gibi eserlerinden sonra Nikitsiy Bulvarı’ndaki bir evde inzivaya çekilmişti. Yazmayı bırakmıştı. 42 yaşında hayata veda etmeden St. Petersburg’da olduğu gibi Moskova’da da pek çok iz bırakmıştı.

Moskova’da, Arbatskaya metro istasyonundan çıkar çıkmaz gördüm Gogol’ü. Elinde kalın bir kitap, tunç paltosuna sarılmış birini bekler gibiydi. Hayatına hiçbir kadın girmediğine göre bir sevgili olamazdı beklediği. Gerçi Baden Baden’de tanıştığı, daha sonraları Roma’da ve Nice’de yakın dostluk kurduğu Aleksandra Smirnov’un cazibesinden etkilenmiş, belki aralarında duygusal  bir bağ da oluşmuş ama şeytanın iğvasına hiç kapılmamıştı. Hem şeytan ne Tanrı katındaydı ne de cehennemin dibinde. Çevresinde pervane gibi dönüp duran, iştahla yediği zengin sofralarından ya da kaldığı han odalarından eksik olmayan kadınların içindeydi şeytan. Şuh kahkahalarında, boyalı dudaklarında, dans ederken savrulan rengârenk eteklerindeydi. Bu nedenle onlarla arasına gerekli mesafeyi koymuş, tensel hazzı tanımamış, tatmamıştı. Kontes Vielgorskiy’e yaptığı evlilik önerisi kocalık görevini yerine getirmeye hazır bir damat adayından çok, içine kapalı, yalnız, dünyadan el ayak çekmek isteyen bir yazarın özlemini dile getiriyordu. “Ruhların birlikteliği”ni öngörse de kabul edilmeyeceği besbelliydi.

ACIDAN ÇIKAN DERS

Kardeşi gibi sevdiği, ölümcül hastalığında anne şefkatiyle baktığı Prens Vielgorskiy’e gelince; 23 yaşındaki bu genç adamla yakınlığı da bir tuhaftı. Aşk olarak da nitelendirilebilecek derin bir bağ vardı aralarında ama tıpkı Bayan Smirnov’la olduğu gibi onunlayken de meleklerin çağrısı tenin çağrısından önce geliyordu. Hem yurdundan ve topraklarından uzak, Roma’da ölüp gitmişti prens. Gogol’e hiçlik duygusunu, Yüce Varlık’ın dışında hiçbir şeyin önem taşımadığını öğreten de belki bu erken ölüm olmuş, Vielgorskiy’i yaban ellerde toprağa verdikten sonra yollara düşmüştü.

Gogol’ün Arbatskaya metrosunun çıkışında, böyle tunç paltosuna sarılmış elinde kitapla beklediği kız kardeşleri de olamazdı. Onları Sen Petersburg’da bir yatılı okula yerleştirerek yakından ilgilenmemişti. Evlilikleriyle de. Hep uzaklarda bir yerlerdeydi çünkü. Cenevre’de değilse Viyana’da, Berlin’de ya da Marsilya’daydı.

DELİCE YA DA DÂHİCE BİR SORU

Dostlarını, kardeşlerini mektuplarda öğüt yağmuruna tutmuş, dinsel ahlaktan sapmamaları için uyarmıştı. Annesiyle ilişkisi, babasını küçük yaşta kaybettiğinden olmalı, daha derin, çok daha duygusal ve o ölçüde anlaşılmazdı. Ama her defasında onu da atlatmış, buluşmalarını sürekli ertelemiş, bu uğurda yalan söylemekten çekinmemişti. Kurnaz bir Ukrayna köylüsü gibi davranmıştı ona. Yine de bildik ana-oğul ilişkisinin ötesinde, saygı ve sevgiden çok öfkeden, karşılıklı yakınmalardan kaynaklanan bir bağ vardı aralarında. Hatta diyebilirim ki; Maria Ivanovna, pek sık görüşmeseler de yazarın hayatındaki tek kadındı. Rusya’dan, yakın çevresinden ve evlerinde yiyip içtiği dostlarından uzak, kendini çok yalnız ve terk edilmiş hissettiği bir dönemde, mektuplarında dışa vuramadığı sevgisini, daha doğrusu şefkat beklentisini ‘Bir Delinin Günlüğü’nde Poprişin’in ağzından şöyle seslenerek iletmişti annesine:“Ah anneciğim! Kurtar talihsiz oğlunu! Acı çeken başına bir damla gözyaşı akıt. 

Bak nasıl işkence ediyorlar ona. Zavallı öksüzünü bağrına bas! Ona bu dünyada yer yok. Kovuyorlar her yerden. Anneciğim hasta oğluna acı!” Ve bu yakınışın ardından ancak bir yazarın dehası ya da deliliğiyle açıklanabilecek şu müthiş cümle: “Sahi, Cezayir Beyi’nin tam da burnunun altında bir et beni olduğunu biliyor musunuz?” Gogol’ün tüm özgünlüğü öyküyü noktalayan bu cümlede gizli bence. Ondan başka kimin aklına gelebilirdi böyle bir soru, bu denli şaşırtıcı bir son? Bu tüp sapmaların, “İşte benzersiz Gogol!” dedirten cümlelerin yalnızca ‘Bir Delinin Günlüğü’nde değil, tüm yapıtlarında, özellikle de Ölü Canlar’da karşımıza çıktığını düşündüm. Valinin evindeki balo sahnesinde yazarın kalabalığı betimlerken erkeklerin siyah fraklarından kelle şekerleri kıran yaşlı hizmetçi kadına, oradan da şekerlerin üzerine üşüşen sineklere geçişi ya da geceleyin kasabada tüm ışıklar söndükten sonra tek aydınlık pencerenin karşısında yeni aldığı çizmeleri deneyen ve bir daha anlatıda sözü geçmeyen teğmen geldi aklıma. Çiçikov’un indiği hanlardanbirinin altındaki dükkânın vitrininde, kırmızı bakır semaverin yanında duran hancının yüzü de öylesine kırmızıdır ki, katran gibi sakalı olmasa, uzaktan bakan biri vitrinde iki semaver olduğunu sanabilir. Ve yine Çiçikov’un briçka’sı “pazar günü sarhoş garnizon erlerinin eski üniformaları” rengindeki göğün altında uzayıp giden yollarda tozu dumana katarken bir köylü tarlada bulduğu kalası yorulmak bilmez bir karınca gibi izbesine taşır, yalnızca mujikler değil, rehavet içinde evler de esner. Çiçikov’u karşılayan salatalık yüzlü kadınla Akrayna kabağı gibi geniş, yuvarlak erkek suratı, yazarın bir kalem dokunuşuyla iki telli balalaykaya dönüşüverir. Ve Çiçikov’un bırakıp o balalaykayı çalan çapkın delikanlıyı anlatmaya koyulur yazar.

STALİN HUZUR VERMEDİ

Peki Gogol böyle dimdik ayakta kimi bekliyordu dersiniz? Sorumun yersizliğini bilsem de onun dünyasına girmek, kahramanlarıyla tanışmak, bir ölçüde trajik alınyazısını paylaşıp “empati” kurabilmek için açık kapı bulmak zorundaydım. Ne var ki pek kolay değildi bu. Ben Gogol’ü merak edip sıradışı davranışlarını anlamaya, hayatından ve “nev-i şahsına münhasır” kişiliğinden yola çıkarak yapıtını çözümlemeye kalkıştıkça işler karışıyordu. Niejine Lisesi’nde yatılı okurken sınıf arkadaşları “esrarengiz cüce” lakabını boşuna takmamışlardı ona. Kuşkusuz o yıllarda ufak tefek, çelimsiz bir yeniyetmeydi, karşımdaki heykel gibi heybetli bir yazar değil. Kişiliğine gerçekten yakışan, ruhunun karmaşasını olağanüstü bir sanat dehasıyla dışa vuran, adaşı Nikolay Andreyev’in elinden çıkma öteki heykelinin Stalin’in buyruğuyla Preçhistenki Bulvarı’ndan kaldırılıp önce Donskiy Manastırı’na, sonra da buradan az ileride, hayatının son yıllarında konuk olduğu Kont Aleksandr Petroviç Tolstoy’un sarı badanalı, iki katlı eski evinin bahçesine konulduğunu biliyordum. Az sonra gidip görecektim bu heykeli de, kaidesini çepeçevre saran kabartmalarda Sen Petersburg Öyküleri’nin Ölü Canlar’ın, Mirgorod’un kahramanlarıyla tanışacaktım. Ve o ücra taşra kasabasında birtakım beklenmedik olaylara yol açan, kendisi de başlı başına bir olayolan Hlestikov’la. Nam-ı diğer “Müfettiş”le. Gogol burada onları bekliyordu. Sanki birazdan gelip saracaklar çevresini. Sonra karşı kaldırıma geçip Nikitsiy Bulvarı’ndaki eve doğru yönelecekler.

Bahçeden yürüyüp öbür heykelin kaidesini saracaklar bu kez de. Ve yaratıcılarının taht misali oturduğu kaya parçasının altındaki kabartmada yerlerini alacaklar.

YAZMAYI NEDEN BIRAKTI

Gogol tam da metronun çıkışında, elinde bir buket çiçek yerine bir kitap tutsa da, bir sevgiliyi bekler gibi bekliyordu onları. Ortadan kesin bir çizgiyle ayrılmış uzun saçları, cin bakışları, neredeyse dudaklarına değecek kadar uzun ve sivri burnuyla tunca dönüşmüş, öylece donup kalmıştı. Yıllarca hayal gücüyle besleyip büyüttüğü, Yüce Tanrı’dan geldiğini sandığı esinle ruhlarına üflediği kahramanlar belki bir çözüm bulabilirlerdi hastalığına. 42 yaşında ölümüne yol açan, doktorların teşhis koyamadığı derdine derman olabilirlerdi. Onlardan başka kimi kimsesi yoktu şu dünyada. Annesi uzakta, kızkardeşleri kocadaydı. Dostlarıysa kendi havalarında. Onu atlatmaya, dahası evlerinde ağırlarken surat asmaya başlamışlardı. 

Evet, içinde taşıdığı kahramanlarındaydı kurtuluş. Yaylı arabasıyla Rusya’yı bir uçtan bir uca katederek “ölü canlar” toplayan, sonra da onları kayıt defterlerine yazdırıp devleti dolandıran Çiçikov onu diriltmek için başucundaydı işte. İşi ölülerleydi gerçi ama Gogol’ü diriltmek için her türlü fedakârlığa hazırdı. Ressam Çarkov’un Sen Petersburg’da bir antikacıdan satın aldığı tablodaki ihtiyar da şeytandan aldığı gücü bir tefeci suretine girip yazarı iyileştirmek için kullanacaktı.

Gogol’ü, bir türlü sonunu getiremediği Ölü Canlar’ın ikinci cildini yazdıktan sonra bir manastıra kapanır gibi sığındığı Nikitsiy Bulvarı’ndaki evde hayal ettim bir süre. Odasının duvarlarını boydan boya kaplayan ikonların karşısında istavroz çıkarırken cehennem korkusu bakışlarına sinmişti. Günahlarından arınmak için tütsü yakıyor, oruç tutuyor, yine de peşini bırakmayan hayaletlerden kurtulamıyordu. Oysa kimseye bir kötülüğü dokunmamıştı, kendinden başka. Evet, Ölü Canlar’da şeytana uyup kötülüğü, riyayı, hileyi, insanların içindeki karanlığı anlatmıştı, ama sonunda iyiye, güzele, doğruya yönelmişti. Bu uğurda yazmaktan bile vazgeçmiş, ta Kudüs’e dek giderek kutsal topraklarda ölmek istemişti. Ama umduğu gibi İsa Mesih’in mezarı başında canını almamıştı Tanrı, demek ki O’na kavuşmak için bir süre daha yaşaması, daha fazla acı çekmesi gerekiyordu. Ve artık hiçbir şey yazmamıştı. Kötülüktü insanlığa egemen olan. Yazmak hırstan başka neydi ki? Çok şükür, kurtulmuştu bu kötü alışkanlıktan. Yalnızca alışkanlık ya da gururdan mı? Sıcak bir yaz günü Moskova’nın Nikitsiy Bulvarı’ndaki evde, ağzına tek lokma koymadan kendisini ölüme bırakmadan önce, onu ölümsüz kılacak Ölü Canlar’ın ikinci bölümünü sayfa sayfa yakmıştı. 

Tıpkı yıllar önce karlı bir gecede, kendi bastırdığı ilk kitabı “Hans Küchelgarten”i uşağı İakim’le kitapçılardan toplayıp yaktığı gibi.

Durmaksızın geziyordu

Nabokov’un ‘Gogol’ kitabından biliyordum. Kendi ekseninde topaç gibi dönerek, bugün Orta Avrupa diye adlandırdığımız coğrafyada dolaşıp durmuş, İtalya’nın altını üstüne getirmiş, Kudüs’e giderken İstanbul’dan geçtiği bile olmuştu. Görünüşte tedavi amacıyla tepiyordu bunca yolu ama, asıl neden başkaydı. Yara daha derindeydi çünkü. Yerleşik bir düzen ona göre değildi. Sürekli yer değiştirmeli, kendinden kaçıp başkalarına, dost bellediği aristokrat malikânelerine, olmadı yabancı kentlerin han odalarına sığınmalıydı. Çocukluğunu geçirdiği Ukrayna’dan uzakta, gençliğini zehir eden başkent Sen Petersburg’un boğucu havasından ve Rusya’dan da uzakta, birkaç kitapla giysilerinden ibaret eşyasını saymazsak, dostlarının konukseverliğiyle yapıtından başka tutunacak dalı yoktu. Ve yaylı arabanın penceresinden akıp giden dünya, Ölü Canlar’da Çiçikov’un bir uçtan bir uca kat ettiği Rosya gibi, tek esin kaynağıydı. Ne var ki hayalinde besleyip büyüttüğü, hayat verip o tuhaf ortamın içine saldığı kahramanları sayesinde yapıyordu bu yolculuğu. Onlarla yaşıyor, onlarla düşüp kalkıyor, mutluluk ya da mutsuzluğunu onlarla paylaşıyordu. Her biri kendinden bir parçaydı çünkü, kendi karakterinin, özlem ve hayallerinin uzantılarıydılar. Belli bir özerklik kazanmaları, bağımsız hareket edebilmeleri için, anlatıya doğrudan müdahale ettiği bile oluyordu. Örneğin şu sözleri herhangi bir kahramanına, briçka’sına kurulmuş keyifle pencereden dışarıya bakan Çiçikov’a söyletmiyor, kendisi alıyordu eline sazı: “Ey uzun yol, sen ne güzelsin! Kaç kez umutsuzluk ve yorgunluk içindeyken sen beni kurtardın, iyi ettin, dinlendirdin. Kaç kez, nice olmayacak, nice eşsiz düşüncelerimi ve ozanca düşlerimi sende yaşadım.”

Uzağın çağrısı şeytanınki gibi dayanılmazdı. Yol ‘tebdil-i hava’dan öte bir yazgı, gerçek anlamda bir kurtuluştu.

Bir efsanenin son durağı

Yolun sonuna gelmişti artık Gogol. Bir deri bir kemik kalmıştı. Ağzına tek lokma koymuyordu. Oysa bir zamanlar Sobakeviç kadar oburdu. “O da kim” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. ‘Ölü Canlar’ın unutulmaz kahramanlarından biridir. Hani Çiçikov’u ağırlarken “Evimde domuz yiyeceksek tümünü sofraya koydurturum. Koyun, kazsa tümünü” diyerek böbürlenen Gogol’ün deyimiyle ‘yüzünün rengi bakır para gibi koyu kırmızı’ olan orta boy bir ayı. Romanda gerçek adı da Mihail Semyonoviç’tir zaten, yani Rusların ayıya da verdikleri  bir insan adı.

ÇIRILÇIPLAK SOYDULAR

Bir zamanlar hasta midesine, bodurluğuna karşın Gogol de Sabokeviç kadar obur, yemek konusunda Hlestakov kadar seçici, daha doğrusu arsızdı. Ağırlandığı sofralarda, asalak gibi yaşadığı aristokrat evlerinde aşçılara öğüt verip uşak azarlardı. Şimdiyse başucuna üşüşen doktorlarla uğraşıyordu. Hastalık hastası yazarın derdine çare bulmak için ellerinden geleni yapıyor, yine de bir sonuç alamıyorlardı. Ölüyordu Gogol, kendini yavaş yavaş öldürüyordu. 

Doktorlar ‘Rus edebiyatının dehası’nı kurtaramayacaklarını anlamışlardı. Cebinden tavşan çıkarır gibi paltosundan, yani ‘Palto’ adlı öyküsünden Dostoyevski ve şürekasını çıkaran yazar son nefesini verirken göğe daha kolay çıkabilmek için okurlarından değil, papazlardan yardım istiyordu. Doktorlarsa son çare onu çırılçıplak soydular. Midesine soğuk suyla masaj yaptılar. “Rahat bırakın beni” diye yalvarmasına aldırmadan burnuna sülük yapıştırdılar. 

Yazar çırpınarak, tıpkı yarattığı kahramanlar gibi hazin ve gülünç, son nefesini veriyordu. Ona hem gülüyor hem de acıyordum.

DALGIÇ KUŞUNUN KADERİ


Gogol’ün ne kendisine ne de karakterlerinin tuhaf özelliklerine yakışan, elinde tuttuğu kitaba karşın bir yazardan çok muzaffer bir generali andıran devasa heykelinin altındaki banka oturdum. Parkta benden başka kimseler yoktu. Derken nereden çıktığını anlayamadığım bir turist kafilesi sökün etti. Heykelin çevresini sarıp fotoğraf çekmeye başladılar. Yaşlıydı çoğu, tek tük gençler de vardı. “Gogol! Gogol!” diye bağırıp gülüşüyorlardı. Rehberleri bu ismin Rusçada ‘dalgıç kuşu’ anlamına geldiğini söylemiş olmalıydı. Trajik yaşamını bilmedikleri aşikârdı. Evet, ufacık, garip bir hayvandır dalgıç kuşu. Belki biraz küstah ama son derece sevimlidir. Yürüyüşü paytak, gagası sivridir. Uçmayı beceremez ama iyi yüzer. Gogol’ün kendi karanlık sularında yüzüp de bir türlü kıyıya çıkamadığı gibi, o da boğulup gider günün birinde.

21 Şubat 2017 Salı

Başka bir gezegenden haberler


M. Hakkı Yazıcı

Kaynak: http://www.turkrus.com/ ,http://www.medyagunlugu.com/


Geçenlerde bir haberde Rusya'nın başkenti Moskova'da yabancılar arasında en fazla Türk erkeklerinin Rus kızlarıyla evlendiği açıklanmıştı. 

Sputnik’e konuşan Moskova Nikah Dairesi Sözcüsü Yevgeniya Smirnova konuyla ilgili şöyle demişti:

“Moskova’da yabancılar arasında en fazla Türk erkekleri Rus kızlarıyla evleniyor. 2015 yılında Moskova’da Türk-Rus evlilik sayısı 269 iken, 2016 yılında ise bu rakam 301 oldu. Dolayısıyla artmış bulunmakta… Yabancı ülke sıralamasında ise Türkiye her zaman ilk sırada yer alıyor.”

Fuad Safarov’un haberine göre Smirnova sözlerine şöyle devam etmişti:

“Türkler neden hep ilk sırada? Gerçekten de incelenmesi gereken bir konu. Komşuyuz, kültür benzerliklerimiz de belki evlilik açısından önemli faktörlerden biri. Türkler sıcak insanlar, damatlarımız da (gülüyor) öyle.”

Türkler, bir buket çiçeğin kılıç-kalkandan daha etkili olduğunu anlamışlardı demek ki.

***
İşte, bu haberi okuduktan sonra 14 Şubat “Sevgililer Günü” ile 8 Mart “Dünya Kadın Günü” arasındaki şu günlerde bu hikayeyi anlatmak aklıma geldi.

Aslında hikayeyi belki de benim anlatmamam gerekirdi. Öyle ya, pozitif bilimlerden nasibini hiç alamamış; okul yıllarında fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi dersler hep korkulu rüyası olmuş, arkadaşlarından aldığı kopyalarla durumu idare etmiş benim gibi birisi yerine, bilim-kurgu sayılabilecek böyle bir hikayeyi bu konulara daha hakim birisinin yazması daha doğru olurdu.

Ancak kader demek lazım belki, anlatmak bana kısmet oldu.

Süleyman isimli bir arkadaşımın başına ilginç bir olay gelmişti.

Arkadaşım dediysem aramızda epey yaş farkı olan genç bir çocuk, ama iyi ahbabız.

Süleyman, biraz abartmayı seven biri, ama o kadar güzel anlatır ki, hiç yüzüne vurmadan bütün anlattıklarını inanırmış gibi dinlerim.

Hoşuma gider anlattıkları.

Hayatının ummadığı bir anında yolu Rusya’yla kesişen binlerce Türk delikanlısından biri…
İlk tanıştığımız zamanlarda Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in Ataol Behramoğlu’nun çevirdiği  
“Bilinmeyen Ülke” şiirini mırıldanması ilgimi çekmişti. Ezberlemişti ve yolda yürürken bile bıkmadan, tekrar tekrar bu şiiri okuyordu:

“Ey güzel ülke, uzak ülke,
Ey bilmediğim ülke,
Ne kendi isteğimle geldim sana,
Ne de soylu bir atın sırtında.
Beni, bu yiğit delikanlıyı
Gençliğin ateşi sürükledi sana;
Bir de başımdaki şarap dumanları.”

Etkilenmiştim açıkçası.

Bu şiir, onun ve onun gibi pek çok genç Türk’ün buradaki durumunu özetliyor gibiydi.

Öğle yemeklerini çalıştığı şirketin bulunduğu iş merkezinde sıradan Rus yemeklerinin olduğu “stolavaya”da (restoranda) yerdi.

Bu, her gün daha sabahtan başlayarak öğlene kadar hayalini kurduğu bir şeydi.

Self-servis bankosunda tepsisini sürüklerken kasaya yaklaştıkça kalbinin atışları sıklaşırdı: Tık, tık,.. tıktık da tıktık.

Kasada Tatyana isminde Rusya’nın kim bilir hangi uzak bir şehrinden Moskova’ya gelmiş, hayat mücadelesinin içine girmiş, sarışın pembe yüzlü sevimli, güzel bir kız vardı.

Süleyman, bu kızdan tarif edilemez bir şekilde hoşlanıyordu. Tam tabiriyle platonik bir aşkla onu seviyordu.

Aşık olduğu kızcağız onun ilgisinin farkında mıydı acaba? Muhtemelen değildi.

Bir gün bana açılmış anlatmıştı. Her niyeyse benim tecrübelerime güveniyordu ve tavsiyelerime ihtiyacı vardı.

Ona verdiğim tavsiye özetle, eğer gerçekten samimi ise niyetini bana anlatmak yerine bir yolunu bulup, usulünce Tatyana’ya açılması oldu.

Başını sallayıp, “Haklısın abi,” demişti. Ancak onun böyle bir cesaretinin de olmadığı belliydi.

Yemek sonrası kahve içmek bahanesiyle yine “stolavaya”ya giderdi. Kahvesini alır, bir köşeye oturur, kafasını bile kaldırmaya bile çekinerek, edebiyle kahvesini yudumlardı.

Karşılaştığımız zamanlar ona “Oğlum sen bu “stolavaya”yı çalıştıran adamı zengin edeceksin,” diye takılırdım.

***
Bir gün Paveletskaya’daydım, Pakrovka’ya gidecektim. Niyetim Metro yerine tramvaya binmekti.

Vaktim olduğu zamanlarda hep tramvaya binmeyi tercih ederim. Hem düzayaktır, hem de yerin üstünde Moskova’nın güzelliklerini seyrede seyrede gitmek hoşuma gider.

Tam Vakzal’ın önünde Süleyman’la karşılaştık. Aynı yöne gidiyorduk.

Öpüşüp, birbirimize hal hatır sorduktan sonra, “Abi, başıma neler geldi; tahmin bile edemezsin,” dedi.

Birden merak ettim. Kasadaki kızla ilgili hayırlı bir gelişme mi olmuştu acaba?

Anlattıkları onunla ilgili değildi.

Bir çırpıda anlatmaya başladı, benim “Oğlum yine saçmalıyorsun,” bakışlarıma aldırmadan heyecanla devam etti.

***
Olay şuydu:

Muhtemelen hatırlayacaksınız, hani iki yıl kadar önce Mustafa, isimli genç bir Türk yaşanan bir olayla birden tanınır birisi olmuştu ya, Süleyman da ona benzer bir olayı yaşamıştı.

Bu olay ona benziyordu.

İlk olayı mutlaka duymuşsunuzdur; hem Türk, hem de Rus medyasında bolca haber olmuştu.

İki sene kadar önce Aralık başında, daha sonra meydana gelen o lanet uçak olayından yaklaşık bir sene önce, Moskova’ya yakın Voskresenski bölgesinde kaza sonucu yere çakılan MiG-29 tipli savaş uçağının pilotu Sergey Rıbnikov Mustafa Yalçın adlı bir Türk vatandaşı tarafından kurtarılmıştı. Ancak ne yazık ki pilot daha sonra hastanede hayatını kaybetmişti.

Mustafa Yalçın, olayı şöyle anlatmıştı:

“Dün 100 metre yakınıma Rusya savaş uçağı düştü. Uçak 8 metre kadar toprağın altına girdi. Pilotların uçaktan fırladığını gördüm. Pilotlardan birinin paraşütü açıldı. Diğerinin kötü açıldı. Pilot bir çatının üzerine düştü. Koştum oraya, pilotun yanına çıktım. Boynunda kemer ve yüzünde pilot kaskı vardı. Nefes alamıyordu! Önce boğazına dolanan paraşüt ipini söktüm. Ona kalp masajı yaptım. Okulda öğrenmiştim. Yine nefes yok. Tekrar güçlü bir şekilde masaj yaptım. Pilot nefes almaya başladı. Ah sesi duydum ve tamam dedim. Kucağıma alarak ayağa kaldırdım, üzerindekileri çıkardım. 20 dakika sonra yardıma geldiler. Fakat ambulans gelene kadar masaj yapmaya devam ettim. Rusya televizyonları ve gazeteleri beni kahraman ilan etti…”

Olay basına böyle yansımıştı.

***

Süleyman’ın başına gelenler ise basına hiç yansımamıştı. Gizli bir çalışmanın ürünü olması neden olabilirdi.

O da Rusların takdirini kazanmış gençlerden biriydi. Seçilerek uzay çalışmaları yapan bir ekibe dahil edilmişti.

Ekibin başında ismini 12 Nisan 1961'de uzaya çıkarak Dünya’yı uzaydan gören ilk insan olan Sovyet kozmonotu Yuri Alekseyeviç Gagarin’den alan, onun hayranı olan bir Rus subayı vardı.

Uzay araştırmalarında Rusya her zaman iddialı oldu. ABD ile Rusya bu konuda hep çekiştiler. Zaman zaman ortak projelerde de yer almalarına rağmen amansız bir rekabet vardı aralarında.

Uzay Yarışı, eskiden Soğuk Savaş’ın bir parçasıydı. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında 1957’den başlayarak 1975’e kadar süren, uzaya uydu ve insan göndermek, aya  insan indirmek gibi çabalar içeren resmî olmayan bir rekabetti.

***
Benim de bazen hüzünlü gecelerimde gözüm yıldızlara takılır, düşünürüm.

Dünyada barış içinde yaşanabilen yerlerin sayısı azaldıkça insan bazen karamsarlaşıyor, bazıları gibi ben de nerelere kaçsak diye düşünüyorum.

Bir arkadaşım, “Türkiye'de bile yaşıyoruz, Mars'ta bari bir zahmet bir şeyler olsun artık,” demişti.

Hak vermemek mümkün değil.

Bir gün belki insanlar yaşadıkları gezegene bu kadar kötülük yaptıktan sonra başka diyarlara kaçmanın yolunu bulacaktı.

Bilim adamı Hawking beğendiğim şu güzel yorumu yapmıştı:

“Eşitsizlikleri yadsıyarak daha fazla devam edemeyiz. Çünkü bu gezegeni yok edecek olanaklara sahibiz, ama henüz buradan kaçabilecek olanaklardan yoksunuz."

Bu uzay işleri ilginç; insan şöyle bir düşününce şimdiye kadar bildiklerimizin hiçbir şey olmadığını anlıyor. Onca ilerlemeye rağmen, insanlık evrenin sırrını bilmek konusunda hala emekliyor.

Mesela oralarda yine itiş-kakış, savaşlar, ölümler var mıdır ki? 

Yine bir haberde okumuştum; Rus kozmonot ve yazar Yuriy Usaçyov, ekip halinde çalışmanın insanları birbirine çok yakınlaştırdığını açıklamış, "Kozmonotların bir şakası var; dünya liderlerini bir ekip halinde uzaya göndersek, dünyaya barış gelir" demişti.

Güzel çözüm.

Baltkom radyosuna konuşan Rusya Kahramanı unvanı sahibi Usaçyov, uzayda bulunmanın insanlar arasındaki farklılıkları ortadan kaldırdığını, onları birbirine yaklaştırdığını ifade etmişti.

Ne güzel.
Sosyal ortamlarında bu konularda zaman zaman ciddi, bazen de komik, gırgır paylaşımlara rastlamak mümkün. Mesela bazıları şunlar:
-Mars'ta su bulundu.
-O kadar masrafa değdi mi? Bana sorsalardı söylerdim.
-Mars'ta su vardı da, biz mi içtik demiştim ya. Gördünüz mü, içmemişiz…
-Mars'a gitmek iş değil. Marifet kış vakti Kars'a gitmekte… Gitsinler de görelim.
-Mars’ta hamsi var mı, yok mu?
-Mars'ın da suyu çıktı.

Peki, uzayda yaşam var mı?

Hep konuşulan, ancak hala cevabı bilinmeyen bir soru.

Süleyman’a sordum.

“Olmaz mı abi?” Ben kendi gözümle gördüm,” dedi.

Ona eskiden okuduğum bir haberi anlattım.

ABD'nin Mars çalışmalarına ilişkin ilginç bir iddia ortaya atılmıştı. ABD'de ulusal yayın yapan radyo kanalı ''Coast to Coast FM''i arayan ve adının ''Jackie'' olduğunu söyleyen bir kadın, 35 yıl önce NASA merkezinde çalışırken ''Mars yüzeyinde insan gördüğünü'' söylemişti.

Jackie, ''O gün Viking uzay aracından gelen verileri indiriyordum. Birden ekrandaki canlı yayında Mars yüzeyinde yürüyen iki astronot gördüm. Viking'e doğru yürüyorlardı. 


Üzerlerinde daha önce görmediğim koruyuculu elbiseler vardı. Bu sahneye benimle birlikte 6 NASA çalışanı daha şahit oldu'' demişti. Ancak NASA, bu konu ile ilgili açıklama yapmamıştı.

Süleyman’a “O kadının gördüğü kişi gördüğü kişi Mustafa Topaloğlu olmasın?” diye sordum.

“Yok be abi, şaka mı yapıyorsun?” diye kızdı.

Eski bir habere göre bir uzay projesi olan Orion’a göre bugünkü çocuklar otuz yaşına gelince Mars görevine başlanacaktı.

Ölme eşeğim, ölme.

Mars'a gidecek 24 kişi belirlenmişti. Bu yolculuk için başvuran 11 Türk elenmiş. 2024'te Dünya’ya veda edip tekrar geri dönmemek üzere Mars’a yerleşmek için üçüncü tura kalan 50 kadın ve 50 erkekten 39’u Amerika, 31’i Avrupa, 16’sı Asya, 7’si Afrika ve 7’si de Avustralya kıtasından belirlenmişti.

Falan da filan… Sık sık böyle haberlere rastlarız.

Bir gün kızıp, ”Mars yolculuğu için başvuran 11 Türk'ü merak ettim. Gelsinler ben onları tavlada beş dakikada marsa yerleştiririm,” demiştim de herkes çok gülmüştü.

Gazetelerden okuduğum kadarıyla Amerikalılar insanlığı Mars’a götürecek Orion projesinin peşindeyken Ruslar onları yaya bırakacak başka bir projede çok yol almıştı.

“Rusya, güneşin etrafında ilk insanlı uçuşu yaparak uzay yarışında yeniden öne geçebilir.”

Bu açıklama, Mars’a insanlı uçuş projesinin mühendisi Vladimir Burgan’dan gelmişti.  

Rossiyskaya Gazeta’nın sorularını yanıtlayan Burgan, “Eğer bu yönde siyasi bir karar alınırsa güneşin etrafında ilk insanlı uçuş 8-10 yıl içinde gerçekleşebilir. Bu, Rusya’yı yeniden en büyük uzay devleti haline getirecek” demişti.

Rus bilim adamlarının Mars gezegenine insanlı uçuş üzerine araştırmalar yaptıkları ve ilk uçuşun, uluslararası işbirliği ile 2016-2020 yılları arasında gerçekleşebileceği açıklanmıştı. 


Mars’a yapılacak insanlı yolculuğun 18 ay gidiş-dönüş, 3-4 ay da gezegende yapılacak çalışma olmak üzere toplam yaklaşık 2 yıl sürebileceği ve bunun için yeni bir teknolojinin gerektiği belirtilmişti.

Bu haberleri Süleyman da okumuş, etkilenmiş; içine kendisini de koyduğu bir hikaye mi uydurmuştu acaba? Sonradan kendisi de mi inanmaya başlamıştı bu hikayeye?

***

Süleyman’a “Tam olarak nereye gittiniz?” diye sordum.

“Valla abi, detay sorma, gizli olmasına gizli; ama gizlediğimden değil, nereye gittiğimizi gerçekten bilmediğimden söyleyemiyorum.”

“Uzay mekiğinin içinde çok sıkılmışsınızdır,” dedim.

“Yok be abi,” diye cevap verdi. “Hep dışarda dolaştık; bağlık, bahçelik oralar.”

Orada yerçekimi neredeyse dünyadakinin üçte biri oranındaymış. Yorulmadan, kuşlar gibi uçarcasına bütün gün dolaşmak mümkünmüş. Yine bu nedenle insanlar daha uzun ömürlü oluyorlarmış. Yerçekiminin azlığı, kalp ve sindirim sisteminin ömrünü uzatıyor, dolayısıyla vücut daha uzun süre canlılığını koruyormuş.

İyi haberler vardı. Mesela aradan geçen zaman içinde bilim pek çok hastalığın çaresini bulmuştu. Kanser, Alzheimer gibi hastalıklar tarih olmuştu.

Ancak bir de kötü haber vardı: Aşkın aslında virütik bir hastalık olduğu anlaşılmıştı.

Ve hatta aşısı bulunmuştu. Bu aşıyı olanlar, aşk acısı, karasevda gibi ruhu yaralayıcı şeylere maruz kalmıyorlardı.

Süleyman, orada aynı bizim stolavaya”daki Rus kızına, Tatyana’ya benzeyen bir kıza rastlamıştı. Hemen ona verdikleri spektrometresini kıza tutmuştu, gerçek mi acaba diye…

“Gerçek miydi?” diye sordum Süleyman’a.

“Gerçeküstü!” dedi sırıtarak.

Boş zamanlarında günlerce parklarda, bahçelerde ele ele dolaşmışlar, yanak yanağa oturup o anların tadını çıkarmışlardı.

Takıldım:

“Çok hayırsızmışsın. Oradaki kızı bulunca buradakini hemen unuttun,” dedim.

“Olur mu abi!?” diye itiraz etti, “Ona bir başka bir boyutta orada yeniden rastladım,” dedi.

Süleyman, görevi bitince geri dönmüştü. Malum burada da işleri, güçleri vardı. Tam projenin ortasında şirketini yarı yolda bırakacak kadar sorumsuz değildi. İşlerini ayarladıktan sonra ya o, yeniden oraya gidecekti, ya da kızı buraya getirtecekti.

“Belki de Türkiye’ye gider, orada yaşarız abi,” dedi.

Tutkulu bir çocuktu. Orada da tutkularını yaşayacak birine rastlamıştı.

Ancak bir çelişki vardı. Hani orada aşkın aslında bir virütik hastalık olduğu anlaşılmıştı ve aşıyla tedavisi mümkündü?

“Oğlum, orada aşk yok dememiş miydin, seninki ne iş?” diye sordum.

“Abi, benimki aşk değil ki, aşktan da öte bir şey. Onun da çaresi henüz bulunamamış,” dedi.

Güldüm.

İkna olmamıştım, ama “Pekala,” deyip, başımı salladım.

Ben onu bilmezdim, ama bana göre aşk, aslında insanın bir "sevgili" ile ilişkisinden ibaret değildi. Aşk, anahtarı bir sevgili olan büyülü evrenin adıydı. O evrene roketlerle, uzay gemileriyle de ulaşılamazdı. Sevgili dediğimiz anahtar, açar kapıyı ve o anda kalbiniz göğsünüz ısınır, üzerinizde oluşan kelebek ve arı kanadı karışımı bir titreşimle her şeyin ışığının değiştiğini görürdünüz. 

***
Anlattıklarını kıskanmıştım. Bir yolunu bulup ben de mi gitsem diye düşündüm.

“Süleyman, güzel anlatıyorsun, hoşuma gitti. Ancak bunlar gerçek değil, d’il mi? Bana şaka yapıyorsun, bir rüya gördün onu anlatıyorsun.”

“Yok be abi, ne şakası, ne rüyası?!” dedi.

Novokuznetskaya’yı çoktan geçmiştik. Dışarıda kar ve ayaz vardı.

Tramvayın içi sıcacıktı. Yanımda oturan Süleyman’ın mayıştığını, gözlerinin kaydığını, dalıp uyuduğunu fark ettim.

Hoşlandığı rüyasını görmeye devam edecekti herhalde.