Moskova

Moskova

21 Şubat 2017 Salı

Başka bir gezegenden haberler


M. Hakkı Yazıcı

Kaynak: http://www.turkrus.com/ ,http://www.medyagunlugu.com/


Geçenlerde bir haberde Rusya'nın başkenti Moskova'da yabancılar arasında en fazla Türk erkeklerinin Rus kızlarıyla evlendiği açıklanmıştı. 

Sputnik’e konuşan Moskova Nikah Dairesi Sözcüsü Yevgeniya Smirnova konuyla ilgili şöyle demişti:

“Moskova’da yabancılar arasında en fazla Türk erkekleri Rus kızlarıyla evleniyor. 2015 yılında Moskova’da Türk-Rus evlilik sayısı 269 iken, 2016 yılında ise bu rakam 301 oldu. Dolayısıyla artmış bulunmakta… Yabancı ülke sıralamasında ise Türkiye her zaman ilk sırada yer alıyor.”

Fuad Safarov’un haberine göre Smirnova sözlerine şöyle devam etmişti:

“Türkler neden hep ilk sırada? Gerçekten de incelenmesi gereken bir konu. Komşuyuz, kültür benzerliklerimiz de belki evlilik açısından önemli faktörlerden biri. Türkler sıcak insanlar, damatlarımız da (gülüyor) öyle.”

Türkler, bir buket çiçeğin kılıç-kalkandan daha etkili olduğunu anlamışlardı demek ki.

***
İşte, bu haberi okuduktan sonra 14 Şubat “Sevgililer Günü” ile 8 Mart “Dünya Kadın Günü” arasındaki şu günlerde bu hikayeyi anlatmak aklıma geldi.

Aslında hikayeyi belki de benim anlatmamam gerekirdi. Öyle ya, pozitif bilimlerden nasibini hiç alamamış; okul yıllarında fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi dersler hep korkulu rüyası olmuş, arkadaşlarından aldığı kopyalarla durumu idare etmiş benim gibi birisi yerine, bilim-kurgu sayılabilecek böyle bir hikayeyi bu konulara daha hakim birisinin yazması daha doğru olurdu.

Ancak kader demek lazım belki, anlatmak bana kısmet oldu.

Süleyman isimli bir arkadaşımın başına ilginç bir olay gelmişti.

Arkadaşım dediysem aramızda epey yaş farkı olan genç bir çocuk, ama iyi ahbabız.

Süleyman, biraz abartmayı seven biri, ama o kadar güzel anlatır ki, hiç yüzüne vurmadan bütün anlattıklarını inanırmış gibi dinlerim.

Hoşuma gider anlattıkları.

Hayatının ummadığı bir anında yolu Rusya’yla kesişen binlerce Türk delikanlısından biri…
İlk tanıştığımız zamanlarda Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in Ataol Behramoğlu’nun çevirdiği  
“Bilinmeyen Ülke” şiirini mırıldanması ilgimi çekmişti. Ezberlemişti ve yolda yürürken bile bıkmadan, tekrar tekrar bu şiiri okuyordu:

“Ey güzel ülke, uzak ülke,
Ey bilmediğim ülke,
Ne kendi isteğimle geldim sana,
Ne de soylu bir atın sırtında.
Beni, bu yiğit delikanlıyı
Gençliğin ateşi sürükledi sana;
Bir de başımdaki şarap dumanları.”

Etkilenmiştim açıkçası.

Bu şiir, onun ve onun gibi pek çok genç Türk’ün buradaki durumunu özetliyor gibiydi.

Öğle yemeklerini çalıştığı şirketin bulunduğu iş merkezinde sıradan Rus yemeklerinin olduğu “stolavaya”da (restoranda) yerdi.

Bu, her gün daha sabahtan başlayarak öğlene kadar hayalini kurduğu bir şeydi.

Self-servis bankosunda tepsisini sürüklerken kasaya yaklaştıkça kalbinin atışları sıklaşırdı: Tık, tık,.. tıktık da tıktık.

Kasada Tatyana isminde Rusya’nın kim bilir hangi uzak bir şehrinden Moskova’ya gelmiş, hayat mücadelesinin içine girmiş, sarışın pembe yüzlü sevimli, güzel bir kız vardı.

Süleyman, bu kızdan tarif edilemez bir şekilde hoşlanıyordu. Tam tabiriyle platonik bir aşkla onu seviyordu.

Aşık olduğu kızcağız onun ilgisinin farkında mıydı acaba? Muhtemelen değildi.

Bir gün bana açılmış anlatmıştı. Her niyeyse benim tecrübelerime güveniyordu ve tavsiyelerime ihtiyacı vardı.

Ona verdiğim tavsiye özetle, eğer gerçekten samimi ise niyetini bana anlatmak yerine bir yolunu bulup, usulünce Tatyana’ya açılması oldu.

Başını sallayıp, “Haklısın abi,” demişti. Ancak onun böyle bir cesaretinin de olmadığı belliydi.

Yemek sonrası kahve içmek bahanesiyle yine “stolavaya”ya giderdi. Kahvesini alır, bir köşeye oturur, kafasını bile kaldırmaya bile çekinerek, edebiyle kahvesini yudumlardı.

Karşılaştığımız zamanlar ona “Oğlum sen bu “stolavaya”yı çalıştıran adamı zengin edeceksin,” diye takılırdım.

***
Bir gün Paveletskaya’daydım, Pakrovka’ya gidecektim. Niyetim Metro yerine tramvaya binmekti.

Vaktim olduğu zamanlarda hep tramvaya binmeyi tercih ederim. Hem düzayaktır, hem de yerin üstünde Moskova’nın güzelliklerini seyrede seyrede gitmek hoşuma gider.

Tam Vakzal’ın önünde Süleyman’la karşılaştık. Aynı yöne gidiyorduk.

Öpüşüp, birbirimize hal hatır sorduktan sonra, “Abi, başıma neler geldi; tahmin bile edemezsin,” dedi.

Birden merak ettim. Kasadaki kızla ilgili hayırlı bir gelişme mi olmuştu acaba?

Anlattıkları onunla ilgili değildi.

Bir çırpıda anlatmaya başladı, benim “Oğlum yine saçmalıyorsun,” bakışlarıma aldırmadan heyecanla devam etti.

***
Olay şuydu:

Muhtemelen hatırlayacaksınız, hani iki yıl kadar önce Mustafa, isimli genç bir Türk yaşanan bir olayla birden tanınır birisi olmuştu ya, Süleyman da ona benzer bir olayı yaşamıştı.

Bu olay ona benziyordu.

İlk olayı mutlaka duymuşsunuzdur; hem Türk, hem de Rus medyasında bolca haber olmuştu.

İki sene kadar önce Aralık başında, daha sonra meydana gelen o lanet uçak olayından yaklaşık bir sene önce, Moskova’ya yakın Voskresenski bölgesinde kaza sonucu yere çakılan MiG-29 tipli savaş uçağının pilotu Sergey Rıbnikov Mustafa Yalçın adlı bir Türk vatandaşı tarafından kurtarılmıştı. Ancak ne yazık ki pilot daha sonra hastanede hayatını kaybetmişti.

Mustafa Yalçın, olayı şöyle anlatmıştı:

“Dün 100 metre yakınıma Rusya savaş uçağı düştü. Uçak 8 metre kadar toprağın altına girdi. Pilotların uçaktan fırladığını gördüm. Pilotlardan birinin paraşütü açıldı. Diğerinin kötü açıldı. Pilot bir çatının üzerine düştü. Koştum oraya, pilotun yanına çıktım. Boynunda kemer ve yüzünde pilot kaskı vardı. Nefes alamıyordu! Önce boğazına dolanan paraşüt ipini söktüm. Ona kalp masajı yaptım. Okulda öğrenmiştim. Yine nefes yok. Tekrar güçlü bir şekilde masaj yaptım. Pilot nefes almaya başladı. Ah sesi duydum ve tamam dedim. Kucağıma alarak ayağa kaldırdım, üzerindekileri çıkardım. 20 dakika sonra yardıma geldiler. Fakat ambulans gelene kadar masaj yapmaya devam ettim. Rusya televizyonları ve gazeteleri beni kahraman ilan etti…”

Olay basına böyle yansımıştı.

***

Süleyman’ın başına gelenler ise basına hiç yansımamıştı. Gizli bir çalışmanın ürünü olması neden olabilirdi.

O da Rusların takdirini kazanmış gençlerden biriydi. Seçilerek uzay çalışmaları yapan bir ekibe dahil edilmişti.

Ekibin başında ismini 12 Nisan 1961'de uzaya çıkarak Dünya’yı uzaydan gören ilk insan olan Sovyet kozmonotu Yuri Alekseyeviç Gagarin’den alan, onun hayranı olan bir Rus subayı vardı.

Uzay araştırmalarında Rusya her zaman iddialı oldu. ABD ile Rusya bu konuda hep çekiştiler. Zaman zaman ortak projelerde de yer almalarına rağmen amansız bir rekabet vardı aralarında.

Uzay Yarışı, eskiden Soğuk Savaş’ın bir parçasıydı. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasında 1957’den başlayarak 1975’e kadar süren, uzaya uydu ve insan göndermek, aya  insan indirmek gibi çabalar içeren resmî olmayan bir rekabetti.

***
Benim de bazen hüzünlü gecelerimde gözüm yıldızlara takılır, düşünürüm.

Dünyada barış içinde yaşanabilen yerlerin sayısı azaldıkça insan bazen karamsarlaşıyor, bazıları gibi ben de nerelere kaçsak diye düşünüyorum.

Bir arkadaşım, “Türkiye'de bile yaşıyoruz, Mars'ta bari bir zahmet bir şeyler olsun artık,” demişti.

Hak vermemek mümkün değil.

Bir gün belki insanlar yaşadıkları gezegene bu kadar kötülük yaptıktan sonra başka diyarlara kaçmanın yolunu bulacaktı.

Bilim adamı Hawking beğendiğim şu güzel yorumu yapmıştı:

“Eşitsizlikleri yadsıyarak daha fazla devam edemeyiz. Çünkü bu gezegeni yok edecek olanaklara sahibiz, ama henüz buradan kaçabilecek olanaklardan yoksunuz."

Bu uzay işleri ilginç; insan şöyle bir düşününce şimdiye kadar bildiklerimizin hiçbir şey olmadığını anlıyor. Onca ilerlemeye rağmen, insanlık evrenin sırrını bilmek konusunda hala emekliyor.

Mesela oralarda yine itiş-kakış, savaşlar, ölümler var mıdır ki? 

Yine bir haberde okumuştum; Rus kozmonot ve yazar Yuriy Usaçyov, ekip halinde çalışmanın insanları birbirine çok yakınlaştırdığını açıklamış, "Kozmonotların bir şakası var; dünya liderlerini bir ekip halinde uzaya göndersek, dünyaya barış gelir" demişti.

Güzel çözüm.

Baltkom radyosuna konuşan Rusya Kahramanı unvanı sahibi Usaçyov, uzayda bulunmanın insanlar arasındaki farklılıkları ortadan kaldırdığını, onları birbirine yaklaştırdığını ifade etmişti.

Ne güzel.
Sosyal ortamlarında bu konularda zaman zaman ciddi, bazen de komik, gırgır paylaşımlara rastlamak mümkün. Mesela bazıları şunlar:
-Mars'ta su bulundu.
-O kadar masrafa değdi mi? Bana sorsalardı söylerdim.
-Mars'ta su vardı da, biz mi içtik demiştim ya. Gördünüz mü, içmemişiz…
-Mars'a gitmek iş değil. Marifet kış vakti Kars'a gitmekte… Gitsinler de görelim.
-Mars’ta hamsi var mı, yok mu?
-Mars'ın da suyu çıktı.

Peki, uzayda yaşam var mı?

Hep konuşulan, ancak hala cevabı bilinmeyen bir soru.

Süleyman’a sordum.

“Olmaz mı abi?” Ben kendi gözümle gördüm,” dedi.

Ona eskiden okuduğum bir haberi anlattım.

ABD'nin Mars çalışmalarına ilişkin ilginç bir iddia ortaya atılmıştı. ABD'de ulusal yayın yapan radyo kanalı ''Coast to Coast FM''i arayan ve adının ''Jackie'' olduğunu söyleyen bir kadın, 35 yıl önce NASA merkezinde çalışırken ''Mars yüzeyinde insan gördüğünü'' söylemişti.

Jackie, ''O gün Viking uzay aracından gelen verileri indiriyordum. Birden ekrandaki canlı yayında Mars yüzeyinde yürüyen iki astronot gördüm. Viking'e doğru yürüyorlardı. 


Üzerlerinde daha önce görmediğim koruyuculu elbiseler vardı. Bu sahneye benimle birlikte 6 NASA çalışanı daha şahit oldu'' demişti. Ancak NASA, bu konu ile ilgili açıklama yapmamıştı.

Süleyman’a “O kadının gördüğü kişi gördüğü kişi Mustafa Topaloğlu olmasın?” diye sordum.

“Yok be abi, şaka mı yapıyorsun?” diye kızdı.

Eski bir habere göre bir uzay projesi olan Orion’a göre bugünkü çocuklar otuz yaşına gelince Mars görevine başlanacaktı.

Ölme eşeğim, ölme.

Mars'a gidecek 24 kişi belirlenmişti. Bu yolculuk için başvuran 11 Türk elenmiş. 2024'te Dünya’ya veda edip tekrar geri dönmemek üzere Mars’a yerleşmek için üçüncü tura kalan 50 kadın ve 50 erkekten 39’u Amerika, 31’i Avrupa, 16’sı Asya, 7’si Afrika ve 7’si de Avustralya kıtasından belirlenmişti.

Falan da filan… Sık sık böyle haberlere rastlarız.

Bir gün kızıp, ”Mars yolculuğu için başvuran 11 Türk'ü merak ettim. Gelsinler ben onları tavlada beş dakikada marsa yerleştiririm,” demiştim de herkes çok gülmüştü.

Gazetelerden okuduğum kadarıyla Amerikalılar insanlığı Mars’a götürecek Orion projesinin peşindeyken Ruslar onları yaya bırakacak başka bir projede çok yol almıştı.

“Rusya, güneşin etrafında ilk insanlı uçuşu yaparak uzay yarışında yeniden öne geçebilir.”

Bu açıklama, Mars’a insanlı uçuş projesinin mühendisi Vladimir Burgan’dan gelmişti.  

Rossiyskaya Gazeta’nın sorularını yanıtlayan Burgan, “Eğer bu yönde siyasi bir karar alınırsa güneşin etrafında ilk insanlı uçuş 8-10 yıl içinde gerçekleşebilir. Bu, Rusya’yı yeniden en büyük uzay devleti haline getirecek” demişti.

Rus bilim adamlarının Mars gezegenine insanlı uçuş üzerine araştırmalar yaptıkları ve ilk uçuşun, uluslararası işbirliği ile 2016-2020 yılları arasında gerçekleşebileceği açıklanmıştı. 


Mars’a yapılacak insanlı yolculuğun 18 ay gidiş-dönüş, 3-4 ay da gezegende yapılacak çalışma olmak üzere toplam yaklaşık 2 yıl sürebileceği ve bunun için yeni bir teknolojinin gerektiği belirtilmişti.

Bu haberleri Süleyman da okumuş, etkilenmiş; içine kendisini de koyduğu bir hikaye mi uydurmuştu acaba? Sonradan kendisi de mi inanmaya başlamıştı bu hikayeye?

***

Süleyman’a “Tam olarak nereye gittiniz?” diye sordum.

“Valla abi, detay sorma, gizli olmasına gizli; ama gizlediğimden değil, nereye gittiğimizi gerçekten bilmediğimden söyleyemiyorum.”

“Uzay mekiğinin içinde çok sıkılmışsınızdır,” dedim.

“Yok be abi,” diye cevap verdi. “Hep dışarda dolaştık; bağlık, bahçelik oralar.”

Orada yerçekimi neredeyse dünyadakinin üçte biri oranındaymış. Yorulmadan, kuşlar gibi uçarcasına bütün gün dolaşmak mümkünmüş. Yine bu nedenle insanlar daha uzun ömürlü oluyorlarmış. Yerçekiminin azlığı, kalp ve sindirim sisteminin ömrünü uzatıyor, dolayısıyla vücut daha uzun süre canlılığını koruyormuş.

İyi haberler vardı. Mesela aradan geçen zaman içinde bilim pek çok hastalığın çaresini bulmuştu. Kanser, Alzheimer gibi hastalıklar tarih olmuştu.

Ancak bir de kötü haber vardı: Aşkın aslında virütik bir hastalık olduğu anlaşılmıştı.

Ve hatta aşısı bulunmuştu. Bu aşıyı olanlar, aşk acısı, karasevda gibi ruhu yaralayıcı şeylere maruz kalmıyorlardı.

Süleyman, orada aynı bizim stolavaya”daki Rus kızına, Tatyana’ya benzeyen bir kıza rastlamıştı. Hemen ona verdikleri spektrometresini kıza tutmuştu, gerçek mi acaba diye…

“Gerçek miydi?” diye sordum Süleyman’a.

“Gerçeküstü!” dedi sırıtarak.

Boş zamanlarında günlerce parklarda, bahçelerde ele ele dolaşmışlar, yanak yanağa oturup o anların tadını çıkarmışlardı.

Takıldım:

“Çok hayırsızmışsın. Oradaki kızı bulunca buradakini hemen unuttun,” dedim.

“Olur mu abi!?” diye itiraz etti, “Ona bir başka bir boyutta orada yeniden rastladım,” dedi.

Süleyman, görevi bitince geri dönmüştü. Malum burada da işleri, güçleri vardı. Tam projenin ortasında şirketini yarı yolda bırakacak kadar sorumsuz değildi. İşlerini ayarladıktan sonra ya o, yeniden oraya gidecekti, ya da kızı buraya getirtecekti.

“Belki de Türkiye’ye gider, orada yaşarız abi,” dedi.

Tutkulu bir çocuktu. Orada da tutkularını yaşayacak birine rastlamıştı.

Ancak bir çelişki vardı. Hani orada aşkın aslında bir virütik hastalık olduğu anlaşılmıştı ve aşıyla tedavisi mümkündü?

“Oğlum, orada aşk yok dememiş miydin, seninki ne iş?” diye sordum.

“Abi, benimki aşk değil ki, aşktan da öte bir şey. Onun da çaresi henüz bulunamamış,” dedi.

Güldüm.

İkna olmamıştım, ama “Pekala,” deyip, başımı salladım.

Ben onu bilmezdim, ama bana göre aşk, aslında insanın bir "sevgili" ile ilişkisinden ibaret değildi. Aşk, anahtarı bir sevgili olan büyülü evrenin adıydı. O evrene roketlerle, uzay gemileriyle de ulaşılamazdı. Sevgili dediğimiz anahtar, açar kapıyı ve o anda kalbiniz göğsünüz ısınır, üzerinizde oluşan kelebek ve arı kanadı karışımı bir titreşimle her şeyin ışığının değiştiğini görürdünüz. 

***
Anlattıklarını kıskanmıştım. Bir yolunu bulup ben de mi gitsem diye düşündüm.

“Süleyman, güzel anlatıyorsun, hoşuma gitti. Ancak bunlar gerçek değil, d’il mi? Bana şaka yapıyorsun, bir rüya gördün onu anlatıyorsun.”

“Yok be abi, ne şakası, ne rüyası?!” dedi.

Novokuznetskaya’yı çoktan geçmiştik. Dışarıda kar ve ayaz vardı.

Tramvayın içi sıcacıktı. Yanımda oturan Süleyman’ın mayıştığını, gözlerinin kaydığını, dalıp uyuduğunu fark ettim.

Hoşlandığı rüyasını görmeye devam edecekti herhalde.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder