Moskova

Moskova

22 Şubat 2017 Çarşamba

Gogol’ün ayak izinden Moskova


Nedim Gürsel- Hürriyet


Dünya edebiyatının dâhi yazarı Nikolay Gogol, kara mizahla ördüğü Palto, Burun gibi eserlerinden sonra Nikitsiy Bulvarı’ndaki bir evde inzivaya çekilmişti. Yazmayı bırakmıştı. 42 yaşında hayata veda etmeden St. Petersburg’da olduğu gibi Moskova’da da pek çok iz bırakmıştı.

Moskova’da, Arbatskaya metro istasyonundan çıkar çıkmaz gördüm Gogol’ü. Elinde kalın bir kitap, tunç paltosuna sarılmış birini bekler gibiydi. Hayatına hiçbir kadın girmediğine göre bir sevgili olamazdı beklediği. Gerçi Baden Baden’de tanıştığı, daha sonraları Roma’da ve Nice’de yakın dostluk kurduğu Aleksandra Smirnov’un cazibesinden etkilenmiş, belki aralarında duygusal  bir bağ da oluşmuş ama şeytanın iğvasına hiç kapılmamıştı. Hem şeytan ne Tanrı katındaydı ne de cehennemin dibinde. Çevresinde pervane gibi dönüp duran, iştahla yediği zengin sofralarından ya da kaldığı han odalarından eksik olmayan kadınların içindeydi şeytan. Şuh kahkahalarında, boyalı dudaklarında, dans ederken savrulan rengârenk eteklerindeydi. Bu nedenle onlarla arasına gerekli mesafeyi koymuş, tensel hazzı tanımamış, tatmamıştı. Kontes Vielgorskiy’e yaptığı evlilik önerisi kocalık görevini yerine getirmeye hazır bir damat adayından çok, içine kapalı, yalnız, dünyadan el ayak çekmek isteyen bir yazarın özlemini dile getiriyordu. “Ruhların birlikteliği”ni öngörse de kabul edilmeyeceği besbelliydi.

ACIDAN ÇIKAN DERS

Kardeşi gibi sevdiği, ölümcül hastalığında anne şefkatiyle baktığı Prens Vielgorskiy’e gelince; 23 yaşındaki bu genç adamla yakınlığı da bir tuhaftı. Aşk olarak da nitelendirilebilecek derin bir bağ vardı aralarında ama tıpkı Bayan Smirnov’la olduğu gibi onunlayken de meleklerin çağrısı tenin çağrısından önce geliyordu. Hem yurdundan ve topraklarından uzak, Roma’da ölüp gitmişti prens. Gogol’e hiçlik duygusunu, Yüce Varlık’ın dışında hiçbir şeyin önem taşımadığını öğreten de belki bu erken ölüm olmuş, Vielgorskiy’i yaban ellerde toprağa verdikten sonra yollara düşmüştü.

Gogol’ün Arbatskaya metrosunun çıkışında, böyle tunç paltosuna sarılmış elinde kitapla beklediği kız kardeşleri de olamazdı. Onları Sen Petersburg’da bir yatılı okula yerleştirerek yakından ilgilenmemişti. Evlilikleriyle de. Hep uzaklarda bir yerlerdeydi çünkü. Cenevre’de değilse Viyana’da, Berlin’de ya da Marsilya’daydı.

DELİCE YA DA DÂHİCE BİR SORU

Dostlarını, kardeşlerini mektuplarda öğüt yağmuruna tutmuş, dinsel ahlaktan sapmamaları için uyarmıştı. Annesiyle ilişkisi, babasını küçük yaşta kaybettiğinden olmalı, daha derin, çok daha duygusal ve o ölçüde anlaşılmazdı. Ama her defasında onu da atlatmış, buluşmalarını sürekli ertelemiş, bu uğurda yalan söylemekten çekinmemişti. Kurnaz bir Ukrayna köylüsü gibi davranmıştı ona. Yine de bildik ana-oğul ilişkisinin ötesinde, saygı ve sevgiden çok öfkeden, karşılıklı yakınmalardan kaynaklanan bir bağ vardı aralarında. Hatta diyebilirim ki; Maria Ivanovna, pek sık görüşmeseler de yazarın hayatındaki tek kadındı. Rusya’dan, yakın çevresinden ve evlerinde yiyip içtiği dostlarından uzak, kendini çok yalnız ve terk edilmiş hissettiği bir dönemde, mektuplarında dışa vuramadığı sevgisini, daha doğrusu şefkat beklentisini ‘Bir Delinin Günlüğü’nde Poprişin’in ağzından şöyle seslenerek iletmişti annesine:“Ah anneciğim! Kurtar talihsiz oğlunu! Acı çeken başına bir damla gözyaşı akıt. 

Bak nasıl işkence ediyorlar ona. Zavallı öksüzünü bağrına bas! Ona bu dünyada yer yok. Kovuyorlar her yerden. Anneciğim hasta oğluna acı!” Ve bu yakınışın ardından ancak bir yazarın dehası ya da deliliğiyle açıklanabilecek şu müthiş cümle: “Sahi, Cezayir Beyi’nin tam da burnunun altında bir et beni olduğunu biliyor musunuz?” Gogol’ün tüm özgünlüğü öyküyü noktalayan bu cümlede gizli bence. Ondan başka kimin aklına gelebilirdi böyle bir soru, bu denli şaşırtıcı bir son? Bu tüp sapmaların, “İşte benzersiz Gogol!” dedirten cümlelerin yalnızca ‘Bir Delinin Günlüğü’nde değil, tüm yapıtlarında, özellikle de Ölü Canlar’da karşımıza çıktığını düşündüm. Valinin evindeki balo sahnesinde yazarın kalabalığı betimlerken erkeklerin siyah fraklarından kelle şekerleri kıran yaşlı hizmetçi kadına, oradan da şekerlerin üzerine üşüşen sineklere geçişi ya da geceleyin kasabada tüm ışıklar söndükten sonra tek aydınlık pencerenin karşısında yeni aldığı çizmeleri deneyen ve bir daha anlatıda sözü geçmeyen teğmen geldi aklıma. Çiçikov’un indiği hanlardanbirinin altındaki dükkânın vitrininde, kırmızı bakır semaverin yanında duran hancının yüzü de öylesine kırmızıdır ki, katran gibi sakalı olmasa, uzaktan bakan biri vitrinde iki semaver olduğunu sanabilir. Ve yine Çiçikov’un briçka’sı “pazar günü sarhoş garnizon erlerinin eski üniformaları” rengindeki göğün altında uzayıp giden yollarda tozu dumana katarken bir köylü tarlada bulduğu kalası yorulmak bilmez bir karınca gibi izbesine taşır, yalnızca mujikler değil, rehavet içinde evler de esner. Çiçikov’u karşılayan salatalık yüzlü kadınla Akrayna kabağı gibi geniş, yuvarlak erkek suratı, yazarın bir kalem dokunuşuyla iki telli balalaykaya dönüşüverir. Ve Çiçikov’un bırakıp o balalaykayı çalan çapkın delikanlıyı anlatmaya koyulur yazar.

STALİN HUZUR VERMEDİ

Peki Gogol böyle dimdik ayakta kimi bekliyordu dersiniz? Sorumun yersizliğini bilsem de onun dünyasına girmek, kahramanlarıyla tanışmak, bir ölçüde trajik alınyazısını paylaşıp “empati” kurabilmek için açık kapı bulmak zorundaydım. Ne var ki pek kolay değildi bu. Ben Gogol’ü merak edip sıradışı davranışlarını anlamaya, hayatından ve “nev-i şahsına münhasır” kişiliğinden yola çıkarak yapıtını çözümlemeye kalkıştıkça işler karışıyordu. Niejine Lisesi’nde yatılı okurken sınıf arkadaşları “esrarengiz cüce” lakabını boşuna takmamışlardı ona. Kuşkusuz o yıllarda ufak tefek, çelimsiz bir yeniyetmeydi, karşımdaki heykel gibi heybetli bir yazar değil. Kişiliğine gerçekten yakışan, ruhunun karmaşasını olağanüstü bir sanat dehasıyla dışa vuran, adaşı Nikolay Andreyev’in elinden çıkma öteki heykelinin Stalin’in buyruğuyla Preçhistenki Bulvarı’ndan kaldırılıp önce Donskiy Manastırı’na, sonra da buradan az ileride, hayatının son yıllarında konuk olduğu Kont Aleksandr Petroviç Tolstoy’un sarı badanalı, iki katlı eski evinin bahçesine konulduğunu biliyordum. Az sonra gidip görecektim bu heykeli de, kaidesini çepeçevre saran kabartmalarda Sen Petersburg Öyküleri’nin Ölü Canlar’ın, Mirgorod’un kahramanlarıyla tanışacaktım. Ve o ücra taşra kasabasında birtakım beklenmedik olaylara yol açan, kendisi de başlı başına bir olayolan Hlestikov’la. Nam-ı diğer “Müfettiş”le. Gogol burada onları bekliyordu. Sanki birazdan gelip saracaklar çevresini. Sonra karşı kaldırıma geçip Nikitsiy Bulvarı’ndaki eve doğru yönelecekler.

Bahçeden yürüyüp öbür heykelin kaidesini saracaklar bu kez de. Ve yaratıcılarının taht misali oturduğu kaya parçasının altındaki kabartmada yerlerini alacaklar.

YAZMAYI NEDEN BIRAKTI

Gogol tam da metronun çıkışında, elinde bir buket çiçek yerine bir kitap tutsa da, bir sevgiliyi bekler gibi bekliyordu onları. Ortadan kesin bir çizgiyle ayrılmış uzun saçları, cin bakışları, neredeyse dudaklarına değecek kadar uzun ve sivri burnuyla tunca dönüşmüş, öylece donup kalmıştı. Yıllarca hayal gücüyle besleyip büyüttüğü, Yüce Tanrı’dan geldiğini sandığı esinle ruhlarına üflediği kahramanlar belki bir çözüm bulabilirlerdi hastalığına. 42 yaşında ölümüne yol açan, doktorların teşhis koyamadığı derdine derman olabilirlerdi. Onlardan başka kimi kimsesi yoktu şu dünyada. Annesi uzakta, kızkardeşleri kocadaydı. Dostlarıysa kendi havalarında. Onu atlatmaya, dahası evlerinde ağırlarken surat asmaya başlamışlardı. 

Evet, içinde taşıdığı kahramanlarındaydı kurtuluş. Yaylı arabasıyla Rusya’yı bir uçtan bir uca katederek “ölü canlar” toplayan, sonra da onları kayıt defterlerine yazdırıp devleti dolandıran Çiçikov onu diriltmek için başucundaydı işte. İşi ölülerleydi gerçi ama Gogol’ü diriltmek için her türlü fedakârlığa hazırdı. Ressam Çarkov’un Sen Petersburg’da bir antikacıdan satın aldığı tablodaki ihtiyar da şeytandan aldığı gücü bir tefeci suretine girip yazarı iyileştirmek için kullanacaktı.

Gogol’ü, bir türlü sonunu getiremediği Ölü Canlar’ın ikinci cildini yazdıktan sonra bir manastıra kapanır gibi sığındığı Nikitsiy Bulvarı’ndaki evde hayal ettim bir süre. Odasının duvarlarını boydan boya kaplayan ikonların karşısında istavroz çıkarırken cehennem korkusu bakışlarına sinmişti. Günahlarından arınmak için tütsü yakıyor, oruç tutuyor, yine de peşini bırakmayan hayaletlerden kurtulamıyordu. Oysa kimseye bir kötülüğü dokunmamıştı, kendinden başka. Evet, Ölü Canlar’da şeytana uyup kötülüğü, riyayı, hileyi, insanların içindeki karanlığı anlatmıştı, ama sonunda iyiye, güzele, doğruya yönelmişti. Bu uğurda yazmaktan bile vazgeçmiş, ta Kudüs’e dek giderek kutsal topraklarda ölmek istemişti. Ama umduğu gibi İsa Mesih’in mezarı başında canını almamıştı Tanrı, demek ki O’na kavuşmak için bir süre daha yaşaması, daha fazla acı çekmesi gerekiyordu. Ve artık hiçbir şey yazmamıştı. Kötülüktü insanlığa egemen olan. Yazmak hırstan başka neydi ki? Çok şükür, kurtulmuştu bu kötü alışkanlıktan. Yalnızca alışkanlık ya da gururdan mı? Sıcak bir yaz günü Moskova’nın Nikitsiy Bulvarı’ndaki evde, ağzına tek lokma koymadan kendisini ölüme bırakmadan önce, onu ölümsüz kılacak Ölü Canlar’ın ikinci bölümünü sayfa sayfa yakmıştı. 

Tıpkı yıllar önce karlı bir gecede, kendi bastırdığı ilk kitabı “Hans Küchelgarten”i uşağı İakim’le kitapçılardan toplayıp yaktığı gibi.

Durmaksızın geziyordu

Nabokov’un ‘Gogol’ kitabından biliyordum. Kendi ekseninde topaç gibi dönerek, bugün Orta Avrupa diye adlandırdığımız coğrafyada dolaşıp durmuş, İtalya’nın altını üstüne getirmiş, Kudüs’e giderken İstanbul’dan geçtiği bile olmuştu. Görünüşte tedavi amacıyla tepiyordu bunca yolu ama, asıl neden başkaydı. Yara daha derindeydi çünkü. Yerleşik bir düzen ona göre değildi. Sürekli yer değiştirmeli, kendinden kaçıp başkalarına, dost bellediği aristokrat malikânelerine, olmadı yabancı kentlerin han odalarına sığınmalıydı. Çocukluğunu geçirdiği Ukrayna’dan uzakta, gençliğini zehir eden başkent Sen Petersburg’un boğucu havasından ve Rusya’dan da uzakta, birkaç kitapla giysilerinden ibaret eşyasını saymazsak, dostlarının konukseverliğiyle yapıtından başka tutunacak dalı yoktu. Ve yaylı arabanın penceresinden akıp giden dünya, Ölü Canlar’da Çiçikov’un bir uçtan bir uca kat ettiği Rosya gibi, tek esin kaynağıydı. Ne var ki hayalinde besleyip büyüttüğü, hayat verip o tuhaf ortamın içine saldığı kahramanları sayesinde yapıyordu bu yolculuğu. Onlarla yaşıyor, onlarla düşüp kalkıyor, mutluluk ya da mutsuzluğunu onlarla paylaşıyordu. Her biri kendinden bir parçaydı çünkü, kendi karakterinin, özlem ve hayallerinin uzantılarıydılar. Belli bir özerklik kazanmaları, bağımsız hareket edebilmeleri için, anlatıya doğrudan müdahale ettiği bile oluyordu. Örneğin şu sözleri herhangi bir kahramanına, briçka’sına kurulmuş keyifle pencereden dışarıya bakan Çiçikov’a söyletmiyor, kendisi alıyordu eline sazı: “Ey uzun yol, sen ne güzelsin! Kaç kez umutsuzluk ve yorgunluk içindeyken sen beni kurtardın, iyi ettin, dinlendirdin. Kaç kez, nice olmayacak, nice eşsiz düşüncelerimi ve ozanca düşlerimi sende yaşadım.”

Uzağın çağrısı şeytanınki gibi dayanılmazdı. Yol ‘tebdil-i hava’dan öte bir yazgı, gerçek anlamda bir kurtuluştu.

Bir efsanenin son durağı

Yolun sonuna gelmişti artık Gogol. Bir deri bir kemik kalmıştı. Ağzına tek lokma koymuyordu. Oysa bir zamanlar Sobakeviç kadar oburdu. “O da kim” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. ‘Ölü Canlar’ın unutulmaz kahramanlarından biridir. Hani Çiçikov’u ağırlarken “Evimde domuz yiyeceksek tümünü sofraya koydurturum. Koyun, kazsa tümünü” diyerek böbürlenen Gogol’ün deyimiyle ‘yüzünün rengi bakır para gibi koyu kırmızı’ olan orta boy bir ayı. Romanda gerçek adı da Mihail Semyonoviç’tir zaten, yani Rusların ayıya da verdikleri  bir insan adı.

ÇIRILÇIPLAK SOYDULAR

Bir zamanlar hasta midesine, bodurluğuna karşın Gogol de Sabokeviç kadar obur, yemek konusunda Hlestakov kadar seçici, daha doğrusu arsızdı. Ağırlandığı sofralarda, asalak gibi yaşadığı aristokrat evlerinde aşçılara öğüt verip uşak azarlardı. Şimdiyse başucuna üşüşen doktorlarla uğraşıyordu. Hastalık hastası yazarın derdine çare bulmak için ellerinden geleni yapıyor, yine de bir sonuç alamıyorlardı. Ölüyordu Gogol, kendini yavaş yavaş öldürüyordu. 

Doktorlar ‘Rus edebiyatının dehası’nı kurtaramayacaklarını anlamışlardı. Cebinden tavşan çıkarır gibi paltosundan, yani ‘Palto’ adlı öyküsünden Dostoyevski ve şürekasını çıkaran yazar son nefesini verirken göğe daha kolay çıkabilmek için okurlarından değil, papazlardan yardım istiyordu. Doktorlarsa son çare onu çırılçıplak soydular. Midesine soğuk suyla masaj yaptılar. “Rahat bırakın beni” diye yalvarmasına aldırmadan burnuna sülük yapıştırdılar. 

Yazar çırpınarak, tıpkı yarattığı kahramanlar gibi hazin ve gülünç, son nefesini veriyordu. Ona hem gülüyor hem de acıyordum.

DALGIÇ KUŞUNUN KADERİ


Gogol’ün ne kendisine ne de karakterlerinin tuhaf özelliklerine yakışan, elinde tuttuğu kitaba karşın bir yazardan çok muzaffer bir generali andıran devasa heykelinin altındaki banka oturdum. Parkta benden başka kimseler yoktu. Derken nereden çıktığını anlayamadığım bir turist kafilesi sökün etti. Heykelin çevresini sarıp fotoğraf çekmeye başladılar. Yaşlıydı çoğu, tek tük gençler de vardı. “Gogol! Gogol!” diye bağırıp gülüşüyorlardı. Rehberleri bu ismin Rusçada ‘dalgıç kuşu’ anlamına geldiğini söylemiş olmalıydı. Trajik yaşamını bilmedikleri aşikârdı. Evet, ufacık, garip bir hayvandır dalgıç kuşu. Belki biraz küstah ama son derece sevimlidir. Yürüyüşü paytak, gagası sivridir. Uçmayı beceremez ama iyi yüzer. Gogol’ün kendi karanlık sularında yüzüp de bir türlü kıyıya çıkamadığı gibi, o da boğulup gider günün birinde.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder