Moskova

Moskova

31 Ekim 2012 Çarşamba

Rusların hobileri

Rozet, heykelcik, oyuncak araba ve eski takvim toplamak gibi meraklar aslında artık Rusya’da sıradışı hobi olmaktan çıkıyor.

Rusların, bazen çok şaşırtıcı olan başka hobileri var.

Pavel’in yaşadığı evin avlusunda minyatür demiryolunun bir parçası bulunuyor. Bu ustanın gurur kaynağı ise 1912 yılı yapımı küçücük bir lokomotif. Lokomotif, odunla çalışıyor. Odun kıymığı lokomotifin minik fırına yüklendikten sonra mucize makine raylar üzerinde saatte 4 km hızla hareket ediyor. Pavel, lokomotifini, eski kartpostala bakarak kurmuş. Tüm parçaların birleştirilmesi bir buçuk yıl sürmüş. Usta, gerçek trenlerin kopyası olan birkaç vagon ve lokomotif daha yapmayı planlıyor.
Kurutulmuş çiçek ve yaprak ile resim yapmak, Rusya için yeni ve sıra dışı bir etkinlik. 600 yıllık tarihe sahip Oşibana sanatı, Rusya’ya Japonya’dan gelmiştir. Çiçek ile yapraklardan renkli resim yapmak başlangıçta zor geliyor. Ama zamanla ressamlar ağaç, dağ, nehir ve insan siluetlerinden oluşan muhteşem tablo yapmayı öğreniyor.

Oşibanadan farklı olarak Sergey’in tutkusuysa Rus kökenli. Çünkü topladığı spor gülleleri, 18. yüzyılda Rus topçular tarafından icat edildi. O dönemlerde gülleler topun namlusuna el ile yerleştirilirdi. Daha rahat olması için ve kolları eğitmek için güllelere kol kaynatılırdı. Böylece, ilk spor aleti olan gülle ortaya çıktı. Sergey’in koleksiyonu, yaklaşık 50 tane farklı ağırlıkta gülleyi içermektedir. Sergey’e göre koleksiyonunun en değerlisi, kendisinin döktüğü 70 kg dev bir gülle. Onu tek el ile kaldırabilmek için uzun süre antrenman yaptı.

Olağan olarak görünen el işi ya da spor gibi hobiler bazen insanları ünlü yapar. Mesela 70 yaşındaki Rus emekli İgor Goldman, yüzüstü pozisyonda ağırlığı 100 kg olan halteri 12 defa kaldırarak Guinness Rekorlar Kitabı’na girdi. Rekoru yüzünden ona ‘Demir Dede’ adı verildi. Bu arada, emeklinin rekorunu kırmaya çalışan genç kuvvetli bir paraşütçü asker, halteri sadece 3 kez kaldırabildi!

Bazı hobilerse hayırsever etkinliklerin parçası oluyor. Mesela St. Petersburglu örgücü aile, öksüzler için sıcak giysi çağrısını ilgi ile karşıladı. Kadınlar, uzunluğu 620 metre olan atkı örüp çocuklara verdiler. Niyeti rekor kırmak değildi, sadece öksüzlere yardım etmek istediler. Bu atkı, parçalara bölünüp kışın çocuklar ısınsın diye farklı yetimhane ve çocuk evlerine gönderildi.

Kaynak: http://turkish.ruvr.ru/

27 Ekim 2012 Cumartesi

Moskova halkının başlıca şikayet konuları


Moskovalıların kent yaşamına ilişkin şikayet ettikleri konuların başında neler geliyor?

Rusya Kamuoyu Araştırmaları Merkezi VTsİOM, başkent halkının yakındığı başlıca sorunları belirledi.

İşte anket sonuçları:

Anket katılımcılarının yüzde 65'i araç trafiğini Moskova'nın en büyük problemi olarak gösterdi. Konut sorunu (yüzde 9) ve halkın refah seviyesinin düşüklüğü (yüzde 9) diğer şikayet konularının başında geliyor.

Ankete göre Moskova halkının yüzde 50'sinden fazlası Belediye Başkanı Sergey Sobyanin'in çalışmalarından memnun. Yüzde 27'si aksi görüşte. Halkın yüzde 52'si ise “Sobyanin sonrası başkentte hiçbir önemli değişikliğin olmadığı” görüşünde.

Sobyanin'in en önemli başarıları olarak yolların tamiratı, kentin refahının artırılmasını ve metro inşaatını gösteriliyor.

Halkın çoğu, belediyenin en zayıf olduğu konular olarak ulaşım ve park sorununu gösteriyor.

Kaynak: : http://www.moskovalife.com/

"Nazım Rusya'da unutulmadı"

"Amacımız Rusya’da Nazım Hikmet’in unutulmadığını, bilindiğini ve değer verildiğini göstermek. Nazım Hikmet'i Rusya'ya bağlayan çok şey var.” Bu sözler, Nazım Hikmet'in “İvan İvanoviç var mıydı, yok muydu?” adlı eserinin tam 56 yıl sonra yeniden Moskova'da izleyiciyle buluşmasını sağlayanlardan sanatçı Aleksandr Kolesnikov'a ait.

Nazım Hikmet'in “İvan İvanoviç var mıydı, yok muydu?” adlı eseri ve şairin biyografisi temel alınarak yazılan “Nazım Hikmet: Baş dönmesi” adlı eser, Moskova'daki Pokrovka Tiyatrosu'nda (Teatr na Pokrovke) sahnelenmeye başladı. Böylece, Nazım'ın Sovyetler Birliği'nde 1956 yılında yasaklanan eseri, tam 56 yıl sonra yeniden Moskova'da seyirci ile buluştu.

Oyun yazarı Vladimir Vorobyev, projenin ortaya çıkışını şöyle anlattı:

“Bu oyun fikri ta 25 yıl önce doğdu. 80’li yılların sonları idi. Aleksandr Kolesnikov bana geldi, ben o sıralar Leningrad'ta çalışıyordum ve Nazım Hikmet oyunlarını sahnelememi önerdi. Ben de ona 'Nazım Hikmet’in bir oyun yazarı olarak unutulduğunu' söylemiştim. Kolesnikov yine de Nazım’ın hayatı hakkında bir oyun hazırlamamızı teklif etmişti. Cevabım çok kısa ve netti: 'Dışarıda ‘Perestroyka’ var şimdi Hikmet, Marquez ve hatta Soljenitsin’e kimin ihtiyacı var ki?' Aradan 25 yıl geçti. Ve biz o fikre geri döndük.''

Projenin gerçekleşmesi için büyük çaba harcayanlardan Aleksandr Kolesnikov ise şunları söyledi:

“Biz bu projeyi Türkiye'deki izleyicilerle de buluşturmak istiyoruz. Rusya’yı Hikmet ile bir çok şey bağlıyor. Mezarı, özel eşyaları ve Türk diline çevirilmeyen eserleri burada. Bence Nazım Hikmet’in Rusya'da nasıl algılandığını görmek Türklerin ilgisini çekebilir. Ve bu da aslında bu projenin ana hedefidir. 'Teatr na Pokrovke' teatrosundaki gösteri bir deneme idi. Biz ise bu oyunu Türkiye de dahil olmak üzere, Rusya’nın dışında da daha çok izleyiciler ile buluşturmak istiyoruz.”

Oyun galasında Nazım Hikmet'in yapıtlarına yakından aşina olan bir çok izleyici vardı. Rusya Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Türkiye Anabilim Dalı Başkanı Natalya Ulçenko, duygularını şöyle anlattı:
''Ben bu oyunun Moskova'nın kültürel hayatında çok önemli ve ilgi çekici bir olay olduğunu düşünüyorum. Uzun bir aradan sonra biz nihayet Türk şair ve oyun yazarı Hikmet’in yapıtlarına geri döndük. Çok ilginç olan bu oyun tiyatronun sanatçıları tarafından büyük bir tutku ile sahnelendi. Seyircilerin de oyundaki konuların günümüzde de hâlâ geçerli olduğuna kanaat getirdiklerini düşünüyorum. Çok ilginç bir konuyu ele alıyor. Onun için herkese izlemesini tavsiye ediyorum.''  

Kaynak: Rusya'nın Sesi Radyosu

17 Ekim 2012 Çarşamba

Rusya'nın lezzet haritası


“Rusya’nın Masal Haritası”nı takiben “Rusya’nın Lezzetleri Haritası” diye yeni sıra dışı bir harita yayınlanacak.

Harita üzerinde belirli bir bölge veya kentin en bilinen yemekleri yer alacak.

Rusya’nın “yemekleri” haritası, ülkenin masal kahramanları haritasına bir nevi ek olacaktır. Kaydedelim ki, “Rusya’nın Masal Haritası” kültür ve turizm projesi, Moskova’da 2010 Kasım ayında başlatıldı. Projenin başlıca amacı, masal veya destan kahramanlarının olası doğum yerleri hakkında çeşitli enformasyonun birleştirilmesidir.

“Rusya’nın Lezzetleri Haritası”nın temelini, ülkenin eşsiz yemekleri ile tarifeleri oluşturacak. Tasarımcılara göre yerli mutfağın tarihi, turizm güzergâhlarının gelişimine ve yenilerinin ortaya çıkmasına yardım edecek.

Proje artık başlatıldı. Örneğin, yerel yabanturpunun memleketi olarak, Moskova’nın kuzeyinde bulunan Yaroslavl Bölgesi ilan edildi. Bu sebze, Rusyalı çiftçilerin bostanlarında çok iyi yetişir. Ayrıca, Rusların bu sebzeye özel bir ilgisi vardır. Bu ilginin nedeni, yabanturpunun, Rus atasözü ve deyişlerde sıkça anılmasıdır.
Tarihi verilere göre 16. yüzyılda Çar Korkunç İvan özel olarak yabanturpunun yetiştirilmesini emretti. Yetiştirileceği yeri bile göstermiş: Yarloslavl Bölgesi’ndeki Kukuboy köyü. Derler ki, burada yetiştirilen yabanturpunun müthiş tadı varmış, her gün kullanıldığında ise insan organizması gençleşirmiş. Kukoboy köyünde, bugün bile, yabanturpunu yetiştirme geleneği ile üç düzineden fazla yemek tarifesi korunmaktadır. İlgi çeken olay şu ki, “Rusya’nın Masal Haritası”na göre bu köyde masal kahramanı olan cadı Baba Yaga yaşıyor.

Yine Yaroslavl Bölgesi’nde, iki yerli peynir üretim merkezi bulunuyor. Bunlar, “Rossiyskiy” peynirinin üretildiği Ugliç kenti ve “Poşehonskiy” peynirinin üretildiği Poşehonye kentidir.

Harita projesi yapımcıları, “Rusya’nın Lezzetleri Haritası”nda başka ünlü yemeklerin de mutlaka yer alacağını vaat ediyor. Örneğin, “Uralskiye pelmeni” adıyla bilinen bir nevi mantı. Asya ve Avrupa arasında sınır olan Ural’da yaşayan halk için “pelmeni” geleneksel yemeklerden biridir. Yerel halk çoğunlukla avcılık ile meşguldü. Bu yüzden uzun süren seferlerde “pelmeni” çok uygun gelen bir yemek türüydü. “Pelmeni” dondurulduktan sonra kolay taşınır, korunur ve çabuk pişirilirdi. “Pelmeni” yapımı ise tam bir ritüeldir.

Bundan başka, “Rusya’nın Lezzetleri Haritası”nda Kamışin karpuzu da yer alacaktır. Kamışin, Rusya’nın güneyinde bulunan kentlerden biridir. Bostanlarında yetiştirilen karpuzlar, Rusya genelinde ün yapmıştır. Her yıl burada Karpuz festivali düzenlenir.

Rusya’da ün kazanan mutfak ürünlerinden biri de “Tulskiy pryanik” bisküvisidir. Bu geleneksel un mamulü, ülkenin merkezinde bulunan Tula kentinde üretiliyor. Bu ürün, kendine has tat ve görünümüyle ünlüdür. Özel oymalı tahtaların yardımıyla karmaşık desenlerle süslenir. Bazı kaynaklara göre yerli halk, pryanikleri, 17. yüzyılda üretmeye başlamıştı.

Rusya bölge ve kentlerin yemek sembollerinin toplanması devam ediyor. “Rusya’nın Lezzetleri Haritası”nın dijital sürümü, 1 Ocak 2013 tarihi itibariyle herkesin kullanımına sunulacaktır. Organizatörlere göre bu yayın, Rusların tanınabilir özelliklerinden biri olan misafirperverliğin bir yansıması olacak.

Rusya'nın Sesi Radyosu

12 Ekim 2012 Cuma

Woland, Margarita, Üstat, Pilatus ve Diğerleri

Erdem Erinç

20. yüzyıl denince akla gelenler için bir liste yapılsa, Mihail Bulgakov’un Üstat ile Margarita’sı (ve peşinden getirdikleri) o listede kesinlikle yer alır. Geride bıraktığımız çağın belki de ilk yol romanıdır bu. Ancak On the Road’dan ya da Mara ile Dann’ın çıktığından biraz farklıdır söz konusu ‘yolculuk’. Burada yolcu diğerlerindeki gibi kahraman değil, okurdur. “Yalnızca gidebilmek için giden” gerçek bir yolcunun, okurunu da yolcu yapıp yanına alarak devam ettiği, sonunda hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı, öncesi ve sonrasında yolcunun farkında olmadan kendini yeniden tanımladığı kadim bir yolculuk.

Güzergâh ve Vesait

Bulgakov eserin başında kahramanları ve okurlarını aynı çizgiye getirdiği, itinalı bir frekans ayarı yapar. İster iktidar deyin, ister güç, bunun gönüllü boyunduruğunda olan iki kahramanın bir ‘iş’ konuşmasını bize aktarır. Romandan sonra ayrı bir anlam kazanan Patriarşiye Göleti etrafında cereyan eden bu konuşma, içerik bakımından çok farklı olsa bile, iktidara göre kendine çekidüzen verme adına bizlerin bugün de rahatlıkla parkta, otobüste, sinema arasında, devlet dairelerinde, okul koridorlarında duyabileceğimiz bir diyalogdur. İşte tam da budur 1930’ların (hatta bugünün) Moskovalıları ile bizi aynı çizgiye getiren. Akvaryuma yeni dâhil olan balığın suyun sıcaklığına alışması gibi alışıvermişken bu sohbetin bize kendimizi evimizde hissettirmesine, kendisine ortak etmesine, birden asla ilişmemiz gereken, yolculuğun bundan sonraki kumandasını devralacak çok tanıdık bir ‘yabancı’ ile karşılaşırız.

Bulgakov kahramanlarıyla bizleri aynı çizgiye çeker. Tek yaptığı da budur sanki. Çünkü sonradan, gerçekten de direksiyonun başına “hep kötülük isteyen ve hep iyilik yapan gücün parçası” geçer, o da kalemi kâğıdı bırakıp kıyamete gidenleri izler. Bir nevi mevzubahis yolculuk öncesi bindiğimiz uğursuz ve tekinsiz bir aracın içinde, eğreti güvenlik önlemleri aldırıp, yularsız at ya da frenleri patlak bir kamyonda, onlarla birlikte bizi de yokuş aşağı gönderir. Daha açık ifade etmek gerekirse, kahramanlarını küçüklü büyüklü milyon kötülüğü/günahı/ahlaksızlığı – nasıl adlandırırsanız adlandırın – gün içerisinde eden/işleyen/yapan insanların seviyesine getirir. Soluklarına kadar tanıdık olan bu insanların karşısına şeytanı çıkarır ve inanılmaz bir seyirlik sunar.
Tanımadığınız Kimselerle Asla Konuşmayın

Kendini Woland adıyla takdim eden şeytan ne tanrıyı, ne İsa’nın varlığını kabul edenlerin çoğunlukta olduğu, dolayısıyla kendisine de itibar edilmeyen Moskova’yı ziyaret eder. Kendisini yakından ilgilendiren konulardan bahseden iki kişinin sohbetine kulak misafiri olur ve o iki kişi bu yabancıyı sohbetlerine ortak ederek geri dönülmez bir hata yaparlar, kendilerinin ve şehirlerinin inanmadıkları kaderlerine telafisi imkânsız zararlar verirler.

Muhataplardan biri tramvayın altında kalır ve başı kopar, diğeri bunu önceden söyleyen garip yabancının bu işte bir parmağı olduğunu kanıtlamaya çalışırken kendini akıl hastanesinde bulur. Woland’ın “Moskovalılarla tanışması adına” düzenlenen kara büyü gösterisinde tavandan izleyiciye yağan banknotlar şampanya etiketine dönüşür, sahnede kurulan mağazada yabancı giyim markalarının elbiselerini birbirini ezerek kapışan halk dışarı çıktığında çırılçıplak kalır. Bu garabeti anlamak ve ona son vermek isteyen istihbarat organları, Woland’ın dört elemandan ibaret şürekâsının müdahaleleriyle sürekli tongaya düşer. “Sağ gözü siyah, sol gözü nedense yeşil olan” adamın Moskovalıların ne kadar değiştiğini görmek için gerçekleştirdiği küçük ziyaret, büyük bir karmaşayı şehrin başına sarar.

Tüm bunlar romandan esinlenen Rolling Stones’un Sympathy for the Devil (Şeytana Yakınlık) adlı şarkısına ziyadesiyle sızmış, aynı şarkı gibi gürültülü, kaotik, yer yer çok da güzel perdesi bozulan kısmıyla alakalıdır. Romanda içten içe, ılık ve hüzünle akan bir aşk şarkısı da vardır. Anlatılan Üstat ile Margarita’nın Arbat’ı kesen sokaklardan birinde başlayan, şeytanın mucizevî dokunuşuyla kendine güzel bir yol bulan bir aşktır. Üstat’ın doğrudan, Margarita’nın da Üstat dolayısıyla hayatını karartan, totaliter düzenin sosyal yaşamdan, edebiyat dünyasına sinen tarafı, iki insanın keyfini düzenin nasıl bozabileceğinin, her totaliter rejimde görülebilecek örneği gibidir.

İlk olarak şeytanın gazabının ikinci kurbanı şair Evsiz’in oda komşusu olarak akıl hastanesinde tanıştığımız Üstat, Pontius Pilatus hakkında bir roman yazmaktadır. Romanın başında İsa’nın varlığını, azarlayan bir tonda muhataplarına kabul ettirmeye çalışan Woland, Pontius Pilatus’un gerçekleştirdiği sorguyla başlar. İsa’nın ölüm hükmünü gönülsüzce veren Pontius Pilatus kâh Woland’ın anlatısında, kâh şair Evsiz’in rüyasında, kâh Üstat’ın elyazmalarında romana dâhil olur. Geleneksel olarak kendisiyle ilgili her anlatının öznesi olan İsa bu kez, burada yerini Pontius Pilatus’a bırakmıştır.

Sızıntı

Rita Felski’nin Edebiyat Ne İşe Yarar adlı çalışmasında bizlere hatırlattığı gibi hayat ve metin arasında orantılı bir ‘alışveriş’ vardır. Her metin doğrudan ya da dolaylı olarak hayattan beslenir. Sonra da tekrar hayata sızar. Bu, metnin hayata dâhil olduğu kadar etki bırakabileceğini yani ‘cürmü kadar yer yakabileceği’ sonucunu doğurur gibi görünse de, edebiyat tarihinde ‘sızma’ esnasında ‘buharlaşan’ çok sayıda eser de vardır. Gerçek olan, metnin sızdığı hayatın artık aynı hayat olmamasıdır.

Basitçe kurabileceğimiz hayat-metin-hayat denklemi göz önünde bulundurulduğunda Üstat ile Margarita’nın hiç de küçümsenmeyecek bir cürmü mevcuttur. Bir metin olarak Üstat ile Margarita’nın hayata dâhil olması sonucu zihinlerdeki şeytan imgesi bir hayli etkilenmiştir. Bunda metnin kendisi kadar sızdığı mecraların da etkisi vardır.

Sadece Rusya’da hâlihazırda Üstat ile Margarita’dan devşirilmiş on altı oyun sergilenmekte. Bu oyunlardan ikisi Sovyet ve Rus tiyatrosunun dünya varlığına armağanı iki yönetmen Yuri Lyubimov ve Roman Viktyug tarafından sahneleniyor. Bir on yedi de Avusturya’dan, Kanada’ya, İsrail’den, İngiltere’ye dünyanın çeşitli ülkelerinin sahnelerinde yerini bulmuş. Romanın sinemadaki serüveni ise hüsranlarla dolu. Birçok deneme teknik yetersizlikler nedeniyle sonlanamazken, sonlananlar da damaklarda kötü bir tat bırakıyor. Aralarında Polonyalı ünlü yönetmen Andrzej Wajda’nın romanın İsa ile ilgili bölümlerini günümüze uyarlayıp çektiği Pilatus ve Diğerleri ve 2006’da Vladimir Bortko tarafından çekilen on bölümlük televizyon dizisi diğerlerinden biraz olsun ayrılıyor.

V. Bortko Sovyetlerin günbatımında çektiği başka bir Bulgakov uyarlaması olan ve kısa sürede bir kült filme dönüşen Köpek Kalbi ile Rusya’da rüştünü ispatladı. Sonrasında Dostoyevski’nin Budala’sının televizyon uyarlamasını yaptı. Bu uyarlama gazetelerde tefrika edilerek yayımlanmasının üzerinden geçen 135 yılın ardından kitabın baskılarının, zamanın en çok satanlar listesine dâhil olmasını sağladı. Yönetmenin kendisi ve Mışkin’i oynayan ünlü oyuncu Yevgeni Mironov Rusya kültür hayatının prestijli ödüllerinden Soljenitsın ödülünün sahibi oldular. Tüm bunlar V. Bortko’nun Üstat ile Margarita’ya el attığını duyanların içinde iflah olmaz bir heyecanın tutuşmasını sağladı. Çok zengin bir şahıs kadrosuna sahip roman için çok çeşitli sanatçı profili öngörülmüştü. Profesyonel olarak oyunculuk yapmayanlardan, Rus tiyatro efsanelerine, yavan esprileri ve abartılı oyunculukları ile meşhur komedyenlerden, unutulmuş yeteneklere çok kalabalık bir ekiple Moskova’da ve Bulgaristan’ın farklı yörelerinde (Yeruşalayim’de geçen bölümlerin çekimi için Bulgaristan’ın sahil şehirleri seçilmişti) film çekilmişti. Tüm bu çeşitlilik ve olumlu beklenti, filmin dizi formatında ekranlarda görülmeye başlamasıyla yerini tam bir hayal kırıklığına bırakmasa da, çok büyük bir coşku da yaratmadı. 2005 yılında ekranlarda gösterilen diziden bugün akıllarda Woland’ı canlandıran ünlü oyuncu Oleg Basilaşvili’nin başarılı performansı, besteci İgor Kornelyuk’un yaptığı müzikler ve sıradan bilgisayar oyunlarını anımsatan Şeytan’ın Büyük Balosu’ndan sahneler kaldı.

Zevkin ve zenginliğin adamının Moskova’dan sonraki birçok uğrağından biri de 1968’de piyasaya çıkan Beggar’s Banquet albümüydü. Ancak bu sefer uzak bir yoldan, belki de kendisine hak ettiği itibarı veren yegâne romandan geliyordu. Bulgakov’un satırlarında kazandığı hüviyet ile şeytan, Marianne Faithfull’un, Mick Jagger’ı kitapla tanıştırmasıyla Sympathy for the Devil’den hiç ayrılmamacasına rock tarihine sızıyordu. “İzin verin, size kendimi takdim edeyim” cümlesiyle açılan şarkı sadece Rolling Stones diskografisinin değil, müzik tarihinin de nirengi noktalarından birini teşkil ediyordu.

Bir de sızıntının başka bir yönü var ki, her türlü denklemi alaşağı edecek güçte. Kitapta anlatılan Pontius Pilatus hikâyesi ana hatlarıyla dini literatürde anlatılandan ayrılmasa da onu fazlasıyla kişiselleştiriyor ve dolayısıyla insanileştiriyor. Sonunda Pilatus’u tamamen aklamasa da, Bulgakov tarafından bolca kayrılıyor. Bunun günümüze yansımaları da oldukça ilginç, hatta romanın kendisinden daha fantastik bir hal alıyor.

Kitapta İsa ölürken, dini literatürde ifade edildiği gibi Tanrı’nın adı değil de Pontius Pilatus’un adını anmaktadır. Rus Ortodoks Kilisesi protodiakonu Andrey Kurayev bu anlatım yüzünden kitabı bize de çok yabancı olmayan ‘manevi değerlerin rencide edilmesi’ gibi bir gerekçeyle aforoz etti. Kitaptan uyarlanan dizinin gösterime girmesiyle de din adamının bu sözleri, diğer meslektaşları arasında da yankı buldu. Basına yaptıkları açıklamalarla kitabı okuyanları ve diziyi izleyenleri günah çıkarmaya davet ettiler. Böylece, Sovyet döneminde de doğru dürüst basılamamış olan eserin, ne İsa’ya, ne de Musa’ya yaranamayacağı açık seçik görünmüş oldu. İsa’nın son saatlerinin anlatıldığı Mel Gibson harikası Tutku filmi de ister istemez Üstat ile Margarita’nın ilgili bölümlerini akla getiriyor. Ancak bu anımsama sızıntının oluşturduğu akıntının sanki ‘doğaüstü’ güçlerin yardımıyla tersine akması gibi bir his yaratıyor. Öyle ki Bulgakov, okuru seneler öncesinden, kitabın başına gelebilecekleri düşünerek, bir (kontr)parodisini yapıp yapmadığını düşünmeye sevk ediyor.
***

Üstat ile Margarita artık Türkçede. Kitap daha önce de Türkçe basılmıştı. Ancak söz konusu baskı Fransızca çevirisinden Türkçeye çevrilerek yapılmıştı. Bu kez doğrudan Woland’dan, Korovyev’e, Azazello’dan, Behemot’a tam kadro, herkes Rusça ne diyorlarsa Sabri Gürses’in çevirisiyle Türkçede karşılığını buluyor. Bu, metnin bizim topraklarımıza sızması açısından çok önemli. Kuğulu Park’ta bir bankta, İstinye’de alışveriş merkezinde, Anadolu’nun herhangi bir yerinde hararetle sohbet eden iki bürokrat, iki alışverişkolik ya da iki memurun kendilerine yaklaşan “sağ gözü siyah, sol gözü nedense yeşil olan” aksansız ve temiz Türkçesiyle kendilerini ‘büyüleyen’ yabancıyı tanımaları açısından, gerçekten önemli.

Üstat ve Margarita
Mihail Bulgakov
Everest Yaynları

Bu yazı 15 Haziran tarihli Taraf Kitap ekinden alınmıştır.

Lev Tolstoy "Savaş ve Barış"

Asuman Kafaoğlu Büke

Harp ve Sulh
Çocukluk evimin kitaplığında eski bir cilt Harp ve Sulh dururdu, sanırım 300-400 sayfa kalınlığında bir kitaptı. Romanı okuduğumda kaç yaşındaydım hatırlamıyorum ama kitabı özgün ikibin sayfalık haliyle görmüş olsam mutlaka başlamaya korkardım. Şimdi yıllar sonra, yeni ve eksiksiz baskısıyla Savaş ve Barış’ı sanki ilk kez okuyorum. İlk karşılaşma, ilk heyecan sararak okumanın ayrı bir tadı olduğunu da görüyorum.

Lev Tolstoy Savaş ve Barış’ı yazdığında 37 yaşındaydı. On sene kadar önce, 1854-56 yılları arasında, Kırım’da savaşmış olması ona savaş hakkında gerçek bilgi vermişti. Fakat Tolstoy altmış yıl önce yaşanan, o doğmadan otuz yıl önce sona eren Napoléon savaşını anlatmayı seçti; dediğine göre, bunun nedeni biraz kendi aile geçmişini araştırmak biraz da Rusya’nın yakın tarihine bakmaktı. “Dedelerimizin günleri” dediği bir dönemi, mektup, günlük ve anılar peşinde araştırdı ve yazdı. Yıllarca süren tarih araştırmalarına dayansa da, Savaş ve Barış’ta bu hissedilmez, gerçekte okurun hissettiği yaşanmışlık duygusudur. Büyük olasılıkla çocukluğunda büyüklerden dinlediği Napoléon savaşlarını zihninde yeniden canlandırıp, kurguluyordu. Annesini iki, babasını dokuz yaşında kaybetmiş bir çocuk olarak, yakın geçmişi anlamaya çalışması, tanıyamadığı anne ve babasına yakınlaşmak çabası olarak da görülebilir; ayrıca ailesiyle aynı yaşlarda insanların hayatlarına nasıl anlam verdiklerini, yeni Rusya’nın nasıl oluşmaya başladığını (ya da nasıl oluşması gerektiğini), bu romanda yazarak kendi felsefesini kurdu. Kendisini anlamak için gerekliydi bu kurgulama.

Ilyada ile Karşılaştırma

Edebiyat tarihini savaş üzerine yazılmış dev bir başyapıtla başlatırız. Homeros’unIlyada’sı çağlar boyunca her dönemin yazarını etkilemiş bir destandır. Tolstoy da ünlü destana çok kereler göndermeler yapar, bu yüzden iki dev yapıtın savaşa bakışlarındaki benzerlikler ve farklılıklar ilk dikkat çeken şeylerin başında gelir. Tolstoy da göndermeleri belirli kılmak için romanın ilk sayfalarına ortaya Güzel Elen karakterini koyar. İlk detaylı betimlemelerden biri güzel Elen’e aittir, nasıl bir kadın olduğu tam anlaşılmasa da, davetin en göz alıcı genç kadınlarından biridir.İlyada’da kadınlar ve onların etrafında gelişen ev hayatı, barışı simgeler. Hektor bir an önce karısı ve çocuğuna dönmek ister, onu sevdiklerinden uzak bıraktığı için savaşı lanetler. Çarpışmaya dönmeden önce eve geldiğinde annesi ve karısından ordusunun kurtulması için dua etmelerini ister. Hektor savaşırken de karısını anar, atlarını sürerken, atlara hatırlatır güzel karısını, onlara nasıl iyi baktığını, nasıl yem verip onları eğittiğini anlatır, atlar da sanki bu güzel sözlerle hatırlarlar Andromakhe’yi ve daha canlı koşarlar. Savaş ve Barış’ın kadınları Andromakhe gibi değillerdir. Savaş da Ilyada’daki gibi lanetlenen bir baş belası değildir. Prens Andrey savaşa biraz da karısının dırdırından, sosyetik çevrenin boş dedikodularından, yüzeysel ilişkilerden kurtulmak için gitmek ister. Bir erkek ancak savaş meydanında bir erkek gibi davranır, diğer zamanlarda aşırı kadınsılaşmış bir dünya içinde hapsolur. Hektor’un özlem duyduğu kadınların yanındaki barış, Prens Andrey’in ise kadınlarla savaşmaktansa ordu içinde savaşmak şeklinde değişir. Prens Andrey dostu Piyer’e “asla, asla evlenme dostum” dedikten sonra bunu şöyle gerekçelendirir “Bonaparte diyorsun, ama Bonaparte çalıştığı, adım adım amacına yürüdüğü zaman özgürdü. Amacından başka bir şeyi yoktu da başarılı oldu. Ama kendini bir kadına bağladın mı, prangaya vurulmuş bir kürek mahkumu gibi bütün özgürlüğünü yitirirsin, her şey, umudundan, gücünden ne kalmışsa hepsi, sana yük olmaktan, acı vermekten başka bir şeye yaramaz. Salon dedikoduları, balolar, gösteriş, bayağılık; işte içinden çıkamadığım kısırdöngü. Ben şimdi savaşa gidiyorum. Şimdiye kadar çıkmış en büyük savaşa gidiyorum.” Başka bir bölümde, Prens Andrey’in babası da savaşmanın kadının yanında oturmaktan iyi olduğunu dile getirir. İlyada’nın kadınları sığınılacak kadınlarken,Savaş ve Barış’ın kadınları kaçılan kadınlardır. Yanlarında huzur ve barış bulunan kadınlar değildir. Bu durumda doğal olarak savaş lanetlenmez, erkekliğin gereği olarak görülür. Tolstoy savaş meydanını anlatırken kaderci davranmaz, tüm romana yansıyan gerçekçi anlatı özellikle savaş sahnelerinde okuru çarpacak derecede güçlüdür. Hayatın tüm rastlantıları, belirsizlikleri, hayatın kendisinde olduğu gibi kararsızlıklarla dolu, şansa bırakılmış yaşanıyor. Bu romanda en dikkat çeken ve belki de en şaşırtan şeylerin başında, savaşta kazanılan bazı zaferlerin rastlantısal kazanılmış olmaları.

Kültürel İşgal

Savaş ve Barış, Fransızca diyaloglarla başlar. Sanki Fransız ordusunun Rusya işgalinden çok daha önce kültürel işgal başlamıştır. Romanın kahramanları – biri dışında – soylu ve/veya zenginlerden oluşur. Hemen hepsi kendi kültüründen uzak, gösteriş için Fransızca yazan ve konuşan, Batılılaşma heveslisi insanlardır. Romanın girişindeki bölüm bu açıdan çok önemlidir, Batı hayranı yüksek sosyete Fransızca konuşur, hatta Napoléon’u över, ülkenin içinde olduğu durumdan neredeyse kimsenin haberi yoktur, savaş eşiğindeki Rusya’nın soylu kesimi hayatın gerçeklerinden çok uzakta, günlük dedikodular ve kişisel çıkarlar peşinde sohbet ederler. Napoléon’a dair zihinler karışıktır, bazıları komutanlığını överken diğerleri bir teğmenin imparatorluğa yükselmiş olmasını yadırgar. Bu sohbetlerde gerçek bilgi yoktur. Hatta gerçek yaşanmışlık bile yoktur, anlatılanların büyük çoğunluğu kulaktan dolma dedikodulardır. Bunların arasında sıkılan birkaç kişi de yok değildir. Prens Andrey bu boş ve yüzeysel konuşmalardan sıkıldığını çok belli eder. İlerleyen bölümlerde Nikolay Rostov Batılılaşma karşıtı bir duruş sergiler: tarımda Avrupa’nın kullandığı teknikler yerine geleneksel Rus köylüsünün erdemlerinden yararlanmayı tercih eder.Tüm roman boyunca çok az bölümde adı geçen, buna rağmen Savaş ve Barış’ın en önemli karakterlerinden biri Platon Karataev adında bir köylüdür. Platon edebiyat tarihinde de sık örnek verilen önemli bir karakter olarak görülür. Adını aldığı filozof gibi, erdem sahibi, derin bir kişiliktir. Tolstoy ve Dostoyevski’nin neredeyse her romanında sıradan Rus köylüsünün erdemi bir karakter üzerinden gösterilir. Her iki yazar kendi kültürünü ezen ve yok sayan yönetimlere karşı tepkili duruşlarıyla bilinirler. Tolstoy, Savaş ve Barış’ta Fransızların başarısız Moskova işgalini bir kültürel işgal şeklinde anlatır. Avrupa kültürü ve yaşam biçimiyle saldırı halindedir. Aslında tehdit hem dışardan hem de içerden gelmektedir. Yönetici kadrolar, varlıklı toprak sahipleri, soylular, güç sahibi insanların hepsi çürümüş bir düzen içinde yaşamakta oldukları için, Rusya’yı tehdit eden tek unsur Napoléon’un saldırısı değildir. Fransa’da eğitim görmüş, anadili Rusçayı bilmeyen Prens buna iyi örnektir. Ayrıca romanın önemli kahramanlarından biri Piyer, adının Fransızca şeklini kullanır. Bunlar kendilerine yabancılaşmış ve toplumsal değerlerden uzak dönem Rus insanını çok güzel anlatır.

Aşk ve Evlilik

Savaş ve Barış’ın sıklıkla işlenen motiflerinden biri aşkın gizemidir. 1805 ile 1820 yılları arasını anlatan romanda, bebeğiyle oynayan bir çocuk olarak tanıdığımız Nataşa, ilerleyen seneler içinde olgunlaşır. Birlikte olduğu, sevdiği erkeklerden çok şey öğrenir, acı çeker. Yaptığı hataların bedelini ağır öder fakat asla ikiyüzlülük etmez, bu sayede adeta gelişmesine, kişiliğini bulmasına tanık oluruz. Aşkın uçucu gerçekliğini en iyi Nataşa karakterinde anlarız. Savaş ve Barış, geniş bir zaman dilimini anlattığı için çoğu genç karakterin gelişimi söz konusudur. Hayatını hangi yönde sürdüreceğine bir türlü karar veremeyen Piyer de, önce yanlış dostlar arasında sonra da yanlış evlilik kıskacında bir türlü kendini bulamaz. Sonunda en önemli yol göstericisi Platon olur. Ne gizli tarikatlar, ne de politika aradığı değildir, sonunda kendini mutlu bir evlilik içinde gelişmiş olarak bulur.Savaş ve Barış kahramanları kendilerini bulduklarında ve mutlu yaşam sürmeye başladıklarında, büyük bir aile çevresinde, toprağa yakın, sosyeteden uzaklardır. Romanın sonunda mutluluğu bulan ve hak eden iki çift, Rus hayat tarzının olabilirliğini gösterir. Gençlikleri boyunca hayatlarını başkalarının yönetmesine izin veren insanlar, sonunda kendi kültürleri, kendi kişilikleri içinde bir yaşam içinde mutluluğu bulurlar. Savaş ve Barış boyunca tekrarlanan ve en önem verilen tema kuşkusuz hayatın anlamını bulmaktır. Nataşa hayatın anlamını olgunlaşarak bulur. Nikolas aile gururunu koruyarak, Piyer ise geleneksel erdem içinde bulur anlamı. Savaş kazanmak da buna göre amaç değil, araç olur.Romandaki kadınlar ve onların güzelliklerini de kendine özgü usta uslubüyla anlatır Tolstoy. Örneğin romanın başlarında “St. Petersburg’un en güzel kadını” diye en az üç kere söz ettiği küçük prensesi tanımlarken hiç de güzel olmayan fiziksel özelliklerini dile getirir: “Üstü tüylerle hafifçe gölgeli güzel üst dudağı dişlerine göre kısaydı. Ama açılışı zarif, alt dudağın üzerine inişi çok hoştu. Bu kusuru (dudağının kısalığı, ağzının yarı açıklığı) gerçekten çekici olan kadınlarda hep görüldüğü gibi, asıl özelliğini, asıl güzelliğini oluşturuyordu.” Daha sonra aynı prensesten söz ederken “hantal” ve “yaşıtlarından daha kilolu” diye söz eder. Ama her seferinde Petersburg’un en güzel kadını olduğunu da ekler sözlerine. Bir güzelliği kusurlarıyla anlatmak tam Tolstoy’un ustalığında yapılacak bir estetik değerlendirmedir. Prenses’in betimlemesi kusursuz taşımaz, insani ve gerçekçi bir portre olarak durur karşımızda. Tolstoy’un gerçekçiliğe yakın duruşu özellikle betimlemelerinde ve detaylı tasvirlerinde kendini en çok hissettirir.

21. Yüzyıl Okuru ve Klasikler

Henry James Trajik Esin Perisi adlı kitabının önsözünde Savaş ve Barış hakkında keskin bir yargı koyar ortaya. “Bu denli kocaman, gevşek bir canavar roman nasıl olur da içinde barındırdığı garip rastlantısal ve gelişigüzel özelliklerle bir sanatsal anlam taşıyabilir?” diye sorar. Savaş ve Barış’ın organik ve ekonomik olmadığından söz eder; bu romanı anlamak için yazarın ne yazdığını ayrıca anlatması gerekir der. Henry James’in bu görüşüne katılmayanlar katılanlardan daha kalabalıktır kuşkusuz, yine de 1900’lerin başında yazılmış bu sözler, bugünün okuru açısından Savaş ve Barış’ın nasıl görüneceğini de düşünmeye iter. 19. yüzyıl okuru için bu dev romanlar, haftalarca dalıp gideceği bir hayal dünyası anlamına geliyordu; 20. yüzyılda -- ve bugün – ise, zamana karşı yaşayan, vaktin en büyük değer olduğunu düşünen, ikibin sayfalık bir romanın içine gömülecek zamanı hak etmediğini düşünen bir nesil için Savaş ve Barış ne anlama gelebilir? Nasıl okunabilir? Bu konuda söylenebilecek tek şey, bunun gibi dev klasiklerin yaşamı değiştirme gücü taşıdıkları olabilir.Savaş ve Barış’ı okumadan önce ile okuduktan sonra, insan aynı değildir! Savaş ve Barış’ı özellikle bu çeviriden okumanın ayrı bir güzelliği var, hem çeviriye Nazım Hikmet’in elinin değmiş olması, hem de Tolstoy’un önsözleri eşsiz bir değer katıyor.

 
Bu yazı http://edebiyatelestiri.blogspot.com/2010/08/lev-tolstoy-savas-ve-bars.html'dan alınmıştır.
İlk kez 13 Ağustos 2010'da radikal Kitap'da yayınlanmıştır.

6 Ekim 2012 Cumartesi

Tam 30 bin yıllık!

Rusya ’nın Sibirya bölgesindeki bir vadide dolaşan 11 yaşındaki Yevgeni Salinder, farkında olmadan inanılmaz bir keşfe imza attı. Salinder’in bulduğu kemik kalıntılarını inceleyen bilim insanları, iskeletin 30 bin yıllık bir mamuta ait olduğunu belirledi.

Cesedin 1901’den bu yana bulunan en düzgün mamut kalıntısı olduğu ifade edilirken, vücut bütünlüğünü büyük ölçüde koruyan tüylü mamutun, kemikleri, derisi ve yağlarının ilk halini koruduğu belirtiliyor. Yaklaşık 500 kilo ağırlığında olan ve erkek olduğu açıklanan mamutun ölüm sebebi ise belli değil. Rusya’nın Sibirya bölgesinde buzun altında korunmuş fosiller bulunmuş fakat bu kadar iyi durumda olanına hiç rastlanmamıştı. Mamutun cesedi, St. Petersburg ve Moskova ’daki zooloji ve paleontoloji enstitülerinde yapılacak araştırmadan sonra müzede sergilenecek. Yapılacak incelemelerin, hem biyolojik hem coğrafi pek çok bilinmeyene ışık tutacağı sanılıyor.

4 Ekim 2012 Perşembe

Türkçe’de Rusya ve Rus Algılaması

Hasan Kanbolat
ORSAM

Türkçe’de Çarlık Rusyası, Sovyetler Birliği ve Soğuk Savaş yılları, Rusya Federasyonu’nun 1990’lı ve 2000’li yılları Rus ve Rusya algılamaları için farklı dönemlerdir. 2000’li yıllara kadar Türkçe’de Rus ve Rusya algılaması her zaman olumsuz ögeler taşımıştır. Türk-Rus ilişkilerinde ilk defa 2000’li yıllardan itibaren Türkçe’de Rus ve Rusya algılaması olumlu bir şekilde değişmiş ve eski olumsuz algılamalar hızla tarihe itilmiştir. İki ülke arasında ikili ilişkilerin çok boyutlu olarak gelişmesi, Türklerin Rusya Federasyonu’nda çalışması, iş kurmaları, ortak evlilikler ve Rus turistler Türkçe’de Rus ve Rusya algılamasının olumlu değişimine katkıda bulunmuştur.

Osmanlı Devleti’nin son dönemi Çarlık Rusyası’na karşı kaybedilen savaşlarla, işgallerle, Anadolu’ya yoğun göçlerle geçtiği için Türkçe’de ‘Rusya’ ve ‘Rus’ ve bunların yerine kullanılan ‘Moskof’ kelimesi olumsuz algılama içermiştir. Bu olumsuz algılama Türkiye Cumhuriyeti döneminin ilk yıllarında da sürmüş. Türkiye ile Sovyetler Birliği’nin farklı kutuplarda yer alması ile birlikte Soğuk Savaş yıllarının bitimine ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar sürmüştür. Bu bakış içinde örneğin, Türkçe’de ‘Moskof’ kelimesi Rusya, Rus, düşman olarak kullanılmıştır. Bunun yanında, ‘Bunu Moskof bile yapmaz’, ‘Moskof gavuru gibi davranmak’, ‘Moskof inatlı’, ‘Moskof’da vicdan bulunmaz’ deyimleri sıkça kullanılmıştır. Çok uzaklara gitmek anlamında ‘Sibirya’ya gitmek’ ve ‘Sibirya’ya kadar yolun var’ deyimleri kullanılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti döneminin ilk yıllarında da ‘Rusya’, ‘Rus’, ‘Moskof’ kelimeleri oldukça olumsuz algılama içermiştir. Bu olumsuz algılama, İkinci Dünya Savaşı’nda Ankara’nın Almanya sempatisi ile birlikte daha da artmıştır. Olumsuz algılama Soğuk Savaş yıllarının bitimine ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasına kadar sürmüştür. Soğuk Savaş yıllarında Türkiye’de ‘Moskof’ imgesi milliyetçi ve anti-komünist hareketlerin kendilerini ifade etmesi ve solun halkın gözünde kötülenmesi anlamında oldukça önemli olmuştur. Türkçe’de ‘Moskof’, ‘Moskof dölü’, ‘Moskof tohumu’, ‘Moskof köpeği’, ‘Moskof gavuru’, ‘Moskof uşakları’, ‘Moskof domuzu’, ‘Moskof mezalimi’, düşman, komünist, solcu, dinsiz, zalim anlamına özellikle Türk solcuları için kullanılmıştır. 1960’lı yıllarda Türk sağ siyasetçileri CHP çizgisinin Sovyetler Birliği yanlısı sol bir çizgiye kaydığını ifade etmek için ‘Ortanın solu, Moskova yolu’ ve Türk solcuları için ‘Komünistler Moskova’ya’ sloganlarını kullanmışlardır. Türkiye’de Soğuk Savaş yıllarında sol ve Sovyetler Birliği karşıtlığından dolayı ‘Rus salatası’nın adı ‘Amerikan salatası’ olarak değiştirilerek günlük hayatta kullanılmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ‘Rus salatası’ adı tekrar kullanılmaya başlanmıştır. ‘Rus salatası gibi’ deyimi ise herhangi bir karışıklığı belirtmek için kullanılır. Bütün dünyada olduğu gibi Türkçe’de de ‘Rus ruleti’, tabancada altı patlara tek kurşun yerleştirilerek oynanan ölümcül oyunun adıdır.

Türkçe’deki olumsuz Rusya ve Rus algılaması Soğuk Savaş yıllarının bitmesine ve 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası ilk yıllarda var olmuştur. 2000’li yıllarda Rusya Federasyonu’nun zenginleşmesi, Rus turistlerin Türkiye’ye gelmesi ve ortak evliliklerin artması ile birlikte Türkçe’deki olumsuz algı olumlu olarak değişmiştir. Son yıllarda Türkçe’ye Rus mutfağı ve Rus günlük yaşamı ile ilgili kelimeler de girmektedir. Bu çerçevede, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası eski Sovyet vatandaşlarının Türkiye’ye gelip açık alanlarda pazar kurması ile gelişen bir deyim olarak ‘Rus pazarı’ kullanılmaya başlanmıştır. Ayrıca, ‘Rus böreği’, ‘Rus köftesi’ (Pojarski), ‘Rus çorbası’ (Borç), ‘Rus votkası’ (iyi votka), ‘Kara Rus kokteyli’ (votka ve kahve likörü ile yapılan kokteyl), ‘Rus servisi’ (canlı müzik yapılan ziyafetlerde uygulanan ve mönünün daha önceden belli olduğu bir servis usulüdür), ‘Rus gribi’, ‘Sibirya kurdu’, ‘Sibirya kaplanı’, ‘Sibirya kömürü’, ‘Sibirya soğukları’, ‘Sibirya usulü et kavurma’, ‘Moskof ördeği’, ‘Baykal ördeği’, ‘St. Petersburg paradoksu’ (yazı-tura oyunu üzerine kurulmuş olan bir çelişki) Türkçe’ye girmiştir.

"Her kadın bir gün için bile olsa Rus olmalı"

Elif Aktuğ
Akşam Gazetesi

Her şey Kıbrıs'ta başladı. Bir kafede oturmuş, çikolatalı frappemizi içerken, girip çıkan kadınlara bakmaya başladık. Çoklukla gençlerin 'takıldığı' bir mekandaydık; her ülkeden insana rastlamak mümkün Kıbrıs'ta. İlginç bir şekilde Rus kadınlar ağırlıkta, aynı duruma Miami'de de tanık olmuştum. Sanırım tatil yapmayı pek seviyorlar... Gittikleri yeri 'yıkıyorlar' yeni tabirle. Çoğunlukla sarışın, uzun, ince ve gösterişliler çünkü. O akşam da öyleydi, çarpıcı kıyafetleriyle kafeye geliyor, bakışlara aldırmadan süzülüyorlardı.

'Bakılmaktan hoşlanıyor olabilirler mi, onlara bakan erkeklerin yanlarındaki kadınlar neden böyle nefretle kısıyorlar gözlerini, ne zevk alıyorlar leopar desenden, neden modayı takip etmiyorlar ve demode giyiniyorlar?' diye düşündüm.

'Bu kadar frapan olmak nasıl bir şey acaba, güzellikleri ve kıyafet seçimlerindeki cesaretleriyle bildiğimiz Rus kadınlar acaba bakışlardan rahatsız olmuyorlar mı?' diye bir cümle çıktı ağzımdan. Hemen ardından da 'Acaba bir gün Rus kızları gibi iddialı ve frapan giyinsem, saç ve makyajımı onlar gibi yapsam nasıl olur?' dedim...

YAPTIM DA...

Rus kadınları güzel gerçekten de. Bizim nesil onları sanat ve sportif başarılarıyla tanıdı; atletizmde müthiştiler, buz pateninde rakipsizdiler, balede göz kamaştırıyorlardı. Sovyetler Birliği dağıldı, 2000'lerle beraber dünyaya açıldılar ama ne açılma! Artık var olmak için büyük başarılara ihtiyaçları yoktu, 1-0 önde başlıyorlardı hayata, doğuştan güzel olarak...

Birkaç yıl önce Ataköy Atrium'da bir kuaförde tanıştığım seksi dansçı Olga, 'Annelerimiz bize güzel olmayı öğretir. Siz kendi başınıza ayakta durabilme derdindesiniz, biz kendimizle uğraşırız' demişti. İlginç bir yaklaşımdı ama doğruydu, Türk kadınının 'Kimseye ihtiyacım yok, kendi başıma var olabilirim' gibi bir derdi var. Anneler çoklukla 'Kızım ben çektim sen çekme, iyi bir iş sahibi ol' diye yönlendiriyorlar kızlarını.

Olga'nın annesi henüz 5 yaşlarındayken balenin yeterli olmayacağını düşünerek oryantal dans öğrenmesini sağlamış. Erkeklere nasıl davranılacağı konusunda da sıkı bir eğitimle büyümüş Olga. Bizim itelediğimiz, beğenmediğimiz adamlar Olga'nın deyimiyle söylüyorum, 'Kaçırılmayacak fırsattılar'... Kıskanılan, beğenilen, yemek yapan, ev işlerinden gayet iyi anlayan, seksi ve işveli kadınlardılar; yetmez miydi?

Olga genelinden Rus kadınların güzelliğine dönüyor ve hemen itiraf ediyorum, frapan kadınların arkasından konuşuruz biz. İster Rus olsun ister İsveçli, ister Egeli olsun ister Karadenizli, konuşuruz. Çünkü güzel oldukları yetmiyormuş gibi bir de çekici, seksi, alımlı ve cesurlar. Cesaretleri kıyafetlerine yansıyor, asla giymem dediğim ne varsa, frapan kadınların büyük bir gururla üzerlerinde taşıdıklarına şahit oluyorum.

MACERA BAŞLIYOR...

Sarı saça ihtiyacım vardı, sarı ve uzun, hatta sarı, uzun ve dalgalı. İstediğim saç Platin Peruk'ta vardı. Gayet kibar olan satıcı indirim de yaparak verdi peruğu, pek anlam veremedi ne yapmaya çalıştığıma. Ardından da yeşil lenslerimi aldım, ne giyeceğimi düşünüyorum kara kara. Birkaç seçenek belirleyip, arkadaşlarıma danışmak üzere arabaya koyuyorum.

Gazetemizin kuaförü Yasemin makyajımı yapıyor, 'Harika oldu, harika oldu' diyerek. Her zaman en sade ve kahverengi tonlarda makyaj yaptırdığım için kızıyordu bana nicedir. Yeşil lenslerimi takıp 'Hadi yeşil tonlarda far sürelim' deyince çok mutlu oldu. Gerçekten de sonuca bayıldık, şunu söylemem lazım, 'Çirkin kadın yoktur, az votka vardır' derler ya 'Çirkin kadın yoktur, üzerinde çalışılmamış kadın vardır!' Abartılı bir saç, alaturka bir makyaj ve leopar desenli bir tulumla, 'çakma' bir Rus olarak, İstanbul'a akmaya hazırım.

Profesör Kerem Doksat'a göre frapan olmak ve dikkat çekmeye çalışmak şöyle açıklanıyor: 'Kadın baştan çıkarmaya, erkek de çıkmaya kodlanmıştır. Tabii ki kültürden kültüre, örf ve adetlere göre değişir ama kentsoylu hayatta şık ve gösterişli olmak her iki cinsiyetle de ilgili bir olgu. Her iki cinsiyet de beğenilmeyi ve beğenmeyi istiyor. Saldırganlıkla cinsellik çok iç içe olduğu için, saldırganlığı çağrıştıran 'leopar desen' gibi öğelerle cinselliği çağrıştıran 'sarı saç ve dekolte, topuklu ayakkabı' iç içe. Kadın ayakkabısı ve ayak fetişizmi, boşuna en sık rastlananı değildir. 'İlk bakış izlenimi' kavramı önemli. İlk 15-30 saniyede karşınızdakinin dikkatini çekerseniz, o devam ediyor. Eh, bunu süslemek de işin en tab” yönü. Benzeri davranışlara hayvanlarda dahi rastlıyoruz: Kuşların tüylerini kabartmaları, aslanın yelesini sallaması gibi binlerce örnek var. Tabii ki insan türü bu işi en zekice ve bilinçlice gerçekleştiriyor.'

Kerem Bey'in söylediği gibi, aynen bir tavus kuşu misali yola çıkıyorum ben de. Şoförümüz Aslan Amca, bana ters ters bakıyor, belli belirsiz 'Daha neler göreceğim, ne lüzum vardı' diyerek başını sallıyor iki yana.

ÖNCE CİHANGİR...

Burada hiç sevilmedim, hiç de dost canlısı değiller. Meşhur kahvede yer yok zaten, hemen dibindeki kebapçının en öndeki masasına oturuyorum. Garson tane tane bir Türkçe ile 'Ne is-ter-sin?' diye soruyor. Sade bir kahve istiyorum, az sonra getiriyor ama dehşetle ve bir miktar hoşlanmayarak bakıyor, üstelik kahve çok kötü. Gelen geçenin gözü bende, kulaklarıma inanamıyorum. 'Şuna bak şuna' diye beni birbirine gösteren kızlar geçiyor yoldan. Arka masada oturan yabancı bir grup 'Kardashian mı, Beyonce mi?' diyor. Gün boyu duyduğum en güzel cümle de bununla sınırlı kalıyor zaten. Kahvede oturanlar arasında rasta saçlılar, uzun ve kıvırcık saçlı erkekler, kafasından ayağına kadar dövme içinde olanlar, tuhaf kıyafetliler var. Neden benden hoşlanmadıklarını anlamıyorum. Onlardan daha anormal değilim. İki kız yanımdan geçerken net bir şekilde duyabileceğim biçimde 'İğğğrenççç' diyorlar, birbirlerini dürterek.

Karşımdaki masada oturan kız, erkek arkadaşının bana baktığını görünce 'Nappıyon hacı' diye soruyor kibar bir şekilde! Bomba iki dakika içinde patlıyor, 'Bu Ruslar artık her yerde'... Yine bir kadın, orta yaşlı gibi; koluna girdiği adama söyleniyor, adam bana bakmıyor. Nasıl yani?

KIYAMET KALABALIĞI...

İstiklal Caddesi'nde yabancılık çekmeyeceğimi düşünüyorum. Orada da türlü insan var neticede. 'Biraz alışveriş yapayım' diyorum. Söylenenleri yazamayacağım, 'Cadde de pek hoş karşılamadı beni' diye düşünürken ve sağa sola bakarken, aslında bu denli ilgi odağı olmanın hiç de fena hissettirmediği kanaatine varıyorum. Bakmayan yok, tamam çoğu laf atıyor, laf sokuşturuyor ama bakıyorlar. Bakmadan geçen birkaç kişi var, onlar için endişeleniyorum hatta! İlginç nokta şu, İstiklal'de laf atan, çarpmaya çalışan, koluma değerek geçmek için iki tur atanlar oldukça genç; daha orta yaşlı ve kalburüstü görünen gruptaki erkekler doğrudan 'Nereye, kimsin sen? gelsene konuşalım!' diyerek şaşırtıyorlar beni. Herkes de Rusça biliyor memlekette seviniyorum, en azıdan selamlaşmayı ve hatır sormayı biliyorlar erkeklerimiz gurur duyuyorum.

Bir vitrine bakarken 'Kızzz gacııı' diye bağıran kalın sesli bir kadının sesiyle irkiliyorum. 'Kızz aynı tulumdan bende de var ama sende şahane durmuş, tabii maşallah .... Her şey yerli yerinde'... Teşekkür ediyorum iltifatları için, 'Burada mı çalışıyorsun?' diye soruyor, 'Hayır iş yerimiz Topkapı'da diyorum' şaşkınlıkla. 'Gezmeye mi geldin?' diyor, 'Yok, yok iş için' diye kekeliyorum ve korkudan saçmaladığımı fark ediyorum. Kadın gidiyor söylenerek 'Bir siz eksiktiniz, geldiniz tamam olduk.' Nasıl yani?

Arkamda bir hareketlilik var, bir kadın ve bir erkek fotoğraflarımı çekiyor. İyice mayışıyorum zevkten, o sırada çıkan ani rüzgarda peruğum kayıyor ve kaçıyorum arabaya doğru... Bu arada tele objektifle fotoğraflarımı büyük bir ustalıkla çeken Uygar Taylan'dan da bahsetmem gerekir, görünmemek için türlü şekillere girdi, benden çok risk aldı...

İSTİKAMET LALELİ...

Bakalım 'çakma Rus' olarak çıktığım maceram Laleli'de nasıl devam edecek? 'Kendimi rahat hissetmem için sarışın ve frapan kadınlara alışkın bir mahalleye gitmem gerekir' diyorum Uygar'a. Uygar, Laleli konusunda endişeli. 'Senden pek uzaklaşmayacağım bu defa' diyor.

Gerçekten de iyi hissediyorum. Topluklu ayakkabıyla 1,85 olan boyumla hiç de uzun değilim zira yanımdan babet giymiş aynı boyda sarışın kadınlar geçiyor. Vitrinler ilginç, sade bir kıyafete rastlamak mümkün değil, ayakkabılar da hep abartılı. 'Bujjalidalumski lşkjda lijaniusta pajausta' gibi bir cümleyle yanıma yaklaşan çocuk, sanırım dükkana davet ediyor beni. 'Rus değilim' diyorum, 'Russun Rus' diyor. Devam ediyor konuşmaya, gerçekten anlamadığımı görünce 'Nesin sen o zaman?' diyor. Ardından bir başka adam yine Rusça konuşarak karşıma geçiyor, gülmeye başlıyorum çünkü adam susmuyor. Gözlüklerimi çıkarıyorum, 'Ahhh' diyor iç çekerek, 'Valla çok güzelsin'... 'Rus değilim' diyorum ona da. 'Gitme' diyor, 'Kal, bir şeyler içelim, yiyelim, gitme yeter ki'...

Her kadının yaşaması gereken bir tecrübe bu inanın, terapi gibi. Gülüyorum yine, 'Yok sağ ol' diyorum 'Alışveriş yapacağım.' 'Ben alırım sana ne istersen'... Nasıl yani?

Bu sırada etrafımızda bir 'sürü' erkek var, benimle konuşan kişi 'ağır bir abi' olsa gerek, ürkerek dinliyorlar. 'İstemiyorum' deyip uzaklaşıyorum, sokak satıcılarının '10 liraya sattığı çakma çantalara ve 40 liraya satılan gece kıyafetlerine bakıyorum. 'Aplaaa apla dikkat, fotoğrafını çekiyorlar' diye bağırıyor bir çocuk. 'Evet yarım saattir peşinde' diyor bir başka adam. 'Farkındayım' diyorum 'Çekiyor, ne yapayım, herhalde beğendi beni'. 'Alalım onu o zaman' diyerek Uygar'a doğru hamle yaptıklarında anlıyorum ki, girişecekler fotoğrafçımıza. 'Hayırr, arkadaşım o benim'... Bir başka sokağa doğru ilerliyoruz, her yerde leopar desenli kıyafetler, çizmeler, paltolar var. Yine arkamda birileri var 'Rus mu bu?', 'Bilmem ama Ruslarda böyle vücut olmaz'... Nasıl yani?

SOSYETEYE KARIŞAYIM...

Sosyeteden, cemiyet hayatından tanıdıklarım var, aynen bu kadar abartılı giyiniyorlar, aynen bu kadar abartılı makyaj yaptırıyorlar. 'En iyisi Nişantaşı, bir şeyler yerim orada, dinlenirim, günün stresini atarım üzerimden'... Ama ne mümkün?

Her zaman gittiğim kafeye 'Yer yok' diyerek almıyorlar beni! Garson 'normal halimi' tanıyor halbuki... Bozuntuya vermiyorum, kapıdan ilk geri çevrilişim bu. Beni içeri almadıklarını fark edenler var, herkes bahçede çünkü ve abartmıyorum herkes de bana bakıyor çünkü.

Onlara inat, bahçenin tam önünde duruyor ve ne konuştuklarını duymaya çalışıyorum. Çok demode olduğumu söylüyor bir hanım, yine bir iki adam konuşuyor 'Tanıyorum bunu galiba'. Hadi canım, bir bu eksikti! Gizem Özdilli geçiyor yanımdan, tepeden tırnağa süzerek ve bir daha tırnaktan tepeye doğru bakarak geçiyor yanımdan, bir tek yüzüme bakmıyor. O sırada Ertekin'le (Dinçay, namı diğer Şapka) burun buruna geliyoruz, 'Nasılsınız Ertekin Bey?' diye soruyorum, kendimi unutmuş, şuursuz bir şekilde. Tanıyamıyor, anlam veremiyor haliyle, cebinden defterini çıkarıp 'Telefonunu versene' diyor. 'Ben, Elif' diyorum, 'Özel bir haber hazırlıyorum da'. 'Biliyorum' diyor, ne bildiğini pek anlamıyorum...

Natalia Vodianova, Maria Sharapova, Irına Shayk, Sofia Rudyeva; sizsiniz başıma gelenlerin sebebi!

Erkeklerde akıl bırakmadığınız gibi kadınlarınkini de aldınız! Boyunuzla, posunuzla, endamınızla boy ölçüşmek mümkün değil, lütfen seksi olmaktan vazgeçin. Eşofman, boy friend jean giyin, salaş tişörtler var öyle rahat ki bayılırsınız; koyu renk saç hepinize çok yakışır emin olun, biraz da kilo alın. Ne öyle bir deri bir kemiksiniz hepiniz. Olga söylemişti bir zamanlar 'Çocukken annem az yemek yedirirdi bana, midem genişlemesin, büyüdüğüm zaman da az yiyeyim diye'. Olga'nın annesi acımasız bir kadın çok belli, Osmanlı mutfağı emrinize amade, kendinizi tutmayın...

SON SÖZ...

Kadınlar bakılmak, ilgi çekmek, arzulanmak istiyorlar. Laleli'de bir adam 'Rus değilsen, Türksün sen o halde' demişti. 'Neden öyle söyledin?' diye sorunca 'Buraya gelir Türk kızları, Rus gibi giyinir dolanırlar. Seni de öyle sandım' demişti. Çok ilginç değil mi? Kendi mahallesinde istediği gibi giyinip dolanamayan kızlarımız için de Laleli bir cennet, burada 'Rus olarak' her zaman hoş karşılanıyorlar. Kadınları, karıları, sevgilileri Rus kadınları gibi frapan giyindiğinde de hoş karşılayacak adamlar olsun memlekette. Hanımında göğüs dekoltesi görmeye katlanamayan bir adamın bir karış eteğe Türküler yakması, hiçbirimizi mutlu etmiyor baksanıza...
Bir maceranın sonu...
Rus olunmaz, Rus doğulur...

3 Ekim 2012 Çarşamba

Bütün zamanların en ünlü Korsikalısı: Napolyon

İlber Ortaylı - Milliyet

09 Eylül 2012

Borodino Savaşı’nın 200’üncü yılı nedeniyle Avrupa, Napolyon’un savaşlarını tartışıyor. Fransa için Korsika’yı harcadığı kanaatindeki hemşehrileri savaş tarihinin öncülerinden Napolyon’la iftihar etmiyor. Fransa ise onunla hem müftehir hem eleştiriyor. Unutmak taraftarı olanlar var ama unutulamıyor çünkü onsuz bir Avrupa düşünmek mümkün değil

200 sene önce 7 Eylül 1812’de Rusya tarihinin ve edebiyatının ünlü savaşı Borodino, imparatorNapolyon’un galibiyetiyle bitti. Bu onun 190 bin Alman, 50 bin Polonyalı ve Litvanyalı, İtalyanlar ve tabii Fransızlardan oluşan büyük ordusunun mahvolacağı sonun başlangıcıydı. Bu yıl Eylül ayında bütün Avrupa, Napolyon savaşlarını tartışıyor ve yeniden değerlendiriyor. Yayınlara bakarsanız bu savaşların içinde adet olduğu üzere unutulan, gene Türklerle Akkâ’da Cezar Ahmet Paşa ile yapılan ve Adriyatik’te İyon Adaları’nın Fransızlardan zaptı ile sonuçlanan Türk ve Rus ittifakının kazandığı zaferden söz edilmiyor.

1769 yılında bütün zamanların en ünlü Korsikalısı doğdu: “Napoleon Bonaparte”. Küçük Bonaparte 1770 yılında orta sınıf ve küçük soyluların çocuklarını yetiştirmek için kurulan askerî okulda eğitimine başladı. Korsika onunla çok iftihar etmiyor. Korsikalılar onun Fransa için Korsika’yı harcadığı kanaatindedirler. Oysa kimliğini ve ana dilini bile Rus olarak gösteren Joseph Stalin’le Gürcüler neolursa olsun iftihar ederler.

Fransızlar Türk savaş tarihini tetkik etselerdi Moskova’ya adım atmazlardı

General Bonaparte ve 1804’ten itibaren Fransızların imparatoru Napolyon hataları ve üstün başarıları ile savaş tarihinin önemli öncülerinden sayılır. Demiryolu ve hava yolu gibi ulaşım araçlarının olmadığı bir tarihte, 1812 yaz ve sonbaharında 600 bin kişiyi aşkın büyük ordusunu Rusya’nın steplerine sokmak tam bir çılgınlıktı ve muhtemelen imparatorun bu çılgınlığını dünyayı çok bildiklerini zanneden Fransız coğrafyacıları başlarına gelecek konusunda gereken uyarıyı yapıp önleyememişlerdi. Kış korkunçtu. Başkomutan tayin edilen Kutuzov ise harb tarihinden iyi tanıdığı bilinen eski İskit generalleri kadar kurnazdı. 7 Eylül 1812’de cereyan eden Borodino Savaşı (ki Rusya tarihi buna “Birinci Vatan Savaşı” ve “İkinci Cihan Harbi’ne de bundan dolayı “İkinci Vatan Savaşı” adını verir), Rusların mağlubiyeti ile bitti. 40 bin ölü verdiler. Napolyon’un büyük ordusu da ona yakın sayıda askerini kaybetti. Buna rağmen imparator Moskova’ya yürüdü ve şehre girdi. Eğer imparatorun ünlü kurmay heyetindekiler Türk savaş tarihini tetkik etselerdi, 17. asırda çok daha güneydeki Çihrin sahrasına ve kalesine giren Osmanlı ordusunun step denizi ortasında dünyadan tecrit olduğunu ve açlıktan kırılmamak için zaferlerine rağmen süratle ricat ettiklerini hesaba katarlar ve Moskova’ya adım bile atmazlardı.

Doğrusu Kutuzov’un emrindeki sabotaj birlikleri şehirlere hiç acımadılar, Moskova yandı. On binlerlesanat eseri, ahşap abide, kütüphaneleri dolduran eserler, elyazmaları bu yangında kül oldu. Aralarında bir tanesi vardı ki savaşın dehşetini gösterir; Rus destan edebiyatının gözdesi ve en eski epope örneklerinden “Igor Bölüğü Destanı”nın orijinal nüshası da bu yangında gitmiştir. Sonraki nüshaların ve kopyaların bu orijinalle ciddi tezatlar ve eksikler içerdiği söyleniyor. Perişan olan büyük ordu dönüşe geçti ve yol boyu gerilla savaşıyla eritildi. İhtiyatlı Kutuzov hâlâ ordularının düzgün savaşa ve Napolyon’un dökülen ordusunu izlemesine taraftar değildi. Gereken çılgın emri I. Alexander verdi.

1813 yılı Nisan’ında muzaffer komutan, ihtiyar Mareşal Kutuzov Polonya’da hastalanarak öldü. Rus orduları Paris’e girdiler. Paris’e giren ordunun öncü birliklerinden biri Urallarda, Çelabinsk’te yaşayanHristiyan Türk kavimlerden Nogaybek’lerdi; kürk kalpaklı, mızraklı ve yaylı birkaç bin asker... Birkaç yıl içinde 1815 Viyana Kongresi’nde Napolyon’un altüst ettiği Avrupa yeniden düzenlenecekti. Tabii düzenlenemedi, yeni Avrupa’nın kuruluşu ta Birinci Cihan Harbi sonuna kadar feci savaşlarla devam etti.

Babıâli’deki devlet adamlarına göre Bonaparte başımızın belalarına gönderilen bir belaydı

1790’larda Bonaparte’tan bütün Avrupa monarşileri nefret ediyordu, bir tanesi hariç; bizimkisi... Babıâli’deki devlet adamlarına göre o, başımızın belalarına gönderilen bir belaydı. Avusturya Napolyon tehlikesini görür görmez müttefiki Rusya’yı bırakıp Osmanlı ile Ziştovi Barışı’nı yaptı. Türk imparatorluğunun ufuklarından ebediyen çekildi, ta ki Birinci Cihan Harbi’nde müttefik olana kadar... Rusya birkaç ay sonra 1791 başında Yaş Antlaşması’nı yaparak sulhu tesis etti. Napolyon, Avusturya’dan sonra İtalya’ya saldırdı. Henüz General Bonaparte dememiz lazım. 1796-1797 yılında İtalya’nın fatihi oldu. Avusturyalılar İtalya’dan silindiler ama İtalyanların kurtarıcılarından nefret etmeleri için çok zaman geçmedi. Ertesi yıl yani 1798’de Mısır’a çıktı. Konsül kendini bütün zamanların büyük askeri, laik bir dünya düzenin öncüsü olarak görüyordu. Piramitler Savaşı’nda Memlûkleri yendi. Ortaçağlarda Moğolları yenen ancak Yavuz Sultan Selim’e teslim olan Memlûkler şimdi de Bonaparte’ın modern ordusuna yenilmişlerdi. Mısır ayanı ve uleması kendisine biat ettiler. Mısır’a alimler, filologlar, ressamlar alayıyla girmişti. Sayısız gravür, henüz çözülemeyen hiyeroglif kitabelerin, böcek ve bitkilerin kopyası çizildi. Savaşın yanında medeniyete de hizmet etmeyi düşlüyordu. Büyük İskender gibi heyetler kurdu, etrafı araştırdı ama İskender’in saptayamadığı Nil Nehri’nin kaynağını General Bonaparte da bulamadı. Ardından Kudüs’e girdi, lakin daha kuzeyde Akka’ya yöneldiği zaman orada durduruldu. Cezzar Ahmet Paşa, Napolyon’a Şark Seferi’nde haddini bildiren ilk komutan oldu. Ardından da denizde Abukir’de Amiral Nelson Fransız donanmasını kuşattı ve yaktı. İngiltereFransızların Avrupa’daki tek rakibi olarak kalmıştı; buna rağmen kıtada kendisine müttefik olacak devlet bulamadığından düşmanıyla 1812’de Amiens Barışı’nı yaptı. Acaba Osmanlı ve Rus onun müttefiki olamaz mıydı diye sorarsınız; bu arada 1800 başlarında Rusya ve Osmanlı ittifak yaptılar. Amiral Uşakov ve Amiral Kadir Bey birlikte Adriyatik’teki İyon Adaları’nı Napolyon kuvvetlerinden temizleyip zaptetiler ve Yedi Adalar Cumhuriyeti’ni ortaklaşa kurdular. Bu ortaklık 1807’de Niemen Nehri üzerinde I. Alexander ile İmparator Napolyon’un yaptığı Tilsit Barışı’na kadar sürdü. Çar Türk İmparatorluğu’nu istiyordu. Napolyon’un Çar’ın imparatorluk isteklerine pek itirazı olmadı ama İstanbul üzerindeki ünlü tasvir o görüşmeye aitmiş; “İstanbul bütün dinlerin ve medeniyetlerin merkezidir. Onu size veremeyiz.”

Fransa onunla hem müftehir hem eleştiriyor. Unutmak taraftarı olanlar var ama unutulamıyor. İmparator hesaba katılmadan 19. asır başındaki Fransız medeniyetini hatta Avrupa’yı düşünmek mümkün değil.

Napolyon hataları ve üstün başarıları ile savaş tarihinin önemli öncülerinden sayılır. Demiryolu ve hava yolu gibi ulaşım araçlarının olmadığı bir tarihte, 1812 yaz ve sonbaharında 600 bin kişiyi aşkın büyük ordusunu Rusya’nın steplerine sokma çılgınlığını yapmıştı.

Moskova’daki fıskiyeler daha uzun süre açık olacak

Moskova Belediye Başkan Yardımcısı ve Kent Hizmetleri Departmanı Başkanı Pyotr Biryukov Salı günü gerçekleştirilen basın toplantısında yaptığı açıklamada, başkent belediyesinin geleneği değiştirerek şehirdeki fıskiyeleri bir hafta daha geç kapatacağını açıkladı.

Moskova’daki fıskiyelerin her yıl 1 Ekim’e kadar açık olduğunu söyleyen Kent Hizmetleri Departmanı Başkanı Biryukov, ‘Ancak havanın güzel olması ve şehirdeki 300’ün üzerindeki fıskiyenin Moskovalıların sevinç kaynağı olması nedeniyle, Moskova Belediye Başkanı Sergey Sobyanin’in fıskiyelerin 8 Ekim’e kadar açık olmasını kararlaştırdığını’ söyledi. Bu yıl fıskiye sezonu 27 Nisan’da açılmıştı. Sezonun resmi açılışına Bolşoy Tiyatrosu’ndaki fıskiyeden başlanıldı ve bu tarihte Moskova’daki yaklaşık 570 adet fıskiye sularını gökyüzüne fışkırtmaya başladı. Ayrıca geleneksel olarak Rusya Sergi Merkezi’ndeki fıskiyeler 12 Nisan Kozmonotluk Günü şerefine başkentteki tüm diğer fıskiyelerden daha önce açılıyor.