Moskova

Moskova

31 Mart 2015 Salı

Moskova’nın tarihi ‘kalbi’ Kremlin


Kaynak: Rusya'nın Sesi

Moskova Kremlin’i Rusya Federasyonu’nun kalbidir. 

Bu, günümüze kadar ayakta kalabilmiş Avrupa’nın en büyük kalesidir. Duvarları boyunca 20 kule inşa edilmiştir. En ünlüsü Spasskaya Kulesi’dir. Kapıları Kremlin’in törensel girişidir aynı zamanda. Burada yabancı elçiler karşılanır, askeri birlikler Rusya’yı savunmak için seferlere buradan çıkarlardı. İşte bu nedenledir ki Spasskaya Kulesi, özel kule saatleri için ‘ev’ olarak seçilmiştir. Tüm Dünya’nın tanıdığı saatlerin bugünkü görüntüsü 1852 yılında Rus saat fabrikasında şekillendirilmişti.

Kremlin’in içinde Moskova’nın en eski yapısı olan Uspenskiy Katedrali yer alır. Katedral 15. yy ortasında İtalyan mimar Aristotel Fiorovanti tarafından inşa edilmiştir.

Altı yüzyıl boyunca Uspenskiy Katedrali Rusya’nın devlet merkezi olmuştur. Burada tahta çıkma töreni yapılır, imparatorlara taç giydirilir, kilise din adamlarına ünvan verilir, devlet buyrukları ilan edilir, sefere çıkmadan önce ve zafer için dua ayinleri düzenlenirdi. 1917 yılında yaşanan devrimden sonra Uspenskiy Katedrali müze haline getirilmiştir.

Uspenskiy Katedrali’nin yanında Kremlin Devlet Sarayı bulunur. Bu bina geçtiğimiz yüzyılda, 60-lı yıllarda inşa edilmişti. Sovyetler döneminde burada komünist parti kongreleri düzenlenirdi. Bugün daha çok konser sahnesi olarak kullanılmaktadır.

Rusya’nın hazine müzesi ‘Silah Odası’ ve eşi olmayan değerli taşların sergilendiği ‘Elmas Fonu’nun da görülmesi gerekir. Silah Odası sergi koleksiyonunda yüzyıllardır çarlık hazinesinde muhafaza edilen değerli eşyalar bulunur. Burada ünlü Faberje yumurtalarını, büyük Rus knyazlarının ve çarlarının en değerli eşyası, üzeri çok sayıda değerli taş ile süslü Monomah Şapkasını görebilirsiniz. Yine burada 16-18 yy’larda kullanılmış at arabalarından oluşan zengin bir koleksiyon vardır.

Ünlü Kızıl Meydan da Kremlin’in bir parçasıdır. Alanın güney kısmında Vasiliy Blajennıy Katedrali görülebilir. Birçok yabancı için bu katedral Moskova’nın ve Rusya’nın sembolüdür.

Kızıl Meydan’da dolaşırken Dünya proletaryasının lideri ve 1917 devriminden sonra ülkenin ilk yöneticisi Lenin’in mozolesinin yanından geçmemek olmaz. Lenin’in ölümünden sonra naaşı mumyalanmış ve özel bir tabuta yerleştirilmiştir.

Moskova Kremlini içinde bakmaya değer şeyler çoktur. Ancak insanın kendi gözleri ile görmesi gibi yoktur. 

Su tesisatçısından klasik müzik öğütleri


Suat Taşpınar

Gözünüzün önüne şöyle bir sahne getirin: Moskova'da babadan kalma küçük dairesini siz Türk öğrencilere kiralayan su tesisatçısı, orta yaşlı bir Rus... Sovyet devrinden kalma emektar lavaboyu kim bilir kaçıncı kez tamir etmek için elinde su anahtarı, yere oturmuş, uğraşıyor. Bir yandan çocuklarla laflıyor. Hafta sonu planlarını soruyor bizim iki genç öğrenciye. Ve ancak Rusya'da tanık olunabilecek türden bir sohbet başlıyor: 

- Konsere gideceğiz.

- Hangi konsere?

- Klasik müzik konserine..

- Anladım, kimin konserine?

- Valla bilmiyoruz, arkadaşlar bilet almış da...

- Nerede olacak konser?

- Çaykovski Koservatuvarı'nın salonunda.

- Hangi salonunda?

- Valla bilmiyoruz.

- Aman bilete dikkatli bakın, büyük ya da küçük salon olabilir. Bir kere bizim başımıza gelmişti, yanlış salona girmiştik.

Sohbet sürerken, elleri yağ-pas içinde olan tesisatçı su sızdıran lavaboyla uğraşmaya devam ediyor.

- Herhangi bir enstürman çalıyor musunuz peki?

- Yok, çalmıyoruz. Biz grafik sanatçısıyız..

- Benim küçük kızım bu sene piyano kursuna başladı. Çok yetenekli diyorlar kerata için. Bakalım ne olacak...

Gençler bakışıyor. Ev sahibi usta, işini bitirip gittikten sonra ardından 'durum değerlendirmesi' yapıyorlar. Birisi, "Bunu Türkiye'de anlatsam inanmazlar" diyor, "Su tesisatçısı, klasik müzik konserlerine gidiyor, kızı piyano dersi alıyor. Çetin Altan'ın tenis oynayan köylülerini hatırladım" diyor.

Eskiden bir arkadaşın evine temizliğe gelen tonton bir teyze vardı. Gözü saatte, kulağı buzdolabının üstündeki radyoda koşuşturur, beklenen an geldiğinde elinde toz beziyle oturur ve trans halinde radyoyu dinlerdi. Klasik müzik kanalı 'Orfe'de bir arya çalardı genellikle. Program bitince cüssesinden beklenmeyen bir 'lirik soprano' sesle aryalar mırıldanır ve toz almaya devam ederdi.

Rusya'da sanatı yücelten şey, galiba hiçbir yapmacıklığa yer bırakmaksızın, sıradan insanların hayatının 'ayrılmaz parçası' olması. Bir tiyatro gişesinin önünde uzayıp giden insanların neden beklediklerini bilmeseniz, onları seyre dalsanız, bunun bir 'elektrik faturası ödeme kuyruğu' olabileceğini düşünebilirsiniz. Ya da Puşkin Müzesi'nin yan sokağına kıvrılan yüz metrelik kuyrukta, jilet gibi havaya aldırmadan duranların bir tas bedava sıcak çorba için bekliyor olabilecekleri zannına kapılabilirsiniz.

Bu ülkede eleştirilecek ya da övülecek dünya kadar şey var. Ama sıradan insanların önemli kısmının sanatla olan ilişkisi ve bunun 'doğallığı' ayrı bir övgüyü hak ediyor, hatta kendi hesabımıza içten içe bir kıskançlığı körüklüyor demek farz...


25/09/2005 Radikal

Sovyet coğrafyasında Nasreddin Hoca



Metin Uçar
Pusula-Kompas Dergisi


Türkiye ile Rusya’nın, daha doğrusu eski Sovyet coğrafyasının en güçlü ortak paydalarından birinin de Nasreddin Hoca olduğunu bilen bilir...  Hoca’nın “Bilenler bilmeyenlere anlatsın” kolaycılığına kaçmadan, işin özünü araştıran Metin Uçar, Sovyet ve Rus kaynaklarından ilginç bilgiler derledi. Belki ilk kez duyacağınız Nasreddin Hoca fıkraları dahil!

Modern Türkiye ile Rusya’yı ortak paydalarda buluşturan tarihsel kişilikler üzerine Aziz Nicolas, Aziz George ile başladığımız araştırmamıza en ünlü ‘hoca’ Nasreddin ile devam ediyoruz. Rusça çeşitli edebi eserleri okurken çok sık karşıma çıkmıştır Nasreddin Hoca. Onun hakkında biraz inceleme yapınca oldukça ilginç bir tablo çıktı ortaya. Orta Asya’nın ve Yakın Doğu'nun Müslüman devletlerinde, Arap ve Pers dünyasında, Türkiye’de ve hatta Çin edebiyatında Nasreddin Hoca tarafından dile getirildiğine inanılan binlerce fıkra anlatılır. Bu fıkraların esprinin yanı sıra bilgelik dolu mesajlar ilettiği bilinir. Nasreddin Hoca’nın bilindiği ve saygı gördüğü ülkelerin birçoğu eski SSCB kapsamında olduğu için Rusya’da tanınan bir kişiliktir. Onun hakkında yazılmış kitaplar, çekilmiş filmler ve çizgi filmler mevcuttur. Rusya’nın tarih ve doğu üzerine araştırmacılığı burada da kendini göstermiştir. Nasreddin Hoca’ya ait 1238 fıkra ve özlü hikaye Rusça’da bir külliyat halinde bir araya getirilmiştir ki en büyük toplama eserler arasındadır. Böyle geniş bir coğrafyada bilinen Nasreddin Hoca’yı araştırmak boynumuzun borcu oldu. Bakın Türkiye dışında "Nasreddin Hoca’yı nasıl bilirdiniz?" sorusuna Rusya’dan ne cevaplar var.
 
Rus kaynaklarına göre Nasreddin Hoca’nın gerçekten yaşamış bir kişilik olduğu konusu tartışmaya açıktır. Nasreddin Hoca’nın nerede ve hangi tarihte doğmuş ve yaşamış olduğu konusunda da çok değişik bilgiler mevcuttur. Türkiye’de Akşehir’de uzun yıllar yaşadığına inanılır. Herhangi bir tarihleme yapmak için Nasreddin Hoca fıkraları esas alınarak bazı araştırmalar yapılmasa da kesin bir belge veya kayıt mevcut değildir. Yine de kişiliği ve fıkraları ile bir Nasreddin Hoca gerçekliği söz konusudur ve birçok yerde tanınan, saygı duyulan bir kişidir. Bazı araştırmacılar Nasreddin Hoca fıkralarının 13. yy’da ortaya çıktığını savunmaktadırlar. Ünlü Rus Türkoloğu V.A. Gordlevskiy Nasreddin Hoca tiplemesinin Cuhi adı etrafında Araplar tarafından anlatılan fıkralar şeklinde oluştuğunu, daha sonra Selçuklulara ve Türklere geçtiğini yazar. 

Bazı diğer araştırmacılar ise bu şekilde bir bağlantılar zinciri kurmadan her halkın edebiyatında Nasreddin Hoca gibi keskin zekalı ve dilli kahramanların olabileceğini savunurlar. Nasreddin Hoca ile ilgili ilk fıkralar 1480 yılında Türkiye’de yazılan Saltukname’de ortaya çıkar. Daha sonra Cami Ruma’nın yazarı yazar ve şair Lami tarafından XVI. yy’da tekrar kaleme alınır. Daha sonra P. Millin’in ‘Nasreddin ve karısı’, Gafur Gulyam’ın ‘Kiraz çekirdeğinden tespih’ adlı romanlarını görmekteyiz. Nasreddin Hoca fıkraları Rusya’da ilk defa Dmitriy Kantemir elinden kaleme alınmıştır. Dmitriy Kantemir 1. Petro’nun yanına kaçmış bir Moldavya’lıdır. Yazdığı Türkiye Tarihi adlı eserinde Nasreddin Hoca’nın üç fıkrasına yer vermiştir.

Rusça’da Hoca Nasreddin olarak bilinen bizim hocanın Nasreddin Efendi, Molla Nasreddin, Afandi, Anastratin, Nesart, Nasır, Nasr Ad Din şeklinde kullanılan isimleri de mevcuttur. “Hoca” lakabı ilk önceleri sufi eğitmenler için kullanılmış, daha sonra din konusunda bilgili kişilere verilen saygı ünvanı haline gelmiştir. Nasreddin adı ise Arapçada ‘Dinin zaferi’ anlamına gelir.

Nasreddin Hoca konusunda araştırma yapan uzmanların birleştiği bir nokta vardır. O da Nasreddin Hoca’nın en derinlemesine Türkiye’de yer ettiğidir. Buna göre klasik, orijinal Nasreddin Hoca tiplemesi bugün Türkiye’de bilinendir. Türkiye’de Nasreddin Hoca’nın Hicri Takvime göre 605 (1208) tarihinde Eskişehir’e bağlı Hortu’da Dünya’ya geldiği ve Hicri Takvime göre 683 (1284) yılında Akşehir’de öldüğü kabul edilir. O döneme ait bazı belgelere göre gerçekten de babası imam Abdullah olan bir Nasreddin yaşamıştır. Nasreddin eğitimini Konya’da almıştır, Kastamonu’da çalışmış ve Akşehir’de ölmüştür. Hoca Nasreddin Türbesi bugün de ziyaretçilerin akınına uğramaktadır. Türbesinde bulunan yazıtta 386 yılında vefat etti diye yazar. Halk arasında ünlü nükteci Nasreddin Hoca’nın türbesi de kendisi gibidir, ölüm tarihini tersinden okumak gerekir söylencesi dolaşır.

Şimdi gelelim Rus dünyasında Nasreddin Hoca ile ilgili bir kaç ilginç tespite. L.V. Solovyev tarafından yazılmış olan ‘Huzuru Bozan’ adlı kitapta verilen bir Nasreddin Hoca fıkrası, daha sonra bu kitaptan uyarlanarak çekilen “Nasreddin Buhara’da” adlı filmde de yer alır. 
Nasreddin günün birinde Buhara Emiri ile bahse girer. Nasreddin Allah’ın kelamını eşeğine öğretebileceğini, ve eşeğin bu konuda en az Emir kadar bilgili olacağını iddia eder. Bunu gerçekleştirmek için bir kese altın ve yirmi yıl süre ister. Eğer iddiasını ispta edemezse kellesi gidecektir. Ancak Nasreddin muhtemel cezadan pek de korkuyora benzemez: “Ne de olsa yirmi yıl. Üçümüzden biri mutlaka ölür o zamana kadar. Ya emir, ya eşek ya da ben. Ondan sonra otur anla üçümüzden kim daha iyi bilirdi Allah’ın kelamını!”.

Nasreddin Hoca sadece akıllarda, kitaplarda, filmlerde kalmamış onun adına anıtlar da dikilmiştir. Bu anıtlardan biri Özbekistan, Buhara şehrinde, Diğeri Moskova’da, üçüncüsü de Sivrihisar, Hortu kasabasında bulunur. Moskova’daki heykeli Yartsevskaya Sokak, 25A adresinde bulunan binanın yanındadır ve 1 nisan 2006’da açılmıştır. 1 Nisanın Dünya Mizah Günü olarak Rusya’da da geniş bir şekilde değerlendirildiğini hatırlayalım. Televizyonda veya gazetede mutlaka bir kaç 1 Nisan şakası karşınıza çıkar. Bu bakımdan Nasreddin Hoca anıtının açılış tarihi bir tesadüf değildir.

Nasreddin Hoca hakkında Rusya’da yayınlanmış eserlere bir göz atacak olur isek karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:
-           Nasreddin Hoca Fıkraları. V.A. Gordlevski’nin Türkçeden çevirisi. 1957, Doğu Edebiyatları Yayınevi
-           Molla Nasreddin Fıkraları Y. Granin’in Azerbaycanca’dan çevirisi. 1962, Bakü AzSSC BA Yayınları
-           Hoca Nasreddin’in maceraları Özbekçe’den çeviri. A. Rahimi ve M. Şeverdin. 1970
-           Yirmidört Nasreddin Hoca. M.S. Haritonov’un makalesi. 1986, Nauka yayınevi.
-           Hoca Nasreddin fıkraları, 1997, Fair Ajansı. 368 sayfa.
-           Leonid Solovyev. Hoca Nasreddin Hikayesi
1 Nisanda açıldığını belirttiğimiz Moskova’daki Nasreddin Hoca heykeli, hocanın eşeği yüzünden Moskova’lılardan tepki almıştır. Çünkü heykel kompozisyonunda yer alan eşek, “Şrek” filmindeki Eşek’in neredeyse kopyasıdır. Genel olarak Nasreddin Hoca’yı en iyi anlatan heykel kompozisyonunun Türkiye’deki olduğuna inanılır.

Nasreddin Hoca hakkında yazıp da fıkralarına yer vermemek olmaz. Ancak bu fıkraların bir özelliği olacak. Belki de ilk defa Rusça Nasreddin Hoca fıkralarını Türkçe çevirisinden okuyacaksınız.
 
Yarıya/yarı
Mahkemeye çıkarılan Nasreddin, restoranda çalışırken tavuk köftelerine at eti kattığı iddiası ile yargılanmaktadır.
-           Hangi oranlarda karıştırıp kıyma yapardın – diye sorar kadı.
-           Yarıya yarı sayın kadı – diye cevap verir Nasreddin.
Mahkeme sonrasında eve dönerlerken arkadaşı Nasreddin’e sorar: Kadıya yarıya yarı derken ne demek istedin?
-           Bir tavuğa bir at.

Nasreddin ve öğrencisi

Bir gün Nasreddin’in evine öğrencisi olmak isteyen biri gelir. Ev soğuktur ve karısının sıcak bir  çorba vermesini beklemektedir. Üşüyen ellerini ısıtmak için üfleyip durmaktadır. Öğrenci adayı sufilerin her hareketinde gizli bir aman olduğunu bildiği için sessiz bir şekilde onu izlemektedir.
- Hocam neden böyle yapıyorsunuz?
- Isınmak için tabii ki.
Bir süre sonra karısı sıcak çorbasını getirir. Hoca bu sefer de çorbayı üfleme başlar.
- Hocam neden böyle yapıyorsunuz? – diye sorar öğrenci adayı. 
- Çorbayı soğutmak için -  diye cevap verir Hoca. 

Öğrenci adayı başka bir şey söylemeden sessizce evden ayrılır. Çünki aynı hareketi değişiklik sonuçlara varmak için yapan birine güvenmek olmaz diye düşünmektedir.

Ayın yararı

Nasreddine sormuşlar:
-           Güneş mi daha faydalıdır, ay mı?
-           Bu da sorulacak soru mu? Güneş gündüz aydınlıkken doğar. Oysa Ay karanlık gecelerde Dünya’yı aydınlatır. Tabii ki Ay bin kere daha faydalıdır.

Kaçakçı

Nasreddin her gün sınırdan içi saman dolu sepetler taşımaktadır. Herkesin dilinde Hoca’nın kaçakçılık yaptığı bilinirmiş. Gümrük görevlileri de her seferinde neyin kaçakçılığını yaptığını anlamak için baştan aşağı ararlarmış hocayı. Bazen Hoca’nın tüm yükünü yaktıkları bile olurmuş Ama hiç bir şey bulamazlarmış. Hoca ise her geçen gün zenginleştikçe zenginleşmekteymiş. Öyle ki bir süre sonra başka bir ülkeye taşınmış. Yıllar sonra karşısına çıkan eski bir gümrük görevlisi sormuş:

-           Hoca artık bir şey saklamana gerek yok. Söyle Allah aşkına yıllarca neyin kaçakçılığını yapmıştın da bir türlü seni yakalayamamıştık?
-           Eşek ticareti.

Dişi sinek
Nasreddin Hoca bir gün sinek avlarken karısına iki sinek vurdum, biri dişi, öteki erkek sinek idi der.
Karısı şaşırır ve sorar: Hangisinin dişi, hangisinin erkek olduğunu nasıl anladın?
-           Dişi olan aynaya konmuştu.

Kısa

Bir gün Nasreddin Hoca’ya bir bayram vesilesi ile şehirde konuşma yapmasını rica etmişler. Hoca yedi gece yeni gün uğraşmış ve yedi sayfa konuşma yazmış. Bayram günü gelmiş hoca konuşma yerine çıkmış. Hoca yedi sayfalık konuşmasını yedi saatte tamamlamış. Sonradan da halka sormuş:
-           Ey ahali, konuşmam hoşunuza gitti mi?
-           Sonu iyiydi – diye cevpa vermiş halkın arasında uykuya dalmayan bir kaç kişi. – Ama başını unuttuk.
-           O zaman hatırlatayım – diyen hoca başlamış konuşmasının başını yeniden okumaya.
-           Başı çok iyiydi – cevap vermiş ahali. – Ama sen okurken bu sefer de sonunu unuttuk.
Hoca o zaman böyle konuşmalar yapmanın faydasız olduğunu anlamış ve o günden sonra da sadece kısa fıkralar yazmaya başlamış.


Rusça’dan derleyen Metin UÇAR

26 Mart 2015 Perşembe

Rus Sinemasının 5 Yönetmeni ve Efsanevi Filmleri


Selin Karakurt

Kaynak: 
http://www.moskovalife.com/ ,
http://www.kadrajsinema.com/

Rusya sineması, aslında Sovyet Rusya demek daha doğru olur ki zamanın filmleri efsaneleşmiş ve günümüzü aşmıştır. Şimdilerde ticaret anlayışı içinde ilerleyen bu sektörde konuşma sırası Rusya’ya pek gelmiyor gibi. Yıllar önce topraklarından çıkan dehaların filmlerinin meyvelerini belki daha hala yemekteler. 

Rus Sinemasının seveni ve anlayanı olduğu gibi bu sinemayla hiç tanışma fırsatı yakalayamayan sinemaseverler de var. 

Bizde farklı diller ve anlatımlar arayışı içinde olan izleyicilere Rus yönetmenlerin filmlerinden örnekler sunuyoruz.

1-Andrey Tarkovski (1932-1986)

Offret/Kurban – 1986
Offret, Tarkovski’nin son filmi olma özelliğinin yanı sıra, diğer filmlerine nazaran daha sade bir anlatıma sahip varoluşçuluk düşüncesine dair ipuçlarının olduğu, sanatsal anlamda yaratıcılığını sonuna kadar kullandığı filmdir. Yönetmen bu filmi ile insanların kendisine biraz daha yaklaşmasına izin vermiş gibi.

Stalker/İz Sürücü – 1979
İnsanı aşan bir dille – Bu ‘Bölge’ ye girmek yasaktır!

2-Sergei M. Eisenstein (1848-1948)

Bronenosets Potemkin/Potemkin Zırhlısı – 1925
Film kendi içinde  kocaman bir devrim barındırır. İzlemeden önce filmi anlamak adına ve filmin ehemmiyeti açısından küçük bir araştırma yapmak yararınıza olacaktır.

Ivan Groznyy/Korkunç Ivan – 1944
Üç bölümden oluşan film, zamanında Stalin nişanı ile ödüllendirmiş fakat 2. bölümün anlatıldığı film politik nedenlerden dolayı devlet tarafından onaylanmamış, Stalin tarafından reddedilmiştir.

 3-Nikita Mikhalkov (1945- )

12 – 2007


Bir cinayet davasını konu alan film, izleyicisine Çeçen-Rus vahşetinden de örnekler sunuyor.

Utomlyonnye Solntsem/Güneş Yanığı – 1994
Film, devrime tüm kalbi ile bağlı, idealist bir Albayın ailesi ile beraber yazlık evlerinde sakin geçen bir gününü anlatır. Aynı zamanda film Cannes Film Festivali’nde ”Jüri Büyük Ödülü’nü” ve ”Yabancı Dilde En İyi Film Akademi Ödülü” kazanmıştır.


 4-Andrey Konchalovskiy (1937-)

 Duet For One/Tek Kişilik Düet – 1986
Ünlü kemancı Julie Andrews MS hastalığına yakalanmıştır ve orkestra arkadaşları ile konser hazırlığındadırlar, fakat bazı şeyler ters gitmektedir.

Dom Durakov/Deliler Evi – 2002
Çeçenistan sınırında bir klinikte tedavi gören Janna, klinikteki vaktini hastalara akordiyon çalarak geçirmektedir. Savaş ortamından yalıtılmış halde yaşayan bu insanlar bir gün beklenmedik bir olayla baş başa kalır.


 5-Aleksandr Sokurov (1951- )

Mat i Syn/Anne ve Oğul – 1997
Ağır bir akışa sahip film, bir anne ve oğlu arasındaki hayat boyu süren bağı ve ilişkiyi anlatır.

Russkiy Kovcheg – 2002
Seyirciye Rus Kültürü ile ilgili fikirler veren film, tek planda çekilme özelliği ile bir ilktir.


24 Mart 2015 Salı

Gogol’dan hayata ışık tutan 15 söz


Kaynak: http://www.rusyam.com/

Rus edebiyatına ilgilisi olanlar onu Ölü Canlar’dan tanır. 
Dostoyevski, Çehov gibi dünyaca ünlü Rus yazarların “Hepimiz onun paltosundan çıktık” sözünün muhatabı, kısa öykülerin babası Gogol’un hayata ışık tutan 15 sözünü sizlerle paylaşıyoruz:

-Çarpık bir buruna değil, sakat ve sahte bir ruha gülelim.

-Gördüğün şey hoşuna gitmiyorsa aynayı suçlamanın manası nedir?

-Elveda çocukluk, elveda oyunlar, her şeye, her şeye elveda!

-Dünya kadar paran olacağına konuşup anlaşabileceğin bir tek dostun olması daha iyidir.

-Bizim ülkemiz yabancılardan değil, bizden ve kendi davranışlarımızdan zarar görüyor.

-İnsanın her şeyden bezmesi modern bir hastalıktır. Eskiden kimse bunu bilmezdi.

-Tatlı bir sohbet yemeklerin en iyisinden de daha iyidir.

-Bazı insanlar bir eşya bile değil, bir eşyanın üzerinde bir leke veya bir benek gibi dururlar.

-Evin içinde sıkıntıyla yürüyüş. Bir odadan diğerine giriş. Düşünmenin zulmü altında geçen bir yaz.

-Bu gürültülü dünyayı ve dünyanın baştan çıkarıcı şeylerini unutun. Bırakın o da sizi unutsun. Dünyada barış yoktur.

-Her şeye aldırmamalı insan. Dünyada hakaret etmeyen insan bulunmaz ki.

-Bilmediğini açıkça söyleyen insan, bilmediğini biliyormuş gibi görünen ve her şeyi ağzına yüzüne bulaştıran ikiyüzlüden daha değerlidir.

-Yeryüzünde garip şeyler, pek çok neşeli görüntüler bile üzerinde uzun uzadıya durulunca hüzne bürünür…

-Ölüm olmasaydı hayat bütün güzelliğini kaybederdi.


-Bir merdiven çabuk bir merdiven getirin. Son sözleri.

Türkiye'den neden Sovyetolog çıkmadı?


Kaynak: http://www.medyagunlugu.com/

Sovyetoloji yani SSCB tarihi-ekonomisi ve politikası uzmanlık dalı ile bunun uzmanı kişi yani Sovyetolog nedir sorularının yanıtını en iyi veren örnekler elbette Avrupa başta olmak üzere Batı dünyasından çıkmıştır. 90'ların 2. yarısında dahi Türkiye'de Sovyetler Birliği (SB) üzerine yazılmış ciddi ve elle tutulur akademik, bilimsel veya en azından ideolojik anlamda doğru düzgün tek bir eser henüz yoktur. Tam da bu yıllarda Paris'te, şehrin birkaç katlı ve katları arasında yürüyen merdiven çalışan kitapevinde yalnızca SB üstüne kaleme alınmış spesifik kitaplardan oluşan pavyonun onlarca metrekare alanı kapladığını görmek beni hayretler içinde bırakmıştı. Nitekim Alman komünisti ve ünlü Sovyetologlardan Willi Dickut'un "Sovyetler Birliği'nde Kapitalizmin Restorasyonu" adlı ünlü eserini ta 1974 yılında yayınladığı düşünülürse; William Bill Bland, Kurt Gossweiler gibi Alman ve İngiliz Sovyetologların SB konusunda çok detaylı ve değerli çalışmalarını henüz 1960'lı ve 1970'li yıllardan itibaren verdikleri gözetildiğinde bu o kadar da şaşırtıcı değildi. Almanya'da kütüphanede "80'li yıllarda Sovyet Mafyası" adlı Amerikalı bir yazarın kitabını gördüğümde ABD'de Sovyetolojik araştırmaların ne kadar dallanıp budaklandığını anlamıştım. Bu gibi örnekler kat be kat çeşitlendirilebilir. 

Peki tam olarak nedir Sovyetoloji ve Sovyetolog?...

Sovyetoloji; başından sonuna değin bir bütün olarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin siyasi, ekonomik, diplomatik, toplumsal, sanatsal, kültürel ve popüler tarihçesi; temel bilim ve sanat dalları üzerine yapılan tüm bilimsel, akademik ve entelektüel yazınsal çalışmaların bütünüdür. Buna aday adayı olacak kişi veya kişilerin en başta Rusça kaynakları okuyacak dilsel yetkinlikte olmaları zorunludur. Bunun dışında, ikincil ve üçüncül Avrupa kaynaklarını takip edebilmek için de; en azından Fransızca, Almanca ve İngilizce gibi Avrupa lisanlarını en üst seviyede bilmek de Sovyetologluk için olmazsa olmaz koşullardandır. Yine Sovyetoloji sahasında özel bir dal üstünde çalışabilmek için son dönem Çarlık Rusyası ile, yakın dönem araştırmacıları bakımından da Post-Sovyet devri yani Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) tarihi ve sosyal yapısını asgari ölçüde bilmek de gerekmektedir.   

ÇAKMA VE YAKIŞTIRMA 'SOVYETOLOG'LAR

Türkiye kökenli olup da Sovyetolog havalarında ortalarda dolanmış veya o şekilde sunulmuş kişiler 2 gruba ayrılmaktadır. 1- Enver Altaylı gibi bazı Soğuk savaş dönemi MİT görevlileri. Bunlar doğaları gereği SB ve sosyalizm karşıtı oldukları gibi Rusya ve Rus tarihi karşısında da aşağılık kompleksi içinde debelenen ve Kuzey Avrasya jeopolitiğinin söz konusu tarihsel kesitini sadece Türk halkları ve Türklerin tarihini merkeze koymak kaydıyla ele almış olanlardır. Eşyanın tabiatı gereği, bir kişinin SB ile asgari bir siyasi, duygusal veya yaşamsal yakınlığı bulunmadan onun bilim insanı veya araştırmacısı olamaz. Bu durum; Küba Devrimi, Fidel Castro veya Che Guevara düşmanı milliyetçi ya da mukaddesatçı birinin kalkıp da Küba'ya turistik-kültürel gezi düzenlemesine benzer. İkinci grup ise, kendilerine bu sıfatın esas olarak sol-sosyalist birikim ve derinliklerinden dolayı yakıştırıldığı Yalçın Küçük, eski TKP genel başkanı Zeki Baştımar gibi Türkiye Solu'nun simge figürlerinden oluşmaktaydı. Ne var ki Yalçın Küçük gibi aydınlar sanılanın aksine orijinal Rusça kaynakları üst seviyede okuyacak vasfa sahip olmamaları bir yana, Sovyet ülkesinde de yeterli süre ikamet etmiş değillerdi. Sovyetler'de hem yüksek öğrenim hem yaşam deneyimi olan hem de Rusça başta olmak üzere belirli Avrupa dilerine akıcı biçimde vakıf olan Zeki Baştımar gibi bir avuç sosyalist-devrimci siyasinin ise söz konusu alanda özel bir eseri yayınlanmadı.    
SOVYETOLOG ADAY ADAYLARI

Sovyetoloji alanında evrensel çıtada araştırma yapabilecek kişi veya kişilerin Sovyet toplumunda minimum bir yaşam veya uzun süreli seyahat tecrübesi olması gerekir ve tercih edilir. 90'lara kadar yani Soğuk Savaş döneminde Türkiye'den SSCB'ye giden veya gidebilen bir elin parmağını geçmeyen sayıda kişi: 1- TKP bağlantısıyla öğrenci veya mülteci olarak gidenler (Örnek: Ahmet Ümit) 2- Kuzey Kafkas kökenli olup, soy akraba bağlantılarını bir şekilde kullanmak suretiyle doğu tarafından çıkış yapanlar 3- 80'lerin ikinci yarısında SB'de ilan edilen liberalizasyon programı paralelinde Türkiye menşeli firmaların sahip, temsilci veya çalışanları (Misal: Enka'nın girişi 1988). Bu 3 damardan da bir Sovyetolog yetişmemiştir. 1990'lı senelere gelindiğindeyse, henüz Sovyet ülkesi tam anlamıyla yağmalanmadan ve eski dönem hava ve aurası daha tazeyken; maddiyat, organizasyon ve perspektif sorunları yaşayan sol sosyalist yapılar, söz konusu destinasyona herhangi bir temsilci göndermek veya bölgede kadro oluşturmak olanağı yaratamamışlardır.
Bir diğer bir taraftan düşünün ki, Türkiye'nin tüm 90'lı yıllar boyunca elle tutulur biricik Rusya ve BDT muhabiri, Milliyet Gazetesi'nin temsilcisi Cenk Başlamış'tı. Onun değerli röportaj, izlenim ve haberleri her şeye rağmen belli bir eksikliği giderse de; kendisi birikim, gözlem ve lisan bilgisini kitabi yazınsal tarafa yansıt(a)mamıştır. Ardından gelen Hakan Aksay ve Nerdun Hacıoğlu da bir Türkiye klasiği olan, 10 metrekarelik odadan 22 milyon kilometrekarelik coğrafyanın muhabirliği yapmaya soyunarak bu açıdan sınıfta kalmışlardır. Üstüne üstlük Hacıoğlu, Türk devletinin ve batının jargonları ve gözüyle Moskova'dan bildirmeyi sürdürüyor!.. Türkiye'nin Sovyetoloji alanında kendi bağrından çıkaramadığı kişi ve kişilerin eksikliğini seneler sonra 'çeviri kolaycılığı' ile bir takım yayınevleri gidermeye çalışmaktadır 

Okay Deprem
odeprem@mail.ru

24.3.2015

Bu yazı ilk olarak Evrensel Gazetesi'nde yayınlanmıştır. Medya Günlüğü yazıyı yayınlamak için yazardan izin almıştır. Yazının orijinali için:

Bir Çehov öyküsü: "Memurun Ölümü"


Kaynak: http://www.moskovalife.com/

Bir gece mümeyyiz İvan Dimitriç Çerviyakov ikinci sıra koltuklardan birine oturmuş dürbünle "Kornevil Çanları" nı seyrediyordu. Çerviyakov seyrediyor, mutluluğun en yükseklerine ulaştığını duyuyordu. Derken birdenbire. Hikayelerde bu "Derken birdenbireler"e sık sık rastlanır. Yazarların hakkı var: Yaşam beklenmedik şeylerle öylesine dolu ki... Derken birden bire yüzü buruştu. Gözleri kaydı, soluğu kesildi. Dürbünü gözünden ayrıldı, eğildi ve... Hapşuuu!.. diye aksırdı.

Bildiğiniz gibi aksırık hiçbir yerde hiç kimseye yasak edilmemiştir. Köylüler de aksırır, emniyet amirleri de aksırır bazen danışmanların bile aksırdığı olur. Herkes aksırır. Çerviyakov hiç de bozulmadı, mendili ile ağzını burnunu sildi, nazik bir insan gibi kimseyi rahatsız edip etmediğini anlamak için çevresine bakındı. Ve hemen utanmak zorunda kaldı. Önünde birinci sırada koltuklardan birinde oturmakta olan yaşlı bir beyin, kafasını ensesini eldiveni ile dikkatle silmekte olduğunu, bir şeyler mırıldandığını gördü. Çerviyakov ihtiyarın ulaştırma bakanlığında çalışan sivil generallerden Brizjalov olduğunu tanımakta gecikmedi.

- Adamın üstünü başını berbat ettim, diye düşündü. Gerçi benim amirim değil yabancı ama ne de olsa hoş bir şey değil. Özür dilemeliyim. Çerviyakov, öksürdü, gövdesini biraz ileri doğru verdi, generalin kulağına:
- Af buyurun efendimiz, diye fısıldadı. Üstünüzü başınızı berbat ettim. İstemeyerek oldu.
- Zararı yok, zararı yok!...
- Allah rızası için af buyurun. Ama ben, böyle olmasını istemezdim.
- Ama oturunuz rica ederim. Bırakın da seyredeyim!...


Çerviyakov utandı, alık alık sırıttı, sahneye bakmaya başladı. Tiyatroyu seyrediyor ama zevk duymuyordu. İçini bir kurt kemirmeye başlamıştı. Perde arasında Brizjalov'a yaklaştı, yanıbaşında yürüdü, ürkekliğini yenerek mırıldandı:
- Efendimiz üstünüzü başınızı berbat ettim. Af buyurun. Oysa ben... Hiç de böyle olmasını istemiyordum. General:
- Yeter artık canım, ben onu unutmuştum bile, oysa siz boyuna tekrarlayıp duruyorsunuz, diye söylendi.


Alt dudağını da hızlı hızlı oynatmaya başladı. Çerviyakov kuşkuyla generale bakarak "Unutmuş ama gözleri hain hain bakıyor, konuşmak bile istemiyor" diye düşündü. "Bunun bir doğa yasası olduğunu kendisine anlatmalıydım. Yoksa herif tükürmek istediğimi sanabilir" Çerviyakov eve gelince ettiği kabalığı karısına anlattı. Karısı görünüşe göre olup biteni pek de umursamadı. Yalnız korktu ama Brizjalov'un bir "yabancı" olduğunu öğrenince rahat bir nefes aldı:
- Neyse sen yine de gidip ondan özür dile, dedi. Sosyete hayatında nasıl davranılacağını bilmediğini sanabilir.
- Bütün sorun işte burada ya! Ben özür diledim ama o biraz tuhaf davrandı.


Akla yatkın bir söz söylemedi. Hoş konuşmaya da vakti yoktu ya. Ertesi gün Çerviyakov yeni üniformasını giydi, tıraş oldu, meseleyi Brizjalov'a anlatmaya gitti. Brizjalov'un bekleme odasına girince orada birçok ricacılar bunların arasında da ricacıların dertlerini dinlemeye başlamış olan Brizjalov'u gördü. General birkaç ricacının derdini dinledikten sonra gözlerini Çerviyakov'a kaldırdı. Mümeyyiz:
- Dün gece Arkadi' de... diye anlatmaya başladı, eğer hatırlarsanız efendimiz aksırmış ve... İstemeyerek üstünüzü başınızı berbat etmiştim.
Af...
Sivil general:
- Ne saçma şey... Aman ya rabbi, diye mırıldandı ve bir başka ziyaretçiye dönerek:
- Siz ne istiyordunuz, diye sordu.


Çerviakov sarardı. "Konuşmak istemiyor" diye düşündü. "Demek ki kızıyor. Hayır, bunu böyle bırakmamalıyım... Ona anlatmalıyım." Sivil general son ricacı ile konuşmasını bitirip çalışma odasına yürüyünce Çerviyakov' da arkasından yürüdü.
- Efendimiz, diye mırıldandı. Efendimizi rahatsız etmek cesaretinde bulunuyorsam bu sadece içimdeki pişmanlık duygusundan ileri geliyor. Siz de bilirsiniz ki efendim isteyerek yapmadım. Sivil general ağlamaklı, suratını astı, elini sallayarak.
- Ama siz benimle düpedüz alay ediyorsunuz! dedi. Kapının arkasından kayboldu.


Çerviyakov evine giderken şöyle düşündü: "Bunda hiç bir alay yok. Bir türlü anlamıyor, bir de general olacak. Öyle ise artık ben de bu palavracıdan af maf dilemem. Canı cehenneme! Ona bir mektup yazarım. Ama bir daha gitmem, vallahi gitmem. Çerviyakov evine giderken böyle düşünüyordu. Generale mektup yazmadı. Ertesi gün kendisinin gidip işi anlatması gerekirdi. General sorgu dolu gözlerini ona diktiği zaman Çerviakov:
- Dün efendimizi buyurduğunuz gibi alay etmek için rahatsız etmeye gelmemiştim. Aksırırken üstünüzü başınızı berbat ettiğim için özür dilemeye gelmiştim. Alay etmek benim ne haddime? Bizler alay etmeye kalkarsak o zaman, efendime söyleyeyim, insanlara saygı kalır mı? Mosmor kesilen sapır sapır titreyen general birdenbire:
- Def ol!... diye bağırdı.
Dehşetinden kireç gibi olan Çerviyakov bir fısıltı halinde:
- Ne buyurdunuz? diye sordu. General ayaklarını yere vurarak:
- Def ol!...diye tekrarladı.


Çerviyakov'un karnında bir şeyler koptu. Hiçbir şey görmeden geri geri kapıya gitti, sokağa çıktı, yürüdü. Bir makine gibi evine gelince üniformasını çıkarmadan kanepeye uzandı ve...
Öldü.


1883
Çeviren: Hasan Ali Ediz, "Çehov Toplu Eserler"

20 Mart 2015 Cuma

EN İYİ 5 OTANTİK LEZZET


Kaynak: http://www.cokgezenlerkulubu.com/

Bambaşka bir lezzet deneyimine hoş geldin. Çünkü otantik Rus mutfağı, dereotu ile terbiye edilmiş hafif salatalar, tereyağlı nefis siyah ekmekler, kaburgadan sıyırılarak hazırlanmış etler ve tabi ki borç çorbası ve prozhki ile benzersiz bir deneyim sunuyor. Moskova’nın yerel bir restoranına gittiğinde sipariş verebilmenin en iyi yolu; geleneksel Rus yemeklerini biraz olsun tanımaktan geçiyor.

Borş (Борщ-Borshch)Çorbası: Pancardan bu kadar iyi bir yemek çıkabileceği hiç aklıma gelmezdi. Borş çorbası ile karşılaşıncaya kadar. İşte Ruslar'ın en sevdiği, en gurur duyduğu ve içmeye doyamadığı çorbası. Çorba rengini, kokusunu ana maddesi olan pancardan alsa da içine giren karnıbahar, Brüksel lahanası gibi diri sebzeler; ekşi krema ve pancar ile harmanlandığında ortaya eşsiz bir çorba deneyimi çıkıyor. Şehirdeki en iyi Borshch için: Kızıl Meydandaki GUM Alışveriş Merkezi’nin içine dal, 3. Katın, 3. Pasajında seni Moskovalılar'ın çok tercih ettiği, ucuz ve self servis bir kantin bekliyor. İsmi ¨Stolovaya No:57¨.  

Pirajki (Пирожки-Pirozhki): Hemen her yerel lokantada, her sokak arasında rastlayabileceğin minik Rus poğaçaları. Elde açılan hamurun içine, kimi zaman patates, kimi zaman kıyma, kimi zaman da peynir doldurup bazen de ince kıyım otlar ile zenginleştirerek fırınlıyorlar. Şehirdeki en iyi 
Pirajki Petrovka Caddesi No:21/2 adresinde, kendi peynirini kendi yapan, kendi sebzesini kendi yetiştiren stilize görünümlü otantik Rus lokantası ¨DODO¨da. Bahar ve yaz aylarında gidersen güzel bir de terası var.
  
Blini (Блины): Ruslar tüm dünyada ¨pan cake¨ ya da ¨krep¨ olarak adlandırılan hamur işine ¨blini¨ ismini vermiş. Şık ve pahalı bir restorandaysanız karides ya da havyarla; yerel küçük bir lokantadaysanız peynir ve soğanla servis ediyorlar. Tatlı olarak reçel ve çikolata ile servis edilenleri de mevcut. Bir restorana gittiğinde garsonla dil problemi yaşayacak olursan en garantisi blini sipariş etmek! Şehirdeki en iyi blini için: Barbados’tan Courchevel’e dünyanın bir çok ülkesinde bar ve restoran yatırımı bulunan Ginza Project’in; Moskova’daki mütevazi ve otantik lokantası Mari Vanna'ya gitmen gerekiyor. Somonluyu tavsiye ederim (Spiridonevskiy Caddesi No:10 A).  

Pelmeni (Пельмени)Bir nev’i Rus mantısı. Yumuşacık ve bol malzemeli. Hamuru yine elde açılıyor. İçine isteğe göre minicik köfteler veya peynir ya da lahana dolduruluyor. Kaynar suda haşlanıp üzerinde et suyu ve tereyağı gezdirilen servis tabağına alınıyor.  Masaya, bizim süzme yoğurdu andıran lezzetli bir ekşi krema ile servis ediliyor.  Pelmeni anlatılmaz, yaşanır. Şehirdeki en iyi Pelmeni: ¨Beryozka¨, kesinlikle Moskova’nın en iyi pelmeni barı! Kentin doğusunda, Taganskaya Metro durağında inerek de ulaşabileceğin; Nikoloyamskaya Caddesi 29 numarada yer alan bu tipik Rus restoran ve barı, aynı zamanda binbir çeşit Rus birası da servis ediyor.  

Şaşlık (шашлы́к-Shashlyk): Al sana bizim şiş kebaptan devşirme Rus kebabı. Üstelik bizim mutfağımıza da ¨şaşlık¨ olarak geçen, baharatlı sirke içinde bekletilerek marine edilen, koyun etinden yapılan bir çeşit şiş kebap şaşlık! Moğolların 200 yıllık Rusya'yı istilasından Ruslar'a ve Ukraynalılar'a kalan bir miras. Pek çok restoranda yanında haşlanmış sebze ya da röşti patates ile servis ediliyor. 

Şehirdeki en iyi Pelmeni: Şehrin en işlek caddelerinden biri olan Arbat üzerindeki ¨Moo-Moo¨ (Rusça’da My My yazılıyor); turistik olmayan, yerel, mütevazi bir Rus lokantası. Ancak Rusya’da yaşayan Türkler ve expat’lar ve tabii Rus’lar; en iyi kuzu şaşlığı (shashlyk) Moo-Moo’nun servis ettiğini söylüyor (Arbat Cad. 45/23)


15 Mart 2015 Pazar

Dostoyevski’ye geri dönmek



Selim İleri

Öteki, İkiz; Türkçe’ye değişik adlarla çevrildi: Dostoyevski’nin değeri, anlamı, önemi çok sonraları anlaşılmış eserinden söz açmak istiyorum.

Öteki iç dünyamızı algılayabilmeme olanak sağlamıştı. Bu özlü romanı okuyuncaya kadar iç dünyamızın ikiye bölünmüşlüğünden habersizdim diyebilirim. Bendeki ‘öteki’, aslında ‘ikiz’imiz olan öteki Dostoyevski’yle çözümlendi.

Beyaz Geceler’i, Ezilenler’i, İnsancıklar’ı okumuştum. İşin aslı aranırsa, Cinler’e kadar Dostoyevski’nin uçsuz bucaksız merhametli yanıyla ilgilendim. Ama önce Cinler, sonra Budala, karmaşık ruh dünyaları, siyasetten edindikleri yansımalar açısından beni çok ilgilendirdi.

Dostoyevski, dünyayı bir abartılar toplamı olarak yansıtır. Dahası, abartıların ifade edilişinde okurun düş payına fazlaca imkan tanımaz. Budala’da Nastasya Filipovna’nın evini terk ettiği sahne, Cinler’de –tıpkı Öteki’nde olduğunca- rezaletlerle sona eren taşra balosu, Amcamın Rüyası’ndaki her şeyin ortaya döküldüğü son davet, hep, iradenin alınyazısıyla çatışmasıdır.

Daima tutkulu kişilerdir karşımıza çıkanlar. Olanaklarını aşan taşkın isteklerle yanıp tutuşurlar. O kadar ki, bu uğurda kişisel kararları, iradeleri, kendi kendilerine söz verişleri yenik düşer. Ama dıştan bir güç, yazgının doğrultusunda bir sona ulaştırır her birini. Kimileyin bir budala –belki de bir ‘ermiş’- onların ihtiras dolu dünyalarına, bilgeleri andırır suskunlukla katılır. Söylemeye çalıştıkları vardır budalanın, kimse dinlemez. Öyleyken de, hiçbir şey düzelmez, onmaz…

Kişilerin, varoluş sebepleri konusunda pek fazla fikirleri yoktur. Herkes boyuna konuşur. Ama bu konuşmalar, kişisel bir tavır, tercih, seçim yansıtmaz. Herkes birbirinin papağanı olmuşçasına konuşmaktadır…

Dostoyevski, yaşadığı çağda, Çarlık Rusyası’nda büyük bir karmaşa ve anarşi hissediyordu. ‘Olumlu’ olarak tanıtılan kişilere enikonu şüpheci yaklaşır. Bu kişileri yaşamda bütün yönleriyle saptıyor, seziyor, sonra ürküp kenara çekiliyor.

İnsanın değişebilmesini, içinde bulunduğu ortamda, o koşullarda pek de mümkün görmüyor. Olumlu kişiler, çok geçmeden, karanlık yönleriyle belirirler Dostoyevski’nin romanlarında.
Bu durumda, iç gerçekliğin ardına düşmüş romancı için, iç dünyamızı sil baştan ‘açımlamak’, teşrih masasına yatırmak kalabilirdi. Daha başlangıçta, Öteki’de özellikle bu çizgide yürüdü Dostoyevski. Fakat eser edebiyat çevrelerince küçümsendi.

Yeraltından Notlar’a kadar bu çabası anlaşılamadı ve Dostoyevski yirminci yüzyıl romanına yön verdiğini belki de ayırt edemedi.

Derin yaşantılarla yüklü, kişisel, özel deneyimi ona bu çizgide yararlı olacaktı. Mutsuz aile hayatı, karmaşık aşkları, aldatılmaktan aşağılık duygusuna, o kadar yoğun, kaygılı iç dünyası… Sibirya sürgünü, kumardan bir türlü cayamayışı…

Hepsi sıradanmışçasına yaşanıyor, ne var ki içte çağıltılara yol açıyor, sonra da eşsiz romanlara dönüşüyor!

Dostoyevski kişileri, beklenmedik anlarda, içlerindeki ikinci benin etkisiyle hareket ederler. Bu yüzden kendi evinden çıkıp gider Nastasya Filipovna. Onun için Raskojnikof pişmanlıklarla donanır. Prens Mışkin hep boynu büküktür.

“Dinmek bilmeyen bir ıstırap…” diyor Dostoyevski, on dokuzuncu yüzyılın tuhaf Rusya’sında. Kimin zalim, kimin mazlum olabileceğini artık seçemiyor. Dinmek bilmeyen ıstırabı, mutluluk ve kurtuluş için bir çare sayıyor:

“Rus halkının mutluluğunda bile biraz ıstırap olmalıdır, yoksa mutluluk tam olamaz onun için…”

Dostoyevski, bana öyle geliyor ki, yirmi birinci yüzyılın da romancısı.


14 Mart 2015 Cumartesi

Çehov’dan hayat dersi olabilecek 15 söz


Kaynak: http://www.rusyam.com/

-İnsan inandıklarıdır.

-Hayatı anlamak istiyorsan, konuşulan ve yazılanlara inanmayı bırak, gözlemle ve hisset.

-Hayat seni güldürmüyorsa, espriyi anlamadın demektir.

-Birileri arkanızdan konuşuyorsa, onlardan öndesiniz demektir.

-Sen sevdiğin için sakın utanma, bil ki utanması gereken; sevildiğini bildiği halde sevmesini bilmeyendir aslında.

-Kendini yalnız hisseden kimse için her yer çöldür.

-Aşılmasına imkan olmayan hiçbir duvar yoktur.

-Yalan kadar insanı alçaltan bir şey yoktur.

-Eğer sen, kusursuz olsaydın; Başkalarının kusurlarını bulup çıkarmaya bu kadar meraklı olmazdın.

-Kendinden başka kimseye benim diyemezsin, Çünkü sadece yanındadır.

-Sana bir iyi bir de kötü haberim var. İyi haber; henüz ölmedik, Kötü haber; hala yaşıyoruz.

-Anlamaya çalışma. Hayat böyledir işte.. Hep o kıyamadıklarımız kıyar size.

-Hayatınızın sonuna kadar yaşamadıkça talihinizden şikayet etmeyin.

-En tehlikeli insan tipi az anlayan çok inanandır.

-Bana ayın parladığını söylemeyin; bana kırık camdaki parıltıyı gösterin.