Moskova

Moskova

25 Nisan 2016 Pazartesi

Rusya ve Sanat


Hasan Saraç
http://hasansarac.net/

"İçimizden kaç kişi Dinyeper, Don ve Volga’nın nereden doğup nereye aktığını bilir acaba?"

İçimizden kaç kişi Dinyeper, Don ve Volga’nın nereden doğup nereye aktığını bilir acaba? Ya Petersburg’dan Pasifikteki Sahalin adasına kadar uzanan uçsuz bucaksız stepleri aşıp giden dokuz farklı saat diliminden kaçımız haberdardır?

Peki, Rusya tarihi dendiğinde aklımıza ilk ne gelir? On altıncı yüzyılın zalim çarı Korkunç Ivan’ı mı hatırlarız önce, yoksa nedendir bilinmez tüm dünyanın Büyük Petro – Peter The Great adını uygun gördüğü, başkenti Saint Petersburg’a taşıyan bizim Deli Petro’muzu mu?

Romanov hanedanı mıdır? Çarlık Rusya’sını temsil eden, Stalin midir Komünist Rusya’nın sembolü? Bolşevik devriminden sonra çarpışarak Doğu’ya çekilen
Çarlık Rusya’sının Beyaz Ordusu ile Kızıllar birbirini boğazlarken kaç Rus ölmüştü acaba o bozkırlarda?

Politbüro Kremlin’e yerleştikten sonra yüz binlerce insanın sürgün emrini hangi
Komünist Parti Genel Sekreteri verdi kılını bile kıpırdatmadan? Kaç milyon masum insan işini, evini, ailesini, onurunu kaybetti ideallerin ihtirasa yenik düştüğü bir rejim uğruna?

Ruslar dediğimizde kafasına diktiği votka bardağını gürül gürül yanan şömineye fırlatıp atan, yeri göğü titreten kahkahasıyla etrafına korku salan saçı sakalı birbirine karışmış devasa adamlar mı canlanır gözümüzde? Dışarıda lapa lapa kar yağarken birbirleriyle ölümüne Rus Ruleti oynayan gözü kara maçolar mı? Ya da kılıçları bellerinde, heybetli bir duruşla etrafını süzen gaddar savaşçılar mı?

Hoyrat, acımasız çarlık askerleri mi, Troçki’yi dünyanın bir ucunda bulup evinde öldüren KGB ajanları mı, Doğu Avrupa’yı yarım asır demir yumrukla inleten Sovyet liderler mi temsil eder bu koca ırkı?

Peki, nereden çıktı o Aleksandr Puşkin’in, Boris Pasternak’ın, Vladimir Mayakovski’nin kaleminden dökülen dizeler? Hangi topraklarda yetişti Maksim Gorkiler, Vladimir Nabakovlar, Dostoyevskiler, Turgenyevler, Tolstoylar, Çehovlar?

Hangi kudret o büyülü notaları Rimski Korsakovların, Aleksandr Borodinlerin, Sergei Rahmninofların, Boris Çaykosvkilerin yüreğinde demleyip harmanladı?

Anna Pavlova’lar, Galina Ulanova’lar Bolşoy Tiyatrosu’nun sahnesinde bir kuğu gibi nasıl süzüldüler, Rudolf Nureyev’ler, Mihail Barışnikof’lar nasıl asılı kalabildiler havada, yer çekimi hiç yokmuşçasına?

Nasıl oldu da Alekhine, Spassky, Karpov, Kasparov dünya satrancının tacını başlarında taşıdılar bir asır boyu?

Nereden baksak bir başka sırla efsunlanmış bu dünyayı birkaç satıra sığdırmak öylesine beyhude bir çabadır ki! Belki de sırf bu yüzden birçok ülkenin yazarı hakkında portreler yazdım ama bir türlü elim Rus edebiyatı üzerine bir şeyler yazmaya gitmedi ilk başlarda. Cesaret edemedim. Sonra bir de baktım ki zaten birer Rus göçmeni olan birçok yazarın portresini hazırlamışım Edebiyat Haber için! Isaac Asimov, Ayn Rand, Vladimir Nabakov… Hepsi Rusya’da doğmamış mıydı? 

27 Mart 1993 günü İstanbul’dan kalkıp Şeremetova II havaalanına gitmekte olan uçakta ben de vardım. Bir kısmını uzaktan, bazılarını şahsen yakından tanıdığım bir grup turizm yatırımcısı, yöneticisi ile birlikte Moskova’ya uçuyorduk. O güne kadar pek çok ülkeyi gezip görmüş olmama rağmen oldukça heyecanlıydım. Bu kez farklıydı. Hakkında çok şeyler okuduğumuz, yazarlarını, şairlerini, bestecilerini, satranç ustalarını, sporcularını,
politikacılarını uzaktan takip ettiğimiz ama gerçekte hakkında pek az şey bildiğimiz o gizemli ülkeye gidiyorduk.

Arka koltukta seyahat eden bir arkadaşıma hangi otelde kalacağımızı sorduğumda, Mejdunarodnaya (Uluslararası) cevabını almış, böylece ilk Rusça kelimemi de öğrenmiştim. Zaten o yıllarda iş nedeniyle Moskova’ya gelen yabancıların kalabileceği otellerin sayısı iki elin parmaklarını geçmiyordu.

Koltuğuma gömülmüş pencereden dışarıya bakarken gelecekte bu otellerin çoğunda konaklayacağımı, en az yetmiş kere bu uçuş hattında yolculuk edeceğimi nereden bilebilirdim ki. 

O tarihte glasnost ve perestroika’nın mimarı, Sovyetler Birliği’nin sonunu hazırlayan Gorbaçov bir askeri darbe girişimine maruz kalmış, fırsatı değerlendiren Yeltsin de çoktan başkanlık koltuğuna oturmuştu bile. KGB’de yetişen Putin ise o yıllarda St. Petersburg Belediyesi’nde yönetici olarak çalışmaya devam ediyordu.

Moskova’daki ikinci gecemizde kaldığımız otelin Intourist bürosundan altığım biletle Bolşoy (Büyük) Tiyatrosu’nun yolunu tutmuştum. Balkonlardaki localarda kumaşların yıpranıp solmuşluğuna, parkelerin öfkeyle gıcırdamasına rağmen her haliyle insanı derinden etkileyen ihtişamlı bir mimarisi vardı bu asırlık binanın. Tavandan aşağıya mağrur bir edayla inen o göz kamaştırıcı perde açılıp da Bolşoy Balesi’nin dansçıları zarif bilek hareketleriyle, yer çekimine meydan okuyan figürleriyle sahneyi doldurduğunda, her biri bir başka sanat eseri olan kostümler, arka planda yükselen heybetli dekorlar bizi koltuklarımıza çoktan mıhlamıştı.

Daha sonraki yıllarda çok farklı yöntemlerle o gösterilere bilet temin etmeye çalıştım. Ne yaparsanız yapın, hangi yolu denerseniz deneyin, dilerseniz en kestirmesinden konser salonunun kapısına gidip o ayazda karaborsacılarla kavga döğüş pazarlık edin sonuç değişmiyordu. 3 dolar karşılığı ruble değeri olan o biletlere 70 – 110 dolar arası bir parayı nakit ödemeden o eşikten içeri giremiyordunuz. Perde arasında büfelerden birine uğrayıp havyarlı bir kanepe ile bir kadeh şampanya içmenin bedeli de 20 dolar. Ortada hiç resmi bir fiş, fatura olmadığına göre o toplanan paralar bilinmeyen adreslere ışınlanıyordu bir şekilde. Tüm bu yarı resmi soygun ortamına meydan okurcasına, neredeyse bina ile yaşıt, artık ayakta bile durmakta güçlük çeken, ama işlerini hiç aksatmadan büyük bir ciddiyetle yapan teşrifatçıların, kürkleri, paltoları, kalpakları teslim alıp, program bitişinde sahiplerine iade eden o Moskovalı yaşlı kadınların bir gün bile bahşiş kabul ettiklerine şahit olmadım. Sistem onurunu korumanın yolunu bir şekilde bulmuştu yine. O görkemli salon altı yıl süren ve 700 milyon dolara mal olan renovasyondan sonra geçtiğimiz yıllarda kapılarını dünyaya yeniden açtı. Sanırım bu mabette senelerdir görev yapan o yaşlı kadınlar artık yerlerini daha genç bir nesle bırakmıştır.

Bu ilk tanışmadan çok seneler sonra, karlı bir kış günü, akşamüstü saat dört sularında Moskova’daki büyük parklardan birinin ortasında yürürken, artık antika sayılabilecek bir müzik düzeneğinden yükselen romantik Rus ezgilerine ayak uydurup sessizce birbirleriyle dans eden yaşlı insanlarla karşılaşmıştım birdenbire. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, şehrin kuzeydoğusundaki fuar alanlarının yer aldığı Sokolniki parkıydı burası. Hiç konuşmadan birbirlerine sarılıp, hülyalara dalan bu insanların açık havadaki dans gösterileri beni çok
etkilemişti. Müzik bittiğinde partnerlerini değiştirip yeniden kendi dünyalarına geri dönüyorlardı. Sanki Federico Fellini filmlerinden bir sahne çekiliyor, ben de meraklı turist rolünü oynuyordum. Şurası muhakkak ki çok özel bir ana denk gelmiştim, ne yazık ki bu gösterinin ne anlama geldiği konusunda en ufak bir fikrim dahi yoktu. Bir şey mi kutlanıyordu? Bir tanıdıklarının yaş günü müydü? Ölen bir arkadaşlarını mı anıyorlardı?

Bir süre sonra orada öylece dikilmiş, olan biteni şaşkın gözlerle seyreden yabancı halimden utandım. Sanki onların ruhlarını taciz ediyor, yarattıkları büyülü atmosferi bozuyordum. Usulca oradan uzaklaşıp Moskova’nın gürültülü hayatına geri döndüm. Aradan birkaç ay geçmemişti ki, bir tesadüf eseri, bu hikâyenin aslını öğrenme fırsatım oldu.

Birbirlerinden habersiz oraya gelen, yılın belli günlerinde parkın aynı köşesinde
buluşan, konuşmadan anlaşan, mutluluğu kendi sessizliklerinde arayan,
hüzünlerini gözyaşı dökmeden paylaşan yaşlı insanların hikâyesiydi bu. Sayıları
her yıl azalan ama bir kez daha o parkta dans edebilmek uğruna yaşama
tutunan ve o gün bittiğinde birbirlerine veda ederken bir sonraki randevuya
kaçının tekrar gelebileceğini bilemeden evlerine dönenlerin dünyası. Daha
mutlu olduklarını düşündükleri Sovyet döneminde başlatılmış bir geleneği
sürdürmeye kararlı, o devrin kapanmasını içlerine sindiremeyenlerin sessiz baş
kaldırışıydı bu.

Hükümran oldukları o eski dönemde en azından pek çok şey bedavaydı. Her
şeyden önce gençtiler. Bir gelecekleri, henüz gerçekleşmeyen hayalleri vardı.
Sonra bir gün geldi, her şey aniden değişiverdi. Politbüro’nun karşı konulmaz
gücü, parayla yer değiştirmişti. Artık ısınmak, telefonla konuşmak için nakit
gerekti. Seyahat etmek, metroya binmek, konsere gitmek için ödeme yapmak
zorundaydılar. Alışveriş ederken artık sonu gelmez uzun kuyruklarda
beklemiyorlardı velakin onların şehrin caddelerini kaplayan o büyük, ışıklı
mağazalardan bir şeyler alabilecek paraları zaten yoktu ki.

Koca Sovyet İmparatorluğu’nun merkezinde yaşamanın ayrıcalığını artık
hissedemiyorlardı. Sıradan Sovyet vatandaşlarının vize almadan, çalıştığı yere
bilgi vermeden öyle elini kolunu sallayıp ziyaret edemeyeceği o tılsımlı başkent
olmaktan çıkmıştı Moskova. Eskiden Kremlin’in kodamanları için ayrılmış özel
şeritlerden, parayı bastırıp lüks arabalarına özel plaka taktırmış yeni zenginler,
oligarklar geçiyordu artık. (Daha sonraki yıllarda bu saçmalığa son verdiler…)
  
Bu KGB’den bozma mafyavari adamların insan azmanı korumaları bile onlardan yüz kat daha zengindi.

Ne yazık ki onlar artık önemsizdiler.

Devirler, rejimler, iktidarlar hiç durmadan değişti bu yaşlı dünyada. Gün geldi bir karış kanlı toprak uğruna savaştı her ırktan, renkten, görüşten insan. Ve sonra sanat onları yeniden birleştirdi.

Sınır tanımayan edebi eserlerin, şiirlerin, senfonilerin, resimlerin kaç asır hüküm süreceğini kim bilebilir?

17 Nisan 2016 Pazar

Koray Karasulu’yla Rus Edebiyatı ve Türkiye’de Çevirmenlik Üzerine


Söyleşi: Günay ÇETAO

Çevirinin pek az değer gördüğü günümüzde Dostoyevski’den yaptığın “Kumarbaz” çevirisinin ödüle layık görülmesi çeviri camiası açısından anlamlı bir olay. Ödülün senin için öneminden bahsedebilir misin?

Bir köy öğretmeni olan babamın senelerce faydalandığı, benim de hâlâ kullandığım 1975 basımlı yazım kılavuzunda imzası bulunan, o zamanlar galiba TDK yazmanı olan Ömer Asım Aksoy’un adına verilen ödüle layık görülmenin benim için özel bir anlamı var. Ömer Asım Aksoy’u birçok nedenden ötürü severim. Babamdan bana kalan nadir ve hakikaten yararlı bir miras olmasından dolayı severim.

Türkiye’de Dostoyevski çevirilerinin tarihi yüzyıl ortalarına kadar uzanıyor. Her bir eserin birden fazla çevirisi var. Bu eskiden beri eleştirilen de bir durum olmuştur: “Zaten çevirisi mevcutken neden tekrar tekrar çevriliyor?” diye sorulur. Sana verilen ödül belki bu konuya farklı yaklaşılabileceğini gösteriyor. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?

Standart, “dil eskiyen bir şeydir” diyerek başlayayım… Hakikaten de öyledir, dil eskiyen bir şeydir. Yayıncılıkla daha fazla haşır neşir olmaya başladığımdan beri, editörlük vesilesiyle, şöyle bir şeyi fark ettim: Aslında bu pek çok ülkede, kültürel anlamda bizden daha gelişmiş ülkelerde de yapılan bir şey – yeni çeviriler yapılıyor, Rusya’da da, İngiltere’de de yapılıyor yeni çeviriler, ama bunların daha makul aralıkları oluyor, 50 yıl, 60 yıl gibi. Çok doğal, sen de Rusça çevirmeni olduğun için bilirsin, bu işe başladığımız zaman ulaşabildiğimiz kaynaklara mesela Mazlum Beyhan’ın ulaşması hiç mümkün değildi. Bu konuda Mehmet Özgül’ün anlattığı bir hikâye de var, çok tatlıdır: Elindeki iki Ojegov sözlüğünden birini Ergin Altay’a fahiş fiyata sattığını söyler… Bundan dolayı, dilin yenilenmesi, eserlerin güncelleşmesi açısından önemlidir tekrar çeviriler.

Bir de, elbette her çevirmenin yorumu farklı. Ben kötü görmüyorum, 20 tane de çevirisi olabilir bir eserin. Hatta insanların çevirmen seçmeye başladığını da görüyorum, internet vesilesiyle, bloglar, internet dergileri vesilesiyle, bu gelişimin ciddi ciddi çevirmen seçtirdiğini düşünüyorum. Belki şu göz önünde bulundurulabilir: Tekrarlar arasındaki süre uzatılabilir ki uzatılmalı da. Elimizde güzel çeviriler de var eskiden kalmış, Tercüme Odası’ndan kalma Nihal Yalaza Taluy çevirileri var. Garip bir şekilde eskimemiş çeviriler onlar, hakikaten muhteşem bir dili ve üslubu vardır. Taluy’un bir iki çevirisinin redaksiyonunu, bir iki çevirisinin de editörlüğünü yaptım. Günümüzde yapılmış bir çeviriye dönüştü bunlar, ama yine de Nihal Yalaza Taluy tadında. O gözden geçirilmiş çeviriler bir 50 yıl daha idare eder gibi geliyor bana, mesela “Yeraltından Notlar” çevirisi. 

Belki şöyle bir şey yapılmalı: Bir klasik çevirisine başlanmadan evvel mevcut çeviriler gözden geçirilmeli, çevirmen “ben bunun üzerine bir şey koyabilir miyim?” diye sormalı kendine.

Evet, ama bizde pek öyle olmuyor, çünkü fena halde tacir yayınevleri var. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan burada biraz söz etmek istiyorum: Bizim yapmaya çalıştığımız şey ciddi ciddi Tercüme Odası’nın bir tür devamı gibi. Yayınevi klasik dizisine para harcamaktan çekinmiyor, kalite artırmaktan çekinmiyor, Rusça editör almaktan çekinmiyor, biz şu an üç kişilik bir klasik ekibi olarak çalışıyoruz ve iki yüz otuz kitabı geçtik, devam da edeceğiz muhtemelen. Tercüme Odası kadar görkemli bir şey değil belki ama her ay bir kitap çıkıyor. Bu çok güzel, alttan alta bir işe yaradığımı düşünüyorum.

Kumarbaz” çevirisinin senin yaşamınla iç içe geçmiş özel bir hikâyesi var mı?

“Kumarbaz”ı zaten severim, diğer çevirilerini ve Rusçasını da sevmiştim. “Kumarbaz”ın çeviri sözleşmesini ben yaklaşık üç yıl önce yapmıştım ve teslimden üç ay öncesine kadar tek kelimesine dahi dokunmamıştım. Hayat şartları öyle gerektirdi, araya bir sürü şey girdi, editörlük yapmaya başladım, o yüzden de birazcık daha tolere edebildiler beni. Fakat sonunda artık istemeye başladılar, ben de öyle başladım çevirmeye. Başta gayet hızlı gidiyordu, çünkü “Kumarbaz” Dostoyevski’nin diğer kitaplarına göre açıkçası vasattır: Güzel bir kurgusu var, çok güzel anlatılıyor tüm duygular, her zamanki gibi bütün karakterlerini yine görüyorsun kitapta – Karamazov Kardeşler’i de görüyorsun, Yeraltından Notlar’ın kahramanını da görüyorsun, ama onlar kadar derinlikli değil. Nedeni de malum, herkes için malum: Dostoyevski bir ay gibi bir sürede yazmış bu romanı, verdiği bir söz var yayınevine ve teslim etmek zorunda. Benim gibi aslında biraz. İlk bir ay fena gitmeyince kitap, elli sayfaya yakın çevirebilince, “Allah allah dedim, ben de bir ayda yapar mıyım acaba? Ne güzel olur, harika bir paralellik olmaz mı?” diye düşündüm, ama olmadı, üç ay sürdü.

Çevirmen ve editör olarak bugünün çeviri dünyasının sorunlarına değinebilir misin biraz?

Gayet çevirmen taraftarı bir yanıt vereceğim. Bundan eminim artık: Bir defa Türkiye’de kötü çeviri diye bir sorun yok, kötü yayıncılık var. Çok basit bir şey: Özensiz bir çevirinin kitap olarak basılması ve okurlara dağıtılmasının tek sorumlusu yayınevleridir – ne redaktörüdür, ne çevirmenidir, ne de düzeltmenidir. Yayınevinin basiretsizliği varsa, kötü çeviri diyebileceğimiz şey vardır, çünkü bir eserin basılıp basılmaması kararını nihayet yayınevi verir. Sonuçta ben editörlük de yapıyorum, bana gelen bir çeviriyi reddetme hakkına sahibim, çeviriyi özgün dilinden kontrol edebilecek ya da ettirebilecek durumdayım. Bunu da çevirmeni kırmadan yapmaya çalışırım, biraz daha kendini geliştirmesi için yol gösteririm. Bana yazan tüm çeviri öğrencilerine de yardım etmeye çalışırım bu konuda. Dolayısıyla, kötü çeviri diye bir şey yoktur, kötü yayınevi vardır, basiretsiz tacir vardır.

Dostoyevski Türkiye’de okuru ve entelektüel camiayı en çok etkileyen birkaç Rus yazarından birisi. Onun etkisini edebiyatta olsun sinemada olsun hâlâ hissediyoruz. Sen bunu nasıl açıklıyorsun?

Tuhaf olarak açıklıyorum. Rusçadan kitap okuyabilen pek çok insanın da bildiği gibi Dostoyevski Rusya’nın en büyük yazarı değildir. Entelektüel anlamda bu kadar etkilemiş olması, modern romana çok acayip bir yön vermiş olmasıyla ilgilidir. Tarihsel olarak baktığımızda, Türkiye cumhuriyetten beri bunalıma pek meraklı bir entelijansiyaya sahip, özellikle Oğuz Atay’dan sonra iyice doruğa çıkmış, hatta 80’lerden sonra iyice suyu çıkmış bu işin: Tüm iç sıkıntılarını, tüm bunalımlarını, her şeylerini anlatmaya başlamışlar. Bu yüzden çok Türkiye’ye göre bir yazar Dostoyevski. Mesela insanlar Tolstoy’u da çok okur gibi görünürler ama pek okumazlar. Şöyle bir şey de var: Derler ya, “Dostoyevski’yi 20’lerinde de okumalı, 30’larında, 40’larında da tekrar okumalı insan”. Oysa eskiden pek duymadığım şeyler duyuyorum artık, 30’lu-40’lı yaşlarında Dostoyevski okuyanlar artık biraz burun da kıvırabiliyor. 20’sinde okuyanlardan böyle bir şey duymazsın: Dostoyevski onun hayatının yazarı, Dostoyevski onu en iyi anlatan yazar, kendisini en iyi bulduğu yazar, “Yeraltı” adamının bunalımlarının bin katını yaşamıştır: Yazarlar, çizerler, okurlar, bütün entelektüeller… hepsi de yaşamıştır. Bir gün Platonov’la karşılaştıklarındaysa şaşırırlar, “böyle bir yazar mı varmış?” diye, üstelik de bunu yavaş yavaş derler, kısıtlı bir çevreden kulaktan dolma yayılmaya başlar…

Biraz da bazı yazarları okumuş olmak bir prestij meselesine dönüşüyor.

Doğru, Dostoyevski Türkiye’de üzerine en çok ahkâm kesilebilecek Rus yazarıdır.

Rusların güzellik sırrı; ’’Soğuk hava’’



Nilgün Uzunemin Gülümser

Rusya’nın çok büyük bir kısmında yılın belirli zamanları termometrenin eksi seviyelerde seyretmesi ‘’mevsim normali’’ olarak görülüyor. Moskova’da yeni yılın başından itibaren sıcaklıklar eksi 10 derecenin altında ölçülüyor. 

Ancak buna rağmen uzun yılbaşı tatillerinde Ruslar parkları ve meydanları doldurmaya devam ediyor. 6 Şubat 1993 tarihinde eksi 67.70 derece ile dünyanın en soğuk yerleşim bölgesi ünvanına sahip olan Sibirya’da bulunan 462 nüfuslu Oymyakon kasabası, eksi 35 derece ile sıradan günlerini geçiriyor.

İlk olarak Rus hamamında terleyerek ardından kar banyosu almak veya donan nehir ya da göllerde delikler açıp buz gibi sulara girmek Ruslar arasında oldukça yaygın bir gelenek. Hatta genellikle yeni doğan bebeklerin de buzlu suya sokularak ‘’çelikleme’’ yapılmaları da Rusya için oldukça sıradan manzaralardan. 

Peki, soğukların faydaları neler?

Daha çok mutluluk
Kışın soğuklarda alınan temiz oksijen yaza kıyasla yüzde 30 daha çok. Kana daha çok oksijen girmesi ile insanın zihinsel aktivitesi artış gösteriyor. Bilim adamlarının görüşü aşırıya kaçılmadan soğuk havaya çıkılmasının mutluluk hormonu olarak adlandırılan serotonini arttırtığı yönünde.·        

Daha kolay kilo verme
Soğuk havalarda metabolizma daha hızlı çalışıyor bu da zayıflamaya destek oluyor. Vücutta bulunan kötü kolesterol ve yağın yakılması soğukta çok daha hızlı gerçekleşiyor.·        

Gençleştiriyor
Soğuk hava cilde de oldukça yararlı. Yüzdeki gözenekleri sıkılaştıran soğuk hava aynı zamanda şişkinliği azaltıyor. Uzmanlar soğuk havanın estetik olarak faydası olduğu görüşünde birleşiyor.·         

Eklem ağrılarını geçiriyor
Özellikle ilerleyen yaşlarda karşılaşılan eklem ağrılarına soğuk hava iyi geliyor.·         

Mikrop ve virüsleri öldürüyor
Birçok virüs ve mikrop, eksi 10 ile 15 derece seviyesinde üremiyor. Ayazda özellikle de grip mikrobu yaşamıyor. Termometre sıfıra doğru ışınmaya başladıkça ise grip riski artıyor. Fakat uzmanlar aşırı soğukların sayılan tüm faydalarına rağmen, eksi 10 dereceden soğuk olan havalarda dışarıda geçirilecek zamanın ‘’yarım saati aşmaması’’ konusunda tavsiyelerde bulunuyor. 

16 Nisan 2016 Cumartesi

Çehov’a Bugünden Bakmak


Akın Evren

Bu bir güncelleme yazısı ve kolaj denemesi. Üç yıl önce izlediğim Çehov Makinesi oyununu yeniden izledim. Aşağıda ilk izlediğimde yazdıklarımı normal dizilimle, ikinci izleyişimle ilgili ek izlenimlerimi de italikle yazdım.

20 Şubat 2013 Perşembe akşamında küçük bir grup mülkiyeli dostla birlikte “Çehov Makinesi” oyununu izledik. Daha önce yine Devlet Tiyatroları tarafından sergilenen “Yaşlı Bir Palyaço Aranıyor” oyunuyla anımsadığımız Romanyalı oyun yazarı, şair ve gazeteci Matei Visniec’in bir oyunu bu.

Visniec’in oyunları uzun süre ülkesinde oynanamıyor. Siyasi sığınmacı olarak Fransa’ya göçüyor, yıllardır Paris’te yaşıyor ve Fransızca yazmaya başlıyor. Bana göre Visniec; “Gergedan”, “Kel Şarkıcı”, “İki Kişilik Hırgür” gibi oyunlarıyla anımsadığımız, “Absurd Tiyatro” ya da “karşıt Tiyatro” diye adlandırılan akımın kurucularından Eugene Ionesco’nun izini sürüyor. İzlenimci olmaktan çok “Dışavurumcu”  ve abartmacı-abuklamacı bir biçemi kullanıyor.

Bu yazdıklarıma ek olarak bu kez oyunda Beckett’in de kokusunu aldığımı söylemeliyim.

“Çehov Makinesi” , Visniec’in iyi bir Çehov okuyucusu/izleyicisi ve sevdalısı olduğunu gösteriyor. Bana göre Çehov bu ilgi ve sevgiyi fazlasıyla hak eden bir öykü ve tiyatro yazarı. Tiyatro yazdığı her defasında “Allah kahretsin. Bu son, bir daha yazmayacağım” demesine rağmen yine yazan ve “iyi ki de yazmış” dedirten bir büyük usta Çehov. Bizde çok oynanıp sevilen “Vişne Bahçesi”, “Vanya Dayı”, “Üç Kızkardeş” ve  “Martı” oyunlarıyla anımsarız onu. Çehov oyunlarının temel ve ortak özellikleri, esintileri duyumsanan büyük toplumsal değişimler ve devrim öncesi, özellikle taşra burjuvazisinin sıkışmışlığı, şaşkınlığı, yerin ayağının altından kaymasını inanmaz bakışlarla izlemesi ve anlamlandıramaması ve bu arada yaşanan aşklar, acılar, düş kırıklıklarıdır. Genelde karamsar, romantik ama sapına kadar gerçekçidir ve dürüsttür Çehov.

Çehov’un kırılgan karakteri, onu hemen oyun yazmaktan vazgeçmeye götürse de Stanislavski’nin dostluğu ve çabaları, onun oyun yazarlığını sürdürmesinde önemli bir etken olmuştur.

Visniec, “Çehov Makinesi”nde pek çok Çehov oyun karakterine bir resmigeçit yaptırarak yaratıcı-yaratık hesaplaşması içinde bir Çehov güzellemesi yapıyor. Yazarın yaşamına ve karakter ögelerine atıfta bulunuyor. Çehov metaforlarını da kullanarak ve fazlaca umut etmeden bir değişim ve dönüşümün türküsünü çığırıyor.

Bu başarıda, Henry Troyat’ın Çehov’un hayatı ve yazdıkları ile ilgili kitaplarının Visniec’e katkısını da belirtmeli ve Troyat’ın Çehov ile ilgili çalışmalarını saygıyla anmalıyız.

Oyun için tümüyle bir “Müge Gürman” yapıtı diyebiliriz. Gürman, oyunun dramaturjisini, görsel tasarımını ve koreografisini da üstlenerek yönetmiş ve üretmiş. Yazarı, daha önce sahneye koyduğu  “yaşlı Bir palyaço Aranıyor” oyunundan da tanıdığı için anlamakta ve çözümlemekte zorluk çekmemiş. Olağanüstü bir imgelem gücüyle derinlik katmış. Kadro seçimi ve oyun displini de çok başarılı. Oyun karakterlerini canlandıran karakterler yaratmak için abartılı ve grotesk bir oyunculuk biçemi seçilmesine karşın takım oyunu ve birlikte oynama disiplini tavizsiz uygulanmış.

Tekel Sahne’sinin imkansızlıklarıyla başarıyla baş edilmiş. Sahnenin yalnızca derinliğinin kullanılmasını sağlayan tren ve istasyon düzenlemeleri bir sahne tasarımı ödülünü hak edecek başarıda. Döner platform ve yansıtıcı kullanarak oluşturulan çark-ı felek hem Çehov’un hem Visniec’in zaman-uzay erimindeki insan/yazar dramasını simgelemekte ve vurgulamakta çok başarılı ve anlamlı bir araç oluşturmuş.

Oyunun son üç yılda aldığı ödüller bu görüşlerimi ve değerlendirmemi doğruladı. Müge Erman, Holistik bir mekan anlayışıyla oyun metnine, yazarının bile düşlemediği doğru bir anlam ve mesaj katmış.

Çehov’dan bu yana da Devranın değiştiğini simgeleyen, sekizyüzü aşkın vişne ağacının kesildiği ve yerine yazlık evler yapılacağı öyküsü ile bunu dekorda yansıtan ağaç kütükleri tüm diğer sahne düzeniyle bütünleşerek oyunu daha da güçlendiriyor. Açılır kapanır tren ve istasyon kapılarının ardında gördüğümüz fotograflar en az oyun kadar başarılı ve oyuna değer katıyor. Sepya fotograflarla görüntülenen istasyon, lokomotif ve tren ve tüm ışık düzeni tümüyle ödül adayı. Tüm bu altyapı, oyun trafiğini de kolaylaştırıyor. Oyun su gibi akıyor.

Bir noktayı belirtmeliyim bir eleştiri olarak. Onikinci sırada oturduğum halde, oyunun ilk başlarında bazı karakterlerin sözlerini anlamakta güçlük çektim. Müziğin fazlaca yüksek olması ya da artikülasyon ve ses düzeyinin yetersizliği buna yol açtı herhalde.

Bu kez oyunu, birinci sıradan izledim ve tüm söylenenleri daha iyi duydum ancak döner sahne ve yansılı çark-ı felek’i daha yandan görebildim. Önerim oyunu orta sıralardan izlemeniz.

Oyunculuk açısından baktığımda herkesin Müge Gürman oyuncusu olarak kolektif içinde kendi payına düşeni başarıyla ürettiğini söylemeliyim. Bunun ötesinde bakıldığında Uğur Polat’ın inanılmaz bir Çehov çizdiğini vurgulamalıyım.  Doktor Çehov çıkıp bu rolü oynamak istese muhtemelen daha seçmelerde Uğur Polat’a kaybederdi. Polat’ın ne kadar başarılı Çehov portresi çizdiğine bir kanıt olarak Çehov’un 1898’de Osip Braz tarafından yapılmış bir portre resmini koyuyorum.

Uğur Polat’ın oyundan ayrılmasının ardından uzunca bir süredir, Anton Pavlovitch Çehov rolünü Fatih Sönmez oynuyor. O da çok başarılı. Çehov’un sağlık sorunlarından kaynaklanan sıkıntılarını ve kendi yarattıklarıyla didişmesini ustaca aktarıyor.

Kadın oyuncuların tümü çok başarılı. Levent Öktem ve Toygun Ateş de ismen belirtilmesi gereken oyunculardan. Işık ve dekor yapımcılarını, video düzenleyicisini de kutlamak ve alkışlamak gerekli.

Levent Öktem konusunda bir şey daha söylemek gerek. Levent, usta ve eski bir Çehov oyuncusu zaten. Vanya Dayısı’nı bu oyuna da getirmiş. Tükenmez bir enerji ile usta bir Stanislavski oyunculuğu sergiliyor. Bobik’de Hakan Vanlı çok usta, Yolcu’da Arda Baykal ilginç makyaj ve aksesuarlarıyla çok becerikli, üç kız kardeş Olga, Masha ve İrina’da Didem Ertan, Aslı Özsaraç ve Pınar Tuncegil hem tek başlarına hem de o koreografik bütünlük içinde çok başarılılar. Adlarını yazamadığım tüm diğer ekip üyelerini de kutlamak ve alkışlamak gerek.

Her şeye bir cevap bulmak yerine sadece bazı sorular sormak, hatta sormamak, merak uyandırmak da bir yordam ve hal tarzı. Daha da önemlisi işini iyi yapmak ve hayatın büyülü yakıcılığını sanatın gücüyle anımsatmak…

Yenilenen yazıyı Çehov’un bir özlü sözü ile bitireyim: “Hayat seni güldürmüyorsa, espriyi anlamadın demektir.”

Son Not: Oyunun doktorlar sahnesi çıkartılıp Çehov’un ölüp ölüp dirilmesi engellense oyun hem biraz kısaltılmış, hem o hekimlerin meslektaş kıskançlığı ile söylediği abuk ve gereksiz sözler söylenmemiş olacaktır.

Ek Kaynaklar: Konu ile daha derinden ilgilenenlere Savaş Aykılıç’ın 15 Nisan 2014 tarihli Mimesis Dergisi’ndeki oyun eleştirisini ve Fatma Işık Tuğcu’nun Yeni Tiyatro Dergisi’ndeki “Sosyal Hayatın Diyalektiği ve Çehov” yazısını okumalarını öneririm. 

(AE/AS)

Akın Evren

1947 doğumlu. 1965’de ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü’nün ilk üyelerinden. 1967’de Türkiye İşçi Partisi, Çankaya ilçesi üyesi oldu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) mezunu. 12 Mart askeri darbesinde Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi davasında yargılandı ve iki yıl Mamak askeri cezaevinde kaldı. Önce, Maliye Bakanlığı’nda ve daha sonra bir çok-uluslu bilgisayar şirketinde çalıştı ve bilişim sektöründe çeşitli kuruluşlarda  uzmanlık ve yöneticilik, bir üniversitede bilişim danışmanlığı yaptı. İki oğul ve üç torun sahibi.  Çeşitli gazete, dergi ve internet yayınlarında kitap ve oyun eleştirileri ve görüşlerini yazıyor.  Marksist ve Liberter Sosyalist olduğuna inanıyor. İstanbul’da,Cihangir’de  iki kedisi ile birlikte yaşıyor.

11 Nisan 2016 Pazartesi

Yanlış Hayat Tolstoy'un Vicdanı


Nurdan Gürbilek
Kaynak: Sessizin Payı, Metis Yayınları, s. 45-60

"Elimi kolumu bağlayan bu yalanı neye mal olursa olsun parçalayacağım, her şeyi itiraf edeceğim, herkese gerçeği söyleyeceğim ve doğru olanı yapacağım," dedi. Tolstoy, Diriliş
"Doğru hayat gerçekten mümkün mü, yoksa 'yanlış hayat, doğru yaşanamaz' iddiasıyla mı yetineceğiz?" Adomo, Ahlak Felsefesinin Sorunları

1.

TOLSTOY İvan İlyiç'in Ölümü'nün sonlarına doğru, ölüm döşeğindeki İvan İlyiç'e ahlak felsefesinin şu temel sorusunu sordurur: Doğru bir hayat mı yaşadım? Tamam, iyi bir eğitim gördüm, iyi bir meslek edindim; güzel bir evim, iyi bir evliliğim var, ama doğru bir hayat mıydı benimkisi? Yoksa kocaman bir yanlış olarak mı ayrılı­ yorum hayattan? Bu soruların altmışına yaklaşan Tolstoy'un aynı zamanda kendi soruları olduğunu düşünmemiz için birçok neden var. Çağının hakkında en fazla belgeye sahip olduğumuz yazarı Tolstoy. Yirmi üç ya­şında yazmaya başladığı otobiyografisi, gençliğinden ölümüne kadar tuttuğu günlüğü, yakınlarına yazdığı mektuplar, itiraflar, röportajlar. Bunlara karısıyla çocuklarının günlüklerini, dostlarının ve müritlerinin anılarını eklediğimizde zengin bir toplam oluşturur. Oradan öğreniyoruz: 1870'lerin sonlarında yaşadığı bir inanç krizinin ardından hayatının doğru bir hayat olup olmadığını sorguluyordur Tolstoy. İvan İlyiç gibi ölüm döşeğinde değildir; ama elli sekiz yaşındadır. Savaş ve Barış'ın yayımlanmasının üzerinden on yedi, Anna Karenina'nınkinin üzerinden dokuz yıl geçmiştir. Savaşın ve cinsel aşkın bu büyük gerçekçisinin ilgisini şimdi gerçeklerden çok doğrular çekiyordur. İnsanın kendi mutluluğunun başkalarınınkinden bağımsız olamayacağını söyleyen, sosyal adalet fikrine dayalı bir ahlakın temel soruları: Doğru bir hayat mı benimkisi? Dünyada bunca yoksulluk varken benim varlık içinde yaşamam doğru mu? Başkaları yokluk içindeyken mutlu olmam mümkün mü? Bir adım sonra edebiyatın kendisi de sorunun menziline girecek: Yoksul köylüler tarlalarda boğaz tokluğuna çalışırken benim malikanemde oturup onların öyküsünü anlatmam doğru mu?

Marx'ın 11. Tez'inin romancı versiyonu: Bugüne kadar romancılar özel hayatı yorumlamakla yetindiler; önemli olan onu değiştirmektir; önce romancının kendi hayatını. Kont Tolstoy'un seksen iki yaşında gezgin bir çileci nasıl yaşarsa öyle yaşamak için bir gece kimseye görünmeden evden kaçmasının ardında bu tezi gerçekleş­tirme, ölümüne günler kala da olsa doğru bir hayat sürme isteği var gibidir. Romanlar yazdım, hayatlar anlattım, gerçeği aradım, diyordur, ama ben kendim yanlış yaşadım. Savaşta insanlar öldürdüm, rakiplerimi düelloya zorladım, köylülerin sırtından kazandım, ün ve para için yazdım. Uçsuz bucaksız topraklarda bir kont nasıl yaşarsa öyle yaşadım. Uşaklarım, kfilıyalarım, hizmetkarlarım var, ama bu yanlışla çekilmeyeceğim hayattan.1

2

Tolstoy yorumcuları edebiyatçı Tolstoy'la ahlakçı olanı birbirinden ayırır. Birincisi dünya edebiyatının en büyük romanlarından ikisinin, Savaş ve Barış ile Anna Karenina'nın yaratıcısıdır. İkincisi topraklarını yoksul köylülere dağıtma fikriyle kafasını bozmuş, Hıristiyanlıkla anarşizm arasında gidip gelen tuhaf bir Rus düşünürü. Yazarla ahlakçıyı ayırma çabası nedensiz değildir. Gerçekten de güçlü yapıtlarını, hayatını henüz doğruluk arayışının yönetmediği daha erken döneminde yazmıştır Tolstoy. Yine de sonraki yıllara damgasını vuran ahlaki kaygıların önceki yapıtlarda izi olmadığı söylenemez. Tolstoy'un neredeyse bütün romanlarında doğruyu arayan bir adam vardır: Shopenhauer, Spinoza, Hegel ya da Kant okuyan, doğrunun kitaplarda kalmasına gönlü razı olmayan, tıpkı Tolstoy'un kendisi gibi yoksul köylülerin durumunu iyileştirmek için reformlar tasarlayan bir büyük toprak sahibi. Savaş ve Barış'ta yüce idealler uğruna kan dökülen, imparatorların bir gün savaşıp bir gün el sıkıştığı, insanların tarihin dizginlenemez akışı önünde bir kibrit çöpü gibi sürüklendiği kaotik savaş ortamında Piyer Bezuhov sorar ahlak sorusunu: "On altıncı Louis'yi suçlu saydıkları için idam ettiler, bir yıl sonra gene bir şeyler ileri sürerek bu kez onu idam edenleri öldürdüler. O halde kötü olan nedir? İyi olan ne? Neyi sevmeli? Nelerden nefret etmeli? İnsan ne için yaşamalı?"2

Şan, şeref, aşk, aile, vatan, kişisel zevk: Neye göre çizeceğim hayatımı? Anna Karenina'da kahramanların bu kez cinsel tutkunun peşinden sürüklendiği, mutluluk arayışının yerini yıkıcı bir mücadeleye, kıskançlık ve intikam isteğine bıraktığı bir sahnede Levin devralır soruyu: "Neyim ben? Niçin buradayım? Kişisel mutluluğu nasıl bulacağım? Doğru bir hayat sürebilmek için ne yapmalıyım?" Bir zamanlar törenin içinde kıpırdayan doğruluk anı silinmiş, ahlak insanın karşısına buyurgan bir güç olarak dikilmiştir. Tolstoy kahramanı kendi vicdanı­ na danışarak soruyordur şimdi: Doğru bir hayat mı benimkisi? Kahramanlarının sorularına Tolstoy'un kendisi de hayatının farklı dönemlerinde farklı cevaplar vermişti. Aile Mutluluğu'nu yazdığı gençlik yıllarında, sosyetenin şatafatlı hayatı yerine kırda geçirilen sakin bir aile hayatından yana kullanır tercihini. Mutluluk, diye telkin ediyordur kendisine, romantik heyecanların durulduğu yerde başlar. Ama başyapıtı, durulmayan romantik heyecanlar üzerinedir. Yine de karar vermek zor: Anna Karenina cinsel aşkın romanı mı­ dır, yoksa cinsel aşkın insanı nasıl da yıkıma sürüklediğinin romanı mı? Aile mutluluğu Tolstoy'un zihnini orada da meşgul etmeye devam eder. Evlenip bir aile kuran Levin'le Kitty'nin ilişkisinde sorunlar yok değildir; ama romanda birileri mutlu olacaksa eğer, onlar buna Anna'yla Vronski'den çok daha yakındırlar.

Ama evliliğe adımını henüz atmış bir Tolstoy'la yıllardır evli olanın neyin doğru olduğu konusunda anlaşması beklenemez. Kreutzer Sonat'a gelindiğinde, kan koca arasındaki cinsel tutkunun bile zehirli bir düşmanlığa yazgılı olduğunda karar kılmış gibidir Tolstoy. Soru, bir kez daha cevabını arıyordur: Aile mutluluğu değilse ne? Bu hayatı doğru olarak nasıl yaşamalı? Çeşitli yazarların özlü cümlelerinden derlediği Bilgelik Takvimi'nde bu kez John Ruskin'den devralır soruyu: "Doğru olanı mı yapıyoruz? Hayatımız olarak adlandırdığımız bu kısa zaman parçasındaki eylemlerimiz bizi dünyaya gönderen gücün arzusuyla uyumlu mu?"3

"Bizi dünyaya gönderen gücün arzusu": Bu gücü doğrunun garantörü kıldığı ölçüde bir Hıristiyan ahlakıydı Tolstoy'unki. Ama anarşist bir yan da taşıyordu: Varlıklılar ile yoksullar arasındaki eşitsizliği koruyan her türlü kuruma karşıydı. Güçlülerin zayıflara hükmetmesine hizmet ettiği için devlete, adaletin yerine sınıfsal çıkarı geçirdiği için hukuka, insanlığın ortak çıkarının yerine sancağınkini geçirdiği için askerliğe, çıkan din maskesi ardına gizlediği için kiliseye karşıydı. Tolstoy bu iki uzlaşmaz öğretiyi, din ve anarşizmi bir "kutsal sadelik" zemininde buluşturmaya çalıştı. Yoksulların basit hayatını yüceltti; vazgeçmeye dayalı bir ahlakı savundu. Bazı kahramanlarında konuşan kısmen kendisidir. Savaş ve Barış'ta "mutsuzluk yoksunluktan değil, fazlalıktan kaynaklanıyor," der Bezuhov: "İnsanların bunca çabayla kazandıkları zenginliğin ve iktidarın bir değeri varsa, onlardan vazgeçme zevkidir." Bezuhov'u feragat ahlakına yönelten, cephede tanıştığı inançlı bir er, okuması yazması olmayan Platon Karatayev'dir. Doğrunun garantörünün seçkinlerin ya da din adamlarının Tanrısı değil, "Karatayev'in yüreğindeki Tanrı" oldu­ ğunu söylüyordur Tolstoy. Anna Karenina'da Levin de doğruluğu basitlikte arar. Toprağı işleyen basit insanlar gibi olmalı, topraksız köylüler, sıradan insanlar, çocuklar Tanrı'ya nasıl inanıyorsa öyle inanmalıdır.
Ölüm Tolstoy'un zihnini İvan İlyiç'in Ölümü'nden önce de kurcalamıştı. Henüz otuzlarının başında yazdığı "Üç Ölüm" adlı öykü­ de toprak sahibi kadının, toprağı işleyen köylünün, toprakta büyü­ yen ağacın ölümlerini iç içe anlatır. Bir mektubunda bu öyküden şöyle söz eder: "Mujik sessizce ölür. Tüm ömrünü adadığı dini do­ ğadır. Ağaç kesmiş, çavdar ekmiş, ekin biçmiş, koyun kesmiştir; çiftliğinde koyunlar doğmuş, çocuklar dünyaya gelmiş, yaşlılar ölmüştür. O, toprağın sahibi yaşlı hanımın tersine, asla sırtını dönmediği bu yasayı bilir, hem de çok iyi bilir, karşısında hiçbir zaman gö­zünü kırpmaz." Doğrunun anahtan, hayat çevrimine sessizce boyun eğen, tevekkül içindeki basit insanın elindedir. "Üç Ölüm"den yıllar sonra İvan İlyiç'in Ölümü'nde kilit rolü yine bir köylüye verir Tolstoy. Ölüm döşeğindeki İvan İlyiç'e hesapsız, çıkarsız, gerçek şefkati gösteren kişi İlyiç'in yakınları değil, bir gün kendisinin de öleceğini sükunetle kabul eden Gerasim'dir. Dostoyevski'nin yoksullarından ne kadar farklı Tolstoy'unkiler. Dostoyevski'nin kendilerini hep başkalanyla kıyaslayan, gözü yükseklerdeki yoksullarının, sonunda diz çökseler de Tann'nın adaletini sorgulamadan edemeyen kaybedenlerinin, yasaya meydan okuyan gururu incinmiş kent yoksullarının tersine Tolstoy'unkiler kötü ko­ şullara şikayet etmeden katlanır. Varlıklılarda yoksullarda olmayan bir şey vardır, diyordur Dostoyevski kahramanı; bu onları daha güç­ lü, daha bağımsız, daha başına buyruk kılar. Ben oraya nasıl ulaşacağım? Başına buyruk, sıradışı bir hayat sürmek için ne yapmalı­ yım? Tolstoy kahramanıysa tam tersini: Yoksullarda, varlıklılarda olmayan bir şey var. Ona nasıl ulaşacağım? Fazlalıklanmdan nasıl kurtulacak, kutsal sadeliğe nasıl ulaşacağım? Kendimi inançlı bir yoksula, ölümü sükunetle kabul eden basit bir köylüye nasıl dönüş­ türeceğim?

3

Yapıtın ardında o yapıtı şekillendiren bir hayat olduğu düşünülür. Doğru olabilir: O hayat öyle yaşanmasaydı, o yapıt da öyle yazılmayacaktı. Ama bazen tersi de doğrudur: O yapıt öyle yazıldığı için o hayat, en azından bir bölümü öyle yaşanmıştır. Madem hayatı doğru yaşamak gerektiğinde ısrar ettin, gözünü yükseklere değil al­çaklara diktin, kötülükle mücadelenin yolu efendi gibi değil uşak gibi yaşamaktan geçer dedin, herkes kendi toprağını sürmeli, kendi ekmeğini yoğurmalı, kendi kundurasını yapmalı diye yazdın günlü­ğüne, yap o zaman! Madem mutsuzluk yoksunluktan değil, fazlalıktan kaynaklanıyor, diyen bir Bezuhov yarattın Savaş ve Barış'ta, varlığın bir değeri varsa, bu ondan vazgeçme zevkidir, diyor Bezuhov'un, madem "elimi kolumu bağlayan bu yalanı neye mal olursa olsun parçalayacağım, her şeyi itiraf edeceğim, herkese gerçeği söyleyeceğim ve doğru olanı yapacağım," diyen bir Nehlüdov yarattın Diriliş'te, okuduğu kitapların etkisiyle "adalet, özel toprak mülkiyetine izin vermez, ya mülkümden vazgeçecek ya da düşüncelerimin yanlış olduğunu kabul edeceğim," diye düşünüyor Nehlüdov' un, bir kadına yaptığı haksızlığı telafi edebilmek için onunla birlikte Sibirya'da bir kürek mahkumu nasıl yaşarsa öyle yaşamayı seçiyor, "doğru yaşam onlarınki, benimki değil," diyor madem kahramanların, hayatı ancak sefalete yakınmadan katlanan insanlar sayesinde anlayabiliriz diyorlar, sen de öyle yaşa! Topraklarını topraksızlara dağıt, yazarlık kazançlarını reddet, başkalarının sömürülmesine ortak olma! Daha hatasız, daha yalansız, daha basit bir hayat sür! Toplumsal ahlak, yetkisini buyurganlığından alır. Peki ya bireysel ahlak, o başkalarını doğruluğuna nasıl inandıracak? Savundu­ ğu ahlakın inandırıcı olabilmesi için bir eyleme muhtaç olduğunun farkındaydı Tolstoy. Hayatına uygun bir yapıt yaratmak yerine, yapıtına (Kreutzer Sonat'a, İvan İlyiç'in Ölümü'ne, Diriliş'e, ahlaki ve dini yazılarına) uygun bir hayat yaşamakta bu yüzden ısrar etmiş olmalı. "Herkes kendi yolundan gerçeğe ulaşır, fakat ben birini söylemek zorundayım," der "Yaşamın Anlamı Üzerine"de: "Benim yazdıklarım sözde kalan şeyler değildir, ben söylediklerimle uyumlu ya­şamaktayım, mutluluğum bunda mündemiçtir ve böyle öleceğim."4

Bunu söylemenin kolay, gerçekleştirmenin o kadar kolay olmadığını Tolstoy da biliyordu. Daha 1850'de günlüğünde kendini ahlak buyrukları yazan, sonra meyhaneye koşan bir hödük olarak tanımlar. 5

Kırk küsur yıl sonra 1897 'de karısına yazdığı bir mektupta yaşamıyla inançlarının bağdaşmıyor olmasının verdiği acıdan söz eder. 6

1903 'te "çabalarım kimi insanlarca ne kadar yararlı görülürse görülsün, savunduklarımla 
yaşayışım tümüyle uzlaşmadığı için, önemini büyük ölçüde yitiriyor," diye yazar. 7

Son yıllarında müridi Çertkov'a yazdığı bir mektupta bu çelişki yüzünden inandırıcılığını yitireceğinden endişe ettiğini söyler: "Yazılarımla yaşamım arasındaki çelişki, acaba benden yana olanların inancını sarsacak mı?"8

Endişe yersiz değildir. Gerçekten de hayatıyla yazdıkları arasında kolay kapanamayacak bir uçurum vardır. Yoksulluğu salık verir; kendisi bir büyük toprak sahibidir. Tarlaların, çayırların, ormanların herkese ait olacağı bir ülke hayal eder; uçsuz bucaksız topraklar üzerine kurulmuş bir malikanede yaşıyordur. Kimseden hizmet almadan yaşamak gerektiğini söyler; etrafı serfler, uşaklar, kahyalar, dadılar, mürebbiyelerle doludur. Yazabilmesi için ona uygun ortamı hazırlayan, romanlarını defalarca kopya eden karısı ve kızları olmadan o romanları yazması belki de imkansızdır. İnsanın hayvani do­ğasını dizginlemesi gerektiğini savunur; ama bunu inandırıcı olamayacak kadar geç bir yaşta savunuyordur; beşi erken yaşta ölen on üç çocuğu olmuştur. Şehvete karşı konuşur; bir zamanlar topraklarında çalışan bir serf kadından, köyde arabacılık yapan bir oğlu vardır.

Sevgi, merhamet ve bağışlamanın havarisidir; karısıyla son yıllarda tam bir cehennem hayatı yaşıyordur. Bireysel ahlakın eyleme muhtaç olduğunu söyledim. Tolstoy'unki gibi öğretiyle kişisel hayat arasındaki uçurumun üstünde yükselen bir bireysel ahlaksa çok daha fazlasına, inandırıcı olabilmek için yanlışı bir çırpıda doğruya çevirecek; hayatın sıradan, belirsiz, çelişkili anlarını hızla anlamlı kılacak; insanın hayatını hayatlardan bir hayat olarak değil, bir örnek hayat olarak görmesini sağlayacak bir mucizevi hamleye muhtaçtır. Tolstoy son otuz yılını "yalan üzerine kurulu yaşamı"nı dönüştürmeye çalışarak geçirdi. Çabanın uzun yıllara yayılmasının nedeni, dönüştüreceği hayatın artık yalnızca kendi hayatı olmamasıydı. Aile Mutluluğu'nun yazarından, bir karısı, sekiz çocuğu, yirmi beş torunu, onlarca hizmetkarı olan bir konttan söz ediyoruz. Aile, burada bölünür: Kont "doğru hayat"ta ısrar eder; kontesin payına çocukların geleceğini savunmak düşer. Genç yaşta kendisinden on altı yaş büyük bir adamla evlenen, aile mutluluğu konusunda yazdıklarını Tolstoy'un kendisinden daha fazla ciddiye alan, bütün enerjisini büyük yazar için elverişli bir ortam yaratmaya adayan, çocukların çalışmasını bölmesini engelleyen, malikaneye akın eden müritleri ağırlayan, kalan zamanında da Savaş ve Barış'ı ve Anna Karenina'yı defalarca temize çeken kontese göre kocasının telif haklarından vazgeçmesi, topraklarını çocukları varken başkalarına bağışlaması haksızlıktır. Tolstoy'sa yanlışın ailede olduğunda ısrar eder: Karısı çocuklarını birer kont ve kontes olarak yetiştiriyor, o mallarını gerçek sahiplerine dağıtmak isterken onlar bencilce yaşayıp gidiyordur. 1883 'te Tolstoy varını yoğunu karısına devreder; 1881 'e kadar olan yapıtlarının telif haklarını da ona verir. Bundan böyle mülksüz bir köylü nasıl yaşarsa öyle yaşayacak, konfordan uzak gösterişsiz bir hayat sürecektir. Avlanmayı, et yemeyi, tütün içmeyi bırakır; cinsellikten ("iğrenç beden çağrıları") uzak durmak gerektiğini savunur. Ama böyle söyleyip malikanede yaşamaya devam ettiği sürece inandırıcı olmadığının farkındadır. 1884 'te hamile karısını geride bırakıp evden ayrılmayı düşünür; ama yapamaz. 1897'deki ikinci hamle de sonuçsuz kalır. Nihayet 1910'da hayatındaki büyük yanlışa son vermek için kışın ortasında bir gece yarısı karısına görünmeden evden kaçar. Ama doğru yaşam kısa sürmeye yazgılıdır. Birkaç gün sonra ıssız Astapovo kasabasında tanımadığı bir istasyon şefinin evinde zatürreden hayata gözlerini yumar Kont Tolstoy. Tolstoy'un evden kaçmasında, ne kadar hayatıyla cümleleri arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırma, ne kadar cehenneme dönüşmüş bir "aile mutluluğu"ndan kaçma isteğinin payı var, bilemeyiz. Bunun fazla önemi de yok. Önemli olan, evden uzaktaki ölümünün, hayatıyla öğretisi arasındaki yarığı derinleştirmekten öteye geçmemiş olmasıdır. Gösterişsiz bir hayat özlemiyle evden kaçmıştı Tolstoy; ama o daha trendeyken, gazetelerin ilk sayfalarını onun kaçış haberleri süslüyordu. Son günlerinde kendisiyle baş başa kalmak istiyordu; ama hasta yattığı kulübenin önünde o güne kadar görmediği bir kalabalık, büyük bir basın ordusu bekliyordu. Sade bir hayatı olsun istemişti; ama esas şöhretini de bu eylemiyle kazandı; o sırada Rusya'da Çar'dan sonraki en ünlü insan oydu. Merhamet ve bağışlamaktan söz ediyordu; arkasında delirmenin eşiğinde bir kadın bırakmış, çoluk çocuk bütün aileyi kendi seçimine kilitlemişti. Tıbbın insanı ölümden kurtarmasına karşıydı; ama evden ayrılırken yanına aldığı tek kişi, 1898'den beri yanından ayırmadığı özel doktoruydu. İnsan düşünmeden edemiyor: Astapovo'da ölüm döşeğinde yatarken bir zamanlar İvan İlyiç'e sordurduğu soruları bu kez kendisine sormuş mudur acaba Tolstoy? Doğru bir hayat mıydı benimkisi? Tamam, varlıklı bir aileden geliyorum, geçim sıkıntısı nedir bilmedim, Tanrı bana yazma yeteneği verdi, yayıncıların baskısından uzak, eve para yetiştirme derdi olmadan canım ne istediyse yazdım, on üç çocuğum yirmi beş torunum oldu, ama bunların hiçbiri beni mutlu etmeye yetmedi. Köylüler boğaz tokluğuna çalışırken onların sırtından geçinmem doğru değildi. Şimdi hiç tanımadığım bir adamın evinde ölüyorum, dışarıda bekleyen gazeteciler sorsa ne cevap vereceğim: Hayatımdaki yanlışı düzeltebildim mi şimdi ben? Doğ­ruyu arayan kahramanlarıma, Bezuhov'a, Levin'e, Nehlüdov'a kendimden çok şey kattım, ama şimdi ölüme bu kadar yaklaşmışken neden en çok Anna Karenina geliyor aklıma? Sanki çok önceden kurulmuş bir zemberek var insanın hayatında, biz ondan uzaklaş­ maya çalıştıkça o daha büyük bir gürültüyle işliyor. Günahkar bir kadını anlatacaktım başlangıçta, ama zamanla ona bağlandım. Toplumun ikiyüzlü ahlakı karşısında Anna'nın günahının ne önemi var? Ama inandırıcı olmak için güzel, zeki, içten Anna 'yı öfkeli, mağrur, intikamcı bir kadına dönüştürmek zorundaydım. Gerçekçi olmak için sonunda onu öldürmek zorundaydım. O zemberek bir kez öyle kurulunca doğrusu olmayan bir yanlıştı Anna 'nın hayatı. Evde kaldı, olmadı; evden gitti, olmadı. Peki ama Anna'ya trajik bir kader çizerken, kendime çizdiğim neden bir azizinki? Yıllar önce sanatı bir "güzel yalan" olduğu için reddettim. Anna Karenina sayfasını bir daha açmamak üzere kapattım.9

Dışarıdakiler sorsa ne söyleyece­ğim: Hayatımı yalandan arındırabildim mi şimdi ben? Bu dünyadaki adaletsizliğin bir ahlaki-ruhsal devrim sayesinde giderilebileceğini düşünmüştü Tolstoy. Tanrı'ya bağlılık, azla yetinme, merhamet: Eski Hıristiyanlığa dayalı bir ahlaki diriliş idealiyle feragate dayanan bir tarım komünizmi arasında gidip gelen bir Rus soylusunun ayaklarının altındaki toprak hızla çekilirken bağlandığı adalet ütopyası. Basitliğe dönme çağrısı. Bir vazgeçme ahlakı: Madem başkaları sahip olamıyor, ben de istemiyorum. 

Dünyanın bana verebileceği hazlardan kendi isteğimle ayrılıyorum. Tütün içmeyeceğim, müzik dinlemeyeceğim, zevk almayacağım. İnsan başkaları mutlu olsun diye bazı şeylerden vazgeçebilir; bu onu mutlu da edebilir. Ama kişisel mutlulukla olduğu kadar başkalarının refahıyla da bağları seyrelmiş, kendi kendini amaçlayan bir vazgeçmeye dönüşmüştü 

Tolstoy'unki. Yokluğu giderilmesi gereken değil, ulaşılması gereken bir idealmiş gibi gören, kendi başına bir amaca dönüşmüş çileci ideal: "Yoksullarda, varlıklılarda olmayan bir şey vardır." Bir yokluk ahlakı: Eğer onların yoksa, benim de olmasın. Madem zevk almıyorlar, ben de almamalıyım. Madem yazamıyorlar, ben de yazmamalıyım. Ne topraklarımı ne evimi ne de Anna Karenina'yı istiyorum. Rusya'nın bir devrimle altüst olmasının arifesinde şunu söylemek çok mu zordu acaba Tolstoy için: Dünya zevkli bir yer, ama başkalarının zevk alamıyor olması benim aldığım zevki de sakatlı­ yor. Bu hazzı başkaları da tatsın diye ne yapabilirim? Güzel yemekler yesin, güzel bir hayat sürsün, güzel cümleler kursun diye ne yapmalı? "İğrenç beden çağn"lanndan kaçtım, ama onlara hep boyun eğdim. Anna'nın bu çağrılara kulak verdiği için ölmek zorunda olmadığı bir dünya için ben ne yapabilirim? O zembereği yeni baştan kurabilmek için ne?

4

Doğru hayat (aslında "yanlış hayat") üzerine yirminci yüzyılda en çok düşünmüş yazarlardan biri Adomo'ydu. Minima Moralia 'nın sunuşunda, kitaptaki aforizmaların eski çağlardan beri felsefenin asıl alanı olarak görülmüş, ama onun yönteme dönüşmesiyle düşünsel ihmale terk edilmiş bir bölgeyle, doğru yaşam öğretisiyle ilgili olduğunu söyler. Aynı yerde Hegel'e karşı tikelin haklarını savunurken, Hegel'den bu yana geçen yüz elli yıl içinde başkaldırı gücünün bir kısmının geçici olarak bireysel alana çekilmiş olabileceğinden söz eder. 10

Ama özerk bir ahlakın mümkün olmadığını söyleyen de oydu. Birey de toplumdan yapılmıştır: Kapitalist toplumda özel hayatın sığınabileceği bir doğruluk bölgesi yoktur. 

"Antitez" adlı fragmanında, bu dünyadan çekilme jestinin bile yadsıdığı dünyanın özelliklerini taşıdığını söyler: İnsan "kendi yaşamını doğru bir varolu­ şun çelimsiz ve kırılgan imgesine uygun olarak kurmaya çabalarken, imgenin hem kırılganlığını hem de hiçbir zaman gerçek yaşamın yerini tutamayacağını aklından çıkarmaması" gerekir. Aksi takdirde insanın başkalarından daha doğru bir hayat sürdüğü iddiası ki­şinin özel çıkarını gizleyen bir ideolojiye dönüşür. "Tek sorumlu davranış biçimi," diye bitirir fragmanı Adorno, "kendi bireysel varoluşumuzu bir ideolojiye dönüştürmekten kaçınmak"tır. Bu dünyada bir sığınak varmış gibi yaşamaktan, bir sığınak olabilirmiş gibi yazmaktan uzak durmak gerekir. Ünlü cümle "Evsizlere Sığınak"ın sonundadır: "Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz."11

Bu cümle üzerine sonraki yıllarda da düşünmeyi sürdürdü Adorno. 1963 'te ahlak felsefesi derslerine başlarken öğrencilerine şöyle sorar: "Doğru hayat gerçekten mümkün mü, yoksa 'yanlış hayat, doğru yaşanamaz' iddiasıyla mı yetineceğiz?" Öğrencilerin en azından bazıları Adorno'nun dersine doğru hayat hakkında özel ya da siyasi hayatlarında işlerine yarayacak pratik bir şeyler öğrenme ümidiyle gelmiştir. Daha ilk derste onlara, bu tür ihtiyaçlara cevap verecek bir kılavuzun kendisinde olmadığını söyler Adorno. Onlardan bir doğru yaşama planı oluşturmalarını beklemiyordur. Doğru hayat denen şeyin sorunlu doğasını yumuşatan, ahlakın çelişkileriyle yüzleşmemek için sanki ahlak değilmiş gibi yapan bir "etik"e çekilmelerini de beklemiyordur. Onlardan beklediği, ahlak felsefesinin can alıcı sorununu, bireyle genelin ilişkisini gözden kaybetmeden ahlak felsefesinin barındırdığı çelişkilerle yüzleşebilecek cesareti edinmeleridir. Daha fazlasını dürüst kalarak vaat etmesi mümkün değildir, çünkü hayatın kendisinin bu kadar şekilsizleşmiş olduğu bir dünyada kimse doğru bir hayat yaşayabilecek durumda değildir. "Belki de söylenebilecek tek şey," der Adorno son derste, "bugün doğru hayatın, en ileri zihinlerin iç yüzünü görüp eleştirel olarak teşrih ettikleri yanlış hayat biçimlerine direnmekten ibaret olduğudur." Son dersin son cümlesi şudur: "Bugün ahlak dediğimiz her şey dünyanın organizasyonu meselesiyle iç içe geçer. Hatta doğru hayat arayışının doğru siyaset biçimi arayışı olduğunu bile söyleyebiliriz." 12

Bu derslerden geriye, Adomo'nun elli yıl önce öğrencilerine sorduğu, bugün bizi de uğraştırmaya devam eden sorular kaldı: Bazen adaletsizliğin tam da kendini doğru, başkalarını yanlış gördüğümüz noktada ortaya çıkabileceğini fark etmemiş olabilir miyiz? Kendi sınırlarımız üzerinde düşünerek bizden farklı olanların hakkını vermeyi öğrenebilecek miyiz? Bir de yanlış hayat üzerine ahlak felsefesine yol gösterebilecek bazı saptamalar: Dünyayı değiştirmek için ona bulaşmamız gerekir; ona bulaşmaksa yanlışın bize de bulaşması demektir. Ne kadar radikal olursa olsun ahlaki eylem kendi imkansızlığını gizliyorsa yalan içerir. Bütünün çıkarıyla bireyinki arasındaki uzlaşmazlığı görmezden gelen bir ahlak kaçınılmaz olarak barbarlığa varır. Ahlaki davranış pekala gizlenmiş bir bencillikten, bir cezalandırma arzusundan, hatta düpedüz hınçtan kaynaklanabilir. Vicdan bizi her zaman vicdanlı bir yere götürmez: "Bir vicdanımız olmalıdır, ama kendi vicdanımız üzerinde ısrar etmeyebiliriz."13

Bugün vicdanı konuşurken keşke karşımızda Tolstoy kadar kuvvetli bir figür, o kadar rahatsız bir vicdan olsaydı. Madem yok, onunla tartışacağız. Yalnızca sadeliği ararken fazla gürültü çıkardığı için değil, yokluğu ulaşılması gereken bir varlıkmış gibi gösterdiği, ahlak probleminin "dünyanın organizasyonu"yla iç içe geçtiğini görmezden geldiği için de doğruya uzak düşmüştü Tolstoy vicdanı. Keşke gerçeklerle doğrular arasındaki bağı koparıp atmasa, estetikle ahlakı birbirinden bu kadar uzaklaştırmasa, yeni bir dinsel öğreti kurmak yerine kendi doğrusu olmayan yanlışına Anna Karenina' nınkine baktığı gibi dimdik bakabilseydi Tolstoy. "Evsizlere Sığınak"ta kendi evimizi ev olarak görmemenin ahlakın bir parçası olduğunu söylüyordu Adomo. Tolstoy için eklemek gerekir: Kendi evsizliğimizi ev olarak görmemek ahlakın bir parçasıdır. Bir çözüm değil, problem cümlesiydi Adomo'nunki: Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz.

1.Lev Tolstoy, İtiraflarım, çev. Orhan Yetkin, İstanbul: Kaknüs, 1999, s. 16.
2. Tolstoy'un romanlarından yaptığım alıntılarda şu çevirilerden yararlandım: Savaş ve Barış, çev. Leyla Soykut, İstanbul: İletişim, 2003; Anna Karenina, çev. Ergin Altay, İstanbul: İletişim, 2002; Diriliş, çev. Ayşe Hacıhasanoğlu, İstanbul: Türkiye İş Bankası, 2009.
3. Tolstoy, Bilgelik Takvimi, çev. Alp Aker, İstanbul: Kaknüs, 2001, s. 11
4. Rosa Luxemburg, Tolstoy'un Yolu, çev. Zekiye Hasançebi, İstanbul: Yazı­ Görüntü-Ses, 2003, s. 29.
5. Henri Troyat, Lev Tolstoy, çev. Z. Canan Özatalay-Işık Ergüden, İstanbul: İletişim, 2010, s. 98.
6. Romain Rolland, Tolstoy, çev. Tahsin Yücel, İstanbul: Multilingual, 2001, s. 148.
7. A.g.y., s. 147. 8. Sergey Tolstoy, Oğlu Tolstoy'u Anlatıyor, çev. Emine Op, İstanbul: Dü­şün, 1990, s. 299. 54 dır.
8. Sergey Tolstoy, Oğlu Tolstoy'u Anlatıyor, çev. Emine Op, İstanbul: Dü­ şün, 1990, s. 299
9. Son yıllarında sanatın zevkle bağ kurmasına da karşı çıkıyordu Tolstoy. Toplum çalışan yığınlar ve çalışmayan zenginler olarak bölündüğü sürece sanat kaçınılmaz olarak çalışmayan azınlığın duygularını ifade edecek, asalakların eğ­lencesi olmaktan kurtulamayacaktı: "Sanat yalandır ve ben epeydir artık güzel bir yalanı sevemiyorum" (Tolstoy'un günlüğünden aktaran Troyat, s. 282).
10. Theodor W. Adomo, Minima Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, çev. Orhan Koçak-Ahmet Doğukan, İstanbul: Metis, 7. basım, 201 2, s. 15-19.
11 . A.g.y., s. 29-30 ve 43.
12. Theodor W. Adomo, Ahlak Felsefesinin Sorunları, çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis, 2012, s. 163 ve 172.

13. A .g.y., s. 165.

Nikolay Gogol: Hakikatin peşinde kendi ölüm yolculuğuna çıkan adam


Emre Furkan Özdemir 


Rus edebiyatı 19. yüzyılın ortasına kadar Krilovları, Jukovskileri, Puşkinleri, Turgenyevleri, Lermontovları ve daha nice büyük ismi görmüştür. Fakat onların arasında biri vardır ki bu yazarların hepsinden farklıdır. Nikolay Gogol, toplumun eksik yanlarını mizahi boyuta taşıyarak hem insanları güldürmüş hem de onlara ders verecek nitelikte eserler ortaya koymuştur. O, Çernişevski’nin de dediği gibi “kendimizde bilinç uyandıran” bir yazardır.

Bizler özgür kuşlarız, hadi davran!
O beyaz dağa doğru, daha öteye bulutlardan,
Denizin gökyüzüyle buluştuğu maviliklere,
Sadece rüzgârın ve benim gidebildiğimiz o yerlere…

Puşkin, Tutsak

Yoksul fakat soylu bir aileden doğan Gogol iyi bir eğitim göremez. Öyle ki ona ilk derslerini veren ismin yalnızca bir medrese öğrencisi olduğu söylenir. Daha küçük yaşta hayatın zorluklarıyla tanışan kısa boylu, yuvarlak yüzlü bu sarışın çocuk köydeki günlerini çiftlik sahiplerinin köylülere verdiği emirleri izlemekle geçirir. Kim bilir belki de o zaman anlamıştır hayattaki yalanları, zorbalıkları, usulsüzlükleri…

Fen ve matematik derslerinden hoşlanmayan genç Nikolay, edebiyat aşkıyla sarhoş olmaya henüz lise yıllarında başlar. Biriktirdiği harçlıklarıyla o dönemin Rusya’sında çıkan hemen her kitabı alıp okumaya başlar. Kendisini okul gazetelerindeki öyküleriyle gösterir. 

Tiyatrodaki yeteneği oyun bittikten sonra izleyenlerin ayakta alkışlamalarıyla anlaşılır. Hayatı boyunca doğal ve samimi olan bu delikanlı, okul tiyatrolarındaki komik rolleri kimseye kaptırmaz. Fakat artık okul bitmiştir, iş bulmak, çalışmak zorundadır.

Hayallerindeki şehir olan Petersburg’a gider. Parlak umutları vardır. İş bulup bu fakirlikten kurtulacaktır. Fakat büyük şehrin acımasız gerçeğiyle karşılaşınca bütün düşlerinin yıkıldığını anlar. O sırada aklına lise yıllarında yazdığı uzun şiiri bastırmak gelir. Bir umuttur ya hani! Ya insanlar bu genç delikanlının şiirini beğenirse? Ya o da diğer şair abileri gibi ünlü olursa? Fakat bu da gerçekleşmez çünkü eleştirmenlerin zehirli okları genç Nikolay’ın kalbine saplanmıştır. Nikolay, o her genç yazarın zihnine bir kara leke gibi düşen “başaramayacağım” korkusuna kapılarak bütün kitaplarını yakmıştır. O gece korkunç ateşte yanan sadece kâğıt parçaları değildi. Kavurucu ateş Nikolay’ın o hassas, o asil yüreğini yakıp bitirmişti…

Bir süre aktörlükle uğraşır fakat bu sefer de tiyatro müdürlerinin tepkisiyle karşılaşır. 

Gogol’un doğal ve samimi mizacı onlara uygun düşmez. Tiyatro müdürleri kendilerine para kazandıracak yapmacık hareketler peşindedir. Bir süre memurluk yapar fakat kötü talih peşini bırakmaz, buradan da ayrılmak zorunda kalır. Sanki yıllar sonra yazacağı Palto hikâyesindeki talihsiz Akaki Akakakiyeviç’i kendinden ilham almıştır. Memurluğu sırasında annesine yazdığı mektubunda şöyle der: “Şube müdürlerinin budalaca yazılarını temize çekmekle uğraşıyorum. Oysa bu saçma işten oldum olası nefret etmişimdir.”

Müdürlerin yazdığı cümleler elbette ki yıllar sonra kitapları elden ele dolaşacak ünlü bir yazar için saçma gelmektedir. Gogol çaresizlikler içinde hakikatin peşinde giden bir adamdı. 

Fakat dün de bugün de onu kimse anlayamamıştı.

Bütün bu talihsizlikler, çırpınmalar arasında Gogol, edebiyat merakından hiç vazgeçmez. Annesiyle sürekli mektuplaşmakta ve ona sürekli Ukrayna’daki olan bitenleri sormaktadır. 

Sevgili Ukrayna’sı hiç aklından çıkmıyordur, işte bu sıralarda, Ukrayna’yı canlandıran “Dikanka Akşamları” adındaki eseri ortaya çıkaracak öykülerini yazmaya başlar. Eser yayınlandıktan sonra görülmemiş bir başarı yakalar. En sonunda bu temiz yüzlü çocuğun ilk defa gözyaşlarının dindiği görülür. Kim bilir belki de artık hep mutlu olacaktır, kötü günler geride kalmıştır! İlerleyen zamanlarda sıkı bir dostluk kuracağı Puşkin kendisi hakkında şunları söyler: “Şimdi Dikanka Akşamları’nı bitirdim. Bu öyküler beni şaşırttı. İşte gerçek, içten bir neşe! Kimi yerleri de ne kadar şiirli, duygulu. Bu çeşit yapıtlar bizim edebiyatımızda o kadar yeni ki, üzerimde bıraktığı şaşkınlık etkisi hâlâ geçmedi. Söylediklerine göre, dizgiciler, kitabı dizerken gülmekten katılıyorlarmış.”

Hayatı boyunca Gogol’un büyük destekçisi olacak olan Belinski ise Gogol’un gelecekte yakalayacağı başarıyı daha o günden görmüştür: “Gogol güçlü, olağanüstü bir yeteneğe sahip… O, edebiyatın, yazarların başıdır.” Üstelik herkesi koyu bir dille eleştirdiği söylenen Belinski, bunları söylediğinde Gogol büyük eserlerini yayınlamamıştı.

Devam eden yıllarda Gogol, yayınladığı her öyküsünde daha fazla tanınmakta ve aynı oranda çevresini düşmanlar sarmaktadır. Puşkinle beraber aynı dergide yazılar yazması insanların ona saygı duymasını ve düşmanlarının ondan korkmasını sağlıyordu. Büyük eserlerinden olan Müfettiş’in sahnelendiği sırada görülmemiş bir tepkiyle karşılaştı. Bu oyun, o sıralar ortaya çıkan sahte müfettişlerin alaya alındığı bir komedyaydı. İnsanlar doğru olarak yaptıkları eylemleri o gün sahnede görünce şaşırmışlardı. Belki de o gün Gogol insanlara yaptıkları hataları, düştükleri durumları bir komediyle anlatmak istemişti. Fakat izleyenlerden bazıları konuyu başka tarafa çekmiş, oyunun Rus insanına hakaret olduğunu algılamışlardı. Bunlardan bir tanesi de Gogol’a sürekli ağır eleştirilerini yöneltecek olan Rusya’nın Victor Hugo’su kabul edilen Polevoy’du.

Gogol oyunun sahnelendiği sıralar kaymakam rolünü oynayan oyuncu Sçepkin’e şunları yazar: “Seyirciler genellikle oyundan memnun kaldılar… Yarısı çok iyi karşıladı. Yarısı da bastı küfürü. Ama bu küfürün nedeni sanatla ilgili değildir.” Kaymakam rolünü oynayan Sçepkin, oyuna karşı yapılan bu saldırıları şöyle açıklar: “Bu oyunu seyretmeye gelenlerin yarısı rüşvet vermeye, yarısı da rüşvet almaya alışmıştır. Eh, onlardan daha iyi bir karşılık beklemek de anlamsız olur.” Aslında her şey Sçepkin’in sözünde açıkça anlaşılmaktadır. Yarası olan gocunur misali insanlar daha fazla kazanmak uğruna hatalarının, ihanetlerinin yankı uyandırmamasını istemektedir.

Müfettiş’ten birkaç yıl sonra basılacak olan Ölü Canlar, Gogol’un dünyaca tanınan en büyük eseri olacaktır. Rus insanının ezberleyeceği, ünlü yazarların kitaplarında Ölü Canlar’ın kahramanlarını örnek göstereceği büyük bir kitap olacaktır. Fakat en büyük düşmanı olan romantikler tarafından bu kitabın dine ve çarlığa karşı hakaret niteliğinde olduğu durmadan tekrar edilecektir.

Polevoy Gogol’un eserlerini beğenmeyişini şu sözlerle dile getirir :

“… Sanatın geçmişteki kahramanları size sıkıcı geliyor, o halde bize insan ve insanlar gösterin, düzenbazlar ve alçaklar kalabalığı değil.

…siz biraz pusulayı şaşırmış gibisiniz heyecan fırtınanızı kendi haline bırakın, Rus dilini öğrenin. Ölü Canlar gibi ipe sapa gelmez şeyleri hiç yazmayın!“

Daha önce de dediğimiz gibi Gogol’a gelen eleştiriler onun anlaşılamamasından kaynaklanmıştır. Romantikler onun realist çizgili öykülerini beğenmezler. Ancak Gogol’un yarı fantastik öykülerini devam ettirirse başarıya ulaşacağına inanırlar. Çernişevski’nin ifadesiyle Rus Edebiyatını bağımsızlığa ulaştıran Gogol’u anlatmaya kelimeler yetmez. Çernişevski, Gogol’a birçok yazar tarafından ağır eleştiriler gelmesini o dönemin Rus insanının ihtiyaçlarına cevap verebilen tek yazarın Gogol olmasına bağlar. Romantik yazarlar haliyle ünlenen ve para kazanmalarını engelleyen Gogol’dan nefret etmektedirler. Üstelik eleştirilerinde ne kadar ileri gitseler de karşılarında Puşkin gibi bir dehayı görünce geriye çekilmektedirler. Ve bu durum onları daha da kızdırmaktadır.

Gogol’a hayatta en çok sevindiğiniz ve en çok üzüldüğünüz an hangisidir, diye sorsanız emin olun, Gogol’un bu sorulara vereceği her iki cevapta da Puşkin’in adını duyardınız. Nikolay, hayatı boyunca ilham aldığı, her yazdığı öyküde onayını alacak kadar saygı duyduğu Puşkin’e büyük sadakat içerisindeydi. Sanki Puşkin’e danışmadan hiçbir eser ortaya koymuyordu. Kendisine yapılan ağır eleştirilere karşı sanki demirden bir zırh kadar sağlamdı. Yanında üstadı olunca hiçbir şeyden korkmuyor, çekinmiyordu. İşte Gogol’un hayatta en mutlu olduğu an, üstadı Puşkin’in kendi tarafında yer aldığını öğrendiği zamandır. 

Onu en kahreden belki de erkenden ölümüne sebep olan olay ise kendisine Ölü Canlar’ı yazmasını tavsiye eden Puşkin’in ölümü olmuştur.

Bu, aslında onun hayattaki her şeyinin sonu olmuştur. Mükemmel eserler ortaya koyan cesur Nikolay, artık o eski gözü yaşlı zamanlarına dönmüştür… İlerleyen zamanlarda üstadına söz verdiği gibi Ölü Canlar’ın diğer ciltlerini yazmaya devam edecektir. Fakat o eski günlerine hiç zaman dönemeyecek, o mizah ustası Gogol’un yerini şimdi dini duyguların yüceliğini savunan, insanlar tarafından beğenilmeyen, içine hapsolmuş Gogol alacaktır. Ölü Canlar’ın ikinci cildini defalarca yazan Gogol üstadının ölümünden sonra yazdıklarının hiçbirini beğenmez, Ölü Canlar’ın ikinci cildi yazılmamışçasına bir ateşte yanmaya mahkum olur. Çernişevski’nin söylediğine göre bu ikinci ciltte Gogol’dan hiçbir iz yoktur. Sanki bütünüyle değişmiş, yok olmuş gibidir.

“Müfettiş’den ve özellikle Ölü Canlar’ın ikinci cildinin ateşe atılmasından sonra Gogol’ün geçirdiği psikolojik bunalımın şu nedenden ileri geldiği söylenebilir: Her iki yapıt da, kendisinin savunmak istediğini söylediği, o zamanki devlet düzenine karşı, yenilik yanlılarınca bir silah olarak kullanılmıştır.”

Gogol kısa zamandaki başarısını şöyle açıklayabiliriz. O deha ki birçok yer gezmiş, hayatın her kesiminden insanlarla hasbihâl etmiş kısacası hayatın sillesinden geçmiş biridir. Eğer bu böyle olmasa “Eski Zaman Beyleri“, ”Bir Delinin Hatıra Defteri” gibi onu yukarıya taşıyan eserler asla onun kaleminden çıkmazdı. Gogol, yıllar boyu dile getirilen ahlaksızlıklara, yanlışlıklara karşı yepyeni bir boyut getiren insandır. O diğer yazarlar gibi bu tutumları kuru bir dille eleştirmemiş, her olaya mizah katarak eserlerini okuyan insanların çevrelerine çatık kaşlarla bakmalarını engellemiştir. Üstelik bir çok hikâyesinde yer alan fantastik ögeleri bir araç kullanmış, bu ögelerle anlatma istediklerini muhteşem bir anlatımla pekiştirmiştir.

Nikolay, edebiyatı para getirdiği için değil, yüreğindeki aşkla, üstadı Puşkin’e olan hayranlığıyla gönüllere kazımıştır. Kendisinin ve eserlerinin üzerinden siyaset yapılacağı hiçbir zaman aklına gelmemiştir. Gogol her zaman için “öyle bir konu olmalı ki, mahalle polisini bile kuşkulandırmasın” sözündeki gibi yazılar ortaya koymaktan başka hiçbir düşüncesi olmamıştır. Tamamen temiz duygularla oluşturduğu eserlerinin çoğu, çarlığa karşı oynanan alçakça oyunlarda birer araç haline getirilmiştir. Hiç şüphesiz hükûmetinin arkasında olduğu, devlete karşı asla isyan edilmemesi gerektiğini bildiğinden, eserleri kullanılarak çarlığa karşı yapılan saldırılar onu psikolojik bir bunalıma götürmüştür. Hayatı boyunca sadece yozlaşmış düzeni anlatmaya çalışan Gogol, kendisine atılan kızgın bakışlara daha fazla dayanamayarak 43 yaşında hayata gözlerini yummuştur. Üstelik öldüğünde bile düşmanları onu karalamaktan vazgeçmemiştir.

Biraz da Gogol’un edebiyat alanındaki yerine ve insanların edebi ihtiyaçlarına nasıl cevap verdiğine bakalım.

Nikolay Gogol’un Rus edebiyatındaki yerini Çernişevski ortaya koyar:

“Bizim edebiyatımız… retorik olmaktan çok sahici, doğal olmaya çalışmıştır her zaman. Gözle görülür ve devamlı başarılarla kendini gösteren bu arzu, edebiyat tarihimizin anlamını ve ruhunu da yaratmaktadır. Ve biz hiç tereddüt etmeden, bu arzunun hiçbir Rus yazarında Gogol’da ulaştığı ölçüde başarıya ulaşmadığını söylüyoruz.”

O dönemlerde romanlar, krallar tarafından ezilen mutsuz insanlara parlak hayatları göstererek onları bir nebze olsun mutlu etmeyi amaçlıyordu. Dereye atılan bir taşın suyun içinde kaybolduğu gibi hayatın içinde kaybolan bu insanlar fantastik eserlerle hayat buluyordu. Sanki süslü kıyafetler içindeki kahramanlar onlara üzüntülerini unutturuyor, kalplerindeki yaraları sarıyordu. Sonra bir zaman geldi, insanlar bu eserlerden uzak durmaya başladı. Buna birçok sebep sayabilirsiniz. (Gelişen hayat şartları, akımlar vs.) 

Fakat asıl sebep insanların kitaplarda kendi hayatlarını görmek istemesiydi.

Okuyucular retorik eserlerin gerçek dışı dünyasında yer almak istemiyordu. İnsan gün geçtikçe öğreniyor, bir şeylerin farkına varıyordu. Hâlbuki onlara sunulan bu hayalperest eserlerin hepsi saçmaydı, gereksizdi… Onlar geçmişte yaşayamadıkları bu, su gibi geçip giden anı ağaran saçlarında değil, kitaplarda bulmak istiyordu. Bu insanlar Kaf dağına varmayı değil, gerçeğin doruklarına ulaşmayı hedefliyordu… Bir tokat gibi yüzlerine çarpan haksızlıkların ve yanlışların gün yüzüne çıkmasını istiyorlardı. Dillerine tercüman olacak, kendilerine kim olduklarını hatırlatacak bir yazar arıyorlardı. İnsanların cinle periyle avunacak hali yoktu, ne yaşarsak yaşayalım elimizde var olan sadece bir kesik hayat parçasıydı… İşte tam da bu noktada Gogol ortaya çıkacaktı.

“Oysaki Gogol’ün tek amacı yozlaşmış düzeni gözler önüne sermek ve insanların bununla yüzleşmesini sağlayabilmekti”

O insanların tercümanıydı, Rus edebiyatındaki Puşkin’in romantiklere karşı başlattığı savaşın gerçek kahramanıydı. Yıllar sonra bu savaşın bayraktarlığını Çehov, Tolstoy ve daha nice isim yapacaktı.

Bugün, dünyada Rus edebiyatı adına en çok okunan yazarlar Tolstoy ve Dostoyevski olarak bilinir. Fakat umarım Rus insanının neden Puşkin ve Gogol sevdalısı olduğunu bu yazımızda şimdi daha net gözler önüne serebilmişizdir. Puşkin, Rus şiirinin babası sayılırken düzyazının efendisi Gogol’dur. Bu iki devin birleşmesiyle Rusya’nın edebiyat alanında ne denli gelişim gösterdiği izaha gerek kalmayacak şekilde zaten açıktır. Tolstoy, Çehov, Dostoyevski gibi isimlerin doğuşu Puşkin ve Gogol gibi gerçek edebiyatçıların geceler boyu kızaran gözleri sayesinde gerçekleşmiştir.

Sözlerimizi Çernişevski’nin Gogol’un ölümünden yıllar sonra bile hâlâ eleştirilmesiyle ilgili söylediği sözlerle bitirelim:

“Sürekli herkese yaltaklanan kişi, kendinden başka hiç kimseyi ve hiçbir şeyi sevmez; herkesin hoşnut olduğu kişi hiç iyi bir şey yapamayan kişidir, çünkü kötülüğü aşağılamadan iyilik olanaksızdır. Hiç kimsenin nefret etmediği kişi, hiç kimsenin hiçbir şeye zorlamadığı kişidir.
Savunulmaya gereksinim duyan pek çok kimse Gogol’a minnettardır; o, kötülüğü ve bayağılığı reddedenlerin başında oldu.”

Kaynakça:


Bahçeşehir Üniversitesi, BURCU SEÇMELER,Yüksek Lisans Tezi, 2009
Nikolay Vasilyeviç, Gogol’ün Hayatı ve Eserleri
Gogol Dönemi Rus Edebiyatı, Çernişevski, Yapı Kredi Yayınları
Alev Alatlı, Gogol’un İzinde