Nurdan Gürbilek
Kaynak: Sessizin Payı, Metis Yayınları, s. 45-60
"Elimi
kolumu bağlayan bu yalanı neye mal olursa olsun parçalayacağım, her şeyi itiraf
edeceğim, herkese gerçeği söyleyeceğim ve doğru olanı yapacağım," dedi. Tolstoy,
Diriliş
"Doğru
hayat gerçekten mümkün mü, yoksa 'yanlış hayat, doğru yaşanamaz' iddiasıyla mı
yetineceğiz?" Adomo, Ahlak Felsefesinin Sorunları
1.
TOLSTOY İvan İlyiç'in Ölümü'nün sonlarına doğru, ölüm
döşeğindeki İvan İlyiç'e ahlak felsefesinin şu temel sorusunu sordurur: Doğru
bir hayat mı yaşadım? Tamam, iyi bir eğitim gördüm, iyi bir meslek edindim;
güzel bir evim, iyi bir evliliğim var, ama doğru bir hayat mıydı benimkisi?
Yoksa kocaman bir yanlış olarak mı ayrılı yorum hayattan? Bu soruların
altmışına yaklaşan Tolstoy'un aynı zamanda kendi soruları olduğunu düşünmemiz
için birçok neden var. Çağının hakkında en fazla belgeye sahip olduğumuz yazarı
Tolstoy. Yirmi üç yaşında yazmaya başladığı otobiyografisi, gençliğinden
ölümüne kadar tuttuğu günlüğü, yakınlarına yazdığı mektuplar, itiraflar,
röportajlar. Bunlara karısıyla çocuklarının günlüklerini, dostlarının ve
müritlerinin anılarını eklediğimizde zengin bir toplam oluşturur. Oradan
öğreniyoruz: 1870'lerin sonlarında yaşadığı bir inanç krizinin ardından
hayatının doğru bir hayat olup olmadığını sorguluyordur Tolstoy. İvan İlyiç
gibi ölüm döşeğinde değildir; ama elli sekiz yaşındadır. Savaş ve Barış'ın
yayımlanmasının üzerinden on yedi, Anna Karenina'nınkinin üzerinden dokuz yıl
geçmiştir. Savaşın ve cinsel aşkın bu büyük gerçekçisinin ilgisini şimdi
gerçeklerden çok doğrular çekiyordur. İnsanın kendi mutluluğunun
başkalarınınkinden bağımsız olamayacağını söyleyen, sosyal adalet fikrine
dayalı bir ahlakın temel soruları: Doğru bir hayat mı benimkisi? Dünyada bunca
yoksulluk varken benim varlık içinde yaşamam doğru mu? Başkaları yokluk
içindeyken mutlu olmam mümkün mü? Bir adım sonra edebiyatın kendisi de sorunun
menziline girecek: Yoksul köylüler tarlalarda boğaz tokluğuna çalışırken benim
malikanemde oturup onların öyküsünü anlatmam doğru mu?
Marx'ın 11. Tez'inin romancı versiyonu: Bugüne kadar
romancılar özel hayatı yorumlamakla yetindiler; önemli olan onu değiştirmektir;
önce romancının kendi hayatını. Kont Tolstoy'un seksen iki yaşında gezgin bir
çileci nasıl yaşarsa öyle yaşamak için bir gece kimseye görünmeden evden kaçmasının
ardında bu tezi gerçekleştirme, ölümüne günler kala da olsa doğru bir hayat
sürme isteği var gibidir. Romanlar yazdım, hayatlar anlattım, gerçeği aradım,
diyordur, ama ben kendim yanlış yaşadım. Savaşta insanlar öldürdüm, rakiplerimi
düelloya zorladım, köylülerin sırtından kazandım, ün ve para için yazdım. Uçsuz
bucaksız topraklarda bir kont nasıl yaşarsa öyle yaşadım. Uşaklarım,
kfilıyalarım, hizmetkarlarım var, ama bu yanlışla çekilmeyeceğim hayattan.1
2
Tolstoy yorumcuları edebiyatçı Tolstoy'la ahlakçı olanı
birbirinden ayırır. Birincisi dünya edebiyatının en büyük romanlarından
ikisinin, Savaş ve Barış ile Anna Karenina'nın yaratıcısıdır. İkincisi
topraklarını yoksul köylülere dağıtma fikriyle kafasını bozmuş, Hıristiyanlıkla
anarşizm arasında gidip gelen tuhaf bir Rus düşünürü. Yazarla ahlakçıyı ayırma
çabası nedensiz değildir. Gerçekten de güçlü yapıtlarını, hayatını henüz
doğruluk arayışının yönetmediği daha erken döneminde yazmıştır Tolstoy. Yine de
sonraki yıllara damgasını vuran ahlaki kaygıların önceki yapıtlarda izi
olmadığı söylenemez. Tolstoy'un neredeyse bütün romanlarında doğruyu arayan bir
adam vardır: Shopenhauer, Spinoza, Hegel ya da Kant okuyan, doğrunun kitaplarda
kalmasına gönlü razı olmayan, tıpkı Tolstoy'un kendisi gibi yoksul köylülerin
durumunu iyileştirmek için reformlar tasarlayan bir büyük toprak sahibi. Savaş
ve Barış'ta yüce idealler uğruna kan dökülen, imparatorların bir gün savaşıp
bir gün el sıkıştığı, insanların tarihin dizginlenemez akışı önünde bir kibrit
çöpü gibi sürüklendiği kaotik savaş ortamında Piyer Bezuhov sorar ahlak
sorusunu: "On altıncı Louis'yi suçlu saydıkları için idam ettiler, bir yıl
sonra gene bir şeyler ileri sürerek bu kez onu idam edenleri öldürdüler. O
halde kötü olan nedir? İyi olan ne? Neyi sevmeli? Nelerden nefret etmeli? İnsan
ne için yaşamalı?"2
Şan, şeref, aşk, aile, vatan, kişisel zevk: Neye göre
çizeceğim hayatımı? Anna Karenina'da kahramanların bu kez cinsel tutkunun
peşinden sürüklendiği, mutluluk arayışının yerini yıkıcı bir mücadeleye,
kıskançlık ve intikam isteğine bıraktığı bir sahnede Levin devralır soruyu:
"Neyim ben? Niçin buradayım? Kişisel mutluluğu nasıl bulacağım? Doğru bir
hayat sürebilmek için ne yapmalıyım?" Bir zamanlar törenin içinde
kıpırdayan doğruluk anı silinmiş, ahlak insanın karşısına buyurgan bir güç
olarak dikilmiştir. Tolstoy kahramanı kendi vicdanı na danışarak soruyordur
şimdi: Doğru bir hayat mı benimkisi? Kahramanlarının sorularına Tolstoy'un
kendisi de hayatının farklı dönemlerinde farklı cevaplar vermişti. Aile
Mutluluğu'nu yazdığı gençlik yıllarında, sosyetenin şatafatlı hayatı yerine
kırda geçirilen sakin bir aile hayatından yana kullanır tercihini. Mutluluk,
diye telkin ediyordur kendisine, romantik heyecanların durulduğu yerde başlar.
Ama başyapıtı, durulmayan romantik heyecanlar üzerinedir. Yine de karar vermek
zor: Anna Karenina cinsel aşkın romanı mı dır, yoksa cinsel aşkın insanı nasıl
da yıkıma sürüklediğinin romanı mı? Aile mutluluğu Tolstoy'un zihnini orada da
meşgul etmeye devam eder. Evlenip bir aile kuran Levin'le Kitty'nin ilişkisinde
sorunlar yok değildir; ama romanda birileri mutlu olacaksa eğer, onlar buna
Anna'yla Vronski'den çok daha yakındırlar.
Ama evliliğe adımını henüz atmış bir Tolstoy'la yıllardır
evli olanın neyin doğru olduğu konusunda anlaşması beklenemez. Kreutzer Sonat'a
gelindiğinde, kan koca arasındaki cinsel tutkunun bile zehirli bir düşmanlığa
yazgılı olduğunda karar kılmış gibidir Tolstoy. Soru, bir kez daha cevabını
arıyordur: Aile mutluluğu değilse ne? Bu hayatı doğru olarak nasıl yaşamalı?
Çeşitli yazarların özlü cümlelerinden derlediği Bilgelik Takvimi'nde bu kez
John Ruskin'den devralır soruyu: "Doğru olanı mı yapıyoruz? Hayatımız
olarak adlandırdığımız bu kısa zaman parçasındaki eylemlerimiz bizi dünyaya
gönderen gücün arzusuyla uyumlu mu?"3
"Bizi dünyaya gönderen gücün arzusu": Bu gücü
doğrunun garantörü kıldığı ölçüde bir Hıristiyan ahlakıydı Tolstoy'unki. Ama
anarşist bir yan da taşıyordu: Varlıklılar ile yoksullar arasındaki eşitsizliği
koruyan her türlü kuruma karşıydı. Güçlülerin zayıflara hükmetmesine hizmet
ettiği için devlete, adaletin yerine sınıfsal çıkarı geçirdiği için hukuka,
insanlığın ortak çıkarının yerine sancağınkini geçirdiği için askerliğe, çıkan
din maskesi ardına gizlediği için kiliseye karşıydı. Tolstoy bu iki uzlaşmaz
öğretiyi, din ve anarşizmi bir "kutsal sadelik" zemininde
buluşturmaya çalıştı. Yoksulların basit hayatını yüceltti; vazgeçmeye dayalı
bir ahlakı savundu. Bazı kahramanlarında konuşan kısmen kendisidir. Savaş ve
Barış'ta "mutsuzluk yoksunluktan değil, fazlalıktan kaynaklanıyor,"
der Bezuhov: "İnsanların bunca çabayla kazandıkları zenginliğin ve
iktidarın bir değeri varsa, onlardan vazgeçme zevkidir." Bezuhov'u feragat
ahlakına yönelten, cephede tanıştığı inançlı bir er, okuması yazması olmayan
Platon Karatayev'dir. Doğrunun garantörünün seçkinlerin ya da din adamlarının
Tanrısı değil, "Karatayev'in yüreğindeki Tanrı" oldu ğunu
söylüyordur Tolstoy. Anna Karenina'da Levin de doğruluğu basitlikte arar.
Toprağı işleyen basit insanlar gibi olmalı, topraksız köylüler, sıradan
insanlar, çocuklar Tanrı'ya nasıl inanıyorsa öyle inanmalıdır.
Ölüm Tolstoy'un zihnini İvan İlyiç'in Ölümü'nden önce de
kurcalamıştı. Henüz otuzlarının başında yazdığı "Üç Ölüm" adlı öykü
de toprak sahibi kadının, toprağı işleyen köylünün, toprakta büyü yen ağacın
ölümlerini iç içe anlatır. Bir mektubunda bu öyküden şöyle söz eder:
"Mujik sessizce ölür. Tüm ömrünü adadığı dini do ğadır. Ağaç kesmiş,
çavdar ekmiş, ekin biçmiş, koyun kesmiştir; çiftliğinde koyunlar doğmuş,
çocuklar dünyaya gelmiş, yaşlılar ölmüştür. O, toprağın sahibi yaşlı hanımın
tersine, asla sırtını dönmediği bu yasayı bilir, hem de çok iyi bilir,
karşısında hiçbir zaman gözünü kırpmaz." Doğrunun anahtan, hayat
çevrimine sessizce boyun eğen, tevekkül içindeki basit insanın elindedir.
"Üç Ölüm"den yıllar sonra İvan İlyiç'in Ölümü'nde kilit rolü yine bir
köylüye verir Tolstoy. Ölüm döşeğindeki İvan İlyiç'e hesapsız, çıkarsız, gerçek
şefkati gösteren kişi İlyiç'in yakınları değil, bir gün kendisinin de öleceğini
sükunetle kabul eden Gerasim'dir. Dostoyevski'nin yoksullarından ne kadar
farklı Tolstoy'unkiler. Dostoyevski'nin kendilerini hep başkalanyla kıyaslayan,
gözü yükseklerdeki yoksullarının, sonunda diz çökseler de Tann'nın adaletini
sorgulamadan edemeyen kaybedenlerinin, yasaya meydan okuyan gururu incinmiş
kent yoksullarının tersine Tolstoy'unkiler kötü ko şullara şikayet etmeden
katlanır. Varlıklılarda yoksullarda olmayan bir şey vardır, diyordur
Dostoyevski kahramanı; bu onları daha güç lü, daha bağımsız, daha başına
buyruk kılar. Ben oraya nasıl ulaşacağım? Başına buyruk, sıradışı bir hayat
sürmek için ne yapmalı yım? Tolstoy kahramanıysa tam tersini: Yoksullarda,
varlıklılarda olmayan bir şey var. Ona nasıl ulaşacağım? Fazlalıklanmdan nasıl
kurtulacak, kutsal sadeliğe nasıl ulaşacağım? Kendimi inançlı bir yoksula,
ölümü sükunetle kabul eden basit bir köylüye nasıl dönüş türeceğim?
3
Yapıtın ardında o yapıtı şekillendiren bir hayat olduğu
düşünülür. Doğru olabilir: O hayat öyle yaşanmasaydı, o yapıt da öyle
yazılmayacaktı. Ama bazen tersi de doğrudur: O yapıt öyle yazıldığı için o
hayat, en azından bir bölümü öyle yaşanmıştır. Madem hayatı doğru yaşamak
gerektiğinde ısrar ettin, gözünü yükseklere değil alçaklara diktin, kötülükle
mücadelenin yolu efendi gibi değil uşak gibi yaşamaktan geçer dedin, herkes
kendi toprağını sürmeli, kendi ekmeğini yoğurmalı, kendi kundurasını yapmalı
diye yazdın günlüğüne, yap o zaman! Madem mutsuzluk yoksunluktan değil,
fazlalıktan kaynaklanıyor, diyen bir Bezuhov yarattın Savaş ve Barış'ta,
varlığın bir değeri varsa, bu ondan vazgeçme zevkidir, diyor Bezuhov'un, madem
"elimi kolumu bağlayan bu yalanı neye mal olursa olsun parçalayacağım, her
şeyi itiraf edeceğim, herkese gerçeği söyleyeceğim ve doğru olanı
yapacağım," diyen bir Nehlüdov yarattın Diriliş'te, okuduğu kitapların
etkisiyle "adalet, özel toprak mülkiyetine izin vermez, ya mülkümden
vazgeçecek ya da düşüncelerimin yanlış olduğunu kabul edeceğim," diye
düşünüyor Nehlüdov' un, bir kadına yaptığı haksızlığı telafi edebilmek için
onunla birlikte Sibirya'da bir kürek mahkumu nasıl yaşarsa öyle yaşamayı
seçiyor, "doğru yaşam onlarınki, benimki değil," diyor madem
kahramanların, hayatı ancak sefalete yakınmadan katlanan insanlar sayesinde anlayabiliriz
diyorlar, sen de öyle yaşa! Topraklarını topraksızlara dağıt, yazarlık
kazançlarını reddet, başkalarının sömürülmesine ortak olma! Daha hatasız, daha
yalansız, daha basit bir hayat sür! Toplumsal ahlak, yetkisini buyurganlığından
alır. Peki ya bireysel ahlak, o başkalarını doğruluğuna nasıl inandıracak?
Savundu ğu ahlakın inandırıcı olabilmesi için bir eyleme muhtaç olduğunun
farkındaydı Tolstoy. Hayatına uygun bir yapıt yaratmak yerine, yapıtına
(Kreutzer Sonat'a, İvan İlyiç'in Ölümü'ne, Diriliş'e, ahlaki ve dini
yazılarına) uygun bir hayat yaşamakta bu yüzden ısrar etmiş olmalı.
"Herkes kendi yolundan gerçeğe ulaşır, fakat ben birini söylemek
zorundayım," der "Yaşamın Anlamı Üzerine"de: "Benim
yazdıklarım sözde kalan şeyler değildir, ben söylediklerimle uyumlu yaşamaktayım,
mutluluğum bunda mündemiçtir ve böyle öleceğim."4
Bunu söylemenin kolay, gerçekleştirmenin o kadar kolay
olmadığını Tolstoy da biliyordu. Daha 1850'de günlüğünde kendini ahlak
buyrukları yazan, sonra meyhaneye koşan bir hödük olarak tanımlar. 5
Kırk küsur yıl sonra 1897 'de karısına yazdığı bir mektupta
yaşamıyla inançlarının bağdaşmıyor olmasının verdiği acıdan söz eder. 6
1903 'te "çabalarım kimi insanlarca ne kadar yararlı
görülürse görülsün, savunduklarımla
yaşayışım tümüyle uzlaşmadığı için, önemini
büyük ölçüde yitiriyor," diye yazar. 7
Son yıllarında müridi Çertkov'a yazdığı bir mektupta bu
çelişki yüzünden inandırıcılığını yitireceğinden endişe ettiğini söyler:
"Yazılarımla yaşamım arasındaki çelişki, acaba benden yana olanların
inancını sarsacak mı?"8
Endişe yersiz değildir. Gerçekten de hayatıyla yazdıkları
arasında kolay kapanamayacak bir uçurum vardır. Yoksulluğu salık verir; kendisi
bir büyük toprak sahibidir. Tarlaların, çayırların, ormanların herkese ait
olacağı bir ülke hayal eder; uçsuz bucaksız topraklar üzerine kurulmuş bir
malikanede yaşıyordur. Kimseden hizmet almadan yaşamak gerektiğini söyler;
etrafı serfler, uşaklar, kahyalar, dadılar, mürebbiyelerle doludur. Yazabilmesi
için ona uygun ortamı hazırlayan, romanlarını defalarca kopya eden karısı ve
kızları olmadan o romanları yazması belki de imkansızdır. İnsanın hayvani doğasını
dizginlemesi gerektiğini savunur; ama bunu inandırıcı olamayacak kadar geç bir
yaşta savunuyordur; beşi erken yaşta ölen on üç çocuğu olmuştur. Şehvete karşı
konuşur; bir zamanlar topraklarında çalışan bir serf kadından, köyde arabacılık
yapan bir oğlu vardır.
Sevgi, merhamet ve bağışlamanın havarisidir; karısıyla son
yıllarda tam bir cehennem hayatı yaşıyordur. Bireysel ahlakın eyleme muhtaç
olduğunu söyledim. Tolstoy'unki gibi öğretiyle kişisel hayat arasındaki
uçurumun üstünde yükselen bir bireysel ahlaksa çok daha fazlasına, inandırıcı
olabilmek için yanlışı bir çırpıda doğruya çevirecek; hayatın sıradan,
belirsiz, çelişkili anlarını hızla anlamlı kılacak; insanın hayatını
hayatlardan bir hayat olarak değil, bir örnek hayat olarak görmesini sağlayacak
bir mucizevi hamleye muhtaçtır. Tolstoy son otuz yılını "yalan üzerine
kurulu yaşamı"nı dönüştürmeye çalışarak geçirdi. Çabanın uzun yıllara
yayılmasının nedeni, dönüştüreceği hayatın artık yalnızca kendi hayatı olmamasıydı.
Aile Mutluluğu'nun yazarından, bir karısı, sekiz çocuğu, yirmi beş torunu,
onlarca hizmetkarı olan bir konttan söz ediyoruz. Aile, burada bölünür: Kont
"doğru hayat"ta ısrar eder; kontesin payına çocukların geleceğini
savunmak düşer. Genç yaşta kendisinden on altı yaş büyük bir adamla evlenen,
aile mutluluğu konusunda yazdıklarını Tolstoy'un kendisinden daha fazla ciddiye
alan, bütün enerjisini büyük yazar için elverişli bir ortam yaratmaya adayan,
çocukların çalışmasını bölmesini engelleyen, malikaneye akın eden müritleri
ağırlayan, kalan zamanında da Savaş ve Barış'ı ve Anna Karenina'yı defalarca
temize çeken kontese göre kocasının telif haklarından vazgeçmesi, topraklarını
çocukları varken başkalarına bağışlaması haksızlıktır. Tolstoy'sa yanlışın
ailede olduğunda ısrar eder: Karısı çocuklarını birer kont ve kontes olarak
yetiştiriyor, o mallarını gerçek sahiplerine dağıtmak isterken onlar bencilce
yaşayıp gidiyordur. 1883 'te Tolstoy varını yoğunu karısına devreder; 1881 'e
kadar olan yapıtlarının telif haklarını da ona verir. Bundan böyle mülksüz bir
köylü nasıl yaşarsa öyle yaşayacak, konfordan uzak gösterişsiz bir hayat
sürecektir. Avlanmayı, et yemeyi, tütün içmeyi bırakır; cinsellikten
("iğrenç beden çağrıları") uzak durmak gerektiğini savunur. Ama böyle
söyleyip malikanede yaşamaya devam ettiği sürece inandırıcı olmadığının
farkındadır. 1884 'te hamile karısını geride bırakıp evden ayrılmayı düşünür;
ama yapamaz. 1897'deki ikinci hamle de sonuçsuz kalır. Nihayet 1910'da
hayatındaki büyük yanlışa son vermek için kışın ortasında bir gece yarısı
karısına görünmeden evden kaçar. Ama doğru yaşam kısa sürmeye yazgılıdır.
Birkaç gün sonra ıssız Astapovo kasabasında tanımadığı bir istasyon şefinin
evinde zatürreden hayata gözlerini yumar Kont Tolstoy. Tolstoy'un evden
kaçmasında, ne kadar hayatıyla cümleleri arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırma,
ne kadar cehenneme dönüşmüş bir "aile mutluluğu"ndan kaçma isteğinin
payı var, bilemeyiz. Bunun fazla önemi de yok. Önemli olan, evden uzaktaki
ölümünün, hayatıyla öğretisi arasındaki yarığı derinleştirmekten öteye geçmemiş
olmasıdır. Gösterişsiz bir hayat özlemiyle evden kaçmıştı Tolstoy; ama o daha
trendeyken, gazetelerin ilk sayfalarını onun kaçış haberleri süslüyordu. Son
günlerinde kendisiyle baş başa kalmak istiyordu; ama hasta yattığı kulübenin
önünde o güne kadar görmediği bir kalabalık, büyük bir basın ordusu bekliyordu.
Sade bir hayatı olsun istemişti; ama esas şöhretini de bu eylemiyle kazandı; o
sırada Rusya'da Çar'dan sonraki en ünlü insan oydu. Merhamet ve bağışlamaktan
söz ediyordu; arkasında delirmenin eşiğinde bir kadın bırakmış, çoluk çocuk
bütün aileyi kendi seçimine kilitlemişti. Tıbbın insanı ölümden kurtarmasına
karşıydı; ama evden ayrılırken yanına aldığı tek kişi, 1898'den beri yanından
ayırmadığı özel doktoruydu. İnsan düşünmeden edemiyor: Astapovo'da ölüm
döşeğinde yatarken bir zamanlar İvan İlyiç'e sordurduğu soruları bu kez
kendisine sormuş mudur acaba Tolstoy? Doğru bir hayat mıydı benimkisi? Tamam,
varlıklı bir aileden geliyorum, geçim sıkıntısı nedir bilmedim, Tanrı bana
yazma yeteneği verdi, yayıncıların baskısından uzak, eve para yetiştirme derdi
olmadan canım ne istediyse yazdım, on üç çocuğum yirmi beş torunum oldu, ama
bunların hiçbiri beni mutlu etmeye yetmedi. Köylüler boğaz tokluğuna çalışırken
onların sırtından geçinmem doğru değildi. Şimdi hiç tanımadığım bir adamın
evinde ölüyorum, dışarıda bekleyen gazeteciler sorsa ne cevap vereceğim:
Hayatımdaki yanlışı düzeltebildim mi şimdi ben? Doğruyu arayan kahramanlarıma,
Bezuhov'a, Levin'e, Nehlüdov'a kendimden çok şey kattım, ama şimdi ölüme bu
kadar yaklaşmışken neden en çok Anna Karenina geliyor aklıma? Sanki çok önceden
kurulmuş bir zemberek var insanın hayatında, biz ondan uzaklaş maya çalıştıkça
o daha büyük bir gürültüyle işliyor. Günahkar bir kadını anlatacaktım
başlangıçta, ama zamanla ona bağlandım. Toplumun ikiyüzlü ahlakı karşısında
Anna'nın günahının ne önemi var? Ama inandırıcı olmak için güzel, zeki, içten
Anna 'yı öfkeli, mağrur, intikamcı bir kadına dönüştürmek zorundaydım. Gerçekçi
olmak için sonunda onu öldürmek zorundaydım. O zemberek bir kez öyle kurulunca
doğrusu olmayan bir yanlıştı Anna 'nın hayatı. Evde kaldı, olmadı; evden gitti,
olmadı. Peki ama Anna'ya trajik bir kader çizerken, kendime çizdiğim neden bir
azizinki? Yıllar önce sanatı bir "güzel yalan" olduğu için reddettim.
Anna Karenina sayfasını bir daha açmamak üzere kapattım.9
Dışarıdakiler sorsa ne söyleyeceğim: Hayatımı yalandan
arındırabildim mi şimdi ben? Bu dünyadaki adaletsizliğin bir ahlaki-ruhsal
devrim sayesinde giderilebileceğini düşünmüştü Tolstoy. Tanrı'ya bağlılık, azla
yetinme, merhamet: Eski Hıristiyanlığa dayalı bir ahlaki diriliş idealiyle
feragate dayanan bir tarım komünizmi arasında gidip gelen bir Rus soylusunun
ayaklarının altındaki toprak hızla çekilirken bağlandığı adalet ütopyası.
Basitliğe dönme çağrısı. Bir vazgeçme ahlakı: Madem başkaları sahip olamıyor,
ben de istemiyorum.
Dünyanın bana verebileceği hazlardan kendi isteğimle ayrılıyorum.
Tütün içmeyeceğim, müzik dinlemeyeceğim, zevk almayacağım. İnsan başkaları
mutlu olsun diye bazı şeylerden vazgeçebilir; bu onu mutlu da edebilir. Ama
kişisel mutlulukla olduğu kadar başkalarının refahıyla da bağları seyrelmiş,
kendi kendini amaçlayan bir vazgeçmeye dönüşmüştü
Tolstoy'unki. Yokluğu
giderilmesi gereken değil, ulaşılması gereken bir idealmiş gibi gören, kendi
başına bir amaca dönüşmüş çileci ideal: "Yoksullarda, varlıklılarda
olmayan bir şey vardır." Bir yokluk ahlakı: Eğer onların yoksa, benim de
olmasın. Madem zevk almıyorlar, ben de almamalıyım. Madem yazamıyorlar, ben de
yazmamalıyım. Ne topraklarımı ne evimi ne de Anna Karenina'yı istiyorum.
Rusya'nın bir devrimle altüst olmasının arifesinde şunu söylemek çok mu zordu
acaba Tolstoy için: Dünya zevkli bir yer, ama başkalarının zevk alamıyor olması
benim aldığım zevki de sakatlı yor. Bu hazzı başkaları da tatsın diye ne
yapabilirim? Güzel yemekler yesin, güzel bir hayat sürsün, güzel cümleler
kursun diye ne yapmalı? "İğrenç beden çağn"lanndan kaçtım, ama onlara
hep boyun eğdim. Anna'nın bu çağrılara kulak verdiği için ölmek zorunda
olmadığı bir dünya için ben ne yapabilirim? O zembereği yeni baştan kurabilmek
için ne?
4
Doğru hayat (aslında "yanlış hayat") üzerine
yirminci yüzyılda en çok düşünmüş yazarlardan biri Adomo'ydu. Minima Moralia
'nın sunuşunda, kitaptaki aforizmaların eski çağlardan beri felsefenin asıl
alanı olarak görülmüş, ama onun yönteme dönüşmesiyle düşünsel ihmale terk
edilmiş bir bölgeyle, doğru yaşam öğretisiyle ilgili olduğunu söyler. Aynı
yerde Hegel'e karşı tikelin haklarını savunurken, Hegel'den bu yana geçen yüz
elli yıl içinde başkaldırı gücünün bir kısmının geçici olarak bireysel alana
çekilmiş olabileceğinden söz eder. 10
Ama özerk bir ahlakın mümkün olmadığını söyleyen de oydu.
Birey de toplumdan yapılmıştır: Kapitalist toplumda özel hayatın sığınabileceği
bir doğruluk bölgesi yoktur.
"Antitez" adlı fragmanında, bu dünyadan
çekilme jestinin bile yadsıdığı dünyanın özelliklerini taşıdığını söyler: İnsan
"kendi yaşamını doğru bir varolu şun çelimsiz ve kırılgan imgesine uygun
olarak kurmaya çabalarken, imgenin hem kırılganlığını hem de hiçbir zaman
gerçek yaşamın yerini tutamayacağını aklından çıkarmaması"
gerekir. Aksi takdirde insanın başkalarından daha doğru bir hayat sürdüğü
iddiası kişinin özel çıkarını gizleyen bir ideolojiye dönüşür. "Tek
sorumlu davranış biçimi," diye bitirir fragmanı Adorno, "kendi
bireysel varoluşumuzu bir ideolojiye dönüştürmekten kaçınmak"tır. Bu
dünyada bir sığınak varmış gibi yaşamaktan, bir sığınak olabilirmiş gibi
yazmaktan uzak durmak gerekir. Ünlü cümle "Evsizlere Sığınak"ın
sonundadır: "Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz."11
Bu cümle üzerine sonraki yıllarda da düşünmeyi sürdürdü
Adorno. 1963 'te ahlak felsefesi derslerine başlarken öğrencilerine şöyle
sorar: "Doğru hayat gerçekten mümkün mü, yoksa 'yanlış hayat, doğru
yaşanamaz' iddiasıyla mı yetineceğiz?" Öğrencilerin en azından bazıları
Adorno'nun dersine doğru hayat hakkında özel ya da siyasi hayatlarında işlerine
yarayacak pratik bir şeyler öğrenme ümidiyle gelmiştir. Daha ilk derste onlara,
bu tür ihtiyaçlara cevap verecek bir kılavuzun kendisinde olmadığını söyler
Adorno. Onlardan bir doğru yaşama planı oluşturmalarını beklemiyordur. Doğru
hayat denen şeyin sorunlu doğasını yumuşatan, ahlakın çelişkileriyle
yüzleşmemek için sanki ahlak değilmiş gibi yapan bir "etik"e
çekilmelerini de beklemiyordur. Onlardan beklediği, ahlak felsefesinin can
alıcı sorununu, bireyle genelin ilişkisini gözden kaybetmeden ahlak
felsefesinin barındırdığı çelişkilerle yüzleşebilecek cesareti edinmeleridir.
Daha fazlasını dürüst kalarak vaat etmesi mümkün değildir, çünkü hayatın
kendisinin bu kadar şekilsizleşmiş olduğu bir dünyada kimse doğru bir hayat
yaşayabilecek durumda değildir. "Belki de söylenebilecek tek şey,"
der Adorno son derste, "bugün doğru hayatın, en ileri zihinlerin iç yüzünü
görüp eleştirel olarak teşrih ettikleri yanlış hayat biçimlerine direnmekten
ibaret olduğudur." Son dersin son cümlesi şudur: "Bugün ahlak
dediğimiz her şey dünyanın organizasyonu meselesiyle iç içe geçer. Hatta doğru
hayat arayışının doğru siyaset biçimi arayışı olduğunu bile
söyleyebiliriz." 12
Bu derslerden geriye, Adomo'nun elli yıl önce öğrencilerine
sorduğu, bugün bizi de uğraştırmaya devam eden sorular kaldı: Bazen
adaletsizliğin tam da kendini doğru, başkalarını yanlış gördüğümüz noktada
ortaya çıkabileceğini fark etmemiş olabilir miyiz? Kendi sınırlarımız üzerinde
düşünerek bizden farklı olanların hakkını vermeyi öğrenebilecek miyiz? Bir de
yanlış hayat üzerine ahlak felsefesine yol gösterebilecek bazı saptamalar:
Dünyayı değiştirmek için ona bulaşmamız gerekir; ona bulaşmaksa yanlışın bize
de bulaşması demektir. Ne kadar radikal olursa olsun ahlaki eylem kendi
imkansızlığını gizliyorsa yalan içerir. Bütünün çıkarıyla bireyinki arasındaki
uzlaşmazlığı görmezden gelen bir ahlak kaçınılmaz olarak barbarlığa varır.
Ahlaki davranış pekala gizlenmiş bir bencillikten, bir cezalandırma arzusundan,
hatta düpedüz hınçtan kaynaklanabilir. Vicdan bizi her zaman vicdanlı bir yere
götürmez: "Bir vicdanımız olmalıdır, ama kendi vicdanımız üzerinde ısrar
etmeyebiliriz."13
Bugün vicdanı konuşurken keşke karşımızda Tolstoy kadar
kuvvetli bir figür, o kadar rahatsız bir vicdan olsaydı. Madem yok, onunla
tartışacağız. Yalnızca sadeliği ararken fazla gürültü çıkardığı için değil,
yokluğu ulaşılması gereken bir varlıkmış gibi gösterdiği, ahlak probleminin
"dünyanın organizasyonu"yla iç içe geçtiğini görmezden geldiği için
de doğruya uzak düşmüştü Tolstoy vicdanı. Keşke gerçeklerle doğrular arasındaki
bağı koparıp atmasa, estetikle ahlakı birbirinden bu kadar uzaklaştırmasa, yeni
bir dinsel öğreti kurmak yerine kendi doğrusu olmayan yanlışına Anna Karenina'
nınkine baktığı gibi dimdik bakabilseydi Tolstoy. "Evsizlere
Sığınak"ta kendi evimizi ev olarak görmemenin ahlakın bir parçası olduğunu
söylüyordu Adomo. Tolstoy için eklemek gerekir: Kendi evsizliğimizi ev olarak
görmemek ahlakın bir parçasıdır. Bir çözüm değil, problem cümlesiydi
Adomo'nunki: Yanlış yaşam, doğru yaşanamaz.
1.Lev Tolstoy, İtiraflarım, çev. Orhan Yetkin, İstanbul:
Kaknüs, 1999, s. 16.
2. Tolstoy'un romanlarından yaptığım alıntılarda şu
çevirilerden yararlandım: Savaş ve Barış, çev. Leyla Soykut, İstanbul:
İletişim, 2003; Anna Karenina, çev. Ergin Altay, İstanbul: İletişim, 2002;
Diriliş, çev. Ayşe Hacıhasanoğlu, İstanbul: Türkiye İş Bankası, 2009.
3. Tolstoy, Bilgelik Takvimi, çev. Alp Aker, İstanbul:
Kaknüs, 2001, s. 11
4. Rosa Luxemburg, Tolstoy'un Yolu, çev. Zekiye Hasançebi,
İstanbul: Yazı Görüntü-Ses, 2003, s. 29.
5. Henri Troyat, Lev Tolstoy, çev. Z. Canan Özatalay-Işık
Ergüden, İstanbul: İletişim, 2010, s. 98.
6. Romain Rolland, Tolstoy, çev. Tahsin Yücel, İstanbul:
Multilingual, 2001, s. 148.
7. A.g.y., s. 147. 8. Sergey Tolstoy, Oğlu Tolstoy'u
Anlatıyor, çev. Emine Op, İstanbul: Düşün, 1990, s. 299. 54 dır.
8. Sergey Tolstoy, Oğlu Tolstoy'u Anlatıyor, çev. Emine Op, İstanbul: Dü şün, 1990, s. 299
9. Son yıllarında sanatın zevkle bağ kurmasına da karşı
çıkıyordu Tolstoy. Toplum çalışan yığınlar ve çalışmayan zenginler olarak
bölündüğü sürece sanat kaçınılmaz olarak çalışmayan azınlığın duygularını ifade
edecek, asalakların eğlencesi olmaktan kurtulamayacaktı: "Sanat yalandır
ve ben epeydir artık güzel bir yalanı sevemiyorum" (Tolstoy'un günlüğünden
aktaran Troyat, s. 282).
10. Theodor W. Adomo, Minima Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan
Yansımalar, çev. Orhan Koçak-Ahmet Doğukan, İstanbul: Metis, 7. basım, 201 2,
s. 15-19.
11 . A.g.y., s. 29-30 ve 43.
12. Theodor W. Adomo, Ahlak Felsefesinin Sorunları, çev.
Tuncay Birkan, İstanbul: Metis, 2012, s. 163 ve 172.
13. A .g.y., s. 165.
Merhabalar,
YanıtlaSilGeçtiğimiz günlerde Tolstoy’un ‘’Din Nedir’’ adlı kitabını bitirdim ve kitaptan en sevdiğim alıntıları bloğumda paylaştım. Okumak isterseniz sizinle de paylaşmayı isterim: http://www.ebrubektasoglu.com/yazi/tolstoyun-din-nedir-adli-kitabindan-10-etkileyici-alinti/
En sevdiğim alıntı şu olmuştu:
‘’İnsanların çoğunluğu onu yapıyor diye yanlış, yanlış olmaktan çıkmaz.’’
Sevgilerimle, edebiyatla kalın.