Söyleşi: Günay ÇETAO
Kaynak: http://cevbir.org.tr/
Çevirinin
pek az değer gördüğü günümüzde Dostoyevski’den yaptığın “Kumarbaz” çevirisinin
ödüle layık görülmesi çeviri camiası açısından anlamlı bir olay. Ödülün senin
için öneminden bahsedebilir misin?
Bir köy öğretmeni olan babamın senelerce faydalandığı,
benim de hâlâ kullandığım 1975 basımlı yazım kılavuzunda imzası bulunan, o
zamanlar galiba TDK yazmanı olan Ömer Asım Aksoy’un adına verilen ödüle layık
görülmenin benim için özel bir anlamı var. Ömer Asım Aksoy’u birçok nedenden
ötürü severim. Babamdan bana kalan nadir ve hakikaten yararlı bir miras
olmasından dolayı severim.
Türkiye’de
Dostoyevski çevirilerinin tarihi yüzyıl ortalarına kadar uzanıyor. Her bir
eserin birden fazla çevirisi var. Bu eskiden beri eleştirilen de bir durum
olmuştur: “Zaten çevirisi mevcutken neden tekrar tekrar çevriliyor?” diye
sorulur. Sana verilen ödül belki bu konuya farklı yaklaşılabileceğini
gösteriyor. Sen bu konuda ne düşünüyorsun?
Standart, “dil eskiyen bir şeydir” diyerek başlayayım…
Hakikaten de öyledir, dil eskiyen bir şeydir. Yayıncılıkla daha fazla haşır
neşir olmaya başladığımdan beri, editörlük vesilesiyle, şöyle bir şeyi fark
ettim: Aslında bu pek çok ülkede, kültürel anlamda bizden daha gelişmiş
ülkelerde de yapılan bir şey – yeni çeviriler yapılıyor, Rusya’da da,
İngiltere’de de yapılıyor yeni çeviriler, ama bunların daha makul aralıkları
oluyor, 50 yıl, 60 yıl gibi. Çok doğal, sen de Rusça çevirmeni olduğun için
bilirsin, bu işe başladığımız zaman ulaşabildiğimiz kaynaklara mesela Mazlum
Beyhan’ın ulaşması hiç mümkün değildi. Bu konuda Mehmet Özgül’ün anlattığı bir
hikâye de var, çok tatlıdır: Elindeki iki Ojegov sözlüğünden birini Ergin
Altay’a fahiş fiyata sattığını söyler… Bundan dolayı, dilin yenilenmesi,
eserlerin güncelleşmesi açısından önemlidir tekrar çeviriler.
Bir de, elbette her çevirmenin yorumu farklı. Ben kötü
görmüyorum, 20 tane de çevirisi olabilir bir eserin. Hatta insanların çevirmen
seçmeye başladığını da görüyorum, internet vesilesiyle, bloglar, internet
dergileri vesilesiyle, bu gelişimin ciddi ciddi çevirmen seçtirdiğini
düşünüyorum. Belki şu göz önünde bulundurulabilir: Tekrarlar arasındaki süre
uzatılabilir ki uzatılmalı da. Elimizde güzel çeviriler de var eskiden kalmış,
Tercüme Odası’ndan kalma Nihal Yalaza Taluy çevirileri var. Garip bir şekilde
eskimemiş çeviriler onlar, hakikaten muhteşem bir dili ve üslubu vardır.
Taluy’un bir iki çevirisinin redaksiyonunu, bir iki çevirisinin de editörlüğünü
yaptım. Günümüzde yapılmış bir çeviriye dönüştü bunlar, ama yine de Nihal
Yalaza Taluy tadında. O gözden geçirilmiş çeviriler bir 50 yıl daha idare eder
gibi geliyor bana, mesela “Yeraltından Notlar” çevirisi.
Belki
şöyle bir şey yapılmalı: Bir klasik çevirisine başlanmadan evvel mevcut
çeviriler gözden geçirilmeli, çevirmen “ben bunun üzerine bir şey koyabilir
miyim?” diye sormalı kendine.
Evet, ama bizde pek öyle olmuyor, çünkü fena halde tacir
yayınevleri var. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan burada biraz söz etmek
istiyorum: Bizim yapmaya çalıştığımız şey ciddi ciddi Tercüme Odası’nın bir tür
devamı gibi. Yayınevi klasik dizisine para harcamaktan çekinmiyor, kalite
artırmaktan çekinmiyor, Rusça editör almaktan çekinmiyor, biz şu an üç kişilik
bir klasik ekibi olarak çalışıyoruz ve iki yüz otuz kitabı geçtik, devam da
edeceğiz muhtemelen. Tercüme Odası kadar görkemli bir şey değil belki ama her
ay bir kitap çıkıyor. Bu çok güzel, alttan alta bir işe yaradığımı düşünüyorum.
“Kumarbaz”
çevirisinin senin yaşamınla iç içe geçmiş özel bir hikâyesi var mı?
“Kumarbaz”ı zaten severim, diğer çevirilerini ve Rusçasını
da sevmiştim. “Kumarbaz”ın çeviri sözleşmesini ben yaklaşık üç yıl önce
yapmıştım ve teslimden üç ay öncesine kadar tek kelimesine dahi dokunmamıştım.
Hayat şartları öyle gerektirdi, araya bir sürü şey girdi, editörlük yapmaya
başladım, o yüzden de birazcık daha tolere edebildiler beni. Fakat sonunda
artık istemeye başladılar, ben de öyle başladım çevirmeye. Başta gayet hızlı
gidiyordu, çünkü “Kumarbaz” Dostoyevski’nin diğer kitaplarına göre açıkçası
vasattır: Güzel bir kurgusu var, çok güzel anlatılıyor tüm duygular, her
zamanki gibi bütün karakterlerini yine görüyorsun kitapta – Karamazov
Kardeşler’i de görüyorsun, Yeraltından Notlar’ın kahramanını da görüyorsun, ama
onlar kadar derinlikli değil. Nedeni de malum, herkes için malum: Dostoyevski
bir ay gibi bir sürede yazmış bu romanı, verdiği bir söz var yayınevine ve
teslim etmek zorunda. Benim gibi aslında biraz. İlk bir ay fena gitmeyince
kitap, elli sayfaya yakın çevirebilince, “Allah allah dedim, ben de bir ayda
yapar mıyım acaba? Ne güzel olur, harika bir paralellik olmaz mı?” diye
düşündüm, ama olmadı, üç ay sürdü.
Çevirmen
ve editör olarak bugünün çeviri dünyasının sorunlarına değinebilir misin biraz?
Gayet çevirmen taraftarı bir yanıt vereceğim. Bundan eminim
artık: Bir defa Türkiye’de kötü çeviri diye bir sorun yok, kötü yayıncılık var.
Çok basit bir şey: Özensiz bir çevirinin kitap olarak basılması ve okurlara
dağıtılmasının tek sorumlusu yayınevleridir – ne redaktörüdür, ne çevirmenidir,
ne de düzeltmenidir. Yayınevinin basiretsizliği varsa, kötü çeviri
diyebileceğimiz şey vardır, çünkü bir eserin basılıp basılmaması kararını
nihayet yayınevi verir. Sonuçta ben editörlük de yapıyorum, bana gelen bir
çeviriyi reddetme hakkına sahibim, çeviriyi özgün dilinden kontrol edebilecek
ya da ettirebilecek durumdayım. Bunu da çevirmeni kırmadan yapmaya çalışırım,
biraz daha kendini geliştirmesi için yol gösteririm. Bana yazan tüm çeviri
öğrencilerine de yardım etmeye çalışırım bu konuda. Dolayısıyla, kötü çeviri
diye bir şey yoktur, kötü yayınevi vardır, basiretsiz tacir vardır.
Dostoyevski
Türkiye’de okuru ve entelektüel camiayı en çok etkileyen birkaç Rus yazarından
birisi. Onun etkisini edebiyatta olsun sinemada olsun hâlâ hissediyoruz. Sen
bunu nasıl açıklıyorsun?
Tuhaf olarak açıklıyorum. Rusçadan kitap okuyabilen pek çok
insanın da bildiği gibi Dostoyevski Rusya’nın en büyük yazarı değildir.
Entelektüel anlamda bu kadar etkilemiş olması, modern romana çok acayip bir yön
vermiş olmasıyla ilgilidir. Tarihsel olarak baktığımızda, Türkiye cumhuriyetten
beri bunalıma pek meraklı bir entelijansiyaya sahip, özellikle Oğuz Atay’dan
sonra iyice doruğa çıkmış, hatta 80’lerden sonra iyice suyu çıkmış bu işin: Tüm
iç sıkıntılarını, tüm bunalımlarını, her şeylerini anlatmaya başlamışlar. Bu
yüzden çok Türkiye’ye göre bir yazar Dostoyevski. Mesela insanlar Tolstoy’u da
çok okur gibi görünürler ama pek okumazlar. Şöyle bir şey de var: Derler ya,
“Dostoyevski’yi 20’lerinde de okumalı, 30’larında, 40’larında da tekrar okumalı
insan”. Oysa eskiden pek duymadığım şeyler duyuyorum artık, 30’lu-40’lı
yaşlarında Dostoyevski okuyanlar artık biraz burun da kıvırabiliyor. 20’sinde
okuyanlardan böyle bir şey duymazsın: Dostoyevski onun hayatının yazarı,
Dostoyevski onu en iyi anlatan yazar, kendisini en iyi bulduğu yazar, “Yeraltı”
adamının bunalımlarının bin katını yaşamıştır: Yazarlar, çizerler, okurlar,
bütün entelektüeller… hepsi de yaşamıştır. Bir gün Platonov’la
karşılaştıklarındaysa şaşırırlar, “böyle bir yazar mı varmış?” diye, üstelik de
bunu yavaş yavaş derler, kısıtlı bir çevreden kulaktan dolma yayılmaya başlar…
Biraz
da bazı yazarları okumuş olmak bir prestij meselesine dönüşüyor.
Doğru, Dostoyevski Türkiye’de üzerine en çok ahkâm
kesilebilecek Rus yazarıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder