Moskova

Moskova

27 Temmuz 2016 Çarşamba

Post-Sovyet dünyasında gazete okuma kültür


Okay Deprem

Eski SSCB'yi oluşturan cumhuriyetlere, birlik dağıtıldıktan yıllar sonra yolu düşenlerin gözlemlediği bin bir türlü farklılık ve tuhaflıklar arasında bir tanesi var ki, söz konusu coğrafya için epeydir oldukça tipik ve genel geçer kabul edilir. Büyük şehir merkezleri ve kimi ufak cumhuriyetler sayılmaz ise, post-Sovyet dünyasının ezici bir çoğunluğunda günlük gazete okuma alışkanlığı neredeyse bulunmaz.

Bu durumun en buram buram hissedildiği yerlerin başında ise Ukrayna geliyor. Değil sadece son senelerde, henüz 1990'lı yıllardan sonra Ukrayna'nın gündelik hayatından, günlük siyasi gazete okuma kültür ve alışkanlığı çok hızla silinmeye, kaybolmaya başlamıştı. Hele hele son 10-15 yıl içerisinde; elinde, koltuğunun altında gazete taşıyan, evine düzenli olarak gazete alan veya kamusal alanlarda gazete okuyan insanlara çok ama çok ender rastlanır hale geldi. Nüfusunun kayda değer bir kısmının hala düzenli ve gündelik olarak gazete takip etmediği Türkiye'den dahi gidiliğinde kısa süre içinde dikkati çeken bu durumun altındaki nedenlere mercek tutalım...

Gazete tipi 

Post-Sovyet gündelik hayatının şifreleri çözmek ve insan tipinin mantalitesini anlamak açısından Rusya Federasyonu'ndan sonra en önemli ve merkezi laboratuar ülke konumundaki Ukrayna'da, büyük ve kentsel yerleşim birimlerinde gazete kültürü, olduğu kadarıyla, epey bir nev-i şahsına münhasırdır. Bir kere; market ve bakkal gibi noktaların çoğunda gazete satılmaz. Türkiye ve Avrupa'da gazete denince akla gelen basılı yayınları andıran organların bulunabildiği yegâne noktalar ise sokaklarda ve köşe başlarında bulunan kiosklardır. Aynı zamanda tütün ve alkollü mamullerin de satıldığı ve insanın karşısına hayli sık çıkan bu noktalarda, ilk bakışta gazeteye benzeyen pek çok yayın göze çarpar. 

Yakından bakıldığında ise bunların, ya ulusal (ülke sathında çıkan) ancak haftalık gazeteler, ya günlük ancak bölgesel olarak yayınlanan gazeteler ya da bazen tek bir şehir sınırlarında dağıtılan gazeteler oldukları fark edilir. Öte yandan hemen hiçbiri de A2 formatında olmayıp, genelde A3'e basılı ve sayfa sayıları da olabildiğince sınırlıdır. Hatırlatmakta fayda var ki, dünya çapında az çok kabul edilmiş ve neredeyse standart haline gelmiş ulusal çapta yayımlanan günlük süreli yayınların boyutu A2'dir. Dahası; Almanya, İngiltere, Fransa ve Amerika gibi, tarihsel olarak gazete kültürünün başını çeken ülkelerde bu yayınların fiziksel hacimleri onlarca sayfayı bulur (hatta Türkiye'de bazı gazeteler). Ukrayna gibi büyük sayılabilecek bir ülkede, hem ulusal ölçekte ve günlük olarak dağıtımı yapılan hem de büyük boy kalıba basılan gazete neredeyse yoktur. 

Nereden nereye 

Sovyetler Birliği, dünyanın belki de bir numaralı gazete toplumuydu. Hemen her haneye ya Pravda ya İzveztiya ya da Savyetskaya Rassiya gibi rejimin günlük olarak ve birlik çapında yayınlanan süreli yayın organları girmekteydi. Düzenin gerileme dönemi olan son on yıllık periyotta yetişen aklı havada genç jenerasyonlar haricinde, abartısız tüm yetişkin bireyler günlük gazete okuma kültürü ve alışkanlığa fazlasıyla sahipti. Nitekim Rusya ve Ukrayna gibi birliğin merkezi Slav cumhuriyetlerine, 90'ların toz ve duman bulutu hafif hafif dağılmaya başladığı 2000'lerden itibaren ilk defa ayak basanlar, 1990'lı seneler boyunca dahi toplumun her şeye karşın söz konusu kültürel alt yapısını kaybetmediğini, direndiğini öğreneceklerdi. 

Peki tam olarak ne oldu ki, sosyal-kültürel ve yaşamsal hangi temel parametreler dolayısıyla Sovyet toplumu, nispeten çok kısa bir süre zarfında bu açıdan bambaşka bir çehreye büründü?!.. 'Sosyalist sistem çöktü, mevcut sosyo-iktisadi yapının değişmesinden dolayı da onun üzerinde yükselen her türlü üst yapı kurumu da değişti, dönüştü' şeklindeki genel geçer yaklaşım konumuz bağlamında yeterince açıklayıcı değildir. Çünkü bilinmektedir ki, bir SSCB'deki kadar olmasa da, gelişmiş kapitalist ülkeler de aynı zamanda, dünyanın düzenli ve en çok günlük gazetenin okunduğu toplumlarına ev sahipliği yapmaktadırlar. 

Yeni ritim 

Günlük ve düzenli gazete okuma alışkanlığının post-Sovyet dünyasında toplumdan çok hızlı ve kitlesel bir şekilde silinmesinin arkasında yatan esas ve belirleyici faktör, belirli istisnai bölgeler ve dönemler sayılmaz ise; düzenli hayatın, nizamlı yaşam tarzının tamamıyla ortadan kalkmasıdır. Sovyet devrinde nüfusun tamamına yakını günde ortalama sekiz saat çalışmakta olup, yetişkinler evlerine akşama doğru saat beş ile altı arasında dönmekteydiler. 

Ciddi anlamda yaşam ve gelecek kaygısı bulunmayan dolayısıyla, temel işi haricinde geçim maksatlı herhangi bir işte çalışma veya başka bir takım yollarla ekstra para kazanma gereksinimi olmayan Sovyet yetişkinleri doğal olarak, iş günü dışındaki zamanlarını azami anlamda boş zaman aktivitesi yönünde değerlendirme, kendilerini geliştirme imkânına fazlasıyla sahipti. İşten sonra arta kalan geniş zaman diliminin önemli bir kısmı ev içerisinde geçerken, ergenler ve ebeveynlerin hemen hepsi; ülkelerinde ve dünyadaki gelişmeleri gazete ve mecmualar üzerinden düzenli ve günlük ritimde takip etme alışkanlığı içerisindeydiler.    

Tempo kaybolunca  


Sovyet toplumu, dünyada en düzenli ve gelecek kaygısız bir topluluk yapısından süratle çıkarak, 3. Dünya ve Ortadoğu ülkelerini aratmayan gündelik hayat düzensizliği, karmaşa ve kaosunun içine düşmüştü. Maaşların uzunca süreler düzenli ve tam olarak ödenmediği, ulusal para biriminin değerinin un ufak olduğu şartlarda istisnasız herkesi muazzam bir geçim derdi sarmış, önceki dönemden devralınan sabit işin belirli çalışma saatleri dışında da sayısız insan ilave iş-güç peşinde koşmaya, yepyeni ekmek kapıları bulma tasasına düşmüştü. Buna bir de en temel geçim araçları ve tüketim maddelerini temin etmek için harcanan vakit ve enerjinin katlanması eklenince; BDT insanı için artık fizyolojik zaruretler dışında, sistemli ve kitlesel olarak süreli / süresiz yazılı yayınları takip etmek için gereken asgari hayat zemini tam anlamıyla darmadağın olmuştu. Öte yandan; süreli basılı yayınları düzenli suretle izleme kültüründen gelen eski kuşakların azımsanmayacak bir oranının 10 - 15 yıl gibi kısa bir zaman diliminde; sağlık, beslenme ve yaşam şartlarının alt üst olması neticesinde hayatlarını kaybetmesi ve onların yerini; eğitimsel, bilinçsel ve kültürel açıdan, değil yalnızca günlük gazete izlemek, genel olarak hiçbir şey okumamak üzerine kodlanan nesillerin doldurmaya başlaması da; toplamda gazete okuma kültürünün aldığı kitlesel ve seri darbeyi açıklayan bir diğer etmen olarak öne çıkıyor. Bir diğer taraftan; Sovyet döneminde gazeteler bütünüyle siyasi karakterli, oldukça ciddi, sıkışık ve bol yazılı bir formatta yayınlanıyordu. Gazete okumak bir nevi politik angajmanla özdeş kabul edilirdi. 

90'larda kitlelerin süratle siyasetten soğumaları hatta kayda değer bir bölümünün adeta nefret eder hale gelmesi de günlük gazete okuma alışkanlığının sönümlenişini izah eden bir başka hâkim etken olarak değerlendirilmeli.  

25 Temmuz 2016 Pazartesi

Fyodor Amca!.. 11 günde dünyayı dolaşan Konyukhov'un öyküsü


Suat Taşpınar

Onunkisi okullarda okutulması gereken bir yaşam öyküsü... 

Onunkisi ayakta alkışlanması gereken eşsiz bir başarı... 

Onunkisi azmin, inancı, iradenin, çabanın, kararlılığın ve hayallerin elinden hiç bir şeyin kurtulamayacağının en açık kanıtı... Onun öyküsünde hepimize ışık tutacak, ders verecek, belki hayatımızı değiştirecek, anlam katacak o kadar çok şey var ki... 

* * *

Hafta sonunda tüm dünyanın gündeminde Rus maceracı, gezgin, kaşif, sanatçı, örnek insan Fyodor Konyukhov vardı...

65 yaşındaki “Fyodor Amca”, balonla havalandığı Avustralya’dan tek başına, 11 günde devri- alem yapıp, yerkürenin etrafını dolaşıp yenide Avustralya’ya indi. İki oğlu ve bir kızı olan Konyukohov, ailesi tarafından coşkuyla karşılandı.

Böylece balonla tek başına dünya turu rekorunu Amerikalı Steve Fossett’ten aldı... Fosset dünya turunu 13 günde tamamlayabilmişti...

Konyukhov, 2,2 metreye 1,2 metrelik sepetin içinde 13 günde dünyanın etrafını neredeyse aç, susuz ve uykusuz dolaşıp, “aşılmaz” denen bir engeli daha aştı...

Pek çoğumuzun sonu gelmez, incir çekirdeğini doldurmaz işlerle telaşta olduğumuz şu dünyada, yaşamı anlamlı kılmanın “yapılacak işlerin, varılacak hedeflerin anlamlı olmasıyla” ilgili olduğu dersini hepimizin kafasına kazıdı... 

Tebrikler “Fyodor Amca”!

Bu büyük ders için”teşekkürler...

* * *

12 Temmuzda Avustralya’dan havalanan Konyukhov, Yeni Zelanda, Pasifik Okyanusu, Güney Amerika rotasıyla Avustralya’ya 11. günde geri dönmeyi başlardı...

Önceki rekorun sahibi Steve Fossett’inkinden daha uzun bir rotayı iki gün daha kısa zamanda aldı. 34 bin 820 km yol yaptı...

Konyukhov en zor anı, “Antartika üzerinde, termometrenin eksi 50 dereceye düştüğü fırtınada yaşadığını” anlattı...

* * *

Konyukhov’un hayatı, büyük rekorlarla, aşılan en yüksek engellerle dolu:

Kuzey ve Güney kutuplarına tak başına ulaşılan yolculuklar...

Kendi "el yapımı" tekne ile geçilen okyanus... 

27 metrelik bir tekne ile tek başına dünyanın etrafında yapılan seyahat....

Konyukhov, dağcılıkta en önemli hedef olan “yedi kıtada en yüksek yedi zirveye tek başına tırmanma” başarısına ulaşmış ilk Rus sporcu...

Everest’e iki kez tırmanan bir dağcı...

Dünyanın etrafında dört kez tek başına tur atan denizci...

Atlantik Okyanusunu kendi yaptığı minik botla 46 günde geçen sporcu...

1952’de Ukrayna’da doğan Konyukhov 3 bine yakın tablosu olan bir ressam...

Rusya Sanatçılar Akademisi’ne kabul edilmiş bir heykeltıraş... 

Rusya Ortodoks Kilisesi’nin görevlendirdiği, Everest’in zirvesine ikon götüren bir din adamı...

* * *

65 yaşında bir rekoru daha geride bırakan “Fyodor Amca”’nın kalan tek hayali bir gün tek başına tırmanacağı “stratosferden”, yani yerküreden 50 kilometre yükseklikten dünyayı seyre dalmak...

Neden olmasın?

18 Temmuz 2016 Pazartesi

Dekabrist (Aralıkçılar) İsyanı


Vikipedi, özgür ansiklopedi

Aralıkçılar İsyanı, Dekabrist İsyanı veya Aralıkçılar Başkaldırısı ( Восстание декабристов), İmparatorluk Rusyası'nda 14 Aralık 1825 (Miladi: 26 Aralık 1825) tarihinde çıkan askeri ihtilaldir. Bazı subayların önderliğinde 3.000 imparatorluk askeri, I. Nikolay'ın abisi Konstantin yerine tahta geçmesi nedeniyle isyan etmesidir. Olay aralık ayında olduğu için "Aralıkçılar İsyanı" adını aldı. İsyan, Çar I. Nikolay tarafından bastırıldı; ve asiler Sibirya'ya sürüldü. İsyan, Sankt Petersburg'daki Senato Meydanı'nında yaşandı.

Çar I. Aleksandr öldükten sonra, asiller tahtın yeni varisi olarak büyük oğlu Konstantin'i seçti. Ama o tahta geçmek istemedi. Böylece onun yerine, tahta kardeşi I. Nikolay geçti. I. Nikolay'ın 3.000 asker ve subayları, 14 Aralık (26 Aralık) sabahında Senato Meydanı'na geldi. Asi askerler, Sankt Petersburg'daki diğer ordunun da kendilerine katılacağını zannettiler; ama yanıldılar. Asilerin en üst rütbeli 2 subayı Prens Trubetskoy ve Albay Bulatov çatışma alanından kaçınca, yerlerine yetkili olarak Prens Eugene Obolensky geçti.

Rus Çarı'nın 9.000 kişilik koruyucu ordusuyla, asi ordu gün boyu çatıştı. Nikolay süvari alaylarını kullanmak istediyse de, atlar buzlarda kayıp düştü. Gün sonunda topçu alaylarının ateşlenmesiyle, asi ordunun direnci kırıldı; ve kaçmaya başladılar. Kuzeye doğru kaçarlarken, Neva Nehri üzerinde tekrar toplanmak isteseler bile, topçu alaylarının atışları nedeniyle nehrin buzu kırıldı; ve ordunun büyük bir çoğunluğu nehirde donarak öldü.
Yakalanan 5 Aralıkçı lider idam edildi, kalanlar Sibirya'ya ve Uzak Doğu'ya sürüldü. Liderlerin idamı sırasında, liderler ölmeden ipler koptu. Rus geleneklerine göre, eğer bir kişinin idam sırasında idam ipi koparsa, hayatı bağışlanırdı. Ancak Nikolay onların hayatını bağışlamadı. Yeni ip getirttirip, idamı tekrarlattı.


1856 yılında tahta II. Aleksandr çıkınca, sürülen asilerin batıya geri dönmelerine izin verdi. Ancak çoğu dönmedi. Dönenlerse, 1861'de yapılan reformların etkisiyle geri döndü.

Dekabrist’in karısı


Burhan Sönmez  / Birgün

Bir Dekabrist’in karısı olmak nasıl bir kaderdir? Çarlık Rusyasında 1825’in Aralık ayında ayaklanan askerlere, isyanın zamanlamasından dolayı Dekabrist (Aralıkçılar) dendi. 

Anayasal bir düzen istiyordu isyancılar. O günün Rusyası için cesur ve devrimci bir talepti. Binlerce subay ve askerdiler, ama yenildiler.

Liderlerinden beş ünlü subay idam edildi. Pavel Pestel en iyi tanınanıydı. Yıllar sonra ‘Ana’ adlı romanını yazarken Maksim Gorki’nin başkaraktere ‘Pavel’ adını vermesi bu yüzden o topraklarda farklı çağrışımlar taşıyordu. Puşkin de Dekabrist arkadaşları için şiirler yazdı. Ayaklanmanın gerçekleştiği meydanın adı yüz yıl sonra, 1925’te törenle Dekabrist Meydanı olarak değiştirildi. Modern çağ, her hareketin kendi isim listesine sahip olduğu bir çağdı.
Hareketin önde gelenleri sürgüne gönderildi, Sibirya’ya, Kazakistan’a, Uzak Doğu’ya. Ama yalnız değildiler, karıları, nişanlıları, sevgilileri de gitti onlarla, en uzak yerlere. Bu kadınların bağlılığı ve adanmışlığı Rus kültüründe önemli yer buldu ve o günden sonra ‘Dekabrist’in karısı’ kavramı çıktı ortaya.

Bu isyanla ilgili hâlâ tartışılmakta olan çok şey var. Meydanda toplanıp, “Yaşasın Konstantin ve Anayasa!” diye bağıran askerlerin çoğu daha önce hiç duymadıkları Anayasa kelimesini, Prens Konstantin’in karısı sanıyormuş. Her isyan bir parça içgüdüyle yol alır. Hakikat veya tevatür. Marie Antoinette’in “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” dediği iddiası ne kadar inandırıcıysa, bu söylenti de öyleydi.

Osmanlı’daki anayasal hareketlerin ortaya çıkışı daha sonraki tarihlere denk düştü ve 1908’deki İkinci Meşrutiyet’e ve nihayetinde modern cumhuriyete kadar gelip durdu.
Dekabristleri anlatmak için roman yazmaya başlayan Tolstoy, hikayeyi sonradan Napolyon dönemine kaydırmış, yine de Dekabristlere gönderme yapmaktan geri durmamıştı. ‘Savaş ve Barış’ adlı bu romanı tasarladığı gibi yazsaydı, hareketin liderlerinin idamı sırasında yaşanan o şaşırtıcı olayı da anlatacaktı belki. İsyancıların beş subayı idam edilirken, ayakları yerden kesildiğinde hepsinin de ipi koptu. Hiçbiri ölmedi. İdamı izleyen kalabalıkta bağrış ve umut yayıldı. Asırlardır bilinen geleneğe göre, mahkûm ilk teşebbüste idam edilemezse, affedilirdi. Ama Çar yeni ip kullanılmasını emretti. 

Sürgüne gidenler orada yaşlandı. Onlarla giden kadınlar da. Sevmenin, hayata kalbin penceresinden bakmanın sembolü oldukları için ‘Dekabrist’in karısı’ deniliyordu her birine. Ve sonrasında Rusya’da her erkek aşkı arar ve kaderin onun için sakladığı kadını beklerken kendisini Dekabrist gibi hisseder ve buna yaraşır bir sevgili ümit eder oldu.

Bunları anlatırken geçen gün bir arkadaşım, “Bir Dekabrist’in karısı olmak istemem” dedi. “Ben kendim için ve kendi inançlarım adına bir Dekabrist olmayı tercih ederim. Kadın bir Dekabrist’in kocası veya sevgilisi olmaya ve onun peşinden Sibiryalara ve uzak sürgünlere gitmeye kaç erkek hazırdır?”

Sonra, benim sevdiğimi bildiği İslamcı bir gazete yazarının, “Ben reçel yapmasını bilen kız istiyorum” sözünü hatırlattı. Yazar, modern müslüman kızların reçel yapmayı öğrenmediklerini, dış dünyaya göz diktiklerini ve geleneksel rollerini ihmal ettiklerini söylüyordu mealen ve bu durumdan şikâyet ediyordu. Arkadaşım, “Eğer sevdiğine adanmışlıktan erkeklerin anladığı şey onlarla hayatı paylaşmak değil, fakat onlara hizmet etmek ve belirlenmiş bazı görevleri yerine getirmekse, ben ne bir Dekabristin (bunu Devrimcinin anladım) ne de bir İslamcının karısı olmak isterim” dedi.

Rusya seferinde Moskova’yı işgal etmeyi başaran Napolyon 1812’de geri çekilirken, ağır yenilgi yaşamış, ordusunun büyük kısmını kaybetmişti. Başka kayıpların ilk işaretiydi bu. Napolyon’un ordusunu Paris’e kadar takip eden Rus subayları geri döndüklerinde dağarcıklarında Aydınlanma ve Fransız Devrimi fikri vardı. Bu subayların önemli kısmı Dekabrist olacaktı.


Dekabristliği kendisine daha uygun gören kadın arkadaşıma, aristokrat sınıfa mensup olup da Dekabrist kocasının peşinden sürgüne giden kadınlardan Maria Volkonskaya’yı anlattım. Daha iki yıllık evliydi Maria ve kocasıyla gidiyor diye, malvarlığından ve unvanlarından vazgeçmeye zorlanmıştı. Kocasının ardından tuz, gümüş ve kurşun madenlerine gitti, ki mahkûmlar sabah saat altıdan gece on bire kadar birbirlerine zincirlenmiş olarak çalışıyorlardı. Ve kocalarını haftada sadece iki kez ziyaret etme hakkı vardı. Alexander Dumas, Türkçe’ye çevrilmemiş olan ‘Le maître d'armes’ adlı romanını bu olaylardan yola çıkarak yazmış ve kitap hemen yasaklanmıştı. Volkonskaya ve kocası yaklaşık otuz yıl sonra çıkan affın ardından gururla memleketlerine geri döndüklerinde her şeyin değişmiş olduğunu gördüler. Eski dostları düzene uymuşlar, davalarından dönmüşler ve yaşlanmışlardı. Kendileriyse hâlâ inançlı ve umutlu ve geride kalanlara göre daha genç ve dinç görünüyorlarmış zorlu yıllara rağmen. Sürgünde daha mutlu olduğunu söyleyecekti Maria ölmeden önce. 1844’te inşa ettikleri sürgün evi bugün hâlâ ayakta duruyor, yıpranmış da olsa.

13 Temmuz 2016 Çarşamba

THE MYSTICAL ST.PETERSBURG


Kaynak: http://merihce.blogspot.ru/  


St.Petersburg limanında demirleyen gemimizden şehrin puslu bir sabaha saklanmış siluetine baktığım zaman doğrusu içimi hiç bir heyecan kaplamadı. 

Uzaklardan bile seçilen devasa liman ve bina inşaat  vinçlerinin  çirkin görüntüleri, havanın soğuk, yağmurlu ve sisli oluşu buna bir neden olabilir. 

Hemen limandaki gümrük ve pasaport dairesinde ayazın içinde beklenen uzun sıra, görevlilerin asık suratları,  gemimizin bildik gürültücü (Uzak doğulular) tiplerinin etrafımızda oluşturduğu ses kirliliği derken ruhumun pozitif ibresi eksilere doğru hızla inişe geçti.  

Ancak gümrüğün önünde, iki gün boyunca bizimle olacak olan rehberimiz Evgenya ile buluşunca pozitif ibre de yükselmeye başladı. Bir Rus kızından çok güneyin (Alabama yöresi) kızlarına benzeyen rehberimizle hemencecik kaynaştık.  Evgenya 29 yaşında, şehirde rastladığımız hemen her Rus’un aksine sıcacık güleryüzlü ve nazik, bir o kadar da sanat, tarih ve kültür konusunda mükemmel donanımlı, kusursuz İngilizcesiyle harika bir rehber. 

Arabaya biner binmez, rehberlik için bizi uzun bir listeden özellikle seçtiğini söylüyor. ‘çünkü siz mesleki hayatımda Rus Sanatları müzesini ve Dostoyevski’nin evini görmek isteyen ilk Amerikalı’larsınız’.’ Anlaşılan rehberimiz aslında hayli meşhur ve hatta gemide bizim katılmayı atladığımız ‘Baltic Voices’ konferansında da konuşmacı imiş. 

Aslında seyahatlerimizde serbest dolaşmayı severiz, ancak Rusya vizemiz olmadığından, sürekli bir rehber, özel araba ve şoför ile gezmek zorundayız. Seyahate çıkmadan en az 2 hafta önce pasaport dairesine ve rehberlere verilmek üzere bir gezi planı da bildirilmek zorunda. Kurallar böyle. Yani biraz yarı tutsaklık halleri gibi olsa bile ekibimiz mükemmeldi ve onlar olmadan iki günde kocaman ve olağanüstü ilginç St Petersburg’u böylesine güzel gezemezdik, öğrenemezdik. Hele de ilk günün sağnak yağışında ve soğuk rüzgarında arabasız onca yeri gezmek hayal bile edilemezdi. 

İlk durağımız yazlık saray Peterhof. Limandan saraya oldukça uzun bir yol, ancak böylesi daha güzel. Sabahın erken saatlerinde güne başlamış Rus’ları, caddeleri, binaları, parkları izleyerek, St.Petersburg şehri ve büyük Peter (Peter the great) aşığı Evgenya’yı uzun uzun dinleyerek ilerliyoruz. Abartmıyorum gerçekten aşık.

St. Petersburg bataklığın üzerine kurulmuş dümdüz bir şehir. Kurucusu ise Çar Peter.  1712 de Rusya’nın başkenti olan şehir bu gün başkent değil ama Rusya'nın tek Avrupai şehri. Tahta çıkmak şansı hiç olmadığından çocukluğu izole edilmiş olarak Avrupa kültürüne hayranlık duyan öğretmenlerin elinde geçen Peter kaderin ilginç cilveleri sonunda 10 yaşında Rus Çarı olmuş (1682). Peter’in Avrupa hayranlığı St.Petersburg’un her köşesine hakim. Dominant mimari stili barok ve neo-klasik. Görkemli Saray Meydanında bulunan General Stuff Building, şimdi Dünya’nın en önde gelen müzelerinden biri olan Hermitage (eskinin Kışlık Sarayı), Rus Sanatları Müzesi,St. Isaac Katedrali, Peter tarafından  kurulan ve ilk müze olan doğal Bilimler Müzesi Kuntskamera barok mimari tarzını yansıtan ünlü binalar.. Buna aykırı tek ünlü örnek ise  ortaçağ Rus mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan ‘Church of the Savior on Spilled Blood’. Peter’in Avrupa hayranlığını en güzel yansıtan diğer örnekler  de görkemli ve sayıları kabarık olan saraylar. Bu aşırı gösterişli savrukluğun ise çarlığın sonunu getirdiği de aşikar.

Yine barok mimarinin bir diğer örneği olan Peterof ise olağanüstü güzellikte bahçelerin, havuzların, fıskiyelerin, heykellerin, ağaçların çiçeklerin neredeyse aritmetik bir düzenle yayıldığı platoya tepeden bakan görkemli, bol altın kaplamalı muhteşem bir saray. Rusya’nın Versaille’i olarak da biliniyor.  

Peterof ilk durağımızdı ancak çok kötü hava koşullarına denk düşen ziyaretimiz biraz aceleye geldi, ama buna rağmen sarayın ve uçsuz bucaksız dantel-dantel bahçelerinin, fıskiyelerinin güzelliğine hayran kaldık. Peter’ın bir fıskiye tutkunu olduğu belli. Sarayın güzel kadınlarının veya aşıklarının bilip gezindiği banklarında dinlendiği gizli minik bir bahçenin etrafına gizli fıskiye sistemleri kurdurup, bahçe ziyaretçi ile dolduğunda, fıskiyeleri aniden açtırıp, bahçenin arkasındaki kulübede kurbanlarını gözetler, kahkahalarla gülermiş. Verdiği yemek davetlerinde istediği gibi davranmayanları da bir litre votkayı içirmekle cezalandırırmış! Evgenya'nın dediğine göre neyseki o dönem votkanın alkol derecesi biraz daha düşükmüş! Acaba bizim tarihimiz de Deli Petro diye geçmesinin nedenlerinden biri bu garip espri anlayışı ve ceza sistemi olabilir mi? Her neyse fıskiyelerle ilgili son olarak, her gün saat 11 i vurduğunda sarayın bahçesinde olan her fıskiyenin aynı anda ve bir müzik eşliğinde açıldığını ve çok güzel bir atmosfer yarattığını söylemeliyim.

Öğlen yemeğini lokal bir yerde yemek istedik ve Rus paylarıyla ün yapmış bir yere gittik. Tek turist bizdik tabi.  Sebzeli, otlu mantarlı, parça kuzu etli, kıymalı ve ringa balığı ile yapılmış onlarca değişik paylardan ringa balığı ile olanını denedim yanında Rus çayı ile, tek kelime ile nefisti. Biraz da  Türklerin börek ve pide (üstü kapalı olan) karışımı bir şey olan Rus payları oldukça popüler olmalı ki, bir masa bulup oturmak için uzun kuyruklar vardı.

Yemek sonrası gemiye dönünceye dek olan tüm vakti ise Rus Sanatları müzesinde (The State Russian Museum’ in St.Petersburg kısmı) geçirdik. St.Petersburg’a gelip de bu müzeyi atlamak mümkün değil ve benim için Hermitage Müzesinden de önemliydi. 1895 de 2. Nikolas tarafından kurulan müze, olağanüstü bir neo-klasik örneği olan Mikhailovsky Sarayında barınmakta.  Rus sanatçıların yapıtlarını oldukça zengin kolleksiyonlarla görmek imkanı veren bu müzenin kapsamına ve hatta görsel bir tura google’dan The State Russian museum www.en.rusmuseum.ru  dan ulaşabilirsiniz. Galeri galeri müzeyi anlatmak mümkün de sizin zamanınızı almak istemiyorum. Bir hafta içi günü olmasına karşın, çoğunluğu yerli halk, İtalyan ve Fransız turistlerden oluşan büyük bir kalabalıkla gezdiğimiz müzeyi listemize aldığım için gerçekten mutluyum. Ruslar resim sanatına olan ilgisi ve üretkenliği binlerce eserle bu müzede oldukça belirgin. Keşke Osmanlı da rönesansı yaşayabilseydi diye düşünüyorum. Şimdi belki de herşey bambaşka olurdu cihanda..

İlk günümüz bu müze ile bitti ve akşam 

‘The House of Officers’ de düzenlenen ‘Folk şarkıları ve Danslar’ gösterisine (Song and Dance Ensemble of the Western Military District-tarafından) katılmak için şehre geri gelmek üzere gemiye döndük. Akşam katıldığımız gösteri çok güzeldi ve bir o kadar da ilginç idi. Düşünün karşınızda tümüyle askeri giysiler ve şapkalarıyla şarkı söyleyen ve tümü erkek olan solistler ve bando var. Şarkılar ise öyle marşlar değil, halk ezgileri, uzun havalar, türküler falan. Ana vatandan kazandığım askere alışık bir göze rağmen  bana ve salonu dolduran batılılara bu gösteri hayli değişik bir şey oldu. Ayrıca folk dansları ekibi de yer aldı. THBT deneyimim ışığında, bize sunulan folk dansları gösterisinin biraz da batı zevkine göre ayarlanarak sergilendiğini görmek  benim için biraz hayal kırıklığı oldu. Ne yazık gösteri salonunda fotoğraf çekmek yasağı olduğundan bu bandoyu veya solistleri resimleyemedim. Sizin hayal gücünüze emanet ediyorum gösteriyi. Ancak bu gösteri sayesinde gemiden konser yerine kadar güzergahda yer alan komünist rejimden kalma ve hala Rus halkının bir kesiminin yaşadığı mahalleleri ve evleri fotoğraflayabildim. Beyaz gecenin sayesinde (güneşin gece yarılarına dek batmadığı uzun gecelere verilen isim-white nights), gün ışığında arabadan yakalayabildiğim resimleri diğerleri ile aşağıda yer alan sıralama da paylaşarak, yazımın ilk kısmını noktalıyorum.

Haftaya yazacağım ikinci kısım ise Dostoyevsky’nin evi, St. Nicholas Church, Spilled Blood Cathedral ve öyküsü,  tipik bir Rus ziyafeti ve St. Petersburg halkı üzerine olacak. Şimdilik plan bu... Bir seyahat yazarı değilim, ama kendi gözlüğümden benim için St. Petersburg şehri ve insanını  bu blogda paylaşmak istedim. Ayrıca detayları unutmamak, anıları sıcak tutmak açısından kendime yazdığımı da itiraf etmeliyim Altmışlara doğru yelken açarken önemli!

2. Bölüm 

“The real voyage of discovery consists not in seeking new landscapes, but in having new eyes.”  demiş Marcel Proust.  

St.Petersburg’un ikinci günü pek çok müzeyi Hermetage da dahil atlamaya karar verdiğimizde, bu sözden habersiz doğal bir dürtü ile yeni gözler kazanmak  için yaşadık ikinci günümüzü. Tarih ciltlerine sığmayacak denli köklü bir kültürün, tek bir şehrinde kazanılacak yeni gözler ne kadar  objektif ve gözlemci olabilir bilemeyeceğim, ama yine de yeni gözlerimi sizlerle paylaşayım istedim..

Bir gün önce Evegenya, Hermitage Müzesini atlamak istediğimizi öğrendiğinde pek üzüldü. ‘Dünyanın en güzel müzelerinden birisi olan müzeyi gezmek için bir günün bile yetmeyeceğini, bizim amacımızın ise mümkün olduğunca şehrin günlük havasını, insanını öğrenmek.’ deyince de hoşuna gitti.

İkinci gün ilk durağımız  St. Nicholas Kilisesi (Naval Cathedral of St. Nicholas).  
Dışarıdan bakınca altın kubbeleriyle muhteşem bir barok mimari örneği.  Aslında ülkenin en  gözde ve en son barok mimari örneği.

Şehrin az bulunur güneşli günlerinin (yılda sadece 60 günü güneşli yaşanan bir şehirdeyiz) birinde gözlerimizi kamaştırıyor kubbeler. 

Halk arasında denizcilerin kilisesi olarak bilinen bir yer St. Nicholas Katedrali. Bunun sebebi ise 1743 yılında,  Moika ve Fontanka nehirlerine bağlantı olan Kryukov Kanalının hemen eteğinde kurulmuş olması. Bölgede o zamanlar yaşayan ahalinin ezici çoğunluğu ise gemiciler imiş.

Sabahın erken saatlerine rağmen kilisenin içi  tarif edilmez bir kalabalıkla yüklü. İnsanlarla omuz omuza 18. Yüzyıl ikonlarını izlemek, katedralin içini tepeden tırnağa sarıp sarmalayan altın varaklı tahta oymalara hayran olmamak ne mümkün!  Zor olan ise kalabalık benim için. Dev gibi kilisenin içinde küçük bir odaya tıkılıp kalmışım gibi bunalıp dışarı çıktım. Eşim ise Japon turistlere taş çıkartan bir hızla içeride fotoğraf çekmeye devam..

Ardımdan rehberimiz Evgenya geldi. Dünden beri çabucak gelişen bir dostluk oluştu aramızda. Bana  ‘Sen benim Türk annemsin artık’ diyen bir kızım var! Bunun lafta kalan bir şey olmadığını, henüz dün öğrendiği ve eşinden başka kimse ile paylaşmadığı ‘hamile olduğu’ müjdesini benimle paylaşınca anladım.

St. Petersburg’un güneşli serin sabahı içinde, altın kubbelerin gölgesinde birbirimize sarılıp, neşeyle dans ediyoruz. ‘Kutlamalıyız!’ diyorum.. ‘Şöyle çeşit çeşit votkaları tadarak kutlamalıyız..’ Genç neslin çoğunluğunda olmayan ve işini oldukça önemseyen bir profesyonelliği var.

‘Sırada önce Dostoyevsky Müzesi var.’ diyor.

Fyodor Dostoyevsky’nin son 3 yılını geçirdiği, ikinci eşi ve iki çocuğu ile birlikte yaşadığı bina, Kuznechnyy Pereulok  ile Dostoyevsky Caddesinin birleştiği köşede üçgen görünümlü 4 katlı sarı  görkemli bir bina. Görkemli derken, şehrin diğer görkemlerinin yanında sadece Dostoyevsky sevenleri için duyumsanacak bir görkem.. Ya da sadece benim gözlerime düşen bir görkem.. İçim kıpır kıpır.. Yazıların ustası,  kısacık ömrüne Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Kumarbaz, Yer Altından Notlar, Öteki Ben gibi dev eserleri sığdırmış bir yazarın bir zamanlar soluduğu yere adım atmak az şey mi?  Benim için St. Petersburg gezimizin en önemli durağı!

Ustamızın doğduğu yer Moskova. Fakir fukaranın doktoru olan babasının zoruyla üçretsiz olan Nikolay Askeri Mühendislik Enstitüsüne gönderilmesiyle birlikte 1837 den ölüm yılı 1881 e dek  hayatı St. Petersburg da geçti (sürgün yılları hariç).  Şehirde en az 20 değişik adreste yaşamış ve yaşadığı hiç bir adres de elit ve aristokratların yaşadığı mahalleler olmamış, aksine yoksul katiplerin, evsiz barksız insanların adımladığı mekanlarda var olmuş bir yazar. Son adresi ise bugünün Dostoyevsky müzesi haline getirilmiş. Önceden notları aldığı Karamazof Kardeşler’i de bu evde yazmış.

Daireye dik bir merdivenle ulaşıyoruz. Abartısız ama zarif döşenmiş bir ev. 19. Yüzyılın klasik  ceviz ve ‘cherry wood’ mobilyaları ve desenli ağır goblen perdelerin hakim olduğu bir ortam. Yemek odası, çalışma odası, oturma odası, çocukların oyun odası, odalara açılan koridor kalabalık bir Fransız turist gurubu ile yüklü. Yatak odası ve banyo kısımları ise gösterime kapalı.

Salon ve yemek odasının pencerelerinden sokağa bakıyorum. Parke taşlı kaldırımlarda yürüyen insanları o da benim gibi seyreder miydi? Nasıldı o vakitler bu sokak ve günlük hayat? Aynı pencerelerden kim bilir kaç kez izlemişti karısının ve çocuklarının kaldırımda yürüyen silüetlerini, gözlerinde şefkat, yüzünde serbest bıraktığı kocaman bir gülümseme ile.. Yazmak için zorlandığında veya yazdığı cümle veya paragraf istediği gibi olmadığında  ofis odasının başköşesinde yer alan İncilini mi okurdu, yoksa kalın ve renkli camdan  yapılmış sehpanın üzerinde duran sigara kutusundan bir sigara alıp yutarcasına içine çekerek odanın içinde dolanıp durur muydu?  Belki de sabahın ilk ışıkları kalın perdelerden içeri sızmaya başlarken, oyun odasında geceden çocukların ona bırakmış olabileceği notları okuyarak, gönlünü kendi gerçek dünyasının son senelerine rastgelen huzuruna mı teslim ederdi? Ne zaman sevdiğim bir yazarın evinde gezinsem, hayalimin gücüyle yarattığım hayaletini takip ederim odalarında. Oralarda dolanırken, otururken, çocuklarıyla oynarken, sevdikleriyle kadeh kaldırırken ve en önemlisi yazarken hissettiklerine ulaşmak çabası keyifli benim için. Dünyaya kazandırdıkları hayal dünyalarının ötesinde onların gerçek dünyasının izdüşümlerini bir tutamcık yakalamak arzusu ile dolanırım ben yazar evlerini. 

Dostoyevsky’nin çocuklarına düşkünlüğü  belirgin evinde. İki çalışma masası var, biri ofis odasında, diğeri çocukların oyun odasında. Çocukları kendi etrafında oynarken yazan bir baba düşünüyorum, içimi bir gülücük kaplıyor. Rehber yazarın ve çocuklarının birbirine geceden notlar yazıp bıraktığını söylemişti, notların neler olduğunu sessiz bir ısrarla merak ediyorum..

Evi turlamayı bitirince, dairenin hemen altında müzenin fotoğraflar bölümüne iniyoruz. Bu katta özenle ve tarihi bir sıra ile Dostoyevsky’nin fotoğrafları sergilenmekte. Ailesi, St. Petersburg’da gittiği askeri mühendislik okulu, arkadaşları, eserlerinin ilk baskıları, roman karakterlerinin resimleri, çizimleri hepsi bir arada fotoğrafsal bir biyografi oluşturuyor.

En alt katta ise karşımıza sürpriz bir resim sergisi çıkıyor. Andrey Pashkevich (1945-2011) pek çok eserinin yer aldığı sergi gerçekten görmeye değer. Rusların resim sanatı ile toplumsal çelişkilerini, değerlerini ve özlemlerini ifade etmek tutkusu ve alışkanlığını ispatlayan güzel bir örnek Pashkevic’in resimleri (www.politecology.ru).

TANIDIK BİR LEZZET İLE HARİKA BİR ÖĞLEN YEMEĞİ

Rus Mutfağı deyince ünü kıtaları aşmış pek çok lezzet var pek tabi. Birbirinden lezzetli ve farklı çorbalar, kırmızı et, domuz eti, balık ve tavuk ağırlıklı  yemek çeşitlerini  saymakla bitmez.

Aslında Rus mutfağı ile tanışıklığım St. Petersburg gezisinin 30 yıl öncelerine uzanan ve alışkanlık yaratmış bir tanışıklık.

Taksim Gümüşsuyu Caddesindeki ofisimizin hemen aynı sırasında bulunan Madam Judith’in Rus Lokantası, şirketimizin verdiği öğle yemeği kuponlarımızın en sık kullanıldığı yerdi. Yarı zeminde olan loşca minik bir restoran beyaz kolalı masa örtüleri, Madamın güler yüzü ile aydınlanmış bizi beklerdi. Kievsky, borç çorbası, beef stroganov, tavuk schnitzel, elmalı sutrudeli  sadece orada tatmakla kalmamış, hemen her tarifi evde dostlarımızla paylaştığımız sofralar için de denemiştim.

Ruslar sebze bakımından çeşitten yana pek şanslı sayılmazlar, ancak ellerinde olanlarla harikalar yaratan bir millet. Pancar, lahana, patates, mantar, kabak, çeşitli yeşillikler, kremalar, otlar ve baharatlarla ve pek tabi bunlara katılan et ve balıklarla ortaya çıkan lezzetli bir yemek kültürü. Bunların en başında soğuk ve sıcak çorbalar geliyor. Schhi, borsch, okrosko, rassolnik, ucha, lapsha (Tatar çorbası) gibi belli başlı meşhur çorbalar. Ekşi krema, draniki (patates pancake), havyar, şaşlık (şiş kebap), bliny, tütsü etler, deniz ürünleri (en çok kullanılanlar karagöz, çığa, marina, mersin balıkları) Rus sofralarının vazgeçilmez müdavimleri. 

Rus mutfağını bildiğimi sanırdım, ta ki St.Petersburg’daki 2. Öğlen yemeğimize kadar.  Ne yesek nerede yesek diye düşünmeyi Evgenya’ya bıraktık, o da bizi  Pelmenya’ya götürdü. Tanıdık ve özlediğim tatları değişik biçimlerde buluşmuş oldum böylece.

Pelmeniya Rus’ların yemek kültürlerinde yeri büyük olan pelmeni diyarı. Gürcistan, Fin ve Tatar mutfaklarından çıkıp gelmiş pelmeniler. Bir çeşit mantı aslında, şekilleri ve sunumlar farklı. Örneğin yoğurt kesinlikle kullanılmıyor pelmenilerde. Mantıya göre daha büyük ve değişik şekillerde geliyor önünüze. İçindeki mıncıklanmış et ise belli oranlarda karıştırılmış, dana, koyun, domuz kıyması. Hemen her çeşitten birer parça istiyoruz ve tabi khinkali de çeşitler arasında.

İngilizce bilmeyen garson kız telaşla Evgenya’ya bir şeyler söylüyor.. Khinkali’yi yemeyi bilip bilmediğimizi sormuş! Khinkali konik biçimde kocaman bir mantı.. Tabanını üste getirerek, sivri tepesinden tutup, tabanı ısıra ısıra yemek gerekiyor. Böylece içindeki et suyu üstünüze başınıza akmıyor.

Anlaşılan restauranta gelen misafirleri zorluklar yaşamış olmalı ki, restaurant’ın web sitesinde khankali yemeyi gösteren bir video bile var. Websitesi Rusça, ama videoyu izlemek için www.pelmenya.com a göz atmak keyifli olabilir.

Öğlen yemeğimizi çeşit çeşit votkaları shot-shot deneyerek tam Türk usulu uzun süreli bir yemek molası yapmak en keyifli şeydi sanırım.

Hermitage müzesini görmek fırsatını kaçırdığımıza değecek kadar harika bir zaman geçirdik. Evgenya’yı tanımak benim için dev asa bir müzede sadece görmüş olduğumu sonradan belki hatırlayacağım ve detaylarını asla anımsamayacağım yüzlerce sanat eserini görmekten  çok çoook daha önemliydi. Üstelik London National Gallery, NY Metropolitan Museum, Amsterdam Van Gogh Museum ve Hermitage gibi benzerlerini gezip görmüşken St.Petersburg'un ünlü Hermitage'ini atlamak canımızı sıkmadı.

Evgenya 29 yaşında, kumral, incecik ve hep güler yüzlü. Opera sanatçısı bir baba ile balerin annenin iki kızının büyük olanı. St.Petersburg da doğmuş, büyümüş, sanat, tarih ve politika üzerine öğrenim görmüş, 4 dili ana dili Rusçadan eksiksiz konuşan, genç yaşına karşın Peru’dan, Afrika’ya, Hindistan’a, Avrupa’dan Akdeniz’e varıncaya kadar gezip görmüş, ama henüz İstanbul’a adım atmamış (!) bir genç kadın. Bebeğin müjdesini ard arda votkalarla kutlarken (içen biz, o değil, pat diye bir günde bıraktı içkiyi bebiş için), Rus kültürünü, aile ilişkilerini, dünya politikalarını ve pek tabi Putin’i bile konuşuyoruz.

Ataerkil bir toplum Rusya. Erkek çocuk eksikliğini kızlarına hala hissettiren babasına bir erkek torun vermeyi  umuyor Evgenya. Kendi evi, evliliği, işi olan bağımsız bir genç kadın olarak, evine canları her istediği zaman ve habersizce gelen anne, baba, kayınvalide ziyaretlerinden hiç hoşlanmasa bile bunu belirtmenin saygısızlık olacağı bilincini benimsemiş bir 'kelaynak' kuşu.

Sadece o değil bu bilince sahip olan, Rus gençliği hala bu geleneksel rollerin içinde  kendi varlıklarını gerçekleştirmek çabasında. St. Petersburg halkı gülümseyen bir halk değil.  
Evgenya’yı Amerikalı’lara benzettiğimde ‘Gülümseyen bir Rus olduğum için, her Amerika’lıdan aynı şeyi duydum..’ demişti. Doğruymuş! Sırada beklemek, arkasındaki için kapı açmak, göz göze gelince gülümsemek gibi minik hoşluklar Ruslar için değil. Ancak onların dilinde teşekkür, hoşçakal, günaydın, iyi geceler falan gibi laflar etmek hemen kocaman bir tebessümü saklandığı yerden çıkartıp getiriyor. Tanıdıkça dost olan ve dost olduklarında da gerçekten dost gibi davranan bir millet.

Evgenya’ya Rusya’da en gözde meslekler ne diye soruyorum. Doktor, avukat, mimar, mühendis, sanatçı, balerin falan gibi yanıtlar beklerken, serbest iş sahibi, tüccar falan olmak diyor.

Sanatın, kültürün, müziğin sokaklara taştığı, her köşede başka zarif bir biçimde karşınıza çıktığı bir şehirde, tarih ve kültürün kanıksanmış bir gurur, ama paranın, zengin olmanın, markalarla dolu bir dünyanın hemen her kesimce birincil amaç olduğunu anlatıyor üzülerek.  Starbucks, Pandera Bread (Amerika’nın sandviçleriyle ünlü zinciri) tıpa tıp taklidi yerler sadece Singer binasının da yer aldığı meşhur Nesky Prospekt Caddesinde değil ara sokaklarda bile karşınıza çıkıyor. Fendi, Armani, Givenchy, Micheal Kors, Ermenegildo Zegna gibi sayısız markalar  giyimde öne çıkanlar.

Çok iyi tanıdığım bir başka ülkedeki kadar olmasa bile bir Amerikan özentiliği gençler arasında sessiz sedasız bir fonda yer almakta. Yine de aşırı değil.

Batı (ve Amerika) özentisinin şimdilik çok bariz olmaması Rusya’da hala baskın olan ulusalcılık sanırım. O topraklarda henüz ‘baby shower, after party, wedding shower’ gibi salgınlar, Amerikan usulü düğün özentileri gibi takıntıları yok. Uyuşturucu bağımlılığı ise milleniyumlar arasında  hızla yükselen bir sorun. 140 milyonluk Rusya’nın yarım milyonluk nüfusu devletin kayıtlarında uyuşturucu bağımlısı olarak görünmekte. Bu sadece kayıtlılar ve bir kaç katı kadar olan kayıtsızları da hesaba katacak olursak, global bir sorun burada da ön sıralarda yer almaya başlamış diyebiliriz.  Tüm bu saptamaları düşününce ‘medya, medya sen nelere kadirsin, sessiz sedasız ne büyük devrimleri yapıyorsun’ demekten kendimi alıkoyamıyorum.

Öğlen yemeğimizde bir Rus, bir Türk bir Amerikalı olarak bütün dünyanın meselelerini konuşup çözdükten sonra, neşeyle turizm görevimize döndük.

İlk durak Dostoyevsky’nin evinin hemen yakınında olan Kuznechny Hali (farmers market) oldu. Adımımı atar atmaz bana çocukluğumun Ankara Halini anımsatan bir yer. Hemen her yerden gelmiş üreticilerin bir birinden güzel ürünleriyle, sebzeden, meyveden bala reçele, etten balığa tavuğa,  biberden çukulataya, baharattan ota kadar her şeyin satıldığı, canlı, ferah ve çekici bir pazar yeri. St.Petersburg’da yaşıyor olsaydım, Kuznechny pazarından başka yerde alış veriş yapmazdım sanırım.

Günün geri kalanı zaten fazla değildi, o kısa zamanın çoğunu da  ‘Church of Savior on Blood’ veya halk arasında yaygın ismi ile Spilled Blood Cathedral’i, Saray Meydanı, bir iki kanal gezisi ile tükettik. 

St.Petersburg hem büyülü, hem de çok büyük bir şehir. İki güncük bir gezi ile ancak kuşbakışı bir yazı oldu...


Aslında burada en az bir ay kalabilmeli insan, yöre ve insanı ile kaynaşabilmek için.  St.Petersburg bence insanı ile kaynaşarak anlaşılabilecek bir şehir. Elimizde kameralarla, bir müzeden ötekine koşturarak ne şehir ne kültür ne de halkı tam öğrenilebilinir. Ancak böyle bir derdiniz yoksa, St. Petersburg’da görsel ve değişik mutfağı ile  bir turist için çok değişik ve keyifli bir yer. Mutlaka ama mutlaka görülmesi gereken bir şehir diyerek noktalıyorum.


5 Temmuz 2016 Salı

Osmanlı’nın Çar Romanov’a hediye ettiği miğferin üzerindeki yazının sırrı


Fuad Seferov, Moskova, Haberrus

Osmanlı İmparatorluğu’nun 17. yüzyılda Rus Çarı Mihail Fyodoroviç Romanov’a (1596-1645) hediye ettiği miğferin üzerindeki Arapça yazının sırrı çözüldü.

Rus tarihçilere göre, miğfer dönemin Rusya'nın İstanbul Elçisi Afanasi Pronçişev tarafından Moskova’ya getirildi.

Rus Komsomolskaya Pravda gazetesinin araştırmasına göre, miğferin üzerinde Kur'an-ı Kerim'de Saff suresinin 13. ayeti yer alıyor. Ayetin meali ise " Vereceğiniz bir şey daha var: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih.. Müminleri müjdele."şeklinde ifade ediliyor.

Makaleye göre, Osmanlı’nın Rus çarına hediye ettiği 16. yüzyıla ait miğferin üzerine Rus usta Nikita Davidov bazı Hristiyan yazılarıyla süsledi. 19 yüzyılda ise miğferin üzerine Rusya İmparatorluğu arması eklendi.

Gazeteye konuşan Moskova Kremlin Sarayı Müzesi silah koleksiyonu dairesi görevlisi Vasili Novoselov, o dönemler Doğu ustalarının silah ve miğferler üzerine Arapça yazılar yazdığını hatırlattı. Novoselov, “Rus çarları, bu yazıları geleneksel süsleme olarak algılıyordu. Örneğin yine Osmanlı’nın İmparatorluğu’nun 16. yüzyılda Rus Çarı Korkunç İvan’a hediye ettiği miğfer. Söz konusu miğferin üzerinde 'Lâilâhe illâllah Muhammedün Resûlullah' yazısı dikkat çekiyor." dedi. Günümüzde miğfer İsveç’in Silah Müzesi’nde sergileniyor.

OSMANLI RUS ÇARLARINA ÇEŞİTLİ HEDİYELER GÖNDERİYORDU


Türk-Rus ilişkileri 15.yüzyılda başladı. 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı'nın, Rus knyaz ve çarlarına elçilikler aracılığıyla çeşitli hediyeler gönderdiği biliniyor. Kremlin Sarayı'nın estetik anlayışına uyan desenli Osmanlı dokumaları çok rağbet görürken, at örtüleri, eyer ve kın kaplamaları, miğferler, kalkanlar ve zırh kolçakların iç yüzey kaplamaları için de Osmanlı dokumaları kullanılırdı. Rusya'ya getirilen pırlantalı, yakutlu, zümrütlü Osmanlı mücevherleri de yine hem kilisede hem de gündelik hayatta oldukça ilgi görüyordu.