Kaynak: http://merihce.blogspot.ru/
St.Petersburg limanında demirleyen gemimizden şehrin puslu bir sabaha saklanmış siluetine baktığım zaman doğrusu içimi hiç bir heyecan kaplamadı.
Uzaklardan bile seçilen devasa liman ve bina inşaat vinçlerinin çirkin görüntüleri, havanın soğuk, yağmurlu ve sisli oluşu buna bir neden olabilir.
Hemen limandaki gümrük ve pasaport dairesinde ayazın içinde beklenen uzun sıra, görevlilerin asık suratları, gemimizin bildik gürültücü (Uzak doğulular) tiplerinin etrafımızda oluşturduğu ses kirliliği derken ruhumun pozitif ibresi eksilere doğru hızla inişe geçti.
Ancak gümrüğün önünde, iki gün boyunca bizimle olacak olan rehberimiz Evgenya ile buluşunca pozitif ibre de yükselmeye başladı. Bir Rus kızından çok güneyin (Alabama yöresi) kızlarına benzeyen rehberimizle hemencecik kaynaştık. Evgenya 29 yaşında, şehirde rastladığımız hemen her Rus’un aksine sıcacık güleryüzlü ve nazik, bir o kadar da sanat, tarih ve kültür konusunda mükemmel donanımlı, kusursuz İngilizcesiyle harika bir rehber.
Arabaya biner binmez, rehberlik için bizi uzun bir listeden özellikle seçtiğini söylüyor. ‘çünkü siz mesleki hayatımda Rus Sanatları müzesini ve Dostoyevski’nin evini görmek isteyen ilk Amerikalı’larsınız’.’ Anlaşılan rehberimiz aslında hayli meşhur ve hatta gemide bizim katılmayı atladığımız ‘Baltic Voices’ konferansında da konuşmacı imiş.
Aslında seyahatlerimizde serbest dolaşmayı severiz, ancak Rusya vizemiz olmadığından, sürekli bir rehber, özel araba ve şoför ile gezmek zorundayız. Seyahate çıkmadan en az 2 hafta önce pasaport dairesine ve rehberlere verilmek üzere bir gezi planı da bildirilmek zorunda. Kurallar böyle. Yani biraz yarı tutsaklık halleri gibi olsa bile ekibimiz mükemmeldi ve onlar olmadan iki günde kocaman ve olağanüstü ilginç St Petersburg’u böylesine güzel gezemezdik, öğrenemezdik. Hele de ilk günün sağnak yağışında ve soğuk rüzgarında arabasız onca yeri gezmek hayal bile edilemezdi.
İlk durağımız yazlık saray Peterhof. Limandan saraya oldukça uzun bir yol,
ancak böylesi daha güzel. Sabahın erken saatlerinde güne başlamış Rus’ları,
caddeleri, binaları, parkları izleyerek, St.Petersburg şehri ve büyük Peter
(Peter the great) aşığı Evgenya’yı uzun uzun dinleyerek ilerliyoruz.
Abartmıyorum gerçekten aşık.
St. Petersburg bataklığın üzerine kurulmuş dümdüz bir şehir. Kurucusu ise Çar
Peter. 1712 de Rusya’nın başkenti olan şehir bu gün başkent değil
ama Rusya'nın tek Avrupai şehri. Tahta çıkmak şansı hiç olmadığından
çocukluğu izole edilmiş olarak Avrupa kültürüne hayranlık duyan öğretmenlerin
elinde geçen Peter kaderin ilginç cilveleri sonunda 10 yaşında Rus Çarı olmuş
(1682). Peter’in Avrupa hayranlığı St.Petersburg’un her köşesine hakim.
Dominant mimari stili barok ve neo-klasik. Görkemli Saray Meydanında bulunan
General Stuff Building, şimdi Dünya’nın en önde gelen müzelerinden biri olan
Hermitage (eskinin Kışlık Sarayı), Rus Sanatları Müzesi,St. Isaac Katedrali,
Peter tarafından kurulan ve ilk müze olan doğal Bilimler Müzesi
Kuntskamera barok mimari tarzını yansıtan ünlü binalar.. Buna aykırı tek ünlü
örnek ise ortaçağ Rus mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan
‘Church of the Savior on Spilled Blood’. Peter’in Avrupa hayranlığını en güzel
yansıtan diğer örnekler de görkemli ve sayıları kabarık olan saraylar. Bu
aşırı gösterişli savrukluğun ise çarlığın sonunu getirdiği de aşikar.
Yine barok mimarinin bir diğer örneği olan Peterof ise olağanüstü güzellikte bahçelerin, havuzların, fıskiyelerin, heykellerin, ağaçların çiçeklerin neredeyse aritmetik bir düzenle yayıldığı platoya tepeden bakan görkemli, bol altın kaplamalı muhteşem bir saray. Rusya’nın Versaille’i olarak da biliniyor.
Peterof ilk durağımızdı ancak çok kötü hava koşullarına denk düşen ziyaretimiz biraz aceleye geldi, ama buna rağmen sarayın ve uçsuz bucaksız dantel-dantel bahçelerinin, fıskiyelerinin güzelliğine hayran kaldık. Peter’ın bir fıskiye tutkunu olduğu belli. Sarayın güzel kadınlarının veya aşıklarının bilip gezindiği banklarında dinlendiği gizli minik bir bahçenin etrafına gizli fıskiye sistemleri kurdurup, bahçe ziyaretçi ile dolduğunda, fıskiyeleri aniden açtırıp, bahçenin arkasındaki kulübede kurbanlarını gözetler, kahkahalarla gülermiş. Verdiği yemek davetlerinde istediği gibi davranmayanları da bir litre votkayı içirmekle cezalandırırmış! Evgenya'nın dediğine göre neyseki o dönem votkanın alkol derecesi biraz daha düşükmüş! Acaba bizim tarihimiz de Deli Petro diye geçmesinin nedenlerinden biri bu garip espri anlayışı ve ceza sistemi olabilir mi? Her neyse fıskiyelerle ilgili son olarak, her gün saat 11 i vurduğunda sarayın bahçesinde olan her fıskiyenin aynı anda ve bir müzik eşliğinde açıldığını ve çok güzel bir atmosfer yarattığını söylemeliyim.
Öğlen yemeğini lokal bir yerde yemek istedik ve Rus paylarıyla ün yapmış bir
yere gittik. Tek turist bizdik tabi. Sebzeli, otlu mantarlı, parça kuzu
etli, kıymalı ve ringa balığı ile yapılmış onlarca değişik paylardan ringa
balığı ile olanını denedim yanında Rus çayı ile, tek kelime ile nefisti. Biraz
da Türklerin börek ve pide (üstü kapalı olan) karışımı bir şey olan
Rus payları oldukça popüler olmalı ki, bir masa bulup oturmak için uzun
kuyruklar vardı.
Yemek sonrası gemiye dönünceye dek olan tüm vakti ise Rus Sanatları müzesinde (The State Russian Museum’ in St.Petersburg kısmı) geçirdik. St.Petersburg’a gelip de bu müzeyi atlamak mümkün değil ve benim için Hermitage Müzesinden de önemliydi. 1895 de 2. Nikolas tarafından kurulan müze, olağanüstü bir neo-klasik örneği olan Mikhailovsky Sarayında barınmakta. Rus sanatçıların yapıtlarını oldukça zengin kolleksiyonlarla görmek imkanı veren bu müzenin kapsamına ve hatta görsel bir tura google’dan The State Russian museum www.en.rusmuseum.ru dan ulaşabilirsiniz. Galeri galeri müzeyi anlatmak mümkün de sizin zamanınızı almak istemiyorum. Bir hafta içi günü olmasına karşın, çoğunluğu yerli halk, İtalyan ve Fransız turistlerden oluşan büyük bir kalabalıkla gezdiğimiz müzeyi listemize aldığım için gerçekten mutluyum. Ruslar resim sanatına olan ilgisi ve üretkenliği binlerce eserle bu müzede oldukça belirgin. Keşke Osmanlı da rönesansı yaşayabilseydi diye düşünüyorum. Şimdi belki de herşey bambaşka olurdu cihanda..
İlk günümüz bu müze ile bitti ve akşam
‘The House of Officers’ de düzenlenen ‘Folk şarkıları
ve Danslar’ gösterisine (Song and Dance Ensemble of the Western Military
District-tarafından) katılmak için şehre geri gelmek üzere gemiye döndük. Akşam
katıldığımız gösteri çok güzeldi ve bir o kadar da ilginç idi. Düşünün
karşınızda tümüyle askeri giysiler ve şapkalarıyla şarkı söyleyen ve tümü erkek
olan solistler ve bando var. Şarkılar ise öyle marşlar değil, halk ezgileri,
uzun havalar, türküler falan. Ana vatandan kazandığım askere alışık bir göze
rağmen bana ve salonu dolduran batılılara bu gösteri hayli değişik bir
şey oldu. Ayrıca folk dansları ekibi de yer aldı. THBT deneyimim ışığında, bize
sunulan folk dansları gösterisinin biraz da batı zevkine göre ayarlanarak
sergilendiğini görmek benim için biraz hayal kırıklığı oldu. Ne yazık
gösteri salonunda fotoğraf çekmek yasağı olduğundan bu bandoyu veya solistleri
resimleyemedim. Sizin hayal gücünüze emanet ediyorum gösteriyi. Ancak bu
gösteri sayesinde gemiden konser yerine kadar güzergahda yer alan komünist
rejimden kalma ve hala Rus halkının bir kesiminin yaşadığı mahalleleri ve
evleri fotoğraflayabildim. Beyaz gecenin sayesinde (güneşin gece yarılarına dek
batmadığı uzun gecelere verilen isim-white nights), gün ışığında arabadan
yakalayabildiğim resimleri diğerleri ile aşağıda yer alan sıralama da
paylaşarak, yazımın ilk kısmını noktalıyorum.
2. Bölüm
“The real voyage of discovery consists not in seeking new
landscapes, but in having new eyes.” demiş Marcel Proust.
St.Petersburg’un ikinci günü pek çok müzeyi Hermetage da
dahil atlamaya karar verdiğimizde, bu sözden habersiz doğal bir dürtü ile yeni
gözler kazanmak için yaşadık ikinci günümüzü. Tarih ciltlerine
sığmayacak denli köklü bir kültürün, tek bir şehrinde kazanılacak yeni gözler
ne kadar objektif ve gözlemci olabilir bilemeyeceğim, ama yine de
yeni gözlerimi sizlerle paylaşayım istedim..
Bir
gün önce Evegenya, Hermitage Müzesini atlamak istediğimizi öğrendiğinde pek
üzüldü. ‘Dünyanın en güzel müzelerinden birisi olan müzeyi gezmek için bir
günün bile yetmeyeceğini, bizim amacımızın ise mümkün olduğunca şehrin günlük
havasını, insanını öğrenmek.’ deyince de hoşuna gitti.
İkinci gün ilk durağımız St. Nicholas Kilisesi
(Naval Cathedral of St. Nicholas).
Dışarıdan bakınca altın kubbeleriyle muhteşem bir barok
mimari örneği. Aslında ülkenin en gözde
ve en son barok mimari örneği.
Şehrin az bulunur güneşli günlerinin (yılda sadece 60 günü
güneşli yaşanan bir şehirdeyiz) birinde gözlerimizi kamaştırıyor kubbeler.
Halk arasında denizcilerin kilisesi olarak bilinen bir yer
St. Nicholas Katedrali. Bunun sebebi ise 1743 yılında, Moika ve
Fontanka nehirlerine bağlantı olan Kryukov Kanalının hemen eteğinde kurulmuş
olması. Bölgede o zamanlar yaşayan ahalinin ezici çoğunluğu ise gemiciler imiş.
Sabahın erken saatlerine rağmen kilisenin içi tarif
edilmez bir kalabalıkla yüklü. İnsanlarla omuz omuza 18. Yüzyıl ikonlarını
izlemek, katedralin içini tepeden tırnağa sarıp sarmalayan altın varaklı tahta
oymalara hayran olmamak ne mümkün! Zor olan ise kalabalık benim
için. Dev gibi kilisenin içinde küçük bir odaya tıkılıp kalmışım gibi bunalıp
dışarı çıktım. Eşim ise Japon turistlere taş çıkartan bir hızla içeride
fotoğraf çekmeye devam..
Ardımdan rehberimiz Evgenya geldi. Dünden beri çabucak
gelişen bir dostluk oluştu aramızda. Bana ‘Sen benim Türk annemsin
artık’ diyen bir kızım var! Bunun lafta kalan bir şey olmadığını, henüz
dün öğrendiği ve eşinden başka kimse ile paylaşmadığı ‘hamile olduğu’ müjdesini
benimle paylaşınca anladım.
St. Petersburg’un güneşli serin sabahı içinde, altın
kubbelerin gölgesinde birbirimize sarılıp, neşeyle dans ediyoruz.
‘Kutlamalıyız!’ diyorum.. ‘Şöyle çeşit çeşit votkaları tadarak
kutlamalıyız..’ Genç neslin çoğunluğunda olmayan ve işini oldukça
önemseyen bir profesyonelliği var.
‘Sırada önce Dostoyevsky Müzesi var.’ diyor.
Fyodor Dostoyevsky’nin son 3 yılını geçirdiği, ikinci eşi
ve iki çocuğu ile birlikte yaşadığı bina, Kuznechnyy Pereulok ile
Dostoyevsky Caddesinin birleştiği köşede üçgen görünümlü 4 katlı sarı görkemli
bir bina. Görkemli derken, şehrin diğer görkemlerinin yanında sadece
Dostoyevsky sevenleri için duyumsanacak bir görkem.. Ya da sadece benim
gözlerime düşen bir görkem.. İçim kıpır kıpır.. Yazıların ustası, kısacık
ömrüne Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Kumarbaz, Yer Altından Notlar, Öteki
Ben gibi dev eserleri sığdırmış bir yazarın bir zamanlar soluduğu yere adım
atmak az şey mi? Benim için St. Petersburg gezimizin en önemli
durağı!
Ustamızın doğduğu yer Moskova. Fakir fukaranın doktoru olan
babasının zoruyla üçretsiz olan Nikolay Askeri Mühendislik Enstitüsüne
gönderilmesiyle birlikte 1837 den ölüm yılı 1881 e dek hayatı St.
Petersburg da geçti (sürgün yılları hariç). Şehirde en az 20 değişik
adreste yaşamış ve yaşadığı hiç bir adres de elit ve aristokratların yaşadığı
mahalleler olmamış, aksine yoksul katiplerin, evsiz barksız insanların
adımladığı mekanlarda var olmuş bir yazar. Son adresi ise bugünün Dostoyevsky
müzesi haline getirilmiş. Önceden notları aldığı Karamazof Kardeşler’i de bu
evde yazmış.
Daireye dik bir merdivenle ulaşıyoruz. Abartısız ama zarif
döşenmiş bir ev. 19. Yüzyılın klasik ceviz ve ‘cherry wood’
mobilyaları ve desenli ağır goblen perdelerin hakim olduğu bir ortam. Yemek
odası, çalışma odası, oturma odası, çocukların oyun odası, odalara açılan
koridor kalabalık bir Fransız turist gurubu ile yüklü. Yatak odası ve banyo
kısımları ise gösterime kapalı.
Salon ve yemek odasının pencerelerinden sokağa bakıyorum.
Parke taşlı kaldırımlarda yürüyen insanları o da benim gibi seyreder miydi?
Nasıldı o vakitler bu sokak ve günlük hayat? Aynı pencerelerden kim bilir kaç
kez izlemişti karısının ve çocuklarının kaldırımda yürüyen silüetlerini,
gözlerinde şefkat, yüzünde serbest bıraktığı kocaman bir gülümseme ile.. Yazmak
için zorlandığında veya yazdığı cümle veya paragraf istediği gibi
olmadığında ofis odasının başköşesinde yer alan İncilini mi okurdu,
yoksa kalın ve renkli camdan yapılmış sehpanın üzerinde duran sigara
kutusundan bir sigara alıp yutarcasına içine çekerek odanın içinde dolanıp
durur muydu? Belki de sabahın ilk ışıkları kalın perdelerden içeri
sızmaya başlarken, oyun odasında geceden çocukların ona bırakmış olabileceği
notları okuyarak, gönlünü kendi gerçek dünyasının son senelerine rastgelen
huzuruna mı teslim ederdi? Ne zaman sevdiğim bir yazarın evinde gezinsem,
hayalimin gücüyle yarattığım hayaletini takip ederim odalarında. Oralarda
dolanırken, otururken, çocuklarıyla oynarken, sevdikleriyle kadeh kaldırırken
ve en önemlisi yazarken hissettiklerine ulaşmak çabası keyifli benim için.
Dünyaya kazandırdıkları hayal dünyalarının ötesinde onların gerçek dünyasının
izdüşümlerini bir tutamcık yakalamak arzusu ile dolanırım ben yazar
evlerini.
Dostoyevsky’nin çocuklarına düşkünlüğü belirgin
evinde. İki çalışma masası var, biri ofis odasında, diğeri çocukların oyun
odasında. Çocukları kendi etrafında oynarken yazan bir baba düşünüyorum, içimi
bir gülücük kaplıyor. Rehber yazarın ve çocuklarının birbirine geceden notlar
yazıp bıraktığını söylemişti, notların neler olduğunu sessiz bir ısrarla merak
ediyorum..
Evi turlamayı bitirince, dairenin hemen altında müzenin
fotoğraflar bölümüne iniyoruz. Bu katta özenle ve tarihi bir sıra ile
Dostoyevsky’nin fotoğrafları sergilenmekte. Ailesi, St. Petersburg’da gittiği
askeri mühendislik okulu, arkadaşları, eserlerinin ilk baskıları, roman karakterlerinin
resimleri, çizimleri hepsi bir arada fotoğrafsal bir biyografi oluşturuyor.
En alt katta ise karşımıza sürpriz bir resim sergisi
çıkıyor. Andrey Pashkevich (1945-2011) pek çok eserinin yer aldığı sergi gerçekten
görmeye değer. Rusların resim sanatı ile toplumsal çelişkilerini, değerlerini
ve özlemlerini ifade etmek tutkusu ve alışkanlığını ispatlayan güzel bir örnek
Pashkevic’in resimleri (www.politecology.ru).
TANIDIK
BİR LEZZET İLE HARİKA BİR ÖĞLEN YEMEĞİ
Rus Mutfağı deyince ünü kıtaları aşmış pek çok lezzet var
pek tabi. Birbirinden lezzetli ve farklı çorbalar, kırmızı et, domuz eti, balık
ve tavuk ağırlıklı yemek çeşitlerini saymakla bitmez.
Aslında Rus mutfağı ile tanışıklığım St. Petersburg
gezisinin 30 yıl öncelerine uzanan ve alışkanlık yaratmış bir tanışıklık.
Taksim Gümüşsuyu Caddesindeki ofisimizin hemen aynı
sırasında bulunan Madam Judith’in Rus Lokantası, şirketimizin verdiği öğle
yemeği kuponlarımızın en sık kullanıldığı yerdi. Yarı zeminde olan loşca minik
bir restoran beyaz kolalı masa örtüleri, Madamın güler yüzü ile aydınlanmış
bizi beklerdi. Kievsky, borç çorbası, beef stroganov, tavuk schnitzel, elmalı
sutrudeli sadece orada tatmakla kalmamış, hemen her tarifi evde
dostlarımızla paylaştığımız sofralar için de denemiştim.
Ruslar sebze bakımından çeşitten yana pek şanslı
sayılmazlar, ancak ellerinde olanlarla harikalar yaratan bir millet. Pancar,
lahana, patates, mantar, kabak, çeşitli yeşillikler, kremalar, otlar ve
baharatlarla ve pek tabi bunlara katılan et ve balıklarla ortaya çıkan lezzetli
bir yemek kültürü. Bunların en başında soğuk ve sıcak çorbalar geliyor. Schhi,
borsch, okrosko, rassolnik, ucha, lapsha (Tatar çorbası) gibi belli başlı
meşhur çorbalar. Ekşi krema, draniki (patates pancake), havyar, şaşlık (şiş
kebap), bliny, tütsü etler, deniz ürünleri (en çok kullanılanlar karagöz, çığa,
marina, mersin balıkları) Rus sofralarının vazgeçilmez müdavimleri.
Rus mutfağını bildiğimi sanırdım, ta ki St.Petersburg’daki
2. Öğlen yemeğimize kadar. Ne yesek nerede yesek diye düşünmeyi
Evgenya’ya bıraktık, o da bizi Pelmenya’ya götürdü. Tanıdık ve
özlediğim tatları değişik biçimlerde buluşmuş oldum böylece.
Pelmeniya Rus’ların yemek kültürlerinde yeri büyük olan pelmeni diyarı.
Gürcistan, Fin ve Tatar mutfaklarından çıkıp gelmiş pelmeniler. Bir çeşit mantı
aslında, şekilleri ve sunumlar farklı. Örneğin yoğurt kesinlikle kullanılmıyor
pelmenilerde. Mantıya göre daha büyük ve değişik şekillerde geliyor önünüze.
İçindeki mıncıklanmış et ise belli oranlarda karıştırılmış, dana, koyun, domuz
kıyması. Hemen her çeşitten birer parça istiyoruz ve tabi khinkali de
çeşitler arasında.
İngilizce bilmeyen garson kız telaşla Evgenya’ya bir şeyler
söylüyor.. Khinkali’yi yemeyi bilip bilmediğimizi sormuş! Khinkali konik
biçimde kocaman bir mantı.. Tabanını üste getirerek, sivri tepesinden tutup,
tabanı ısıra ısıra yemek gerekiyor. Böylece içindeki et suyu üstünüze başınıza
akmıyor.
Anlaşılan restauranta gelen misafirleri zorluklar
yaşamış olmalı ki, restaurant’ın web sitesinde khankali yemeyi gösteren bir
video bile var. Websitesi Rusça, ama videoyu izlemek için www.pelmenya.com a göz atmak keyifli
olabilir.
Öğlen yemeğimizi çeşit çeşit votkaları shot-shot deneyerek
tam Türk usulu uzun süreli bir yemek molası yapmak en keyifli şeydi sanırım.
Hermitage müzesini görmek fırsatını kaçırdığımıza değecek
kadar harika bir zaman geçirdik. Evgenya’yı tanımak benim için dev asa bir
müzede sadece görmüş olduğumu sonradan belki hatırlayacağım ve detaylarını asla
anımsamayacağım yüzlerce sanat eserini görmekten çok çoook daha
önemliydi. Üstelik London National Gallery, NY Metropolitan Museum, Amsterdam
Van Gogh Museum ve Hermitage gibi benzerlerini gezip görmüşken St.Petersburg'un
ünlü Hermitage'ini atlamak canımızı sıkmadı.
Evgenya 29 yaşında, kumral, incecik ve hep güler yüzlü.
Opera sanatçısı bir baba ile balerin annenin iki kızının büyük olanı.
St.Petersburg da doğmuş, büyümüş, sanat, tarih ve politika üzerine öğrenim
görmüş, 4 dili ana dili Rusçadan eksiksiz konuşan, genç yaşına karşın Peru’dan,
Afrika’ya, Hindistan’a, Avrupa’dan Akdeniz’e varıncaya kadar gezip görmüş, ama
henüz İstanbul’a adım atmamış (!) bir genç kadın. Bebeğin müjdesini ard arda votkalarla
kutlarken (içen biz, o değil, pat diye bir günde bıraktı içkiyi bebiş
için), Rus kültürünü, aile ilişkilerini, dünya politikalarını ve pek tabi
Putin’i bile konuşuyoruz.
Ataerkil bir toplum Rusya. Erkek çocuk eksikliğini
kızlarına hala hissettiren babasına bir erkek torun vermeyi umuyor
Evgenya. Kendi evi, evliliği, işi olan bağımsız bir genç kadın olarak, evine
canları her istediği zaman ve habersizce gelen anne, baba, kayınvalide
ziyaretlerinden hiç hoşlanmasa bile bunu belirtmenin saygısızlık olacağı
bilincini benimsemiş bir 'kelaynak' kuşu.
Sadece o değil bu bilince sahip olan, Rus gençliği hala bu
geleneksel rollerin içinde kendi varlıklarını gerçekleştirmek
çabasında. St. Petersburg halkı gülümseyen bir halk değil.
Evgenya’yı Amerikalı’lara benzettiğimde ‘Gülümseyen
bir Rus olduğum için, her Amerika’lıdan aynı şeyi duydum..’ demişti.
Doğruymuş! Sırada beklemek, arkasındaki için kapı açmak, göz göze gelince
gülümsemek gibi minik hoşluklar Ruslar için değil. Ancak onların dilinde
teşekkür, hoşçakal, günaydın, iyi geceler falan gibi laflar etmek hemen kocaman
bir tebessümü saklandığı yerden çıkartıp getiriyor. Tanıdıkça dost olan ve dost
olduklarında da gerçekten dost gibi davranan bir millet.
Evgenya’ya Rusya’da en gözde meslekler ne diye soruyorum.
Doktor, avukat, mimar, mühendis, sanatçı, balerin falan gibi yanıtlar
beklerken, serbest iş sahibi, tüccar falan olmak diyor.
Sanatın, kültürün, müziğin sokaklara taştığı, her köşede
başka zarif bir biçimde karşınıza çıktığı bir şehirde, tarih ve kültürün
kanıksanmış bir gurur, ama paranın, zengin olmanın, markalarla dolu bir
dünyanın hemen her kesimce birincil amaç olduğunu anlatıyor üzülerek. Starbucks,
Pandera Bread (Amerika’nın sandviçleriyle ünlü zinciri) tıpa tıp taklidi yerler
sadece Singer binasının da yer aldığı meşhur Nesky Prospekt Caddesinde değil
ara sokaklarda bile karşınıza çıkıyor. Fendi, Armani, Givenchy, Micheal Kors,
Ermenegildo Zegna gibi sayısız markalar giyimde öne çıkanlar.
Çok iyi tanıdığım bir başka ülkedeki kadar olmasa bile bir
Amerikan özentiliği gençler arasında sessiz sedasız bir fonda yer almakta. Yine
de aşırı değil.
Batı (ve Amerika) özentisinin şimdilik çok bariz olmaması
Rusya’da hala baskın olan ulusalcılık sanırım. O topraklarda henüz ‘baby
shower, after party, wedding shower’ gibi salgınlar, Amerikan usulü düğün
özentileri gibi takıntıları yok. Uyuşturucu bağımlılığı ise milleniyumlar
arasında hızla yükselen bir sorun. 140 milyonluk Rusya’nın yarım
milyonluk nüfusu devletin kayıtlarında uyuşturucu bağımlısı olarak görünmekte.
Bu sadece kayıtlılar ve bir kaç katı kadar olan kayıtsızları da hesaba katacak
olursak, global bir sorun burada da ön sıralarda yer almaya başlamış
diyebiliriz. Tüm bu saptamaları düşününce ‘medya, medya sen nelere kadirsin,
sessiz sedasız ne büyük devrimleri yapıyorsun’ demekten kendimi alıkoyamıyorum.
Öğlen yemeğimizde bir Rus, bir Türk bir Amerikalı olarak
bütün dünyanın meselelerini konuşup çözdükten sonra, neşeyle turizm görevimize
döndük.
İlk durak Dostoyevsky’nin evinin hemen yakınında olan
Kuznechny Hali (farmers market) oldu. Adımımı atar atmaz bana çocukluğumun
Ankara Halini anımsatan bir yer. Hemen her yerden gelmiş üreticilerin bir
birinden güzel ürünleriyle, sebzeden, meyveden bala reçele, etten balığa
tavuğa, biberden çukulataya, baharattan ota kadar her şeyin
satıldığı, canlı, ferah ve çekici bir pazar yeri. St.Petersburg’da yaşıyor
olsaydım, Kuznechny pazarından başka yerde alış veriş yapmazdım sanırım.
Günün geri kalanı zaten fazla değildi, o kısa zamanın
çoğunu da ‘Church of Savior on Blood’ veya halk arasında yaygın ismi
ile Spilled Blood Cathedral’i, Saray Meydanı, bir iki kanal gezisi ile
tükettik.
St.Petersburg hem büyülü, hem de çok büyük bir şehir. İki
güncük bir gezi ile ancak kuşbakışı bir yazı oldu...
Aslında burada en az bir ay kalabilmeli insan, yöre ve insanı
ile kaynaşabilmek için. St.Petersburg bence insanı ile kaynaşarak
anlaşılabilecek bir şehir. Elimizde kameralarla, bir müzeden ötekine koşturarak
ne şehir ne kültür ne de halkı tam öğrenilebilinir. Ancak böyle bir derdiniz
yoksa, St. Petersburg’da görsel ve değişik mutfağı ile bir turist
için çok değişik ve keyifli bir yer. Mutlaka ama mutlaka görülmesi gereken bir
şehir diyerek noktalıyorum.
Yazima keyifli blogunuzda yer verdiginiz icin cok tesekkur ederim. Umarim okuyuculariniz da St. Petersburg guncesini okumaktan zevk alirlar.
YanıtlaSil